23 Aralık 2025 Salı

Güneşi Karşılama ve Nar

 



GÜNEŞİ KARŞILAMA BAYRAMI - YILBAŞI

GÜN YANIRGAN - GÜN CANIRGAN

YENİLENMİŞ GÜN BAYRAMI

Akay Kine (Kynyev)


“İlk bayram olan Yılbaşı, Güneş’in durumuna göre ayarlanır. Bu bayramın gününün belirlenmesinde Ay’ın döngüsü dikkate alınmaz. En uzun gecenin ve en kısa günün olduğu zamana denk getir. Bu bayrama Yılbaşı Bayramı ya da Güneşi Karşılama Bayramı denir. Bu dönemde Altay soğuk ve karlıdır. 21 Aralık'ı 22 Aralık'a bağlayan gece en uzun gece, en kısa gün yaşanır. Daha sonra Güneş artık çıkmaya, Gün-Güneş uzamaya başlar. Günün uzamaya başlamasına biz "Güneş yenilendi" diyoruz. Gün-Güneş uzamaya başlayıp gün yenilenince yılbaşı olur.

Güneşi Karşılama Bayramı ailevi bir bayramdır, çünkü onu herkes kendi ailesiyle kutlar. Bu bayramda Erlik Bey'e şükran sunulur ve dua yapılır. Ayrıca Gök, yer ve ev hayvanlarına dua yapılır, onlar yüceltilir, onlara teşekkür edilir, onlara alkış yapılır. Bu bayramdaki neredeyse tüm semboller yeraltına ait göstergelerdi.

Yılbaşında Güneş’e karşı bir köknar ağacı dikilir, onu ortaya alıp Güneş’in dönüşünün tersi yönde 7 kere bu ağacın etrafında hep beraber dönülür Ağacın etrafinda, Güneş’e karşı, hep birlikte yapılan 7 kere dönme ritüeli, Erlik Bey’e ulaşmak içindir. Çünkü yeraltı 7 kattır. Sembolik olarak 7 kere alkış yaparak dönülüp her dönüş, (her bir katın aşılması anlamındadır) ona ulaşılır. Dönülerekve ağacı değişip şekerleme ve yiyeceklerle süsleyerek toprak ile suyun maddi başlangıcına güç verilir. Toprak ve suyun üzerinde Erlik Bey’in gücü ve hâkimiyeti vardır. Yılbaşında ağaç dikmek geleneği şu anda Hıristiyanlarda devam etmektedir. Bu adet onlara bizden gitmiştir.

Yılbaşı ağacı için neden tören yapılmıştır? Bunu değişik yerlerde değişik şekillerde anlatırlar. Tarih boyunca bu tören farklı açıklamalarla yapılmıştır. Bu tören dünyanın yaratılışıyla da alakalı bir şeydir.

Gök Tanrı diye anılan Üç Kurgustan, 3 çocuğu arasında dünyayı paylaştırırken, büyük oğlu Erlik Bey 'Ben en büyük ve güçlü çocuk olarak bize bakan toprak ve suyun tüm gücünün sorumluluklarını kendimde taşıyacağım' demiştir. Çünkü toprağın gücü, tüm maddi başlangıçtır. Bu nedenle, toprağa Toprak Ana diyoruz. Toprağı, kadın olarak doğurgan kabul ediyoruz. Çünkü Gök'ten inen o ak tohum, toprağa girmiş ve orada 9 ay kalmış ve 9 ay boyunca gelişmiştir. Bu anlayış bizim dedelerimizle, bizim ritüellerimizde kendisi korumuştur. Doğum, ölüm, nikah zamanlarındaki ritüellerimizde kendisini korumuştur. Doğum, ölüm, nikah zamanlarındaki ritüellerde günümüzde de hâlâ yaşatılmaktadır. Erlik, Kurbustan'dan sadece bir kazığın açacağı delik kadar küçük bir toprak istemiştir. Gök Tanrı bu isteği kabul etmiştir. Erlik Bey yere bir kazık koymuş ve derin bir delik oluşturmuştur.

Tanrı, Türk töresine uygun düşecek şekilde Gök'ü küçük kardeşe, yani Bay Ülgen'e vermektedir. (Çünkü Türk töresine göre miras ev, ocak küçük çocuğa devredilir). Erlik Bey de Gök'de zorluk olmadığını düşündüğü için 'yukarıdaki gök başlangıcını, küçük kardeşim alsın' demiştir. Yerin ortasını da ortanca oğul alır. Yani erkek başlangıcı olan 9 kat Gök'ü Bay Ülgen'in 9 oğlu, 9 kardeş, 9 katmanda yönetir. Dişi başlangıç olan yedi kat toprağı Erlik Bey'in 7 kızı, 7 katmanda yönetir. Bu iki başlangıç bir yerde birleşerek, orta dünyayı oluşturur.

Biz de yılbaşında, Erlik Bey'in toprağın derinliklerine çaktığı kazık gibi yerin dibine gitsin, aşağıya ulaşsın diye Aşağı Dünya'ya ait olan köknar ağacını (Yılbaşı ağacının adı köknardır) dikerek toprağın altına nüfuz edip toprak ve suyun gücünü davet ederiz ve onların gücünden kendimize güç alırız. Toprak ve suyun üzerinde Erlik Bey'in hâkimiyeti var. Yılbaşında diktiğimiz köknar ağacı Erlik Bey'e ait ağaçlardandır. Sembolik olarak, Erlik Bey'in bir parmak ucu kadar sahip olduğu yere ve açtığı deliğe o ağaç dikilir. Yeni yılda hediyelerle bu ağaç süslenir ve bu ağaca değişik ödüller verilir. Ağaca asılan hediyeler genelde yiyecek türü olmuştur.

Gök Tanrı İnancının Bilinmeyenleri
Akay Kine'nin Bilgileri Işığında
Günnur Yücekal Arpacı

***

Nar'ın anavatanı Orta Asya'dıri bu da Sumerliler vasıtasıyla Mezopotamya'ya geldiğini gösterir. Nar'ın karşılığı Sumercede > Nur // Akadcada > Nurmu*. "Nur" Arapçada ışık, Moğolcada (нар = nar) güneş anlamındadır. Macarcada da güneşe (güne) "nap" derler. Hindistan'da ise 'nar'a "anaar (अनार)" denir.

Türkçe > nar; Berekettir, bolluktur, anatanrıçadır, dişildir. Güneş (ışık) ve 'ana' olmasaydı bolluk-bereket olabilir miydi?

Antik kentimiz Side'nin kelime anlamı da Nar'dır. Nar meyvesi kentin sembolü olarak kullanılmıştır. Kentin baş tanrıçası Athene, Atina Athene'sinden farklı olarak atribüsü Nar'dır ve bereketi simgeleyen anatanrıça kültü ile birleştirmiştir. Ayrıca Athene'nin ne kendisi ne de adı Grekçe değildir. Pelasg kökenli olduğunu söylerler ama adının Ak-Ene'den geldiğini ve Türkçe olduğunu söylemezler... ;)

SB



*Arapçanın atası Akadcaya Türkçenin etkisi için Elşad Alili'nin makalesi ile Naim Onat'ın makale ve kitaplarına bkz.


22 Aralık 2025 Pazartesi

Geçmişimizi kim yazacak ve nasıl olacak?


 Tarihi Kendi Ellerinize Alın

Kazakistan Tarihi: Geçmişimizi kim yazacak ve nasıl olacak?

Bakytzhan Bolatbekuly


Tarih, bir ders kitabındaki tarihlerden çok daha fazlasıdır. Ulusal kimliğin ve ortak bir geleceğin inşa edildiği temeldir. Peki bu tarihi kim ve hangi kurallara göre yazmalı? Devlet Danışmanı Erlan Karin ile yakın zamanda yapılan bir röportaj, Kazakistan'ın geçmişine başkalarının gözünden bakmayı bırakıp kendi nesnel ve etkileyici tarihçesini nasıl oluşturabileceğine dair net bir strateji sunuyor.


Adım 1: Tarihi Kendi Ellerinize Alın

Erlan Karin'in dile getirdiği temel fikir basit ama temeldir: Ulusal tarih, Kazakistan halkı tarafından yazılmalıdır. Geçmişimiz onlarca yıl boyunca dış ideolojilerin - Çarlık ve ardından Sovyet - prizmasından incelendi. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak tabloyu çarpıttı, vurguyu değiştirdi ve özgün kültürümüzün ve devlet yapımızın tüm katmanlarını gölgede bıraktı.

Tarih biliminde "kendi sesinizi" bulmak bir heves değil, acil bir ihtiyaçtır. Komşunuzun ailenizin tarihini yazdığını düşünün. İyi niyetli olsa bile, sizin için önemli olan ayrıntıları atlayarak kendi tarzında anlatacaktır. 

Bir ülkenin tarihi için de aynı şey geçerlidir: İçten yazıldığında, öz-bilginin bir aracı haline gelir. Bu, başkalarının değerlendirmelerine bakmadan, kendi yolunuz hakkında egemen bir bakış açısı oluşturmanızı sağlar.


Adım 2: "Altın standart" yaratın - yeni bir akademik çok ciltli baskı

Tarih anlayışımızın güvenilir olması için sağlam bir bilimsel temele ihtiyacı vardır. Yeni akademik, çok ciltli Kazakistan tarihi, böyle bir temel oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu, sadece eski kitapların yeniden basımı değil, geçmişin kapsamlı, nesnel ve ideolojiden arındırılmış bir analizini sunmayı amaçlayan büyük ölçekli bir projedir.

Sahteliklerin ve tarihi çarpıtmaların yaygınlaştığı bir dünyada, bu tür çalışmalar stratejik öneme sahip hale geliyor. Her türlü tartışmanın ana argümanı ve eğitim ve kültür sistemleri için bir dayanak noktası olacak. Özünde, ülkenin entelektüel egemenliğinin bir teyidi niteliğinde.


Adım 3: Nesnel Tarihin Üç Temel Direği

Herkesin bahsettiği o nesnelliğe nasıl ulaşabiliriz?

Erlan Karin, kaliteli tarih çalışmasının "tarifi" olarak adlandırılabilecek üç temel ilkeyi şöyle tanımlıyor:

Birincil kaynaklara güvenmek. Başkalarının fikirlerini yeniden anlatma dönemi sona erdi. Gerçek bilim, ofislerin sessizliğinde değil, tozlu arşivlerde doğar. Bilgiyi mitlerden ve sonraki katmanlardan arındırmanın tek yolu, belgeler, eserler ve mektuplarla derinlemesine çalışmaktır.

Disiplinlerarası yaklaşım. Tarih boşlukta incelenemez. Tam bir resim elde etmek için yalnızca tarihçilere değil, aynı zamanda arkeologlara, etnograflara, siyaset bilimcilere ve diğer uzmanlara da ihtiyacımız var. Ancak böyle bir sinerji, geçmiş olayları her açıdan ele almamızı ve tek taraflı yorumlardan kaçınmamızı sağlar.

Kolektif çalışma ve açık tartışma. Tarih, tek bir yazarın veya kapalı bir grubun ürünü olmamalıdır. Bu, öznelliğe ve kişisel hırslara karşı koruma sağlar. Açık bilimsel tartışmalar, meslektaş dayanışması ve karşılıklı değerlendirme, nihai çalışmanın değerlendirilip dengelenmesini garanti eden zorunlu koşullardır.


4. Adım: Hikayeyi herkes için ilgi çekici hale getirin

En parlak bilimsel çalışma bile rafta ölü bir şekilde duruyorsa ve yalnızca dar bir akademik çevre tarafından anlaşılıyorsa işe yaramaz. Son ve belki de en önemli tez, tarihin popülerleştirilmesi gerektiğidir. Bu, kuru gerçeklerin modern ve ilgi çekici formatlarda sunulması gerektiği anlamına gelir:

Yüksek kalitede belgeseller ve diziler.

YouTube'da ilgi çekici podcast'ler ve videolar.

Sosyal ağlarda etkileşimli web siteleri ve projeler.

Kamuya açık konferanslar ve açık tartışmalar.

Tarih günlük hayatın bir parçası haline geldiğinde, sıkıcı bir okul dersi olmaktan çıkıp her vatandaş için yaşayan bir gurur ve ilham kaynağına dönüşür.


Sonuç: Geleceğe bir yatırım

Ulusal tarih üzerine çalışmak sadece geçmişe bir bakış değil, aynı zamanda Kazakistan'ın geleceğine bir yatırımdır. Dürüst, profesyonel ve ilgi çekici bir tarihçe oluşturarak, gelecek nesiller için sağlam bir temel oluşturuyoruz. Kim olduklarını, nereden geldiklerini ve nereye gittiklerini tam olarak bilecek nesiller.

        

Bakytzhan Bolatbekuly

Автор: Бақытжан Болатбекұлы, 21 07 2025

История Казахстана: кто напишет наше прошлое и каким оно будет?





Tarih Hırsızlığı

 


Tarih ve toplum bilimleri hırsızlığı diğer beşeri bilimleri de etkiler. Son yıllarda, araştırmacılar kendi disiplinlerini daha karşılaştırmalı, dünyanın geri kalanıyla daha bağlantılı hale getirmek için de adım atmışlardır. Fakat bu önlemler bu amaç için yetersizdir. Literatür, "karşılaştırmalı literatür" haline gelmiştir, ama karşılaştırmanın menzili genellikle bir kaç Avrupalı kaynakla sınırlı kalmıştır; Doğu bilmezlikten gelinir, sözlü kültürler dikkate bile alınmaz.

Jack Goody


Klasik geleneğin siyasetinin, çağdaşı diğer toplumlardan farklı olan ve Batı Avrupa'ya aktarılmış gibi görünen üç yönü vardır: demokrasi, özgürlük ve hukukun egemenliği. 

Demokrasi, Greklerin bir niteliği ve Asyalı komşularının "despotizmi" veya "tiranlığı"nın karşıtı olarak kabul edilir. Bu varsayım, çağdaş siyasetçiler tarafından dünyanın "barbar rejimlerine" karşı Batı'nın çok uzun süreli bir özelliğini temsil ediyormuşçasına dile getirilir... 

Demokrasi tartışmasında Finley, "demokrasinin, örneğin, kabile demokrasileri adı verilen veya Asur bilimcilerin izlerini bulduklarına inandığı, erken dönem Mezopotamya'daki demokrasiler gibi daha önceki örnekleri de vardı," diyordu. "Fakat olgular ne olursa olsun," diye sürdürüyordu gözlemlerini, "daha sonraki toplumlar üzerindeki etkileri küçüktü.... O anlamda demokrasiyi Grekler, yalnızca  Grekler keşfetti; tıpkı Amerika'yı bazı Viking denizcilerinin değil de Kristof Kolomb'un keşfetmesi gibi... 18. ve 19. yüzyılın okuduğu, Atina deneyiminin ürettiği Grek eserleriydi." 

Açıkçası durum buydu, ama bu iddia tarihin, Avrupa'nın ve edebiyatının demokrasinin "keşfi"ni topyekun sahiplenmesini temsil eder. Madem ki, örneğin İbn Haldun'un yazdıklarından kabile demokrasilerinin başka yerler de var olduğunu öğreniyoruz, o halde bunlar 19. yüzyıl Avrupalıları için oluşturmadılarsa da, başka halklar için kesinlikle birer model oluşturmuşlardı. Kuşkusuz Grekler "demokrasi" sözcüğünü icat ettiler (SB* eklere bkz.), herhalde bu terime başkalarının da okuyacağı yazılı şekli ilk veren onlar oldu, ama demokrasinin uygulanmasını onlar icat etmediler....

Antik Yunanistan'da, demokrasi kavramı "halkın yönetimi" ne gönderme yapıyordu ve otokrasinin, hatta "tiranlık" yönetim şeklinin karşıtı olarak duruyordu. Halkın iradesi seçimlerle belirleniyordu; ama bu halk "özgür" erkeklerle sınırlı olup köleleri, kadınları ve yabancı sakinleri dışlıyordu. Böylelikle siyasi bağlamda Avrupa'daki demokrasi geçmişte de sıklıkla kısıtlanmıştı. Bugün, "tam demokrasi" olarak görülen şey de her kadın ve erkeğin tek bir oyu vardır ve seçimler düzenli, keyfi bazı aralıklarla yapılır. Gerçi araştırmalar karı-kocanın aynı şekilde oy kullanma eğiliminde olduğunu gösterse de artık hane halkı veya soy çizgisinde oy kullanılmamaktadır ve temsilde bir "bireyselleşme" vardır. 

Bu şekliyle demokrasi uygulaması yenidir. İngiltere'de oy hakkı ancak 1832'de erkek hane reislerini içerecek biçimde genişletilirken, kadınlar Birinci Dünya Savaşı'na kadar oy vermeyi başaramadılar; Fransa'da bu daha da geç gerçekleşti. Tocqueville'in gözünde modern demokrasinin zirvesi olan ABD'de bile George Washington seçimlere katılımı beyaz "beyefendilerle", yani toprak sahipleri ve kolej mezunlarıyla sınırlamak taraftarıydı.

Örneklerin her birinde oy hakkı daha önceleri şiddetle kısıtlanmıştı. Oy sandığı ve onun gerektirdiği tercihin kullanımı, seçimin özgür ve engellenmemiş olduğu görüşüne bağlıdır; Fransızlar başlangıçta kadınların oy hakkını, onların din adamlarının kendilerine telkin ettiği şekilde oy vermeye çok eğilimli olduğu gerekçesiyle reddetmişlerdi....

...Avrupa, uygarlaşma sürecinin fikir ve uygulamasını çalmıştır. Fakat kağıdı Araplardan, dolayısıyla onlar aracılığıyla da Çin'den almadan önce Avrupa ne kadar uygardı?...

...Roma sonrası çağda pek çok alanda antikçağdan önemli bir kopuş, Batı'da -ama kent kültüründe böyle muazzam bir uçurumun oluşmadığı Doğu'da değil- bir yeniden doğuşu, bir Rönesans'ı zorunlu kılan bir kırılma olmuştu. Aslında, Batı'nın restorasyonuna yalnız ticari olarak değil, sanat ve bilimlerde de yardım eden Doğu'ydu. 

Endülüs'teki İslam'ın söz gelimi Brunetto Latini (Dante'nin hocası) üzerindeki etkisi, Batı'daki kullanımı Papa II. Sylvester tarafından yaygınlaştırılan Arapça sayıların önemi vardı. Bir de tıp örneğini düşünün. Batı'da tıp çalışması kısmen diseksiyon (teşrih) yasağı, yani insan bedeninin parçalara ayrılmasının yasaklanması, kısmen de örneğin Galenus'unkiler gibi tıp metinlerinin yokluğu yüzünden çok gerilemişti. Bu metinler, Monte Cassino'da (Salerno tıp okulu yakınındaki) Afrikalı Konstantin'in ve Montpellier'de diğer birçoklarının Müslüman dünyadan yaptıkları çeviriler aracılığıyla Batı tıbbına geri getirildi. Asıl sorun, tıbbı sadece klasik ilmin dirilişi temelinde görürken, bu ilmin ve önemli Müslüman katkıların bize dolaylı bir yoldan geldikleri gerçeğini dışlama eğiliminde olmamızdan kaynaklanıyor.

Rönesans'ı harekete geçiren, Roma İmparatorluğu'nun Batı'daki çöküşünü yaşamamış olan Doğu'nun ta kendisiydi; çünkü Doğu, Batı Avrupa "kültürü"nün uğradığı felaket niteliğindeki çöküşten geçmemişti ve başlangıçta İtalyan kentleri, özellikle de Venedik çok önemli olduğu ortaya çıkacak bağlarını yenilerken, Doğu bir ticaret ve kültürel aktarım odağı olarak kalmayı sürdürmüştü. Asya'nın hiçbir yerinde Doğu aynı yeniden doğuşa ihtiyaç duymadı, zira aynı ölüme uğramadı. Çin'in bilimde 16. yüzyıla, ekonomideyse (Bray ve diğerlerine göre) 18. yüzyıl sonuna kadar Batı'nın önünde olmasının nedeni de budur....

...Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden veya belki de Akdeniz'de Müslüman hakimiyetinden sonra, mülkün yerel yönetimden çok kiliseye devredildiği Hıristiyanlığın gelişimiyle bağlantılı olarak, Batı'da ticarette bir gerileme ve kent kültüründe bir çöküş olduğu gerçektir....

...Seylan'da, Güneydoğu Asya'da, Yakındoğu'da, Hint Okyanusu'nda ticaret ağları bronz çağından itibaren genişlemeye devam etmişti. Sonunda Hıristiyan Avrupa, örneğin matbaa, kağıt, ipek dokumacılığı, pusula ve barut, turunçgiller ve şeker gibi yiyecekler, pek çok çiçek türünde yaptıkları gibi, sıklıkla Doğu'dan intihal yaparak "modernleşme" sürecine yetişti; sınai imalat sürecini onlar başlatmasa da, daha sonra etkileyici bir karşılaştırmalı avantaja sahip oluncaya kadar, bu süreci (ayrıca gemi ve silah imalatını) geliştirdi - sanayide ve üretim süreçlerinin gelişiminde tersane özellikle önemliydi....

Bu "modernleşme" süreçleri Avrasya'daki bazı önemli toplumlarda diğerlerinden daha hızlı ilerlemekle birlikte, bütüncül hareket çok yaygın olmuştur. Arkeologlar, söz gelimi mezolitik çağdan neolitik çağa doğru değişimde olduğu gibi, aynı silsile içinde ama farklı dönemlerde gerçekleşen bu türden genel değişimlerle uğraşmaya alışkındır. Açıklama arama eğilimi gösterirler; o zaman da, ya dışsal iletişim ya da içsel olarak koşut bir başlangıçtan doğan yapısal benzerlikleri dikkate alırlar. Öte yandan antropologlar çoğu zaman kültürel değişimin, tarihçilerse "zihniyetler"in müphem belirtilerine başvururlar.

Benim görüşümce, bu sonuncusu akademisyenler için tehlikeli sulardır; ellerinde dayanabilecekleri daha az veri olan arkeologlar için tehlike daha da artar. Kültüre veya zihniyetlere dayalı açıklamalar, kaçınılmaz olarak, uzun ömürlü bir çerçevede pekala geçici olabilecek bir farklılığın tespitine yol açması halinde, yanıltıcı olabilir. 

Göz önüne aldığımız bazı gelişmeler çeşitli bronz çağı sonrası kültürlerinde, biraz farklı hızda ama uzun vadede koşut bir güzergahta akmışlardır. Bu süreç, sıklıkla sanıldığı gibi, bugün Batılılaşma demek olan bir küreselleşme meselesi değildir. Bunun yerine, Childe'ın yazmakta olduğu dönemden beri, kısmen birbiriyle etkileşim ve mübadele, kısmen de bir tür içsel "mantık" sonucu sürekli olarak gelişen, kentli burjuva toplumlarının büyümesini temsil eder....

Geçerli bir karşılaştırma yapmak antikçağ, feodalizm, kapitalizm gibi önceden belirlenmiş kategorileri kullanmayı değil, karşılaştırılacak muhtemel çeşitlemelerin yerleştirileceği sosyolojik bir analiz çerçevesi oluşturmak üzere bu kavramların terk edilmesini gerektirir. Batı'daki tarihsel söylemin büyük bölümünde eksik olan budur. Tarihçiler bunun yerine kendileri açısından arzu edilebilir ve "ilerici" özellikleri iddia etmekle yetinmişlerdir. Tarihi, kendi kategorilerini ve olay dizilerini dünyanın geri kalanına dayatarak, çalmışlardır.

Tarih ve toplum bilimleri hırsızlığı diğer beşeri bilimleri de etkiler. Son yıllarda, araştırmacılar kendi disiplinlerini daha karşılaştırmalı, dünyanın geri kalanıyla daha bağlantılı hale getirmek için de adım atmışlardır. Fakat bu önlemler bu amaç için yetersizdir. Literatür, "karşılaştırmalı literatür" haline gelmiştir, ama karşılaştırmanın menzili genellikle bir kaç Avrupalı kaynakla sınırlı kalmıştır; Doğu bilmezlikten gelinir, sözlü kültürler dikkate bile alınmaz. Gerek İngiliz gerekse Amerikan varyantlarında kültürel araştırmalar alanı kaotiktir. 

İkincinin metinsel temeli neredeyse sadece Batılı yazılar, genellikle filozoflar, çoğunlukla da Fransız filozoflardır. Bunlar da çoğu zaman kendi içsel tefekkürleri ve hepsi de modern, kent toplumlarının temsilcisi olan öteki filozoflar üzerine yorumlarından başka pek veri sunmaksızın yaşam hakkında yorum yaparlar. Bu tür yorumlar o kadar geneldir ki, sohbete girmek isteyen kişinin gerçek anlamda bilgi sahibi olmasına gerek bile yoktur.

Son olarak, bu kitap dünya tarihi hakkında olmaktan çok, Avrupalı araştırmacıların onu kavrama şekliyle ilgilidir. Sorun, Avrupa'nın yakaladığı göreli avantajın arka planını açıklamaya çalışmaktır. Tarihte geriye dönük araştırma yapmak, ister açık isterse üstü kapalı olsun, neredeyse kaçınılmaz olarak teleolojik bir eğilimi davet eder. Kişi, kendi "modernleşme"sine yol açan şeye bakarken, öteki insanların, bu farkı yarattığı düşünülen Protestan ahlaktan, girişimci ruhtan, değişme yeteneğinden yoksun olduğuna dair yargılara varır.

Bu tarihteki temel bir zorluk, Avrupa'nın daha sonraki üstünlüğünün belirtilme tarzıdır. Eğer Avrupa kıtası benzersiz bir ekonomi biçimini, "kapitalizm" denilen şeyi geliştirmiş olarak görülürse, o zaman bunun köklerini "mutlâkîyetçilik"e, "feodalizm"e, antikçağa dek izlemek, onu koşutu bulunmayan kurumlar, erdemler ve duygular, hatta dinden oluşan bir demetin sonucu diye görmek meşrulaştırılır.

Öte yandan insan toplumunun bronz çağından itibaren gelişimi, farklı bir şekilde, "kapitalizm" teriminin düşündürdüğü türden kategorik ayrımları içeren hiçbir keskin kırılma olmaksızın kentsel ve merkantilist kültürün sürüp giden olgunlaşması olarak da kabul edilebilir. Muazzam araştırmasında Braudel aslında bu tür bir etkinliğin, ele aldığı toplum dizisinin her yerinde, Avrupa'da olduğu gibi Asya'da da bulunduğunu kabul eder. Ne var ki, "gerçek kapitalizm" kavramını, tıpkı Needham'ın bilimin tersine "gerçek bilim" için yaptığı gibi, sadece modern Batı'ya atfeder.

TARİH HIRSIZLIĞI




SB* Demokrasi kelimesi Grekçe değil Sumercedir.
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2007
Anlatılacak daha çok şey vardı Ünal Abi...
 Aralık 2014'te kaybetmiştik, Işıklar içinde ol, Saygıyla...











Begmurat Gerey de "dumu" sözcüğünün "doğma, çocuk, oğlan" anlamında olduğunu söyler.





Grekçede demos = halk anlamına geliyordu. Oysa sözcük Sumerce oğul demekti. Demek ki "dumu/oğul" Greklerde "demo/halk" anlamına dönüşmüştü. Aslında kendilerince haklıydılar. Halk olarak kabul ettikleri sadece "oğullar"dı, kadınlarla kölelerin "hakları" yoktu, bu sebeple de Greklerin "halk" dedikleri Sumercedeki anlamıyla sadece "oğulları" temsil ediyordu.

Turova ve Saka Türkleri (TST), adlı kitabımdan ilgili bir başka konuyu buraya alalım ;

- Turova’daki 1995 kazılarında bulunan ve MÖ 13.yy’a tarihlendirilen mührün üzerindeki yazıtı da Luvice (!) ilan ediyorlar, ancak tam manasıyla çözemiyorlardı. Hatta Hint-Avrupacı Joachim Latacz bile, “elbette, Truvalıların Luvice konuştuğu sonucuna doğrudan atlamamalıyız!”, demekteydi. (380) Buna rağmen son yıllarda Turovalıları da Hint-Avrupalı bir topluluk olarak dünyaya kabul ettirme çalışmaları hızla devam ediyordu. Anadolu Akademisi’nin başkanlığını yapmış olan Hyde Clarke, Turovalı Dardanus’u "Tarkandemos" ile ilişkilendiriyor ve Schliemann’ın bulduğu bir keramik parçasının üzerindeki yazıtın da "Tako/ Tago" olarak okunduğunu belirtiyordu. (381) Aklıma takılan ise şu oluyordu; Tarhunt Luvilerin (!) en büyük tanrısı ise, o zaman Luviler Türkçe konuşuyordu ve Batılılar Türkçe dememek için Luvice diyordu. Çünkü Tarhunt ve türevleri sadece Türkler arasında kullanılan bir isimdi ve kökeni Türkçeydi. "Tar" sözü de Türkçede "Tanrı" anlamında kullanıldıysa, "Tarkondemos / Tarkandemos > Tar-Khan(-demos)" oluyordu, yani sözcük "Tanrı Kağan" anlamına geliyordu. (382) Burada kullanılan "demos" sözcüğünün de "halk" anlamında değil de "demirci" anlamına gelen "demiurge – dimiourgos" sözcüğünden geldiği aşikârdı. Çünkü tanrı Tarhunt bir yaratıcı olması dışında madeni demir olan bir zanaatkârdı. Beekes’e göre demiurge "el sanatları ustası" anlamındaydı. Ancak kökeni için Grekçe dese de "proto (ön)-Hind-Avrupa" olup olmadığından emin değildi. (383) Oysa Türkçemizde kullandığımız demirci sözcüğüne bakılsaydı, "demiurge/dimiourgos (*)" sözcüğünün kökeni de bulunurdu! Yani, Tarkandemos adında "Tar-khan-dimiour (Tanrı Kağan Demirci)" okunuyordu. Bu da sözcüğün hem anlamını, hem de görevini ancak Türkçe olarak açıklanabildiğini gösteriyordu. Demek ki Luvice (!) dedikleri dil, batıda Hint-Avrupalı olmayan Pelasglara, doğuda ise Saka-Muşkilere aitti ve her ikisinin de Türk ve Türkçeyle bağı vardı. Ancak şunu da hatırlamak gerekir ki Hititler döneminde Hint-Avrupa dilli topluluklar ile Hint-Avrupa dilli olmayan topluluklar bazı bölgelerde birbirleriyle karışmıştı ve bu da çok doğaldı. Çünkü Hitit bir imparatorluktu ve bünyesinde birçok farklı etnikten ulus barındırıyordu. Resmi yazışmalarında sekiz farklı dil kullanırlarken, dini törenlerini Hattice yapıyorlardı. Ama Luvice (!) diye bir etnik ya da millet yoktu. O sadece "insan, yabancı, dağlı çoban", yani "göçer" anlamına gelen Sumerce bir sözcüktü; "Lu". (384)


(*) Dimiourgos: İngilizce karşılığı artificer “usta, zanaatkâr” olarak verilir.
Kaynaklar ve dipnotlar için TST'ye bkz.

İşte "Tarih Hırsızlığı" budur!

SB





20 Aralık 2025 Cumartesi

Sarpedon

 


Ermes'in (Hermes) emriyle Lukkalı (Likya) Sarpedon'un cesedi Hypnos (Uyku) ile Thanatos (Ölüm) tarafından taşınıyor. MÖ 515

Turova’da ortak düşmana karşı göğüs gerip, Eke Tur’a (Hektor) bile “nereye gitti senin eski gücün,” diyebilecek kadar da cesur olan yiğit Sarpedon, Kurtların Ülkesi’nden geliyordu.

Karaçay-Malkar Türkçesinde parlak tüylü kurt anlamına gelen Sarpuru sözcüğünün bulunması ise ilginçti.


SB

Kaynaklar Turova ve Saka Türkleri'nde 📕


8 Aralık 2025 Pazartesi

Kadmos

 

Kadmos ejder-yılanla savaşıyor. Euboea'dan (Ayboğa), MÖ 560–550. Louvre Müzesi


Tyr (Tur) oğlu Kadmos, Zeus tarafından kaçırılan kız kardeşi Europe’yi ararken yorulmuş ve bir yerlere yerleşmeye karar vermişti. Delphi’deki kehânet merkezine danıştıktan sonra Thebes’e geldi. Suyu koruyan Ares’in ejderini öldürdüğü için Ares’e yedi yıl boyunca hizmet etti. Sonra da Thebes’e kral oldu ve Thebalıların atası sayıldı.

* Ares Yunanca değildir. Türkçedir. Alp Er Tonga’nın oğlu Alp Arız ile Sakaların soyundan gelen Alban-Türklerindeki Oroiz (Oruz) adları Ares ile ilgilidir. Oğuz Han’ın sol kanat komutanı Urum Kağan’ın kardeşi Uruz Bek’in adında da Ares görülür. Savaş tanrısı Ares ismi ve sıfatıyla Saka Türklerinden Greklere geçmiş bir tanrıdır. Günümüzde kullandığımız vuruşmak fiili (vuruş, uruş) savaşmak, dövüşmek, kavga etmek anlamlarına gelir ki Başkırt Türklerinde İreş (savaş, kavga) ve Kırgız Türkçesinde Araz (savaş, kavga)’dır.(kaynaklar kitabımda) Ares adının kökenini Gut Türklerinde Ariis/Aries Kan, yani Aris Kağan özel isminde de buluruz.

* Türk Kültüründe Ejder-Yılan suyun koruyucusudur.

* Kadmos Yunanca değildir. "Yazıyı Fenike'den getiren Kadmos" diyen Herodot'a (2.49) istinaden "Fenikeli" sanılan Kadmos Hint-Avrupalı olmayan Pelasg boyu Kar'lardan. Kadmos Mısır'a gidip dönenlerden olduğu için Mısırlı, hatta Fenikeli  sanıldı. Bu durumda yazı da Fenike kökenli değil, Pelasg kökenliydi.

* Tur (Tyr), Pelasgların diğer adı olan Tyrrhen'den türetildi. İtalya'da Etrüsk olarak adlandırılanlar da Pelasglardı.

* Kadmos'un "kaçırılan" kızkardeşi Europe'nin (Ayrope) adı da Hint-Avrupa dillinden olmadığı gibi ne Yunanca, ne de Fenikece. Makedonya'da Europa adında bir yerleşim vardı. Zaten sadece Trakya bölgesi Europa olarak anılıyordu. Avrupa kıta adını ise MS 8.yy'dan sonra aldı, ancak 11.yy'da genelleşti.

* Europe ile Kadmos genellikle Boeotia bölgesiyle ilişkilendirilmiştir. Boeotia (Boğa), Thebai/Thebes (Tepe) ile Euboea/Euboia (Ay Boğa) yer adları Türkçe kökenlidir. Ayrıca bölgenin en eski kralı olarak Ogyges gösterilir ki o da Oğuz'dur. Tepe'de geçen diğer Türkçe isimler; Atamaz (Athamaz), Ergin/Erkin (Erginos), Orhan/Orhun (Arrhon), Az/As (Azeus), Buzağı (Buzyge). Ayboğa (Euboia) Grek ağızlarında "Euboia"dan > Europe"ye dönüşmüş gibi duruyor. Ataları olan İo'nun adı da Türkçe Ay'dır. Ben ona Ay Kız demeyi tercih ediyorum. Ay Kız'ın babasının adı da İnachos olarak geçer, yani Türkçe İnag/k, tıpkı Hazar Türklerinden İnak et-Türkî (9.yy) adındaki gibi.


Boğa donuna girmiş Zeus Europe'yi kaçırırken.
MÖ 7.-6. yy, Selinunte Arkeolojik Site / Sicilya
Palermo Arkeoloji Müzesi


Zeus'un boğa kılığına girerek Europe'ye musallat olması da bir fikir verebilir. Bu arada Grek kültüründe "şamanizm" kültürü yoktur. Yani Zeus'un boğa donuna girmesi Greklerin kültürüne terstir. Ayrıca Europe'nin çocuklarının adları: Rhadamantus, Minos ve Sarpedon... bunların adları da ne Hint-Avrupa ne de Grekçedir. Minos ile Manas, Sarpedon ile Sarp Türkçedir. Rhadamantus'u ise çözemedim. Zaten "Minos Uygarlığı" da Grek uygarlığı değildir. Denizli'deki Baba Dağı'nın eski adı da Kadmos'tur. Ayrıntılar "Turova ve Saka Türkleri" adlı kitabımda.


SB


Hiçbiri "Grek" ya da HA değildi.


EK

Kökenleri Belirsiz Olanlar

Ejder

Sardesli Artemis

Boğa Başlı İnsan

Orat - Ortak


Ejder Taşlar

 


Batı Azerbaycan'da Ermenileşmeye devam eden anıtlarımız.

Ermeniler bir süredir Batı Azerbaycan topraklarında tarihi Kur-Araz kültürüne ait heykel ve eserleri sosyal medyadan yayarak kadim bir millet olduklarını teyit etmeye çalışıyorlar. Ermeniler tarafından "vishap" adı altında sunulan diğer anıtlar çoğunlukla öküz, at ve koç heykelleridir. Bu da bölgede Türk etnoslarının varlığının izlerini gizlemeye ve antik mezar taşlarını Ermenileştirmeye yönelik bir dolandırıcılık girişimidir.

Özellikle "vishap-Ermeni dragon" ismiyle ejderha motifli taşları sunmaları çok saçma. Bu anıtlar yapay olarak Ermenileştirilmiş, Hristiyanlaştırılmış ve üzerlerine yeni süs ve yazılar eklenmiştir. Bu konuda birçok vasiyetleri var. Ancak antik Doğu kültürleri ve medeniyetleri (Urartu, Nubia ve Scyphia) üzerine bir uzman, Sovyet arkeolog ve oryantalist, akademisyen Boris Piotrovsky burayı araştırdıktan sonra raporunda şöyle yazıyor:

"Ejderha yurdunda (Batı Azerbaycan'daki yayla adı) bulunan vişapların sonraki zamanlara ait olduğu anlaşılıyor"

Antik Azerbaycan'da Ejderha, geceyi ve karanlığı simgeleyen ayı yutarak güneşin zaferi ve iyinin kötülüğe karşı zaferini simgeliyor. Ejderha, Türk-İslam el yazmasında her dönem sık rastlanan motiflerden biridir. Gökyüzünü temsil eden iki ejderha. İki ejderhanın diğer mitolojik ve hayali motiflerle birlikte çalıştıkları kompozisyonlar az değil.

Halılarımızda Ejderha motifine geniş yer vermek boşuna değilmiş, çünkü uzak geçmişte Türk halklarının yaşamında, hanesinde, folklorunda ve mitolojisinde öne çıkan bir yer tutmuştur. Karabağ gibi gözde bir halı alanında örülen "Varni" isimli halılardaki büyük hacimli ejderha resimlerinin de tesadüf olması tesadüf değildir. Dragon illüstrasyonları halılara sadece yakışmıyor, aynı zamanda koruma ve savunma fonksiyonları da taşıyor. Son zamanlara kadar çadırda ya da evde ejderha asılı "Varni" halısının insanları kötü güçlerden koruyup onlara mutluluk ve rızık getirdiği düşünülüyordu.

Ejderha motifi, Türk-İslam felsefi fikir tarihinde önemli bir yere sahiptir. Türklerde ejderha (ejderha) - yılan ve timsaha yakın bir türden bir hayvan, farklı hayvanların birleşiminden oluşan bir canlı şeklinde canlandırılıyor.

Bu anıtlar çoğunlukla Erivan şehrine 40 km uzaklıkta Alagöz Dağı'nın eteklerinde yer alıyor. Türkçesi olduğu için ala ve kaz (gaz) parçalarından oluşmaktadır. İsmin ilk bileşeni, Türk dillerinde geniş (büyük) bir anlam taşır ve bu kelime, örneğin Alazan (orijinal Alaozan) Geniş Nehir adına da bulunur. Göz (gerçekte yürüyüş) sözcüğü Güney Kafkasya'daki birçok dağ isimlerine yansıdı.

70'li yıllarda Nahçıvan'ın Batabat bölgesinde tarih elmleri doktoru Ali Vəliyev'den.  "Yukarıda bahsettiğimiz, ilk bin yıla ait eşsiz "vishap" arkeolojik anıt ya da "Taş balığı" heykeli bulundu. Nahçıvan'da Gamigaya topraklarında bulunan "vishapların" Türk mitolojisine ait olduğu gerçeği arkeologlar N tarafından da söyleniyor. Urushadze onayını P.S. Uvarova, I.A. Okladnikova ve diğerlerinin çalışmalarında buldu. Vishapların çoğunlukla Nahçıvan topraklarında ve Doğu Anadolu'da bulunduğunu belirtmek önemlidir."

Ermeniler 1970 yılında Nahçıvan'da antik Farhad Evi denen yerin yakınlığından bu bölgeden vişapları çaldılar. Batı Azerbaycan'da "Ejderha Diyarı" Basarkçar ilçesinin (şimdiki Vardenis) Zod köyü. "Ejderha kayası", Ejderha dağı ve Sadarak bölgesindeki mağara vb. sözde mekanlar buna bir örnektir.

Bu nedenle Azerbaycan ile Ermenistan arasında barış imzalanacaksa, bu kadim kültür örneklerinin Ermenileştirilmesinin önlenmesine dair bir de makale olmalı.

Prof. Dr. Zaur Aliyev / link



Oz Damgası

 

Eski Türklere ait "OZ damgası" - Güneş hareket ediyor, hayat hareket ediyor.


1. resim 1939 yılında Qobustan'da cingirdağ yazilitapa buyukdaş küçükdaş dağlarında bulunan saksafon konteyneri.

2. resim Qobustan cingirdaş (yaş 10 bin civarı).

3. resim Azerbaycan'ın güneyindeki Erdebil ilinin Germi şehrinde bulunan yaklaşık 2200 yıllık "Öz" damgalı parça.

4. resim: Quba'nın Alpan köyünde bulunan, bin yıldan fazla eski "kendi" halısı.


Bunun gibi o kadar çok örnek var ki Azerbaycan'da arkeolojik kazılarda bulunan bu gibi yüzlerce maddi ve manevi miras nesne, halı ve benzeri nesne, bu damganın Azerbaycan topraklarında yaşayan eski Türklere ait olduğunu gösteriyor.

Eski inançlara göre bu damga, prototürklerin Tanrı'ya ulaşmasını yansıtır. Dairesel burç, eski Türk kültüründe çok önemli ve olumlu anlamlı bir işaretti. Şimdiki zamandaki olumsuz anlamlarla ilişkilendirilmesi ( XX yüzyılda Naziler tarafından istismar edilmesi) sembolün eski anlamını değiştirmez. Bu sembol Türk kabileler aracılığıyla Hindistan'a geçmiş ve daha sonra Naziler tarafından kullanılmıştır. Türkler "Öz" damgasını da "kelle damga", "kolları katlanmış damga", "kelepçeli damga" olarak bilirlerdi. Genellikle, güneş burcunun anlamında ya da dönemin ve hayatın sürekliliğinde kullanılırdı. Göytürk yazılı anıtlarında ve Orkhon-Yenisey kültüründe bu simgeye benzer işaretler bulunuyor.

Okuduğum bazı çalışmalarda bu işaret "Gök Tanrısından Gelen Güç" olarak yorumlanıyor. Dolaşım formu göksel gücü ve hareketi temsil eder.

Pula dikkat edin. Dört yöne doğru gidiyor. Şaman, antik Mag ve Türk felsefesine göre, bu yönler şöyledir:

Doğu - doğum

Batı - Gün Batımı

Güney - ısı, enerji

Kuzey - serin, sessiz

Hava,Ateş,Su,Toprak aynı zamanda qədim Azerbaycan'da yansıyır ve bunlar da qədim Novruz bayramımızın unsurları sayılır.

Bu dört yönün bir noktada - merkezde birleşmesi, eski Türklerin uzay anlayışının bir sembolüdür. Bu Türk felsefi fikrine göre evren kaostan değil, ritim, dolaşım ve uyum üzerine inşa edilmiştir.

Eski zamanlarda "hakikat aşıklarının" insan ruhunu Tanrı'ya getirdiği inancı o kadar güçlüdü ki, onlara "OZAN" denirdi.

Güneş, yaşam, mutluluk, güneşi simgeleyen, yaşam, mutluluk, kaya resimlerinde gördüğümüz dünya görüşünü 8. milenyumdan bugüne getirdi.

"OZ" olarak Tanrı'ya kavuşma fikri köklerini Ahmad Yasavi'nin temel felsefesinden alır. Bu nedenle Ahmad Yasavi için inşa edilen türbenin temel dekorasyonu gamalı haç tarafından yapılmıştır.

Tek kelimeyle, onun damgası bize bir mesaj veriyor:

"Dünya dörttür, her şey birbirine bağlıdır. “


Zaur Aliyev Felsefe Doktoru, doçent.


Not: "Yeni Taş (Neolitik) döneminde Çin, Hindistan, Mısır gibi antik ülkelerde resmi (fotografik) yazılar ortaya çıktığında, bu kültür Azerbaycan'da daha erken - orta taş (mezolitik) aşamasında ortaya çıkmaya başlamıştır. "Fiktografik yazılar Azerbaycan'da Qobustan'da, Qazax bölgesinin "Baba Derviş" adlı antik yerleşim yerinde, Gədəbəy, Mingəçevir'de keşfedildi".

Nasır Rzayev, bilim insanı, sanat bilimleri doktoru.


*

Bir tane de ben ekleyeyim - SB
Turova'dan






Truva

 

Bir belgesel izledim, baştan söyleyeyim, iyi hazırlanmış ama...


* İlyada kaçırılmayı değil, savaşı anlatır.

* Savaşa çağıran Menelaos değil Aka Memnon'dur.

* İlyada'da Kral Pirim'in danışmanı Antenor Oduseus ile Menelaos'un elçi olarak gelip ağırladığından bahseder, ancak bu olay Turova kıyılarına geldiklerinde yaşanır. Çünkü Aulis'te toplanırlarken Nestor ile Palamedes gönülsüz olan Oduseus'u almaya gider. Sonra da Nestor ile Oduseus Akil'i almaya gider. Üstelik bu gidiş gelişler bir kaç gün sürmüyor. Ayrıca Akil Skyros Adası'na bırakıldığında 9 yaşındadır. Bir de Eke Tur ile Büyük Ayaz'ın dövüşmesi sonrasında Turovalılar toplanır ve oğullarını kaybeden Antenor Elene'yi verme teklifini sunar, ancak Pars tarafından red edilir ve aklını çelmiş tanrılar diyerek onu azarlar. Baba Pirim de oğluna hak verir.

* Toplanan savaşçılar Turova'ya hemen yelken açmaz. İlk önce Aulis limanında toplanırlar ki bu hazırlık 10 yıl sürer. Sonraki 8 yılı Ege Denizi'ndeki adaları ve Batı Anadolu kıyılarını yağmalayarak geçirirler. (Adı Telepinu'dan türetilen Mysia kralı Telephos'un 8 yıl sonra iyileşmesi miti). Yani kuşatma 10 yıllık değildir.

* Bulan da Schliemann değildir.

* Belgesellerde "Yunanlılar (Greek) ve Troyalılar" diye hitap edemezsiniz, çünkü o dönemde onlara "Yunan/Greek" denilmiyordu. Eğer Troyalılar diye hitap ediliyorsa karşılığında da Argoslular ya da Akhalar demeniz gerekiyor. 🙃


SB




İlyada ve Türkçe



İlyada’da öyle güzel kişi adları vardır ki yalnızca Türkçeyle açıklanabilir. Örneğin; Kral Laomedon’un en büyük oğlu ve Pirim’in de ağabeyi olan Bukolion (Bucolion), Türk dünyasında karşılaştığımız isimlerden Buka’dır. Bilge Tonyukuk’un soyundan gelen ve Uygur Türkleri’nden olan Tarkan unvanlı Devlet Bakanı Bilge Buqa (Buka)’nın adındaki Buqa gibidir, Laomedon’un oğlu Buko(lion)’nun adı da.

Ya da Kral Pirim’in iki oğlunun adı, Doryklos ile Gorgythion. Doryklos’tan eril olan –os ekini çıkarıp, -y- harfini de –u- olarak okursak karşımıza Türkçede kullandığımız Doruk çıkar. Gorgythion ise Anadolu ağzıyla Gorgut dediğimiz Korkut’tur, tıpkı Korkut Ata’nın adındaki gibi temiz bir Türkçedir. Hatta her ikisini de hâlâ erkek adı olarak kullanırız.

SB

Turova ve Saka Türkleri 📕


Kaçan Helena

 

Gelin Elene Menelaos'tan kaçarken, Afrodit ile Eros da yardım ediyor. (MÖ 450-440)


Akil (Ağil) Aga Memnon'a;

“Troyalılarla savaşa gelmiş değilim ben, hiçbir şey yapmadılar, dokunmadılar bana… Tek gönlün olsun diye senin, köpek suratlı, tek Menelaos’la sen, Troyalıların sırtından ün alasınız”, diyerek yakınıyordu.


SB

Turova ve Saka Türkleri (devamında...)📕



Dokumacılar

 

Yağ Şişesi, MÖ 550-530, Metropolitan Müzesi


Dokumacılar

Doğudakilerin kız kaçırdığına dair yazılı hiçbir belge/kanıt yoktur. Asıl Ege'nin batısındakiler kız kaçırıyordu. Özellikle de dokumacıları... Örneğin bu kaçırılan dokumacı kızların bir çoğu Akhaların yaşlı danışmanı Nestor'un vatanı Pylos'ta* dokumacı-işçi olarak çalıştırılıyordu.

Zaten bu sebeple de Peisistratos döneminde Atina'nın baş tanrıçası yapılan ve aslı Turovalı olan Athena (Ak Ene) ile dokuma ve nakışta usta Anadolulu (Lidyalı) Arakhne arasında geçen dokuma yarışması efsanesi de kıskançlık sonucu üretildi. Üstelik yarışmayı da Arakhne kazanmıştı. Yine de, MÖ 5.yy’dan sonra Akropolis’teki tanrıça Athene tapınağının arka odasına kapatılan 7-11 yaşındaki kızların dokumaları bile Anadolu kızlarının dokumalarını geçemeyecekti.

SB
Turova ve Saka Türkleri 📕

* Pylos, MS 6.-9.yy'da Avar Türkleri'nin yerleşmesiyle Avarinos adını aldı. Pirî Reis'te Avarin olarak geçen kent, daha sonra Navarin'e dönüştü.




Pazırık Balbalları

 


Pazırık'taki Balballar hiçbir arkeolojik makalede geçmiyor.

Oysa Türk tarihi ile doğrudan bağlantı kuruyor.

Ahmet Z. Bayburt / Video YT







"ERKEN TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARINDA YÖNTEM SORUNU: Arkeolojik Stil - Kritik Yöntemi" 

Prof.Dr. Semih Güneri / Video YT

Dr. Ayça Avcı / Video YT

Emeği geçen herkese teşekkür ederiz.




Pazırık ve bölgedeki diğer kurganlar Türk'tür.

Dünkü Düşman El Olamaz

 

Geceki (dünkü) düşman el (halkımız) olmaz, eteğini kesip yeng olmaz.

Bugün doğan (doğduğun) toprağını satsang, erte (yarın) koynungdaki kadını,

balacığıngı (yavrucuklarını), sağ salasın mı ? (koruyabilecek misin?

Bin Bala / Myn Bala



Dünkü Düşman El Olamaz !
Myn Bala Haklı



Tuz-Ekmek

 

Tuz ekmek yediğin yere, Hıyanetlik etmek olmaz.
(Aşık Kerem)

Tuz - Duz - Tus - Dus - Toz - Tavar (Çuvaş TR)


* Aeschines'ten Demosthenes'e : "Zira hatırlarsınız ki, o, en çok saygı duyduğu şeyin şehrin tuzu ve devletin sofrası olduğunu söylüyor; kendisi, doğuştan vatandaş olmadığı halde -çünkü onu ortaya çıkaracağım!- bize akraba da değil."

Aeschines, Atinalı siyasetçi Demosthenes'in Makedonya'dan dönüşlerinde diğer elçilere saldırmasının, birlikte sofraya oturan insanların birbirlerine dost gibi davranmalarını gerektiren genel yaşam kurallarını ihlal ettiğini ileri sürmüştü. Demosthenes ise ortak bir resmi masada birlikte yemek yiyen üst düzey yetkililer için bile sofra ve tuzun suçluya dokunulmazlık sağlamadığını; diğer yetkililerin onu cezalandırmakta özgür olduklarını söyledi. Vekillerin halka açık sofrası, suçluyu diğer subayların saldırısından koruyamıyorsa, elçiler grubunun sofrası ve tuzu da Aeschines'i Demosthenes'in saldırısından koruyamazdı. Demosthenes kuzeyden gelen tehlikeyi görmüştü. Makedonyalı Philip yavaş yavaş topraklarını ilhak ediyordu ve onun egemenliğine karşı çıkarak halkını bu sömürge emellerine karşı uyarmıştı. Savaş kapıdaydı. Aeschines'i de kötü tavsiyeler veren "saray yalakası" olarak tanımlamıştı. Demosthenes (MÖ384-322) için Aeschines'in "bize akraba değil" demesi ise anneannesinin İskit kökenli olmasından ileri geliyordu.


SB


* İyen duzun urar (Yediğin tuz çarpar). Sen bana bir kötülük yaparsan, yediğin tuzdan dolayı yaptığın kötülük sana geri döner. Yaptığın kötülüğün aynısı senin başına gelir. (Türkmenistan)

* Duzsuz adam (vefasız kişi)  (Azerbaycan)

* Altaylarda tuz bulunmuyor, tuz çok kıymetli bir şey; çok uzaklardan çok meşakkatli yollar kat edilerek Altaylara getiriliyor. Daha doğrusu tuz getirmeye gidenler açlıktan, susuzluktan, soğuktan yolda helak olup geri dönemiyorlar. Tuza gidip de dönen yok gibi. Bu sebeple de gözden çıkarılan yaşlıları tuza gönderiliyorlar. Altay Türkçesinde tuskn bar- (tuz getirmeye gitmek) deyimi "ölmek" anlamına geliyor.

* Tuz, Romalı askerlere ücret olarak verilmiş, tuz dağıtımı olarak yapılan bu ödemenin Latincedeki adı 'salarium'. İngilizcede 'tuz ödemesi' anlamına geldiği halde bugün sadece 'ücret' anlamında 'salary' kullanılıyor. Bizdeki 'pahalı' anlamına gelen 'tuzlu' sıfatı da bir kıymet ifadesinden kaynaklanıyor.

Prof.Dr .Emine Gürsoy-Naskalı, Tuz Kitabı


"...sizin Ak Orda'nı Tuzuna tükürmeyeceğinize inanıyorum Beyim."

"Kurmancan Datka" Kırgız filminden bir replik.