30 Ağustos 2014 Cumartesi

NATİVE AMERİCANS AND TURKS








Aaron Carapella, a self-taught mapmaker in Warner, Okla., 
has designed a map of Native American tribes showing 
their locations before first contact with Europeans.







Native Americans Mourning / offering food to deads, 
like the Turks.

Tree Burials 




Kurgans / Tumuli / Tumulus
link   /  link









Shamanism
ŞAMAN / KAM
AVRASYA'DA ŞAMANLAR
WOLF / WOLF WARRIORS
KURT / KURT DONUNA BÜRÜNME / KURT SAVAŞÇILAR

Native American


Northern Afghanistan, 2000-1500 BC.

APHRODiSiAS

The gravestone of Kipchak Alban Turks


NATIVE AMERICAN NORTH-KUZEY AMERİKAN YERLİLERİ



MAYALAR- AMERİKA
 THANK YOU EiSHAN ART FOR THE PHOTOS, A FRİEND FROM TURKMENiSTAN



TRUVA-TROY






........





CHAPULTEPEC in MEXİCO

The name Chapultepec comes from Nahuatl, the language 
spoken by the Aztecs, and means Hill of the Grasshopper 
("chapul" - grasshopper, and "tepec" - hill)....link



TEPEC MEANS HİLL İN NAHUATL LANGUAGE
İS İT SO ... WELL...
TEPE MEANS HİLL İN TURKİSH TO....
CHAPUL iS ÇAPUL İN TURKİSH
AND iT MEANS PLUNDERER
PLUNDERED HILL=CHAPULTEPEC



Güney Amerika Kıtasında bulunan Sumer Çivi yazıları:
Sumerian relationship with The Fuente Magna of Pokotia Bolivia:




[1] Here and further, the American Indian words are spelled following the sources, though the spelling of different authors is different. Notably, the spelling of American Indian words even by the English-language authors does not follow the rules of the English language (open, closed syllables, etc.) 
[2] The American Indian words are mostly considered versus the examples of the Tatar language, sometimes turning to other Türkic languages, or to the ancient Turkic, but without survey of other Türkic languages. In many Türkic languages, except for Chuvash, all these words are almost identical and generally transparent.

(The reverse translation from Turkic to Russian and back to English may deviate from the dictionary definitions, but should retain the semantic meaning of the words - Translator's Note)





and others


Mother
Native American : ANNA
Turkish : ANNE / ANA

Grandmother
Native American : NANA
Turkish : NİNE / NENE
Sumerian : INANNA / NANA 





Peru'dan 
son İmparator ATAHUALPA - ATA ....
Andes Mountains - AND Dağları ...

Ulu Dağın adı APU...

SANKİ TANIDIK GİBİ ....






Türkic and American Indian

Amerind - Türkic Genetics




from J.Macintosh 1853 book
"The origin of the North American Indians"





İlgili
TÜRKLER İLE AMERİKA YERLİLERİ
Mayans and Turks


Ve Amerika'nın yerlilerden alınması...!
Avrupalıların İşgali !..





















_____________






















29 Ağustos 2014 Cuma

Ateşgah - Azerbaycan





"Bugün Azerbaycan'da araştırmacılar arasında her hangi bir sanat abidesinde Zerdüstlüğün izini arama ve görme meyli çok güçlüdür. Surahan'daki devamlı ateş yanan mabedi, ateşe tapanların mabetlerinden biri gibi gören ve buna inanan hiç de az değildir.


Halbuki, bu abidenin Hint dilinde yazılmış kitabesinden açık olarak anlaşılıyor ki, bu abide eser birkaç yüz yıl önce Hintli ziyaretçiler tarafından yapılmış Şiva mabedidir. Bu mabedin, Hintlilerin savaş ve intikam tanrısı Şiva mabedi olduğunu, onun üzerindeki üç dişli de ispat eder. Çünkü, üç dişli, Şiva'nın sembollerinden biridir.


Yani, Saruhanı'daki mabedin, ne ateşe tapanlarla, ne de Zerdüştlük ile yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Kökü en az beş bin yıl önceye giden ve Sümerler zamanında bile kutlanan Novruz bayramını da Zerdüştlüğe bağlamaya çalışanlar var.....


.... Bazı araştırmacıların fikrince Nevruz bayramı zamanı yanan kütük ateşinin üzerinden atlanması, Zerdüşttilikle ilgilidir. Fakat, bu fikir kökünden yanlıştır. Çünkü, tören zamanı yanan kütüklerin üzerinden atlayanlar "ağırlığım, uğursuzluğum ateşte yansın!" derler ki, Zerdüştiliye göre ateşe böyle demek günahtır.


Çünkü, bu dinin kanunlarına göre, ateş kutsaldır, ona hiçbir şey, hatta insan nefesi bile dokunmamalıdır. Çünkü, insan nefesi bile odu kirletebilir. Ateş üzerinden atlayanların böyle demeleri odun temizleyici güce sahip olduğu hakkında var olan eski Türk inancındandır....

...VII yy'ın başında Yunan yazarı Feofilakt Simokatta'nın yazdıkları çok ilginçtir: "Türkler her şeyden çok ateşe saygı gösterirler, hava ve suya da saygıları büyüktür, toprağa yakılmış marşlar okuyorlar. İbadeti ise 'Tek Tengri' dedikleri, yeri ve göğü yaradana ediyorlar. Ona, aygır, koç ve boğa kurban ediyorlar." ....


.... Heredot'un yazdığına göre, İskit tapınaklarının birinde Tabiti adında bir ilahe de varmış ve o ateşin ve aile ocağının koruyucusu sayılırmış. Tanınmış Karaçay-Balkar alimi Miziyev, bununla ilgili , Karaçay-Balkar kadınları yakın zamanlara kadar ateşin ve aile ocağının koruyucusu sayılan Tobadıya ibadet etmişlerdir, diye yazar.


Görüldüğü gibi, eski Türk mitolojik düşünce sisteminde ateş ile ilgili inanç sistemi, Zerdüştiliğin bütün kanunlarından bütün parametreleri ile farklıdır. Azerbaycan'ı Zerdüştiliğin merkezi sayanlar, şöyle bir belgeye dayanırlar ki, eski Atropatena'nın, yani Azerbaycan'ın başkenti olan eski Şiz şehrinde , içersinde ebedi ateşin yandığı bir mabet varmış.

Fakat burada da Zerdüştilik inancına göre, güneş çıktıktan sonra ateş yakmanın, günah sayıldığı unutulmaktadır. Ateş ancak güneş battıktan sonra yakılır. İçerisinde ebedi ateş yanan mabedler Zerdüştilerin değil, Maniheylerin "Manıstan" denen mabetleridir. 



Türklerin Gizli Tarihi
Yunus Oğuz - Bahtiyar Tuncay




 yani wikinin söylediklerine inanmayın..Zerdüştilerle alakalı değil











ANKARA TİFTİK KEÇİSİ NASIL BRITISH ANGORA GOAT OLDU







Söylenceye göre , Anadolu’da tiftik üretimi 1220 yıllarında Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah'ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı. 70 yıl sonra Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu’ya getiren Süleyman Şah’ın torunuydu. Süleyman Şah 1229’da ölünce oğulları Kayseri'den Ankara'ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleşmiş ve bu bölgeyi yurt edinmişlerdi.


Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokuyordu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi Avrupa’da Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.

“Öteden beri Ortadoğu’da olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarlarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve halıları, (Selçuklu döneminde ) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de) koruyorlardı. Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da sof’lar la (bogasi denilen pamuklu dokumalar ve ipekli kadifeler) 15. Yüzyılda ‘yeniçeri çuhası’ diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde rağbet görüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi,” diyor Şerafettin Turan.

Tıpkı İpek kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554’te bir çift Ankara keçisi bir “hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa’da öyle büyük bir talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi.

Avrupa; “bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara Keçileri satın,” diyordu.

Osmanlı’nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı: Avrupa’ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik kumaşları satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı.


Kalitesiyle rekabet edemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa’lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara Keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı.

Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için; “burası tiftik kumaşı (sof) yeridir…bu kumaş da Ankara’ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik kumaşı dokumaktır. Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa’ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara’dan eğrilmiş ipliği alıp Fransa’ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı.” der.




O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Tournfort.

Avrupa dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp kullanılmasını yasaklatıyorlardı. Osmanlı’da ise böyle dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri görülmüyordu.

1771’de güneybatı Almanya’da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle başarısız olurken, 1740’ta Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi önlenmiş ve 1778’de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde (yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle) düş kırıklığına uğramışlardı.

Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, hammadde ve damızlık keçi satmamakta direniyordu. İngilizler Osmanlı tiftik tekelini kırmak için gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara’dan başka Güney Afrika’da yaşayabileceklerini saptamışlardı.

1830’larda içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç (dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açmış, ancak bu 12 tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla.

Ancak James Watt’ın 1765’te İngiltere’de icad ettiği buhar makinesinin 1785’te Edmond Cartwright ve 1790’da Richard Arkwright tarafından buharlı dokuma tezgahına dönüştürülmesinden sonra İngiltere’de ip eğirme ve kumaş üretiminde kol gücünün yerini buharlı makinelerin almaya başlaması, İngiliz malı ucuz fabrika işi kumaşların gümrük duvarlarına yığılarak yerli kumaş üretimini tehdit etmesi sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlı’yı.

İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan’da Hintli dokumacıların ellerini, parmaklarını keserek el işi ip eğirme ve kumaş üretimine son vermiş, Hindistan’ın yerli dokumacılığını kanla ,şiddetle yok etmiş ve İngiliz malı fabrika işi kumaşlarına Asya’da pazar açmışlardı böylece.


“BULUNMAZ HİNT KUMAŞI” VE 
İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN VAHŞETİ

“Bulunmaz Hint Kumaşı” deyimi dilimizde paha biçilmez değerde olup bulunması çok güç olan varlıkları anlatmakta kullanılır, “Kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyor” demek, kendisini Hint kumaşı kertesinde değerli görüyor demektir. Bunca değerli Hint kumaşının “bulunmaz” olması 1700’lerde gerçekleşmiştir.

Friedrich Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabının ‘İngilizce Baskıya Önsöz’ bölümünde; “Hindistan’daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgahı ; İngiltere’de Lancahire’da enerjiyle çalışan dokuma tezgahları tarafından sonunda çökertildi,”der.

Engels’e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır; eh, herkes ucuz olan İngiliz fabrika kumaşını almaya yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur.

Gelgelelim Engels’in bu saptamaları gerçeğe uymamaktaır. Hindistan’da dokumacılık, hiç de öyle Engels’in anlattığı gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu nedeniyle kendiliğinden batmamıştır.
Hindistan’ı sömürgeleştiren İngilizler, orada bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına Pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindistan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı dokumacıların başparmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüş ve böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok edip, İngiliz kumaşının egemenliğini sağlamaya yönelmiş, hem de Hindistan’ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi, müşterisi durumuna düşürmüştür.
Hint dokumacılığını yok eden, Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.



‘Hıristiyan Sömürgecilik Düzeni’ konusunda uzman W.Howitt : “Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl , ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda raslanmaz,” derken bu ve gibi durumları vurgulamaktaydı.

İngiliz emperyalistlerin 1760’lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya döndükçe unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üremez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Komünist Karl Marx tarafından “ilerici bir devrim” ! olarak alkışlanmış ve Marx 10 Haziran 1853’te yazıp 25 Haziran 1853 günlü New-York Daily Tribune gazetesinin 3804.sayısında yayınlattığı köşe yazısında, bu konuda İngiliz emperyalizminin vahşetine alkış tutarak şöyle demiştir:

“İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır; biri yıkıcı, öteki yenileyici…İngilizler, yerli toplulukları parçalayarak, yerli sanayinin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa yerle bir ederek bu uygarlığı yıktılar.” (…)

“Sorun, İngilizlerin Hindistan’ı fethetmeye hakları olup olmadığı değil, daha önce Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan’ı, İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan’a yeğleyip yeğlemeyeceğimizdir.” (…)

“ Bu , İngiliz sömürge yönetiminin ayırıcı özelliği değil, yalnızca Hollanda’nınkinin bir taklidir…” (…)

“İngiltere, henüz herhangi bir onarım belirtisi göstermeksizin, Hindistan toplumunun tüm çerçevesini parçalamıştır. Yenisini kazanmaksızın kendi eski dünyasının böylece yitip gitmiş olması, Hindu’nun mevcut sefaletine özel türden bir kasvet getirmekte ve İngiltere tarafından yönetilmekte olan Hindistan’ı bütün eski geleneklerinden ve tüm geçmiş tarihinden ayırmaktadır.” (…)

“Hintli eğirici ve dokumacının her ikisini birden yok eden İngiliz müdahalesi, bu küçük yarı-barbar, yarı-uygar toplulukların iktisadi temellerini dağıtmış ve böylece Asya’da o zamana dek görülmüş en büyük ve doğruyu söylemek gerekirse biricik toplumsal devrimi yaratmıştır.” (…)

“Suçu ne olursa olsun bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz (bilincinde olmaksızın devrimci bir işlev gören) aleti olmuştur. Öyleyse, eski bir dünyanın çöküşünün yarattığı korkunç manzara bize ne denli acı gelirse gelsin, tarih açısından Goethe ile birlikte şöyle haykırmaya hakkımız vardır: “ Daha büyük haz veriyor diye, bu acı bizi yiyip bitirmeli midir? Timur yönetimi altında değil midir ki, ruhlar ölçüsüzce telef edilmiştir?” (…)

1849’da İngiltere’ye yerleşen ve ölene dek İngiltere’de yaşayan komünist önder Karl Marx’ın 1853’ te İngiliz gazetelerinde yayınlanmış ve İngiliz kapitalist-emperyalizmininvahşetlerini, “uygarlaştırıcı, ilerici,devrimci işlev görüyor” gerekçesiyle onayladığı bu köşe yazısı, günümüzde Amerika’nın Irak işgaline alkış tuttuğu için, köşe yazarlarının aslında “dönmüş” olmayıp belki de Marx’ın izinden gittiklerini göstermesi bakımından ilginç olduğu gibi, vahşet uygulamasının şu ya da bu amaçla sosyalizm adına hoşgörülebiliyor olduğunu göstermesi bakımından da anlamlıdır.



Marx’ın ilericilik ve komünizm adına onayladığı bu vahşeti, gerici ve kapitalist olduğu halde onaylamayan William Bolts (Hollandalı 1740-1808) , Hindistan’lı dokuma işçilerinin salt el tezgahlarında yerli kumaş üretemesinler de fabrika işi İngiliz kumaşlarında Pazar açılsın diye parmaklarının kesilmesine isyan ederek, bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nden ayrılmıştır. Hindistan’da Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, Hintli dokumacılara uygulanan vahşete dayanamayıp şirketten ayrıldıktan sonra , İngilizlerin Hindistan’da yerli dokumacılığı öldürmek için yaptıkları her şeyi ilk basımı 1772’de Londra’da yayınlanan “Considerations on İndia Affairs” adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır. 

“İngiliz Emperyalistlerinin fabrika ürünü kumaşları ucuz olduğu için pahalı el üretimi Hint kumaşının yerini almıştır,” diyen Marxizmin ikinci önderi Engels, kendisi dokuma fabrikatörü bir İngiliz emperyalist kapitalisti olduğu için İngilizlerin Hindistan’da yerli kumaş üretimi üreticilerin başparmaklarını keserek yok ettikleri gerçeğini yok saymıştır.

Ne denli William Bolts’un parmak kesme vahşetini anlattığı kitabı 1772,1773,1775 yıllarında yayınlandıktan sonra İngiltere Milli Kütüphanesi Britsh Library’de bir tane bile bulunmayacak biçimde ortadan kaldırıldıysa da , Marx ve Engels’in yaşadıkları yıllarda ,1832’de Londra’da yayınlanan bir başka kitap, Simon Ansley Ferrall’ın “Amerika Birleşik Devletleri’nde 6000 Millik Gezi” (A Ramble of Six thousand Miles Through the United States of Amerika) adlı kitabı Bolts’un yok edilen O kitabından alıntılar aktarıyor ve İngilizlerin Hindistan’da yerli halka uyguladığı vahşeti, Amerika’da beyazların gerçekleştirdiği karaderili ve Kızılderili soykıyımlarıyla ve köle ticaretiyle karşılaştırarak ödeştiriyordu.

Amerikalıların İngilizleri Bolts’un 1772’de yayınlanan kitabına dayanarak Hindistan’da soykırımcılık ile suçlamalarına karşılık, İngilizler de Ferrall’ın kitabıyla Amerikalıları Kızılderili soykırımcılığıyla suçlayarak kendi suçlarının üzerini örtmeye çalışıyordu.

Komünizmin iki önderi Marx ve Engels’in , bir yandan İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki vahşetini ilericilik adına kutsarken, öte yandan Amerikalıların yerli İroquois Kızılderililere ve karaderililere yönelik soykırımını uygarlık adına lanetlemerindeki tutarsızlık; ilginç bir durumdur.

Kapitalist emperyalizmin kendi fabrika ürünlerini el dokumasının yerine koymak için dokumacılarının düğüm atmasını önlemek üzere başparmaklarını kesmeye dek varan vahşeti, eğer Osmanlı İngilizlere gümrük duvarını indirip pazarı sonuna dek açmamış olsaydı, belki Osmanlı’da da gerçekleşecekti.

OSMANLI DOKUMACILIĞININ SONU

1800’lerin başında yerli iplik ve kumaş üretimi tıpkı Hindistan’da olduğu gibi vahşi İngilizlerin fabrika ürünleri tarafından tehdit edilirken, bir de 1789 Fransız devrimi’nden kaynaklanan etnik ayrılıkçı akımlarla başı derde giriyordu Osmanlı’nın.

1821’de Yunanlıların Mora’da çıkardıkları ayrılıkçı ayaklanmaya koşut olarak Girit’te de yeni bir ayaklanma başlamış, bu ayaklanmalar 1825 yılında bastırılmış; 1827’de Rus-İngiliz ve Fransız donanmaları, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesi istemiyle, savaş bile ilan etmeden, ani bir baskınla, Navarin’de Türk donanmasına saldırıp 57 Türk gemisini batırarak 8000 askerimizi şehit etmişler.

Ardından 8 Mayıs 1828’de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etmiş, savaş sonunda 1830 yılında imzalanan Londra Protokolü ile İngiltere, Rusya ve Fransa’nın koruması altında bağımsız Yunanistan kurulmuş ve ardından Osmanlı’ya sadık olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa de çeşitli uyuşmazlıklar nedeniyle Fransızlarla işbirliği yaparak ordusuyla Osmanlı’nın üzerine yürümüş, tüm Mısır,Suriye,Irak ve Anadolu topraklarını ele geçirmiş; İzmit’e dek dayanmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu dış kışkırtmalarla örgütlenen iç ayaklanmalarla sarsılmış ,yıkılma noktasına gelmişken, 1835’lerde Ankara’ya gelen İngiliz gezgin Hamilton burada tiftik kumaşı üreten 1000 ‘den çok tezgahın bulunduğunu yazıyordu.

Osmanlı’nın ayrılıkçı iç ayaklanmalarla ve Mehmet Ali Paşa İsyanıyla bunaldığı 1837’de , 18 yaşında tahta çıkan İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye’da satılmasını yasaklayan Mehmet Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Padişahı II.Mahmud’la 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Paşa eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türk yerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.

Osmanlı’nın sanayisini, ticaretini,dirliğini,düzenliğini bir daha hiç düzelmeycek denli baltalayan 1838 Balta Limanı Antlaşmasından sonra ,İngiliz Albay Handerson Ankara’dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika’da özel olarak kurulan İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856’ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı’nın 1838’e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti.




İşte 2001’de yeniden basımını yeniden gerçekleştirdiğim Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” adlı romanı , Ankara, Bolu, Adapazarı çevresinde Ankara tiftik keçisi besiciliği ve tiftik dokumacılığıyla geçimlerini sürdüren Türkmenlerin, padişah fermanıyla İngilizlere damızlık tiftik keçisi verilmesine karşı canlarını ortaya koyarak ayaklanmalarını anlatıyordu.

Kendisini Padişah’a Müslüman olmaya çok yakın ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır. Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir.
İngiliz ,isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan , limana ulaşıp Güney Afrika’ya doğru da yola çıkar.



ANKARA KEÇİSİNE İNGİLİZ DAMGASI


Böylece 1550’lerde Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı-Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu 1838’de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla, kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi’ne İngiliz damgası vuruluyordu: British Angora Goat Society



Ankara keçisinin bin yıllık öyküsü gösteriyor ki; Osmanlı, savaş alanlarında askeri ve siyasi yenilgilere uğramadan önce, bilimsel ,teknolojik alanda geri kalarak ekonomik-siyasi çöküntüye ve askeri yenilgilere uğratılmış, üretimde buhar gücünden yararlanamayan Osmanlı sanayisi, ucuz yabancı fabrika ürünlerinin karşısına, el yapımı yerli pahalı ürünlerle dikilemediği içindir ki, yerli çıkrıklar durmuş ve 600 yıl Batı’ya ekonomik olarak da üstün olan Osmanlı çökmüştü.

İlk yayınlanışının üzerinden 70 yıl geçtikten sonra yeni basımını yaptığım “Çıkrıklar Durunca”’ya yazdığı sunumda, Atilla İlhan da bu gerçeği belirterek şöyle diyordu:

“Batı’nın Deli Gömleği’nden aktardığım, hayli eski bir söyleşime, şöyle bir göz atar mıydınız? Tesadüf, “Çıkrıklar Durunca…”’nın üzerinde geliştiği fabrika malı satanlarla dokumacılar arasındaki mücadeleyi irdelemiştim:

“Hüseyin Avni Bey yazıyor. (…) 1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafının 2.750 ve Kemahçı (havız kadife) esnafının da 350 tezgahı vardı. Bütün bu tezgahlarda 5 binden fazla insan çalışıyordu. 1868 yılında yerli sanayin ıslahı için hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgahlarından ancak 25 (evet, yanlış okumadınız beyler hanımlar) tane kaldığı esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede, Avrupa sanayinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza gümrük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik ediyordu. Zamanla imalathaneler kapanıyor, bunların yerine Avrupa malı satan mağazalar açılıyordu…” (bkz: Yarı Müstemleke Oluş Tarihi) “…gerçekte, o dönemde, bu anlamda ASRİLİK, düpedüz İHANET idi….”

İşte “Çıkrıklar Durunca”…daha 1930’lu yıllarda bu yakıcı gerçeği kavramış, sayfalarına dökmüştü. (…) “Çıkrıklar Durunca”’nın yeni basımı için yetmiş yıl beklemiş olmamız, ayrı ve havsalarının alamayacağı bir utanç değil mi? (Atilla İlhan , 24 Ocak 2000,Maçka-İstanbul)

Meşrutiyet’in ilanından sonra Anadolu’yu dolaşarak her gittiği yerde gördüklerini gazetesine ileten ‘Anadolu’da Tanin’ gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 28 Kasım 1909’da şunları yazıyordu Ankara’dan:

“Tiftik ticaretinin Ankara vilayetinin hayatı demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu sırada hükümet tarafından her nasılsa elli tiftik keçisi ve yavrularının Avusturya’ya götürülmesine izin verilmesi haberinin yayılması halka kötü bir etki yapmıştır. Diyorlar ki: “Evvelce İngiltere bu keçileri Ümit Burnu’na götürdü, gerçi bunlar cinsiyetlerini kaybettilerse de her halde bugün tiftik fiatının düşmesine sebep oldular. Bu meydanda iken yine Avursturya’ya götürülmesine izin verilmesi pek garip oluyor.” Halk haklıdır. Fakat hükümeti bunu kabule sevkeden sebepler bilinmiyor ki: Ben yalnız bunu işaret etmekle yetinebileceğim.”

Osmanlı Tarihi’ni çocuklarımıza Amerikalıların, Batılı emperyalistlerin istediği gibi meydan muharebeleri tarihi olarak değil de Atatürk döneminde yapıldığı gibi gerçek yönüyle öğretmeye başladığımız an, kölelik zincirini kırmak, Yeni Osmanlı Tuzağından kurtulmak için en önemli adımlardan birini atmış olacağız.

Çocuklarımız Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki bilimsel, siyasi,ekonomik başarılarını bilmeli, yerli üretimi koruyup geliştirmenin önemini kavramalı,

“Gavura damızlık vermenin uğursuzluk getireceği” beyinlere kazınmalı.

Osmanlı’nın çöküş nedenlerini ,askeri yenilgiler dışında tüm çıplaklığıyla görmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni çöküşten koruyabilsinler.





Bilmem anlatabiliyor muyum?

Cengiz Özakıncı
Hangi Osmanlı 2



video




Sakalar, tarih içinde zaman zaman Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Ksenophon’a göre M.Ö. 400’de Trabzon’a yakın bir yerde yaşamaktadırlar. Onlar, günümüz Türkiye’sinin doğu bölgesinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Sakaların bir boyu olan Phasian/Pasinler ve onların alt kolları olan Orbetler, Pasanlar, Gagavanlar, Kurmançlar, Sahatlar, Çavdarlar ve Şorlar Türkiye’nin doğusunda yerleşmişlerdir. Sakaların boyları Karduklar, Botiler ve Paktuk Türkiye’nin muhtelif yerlerinde iskân etmişlerdir. Yine Türkiye’deki Garzan, Arzan, Guran, Müküs, Albak Akari (Hakkari), Zap, Uşani, Botan, Kardak, Kürdek ... yer isimleri ve bu isimlerin bozulmuş biçimleri onların boy, soy ve aile isimlerinin miraslarıdır.

Sakaların ilgi çekici bir mirası da Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara ve Ankara isminin kaynağıdır. Yakutistan’da da Angara isimli bir şehir bulunmaktadır ve tıpkı Ankara gibi tiftik keçisiyle meşhurdur. (Bilâl Ak; "Ankara Adının Kaynağı ve Yeni Bir Yaklaşım" Türk Yurdu, Sayı 176, Nisan 2002, s.50-60.)

Prof.Dr.Necati Demir
link
_____
____________________

OSMANLI 1700’LERE DEK BATI’DAN ÜSTÜNDÜ



Almanya Dresden'deki Müzeden Osmanlı Türklerine ait Çadır





Mustafa Kemal’in 1919’da Osmanlı'yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk’ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere; “savaş başarısı,OsmanlıTürk’ün Batı karşısında toplumsal ekonomik bilimsel siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır,” biçimindeki yanıtı, usa ve gerçeğe uygun olarak, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyet’i kuranların Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu.


LUTHER VE OSMANLI


Peki Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi yalan mıydı, yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı ne yanlış. 


Osmanlı Türkü, Osmanlı’nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı’dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı’ya göç etmekte görüyorlarsa, o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı’ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu:


“Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı-şeytan yarı-insan bir halk olduğu için, pek çok kimse Türklere sığınıyor ve onlara katılıyor.” (…) “Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa, Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli.”


Luther’in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batı’lıların öbek öbek Osmanlı’ya katıldığını özgün kaynaklardan aktarırken şöyle diyor:


“Osmanlı İmparatorluğu, (Avrupa’daki) çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa’daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. (Bkz: Delumeau,sf. 399) 


Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu, vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vard›. (Bkz: Pfeffermann 46:12) 


Bir Paşa şöyle anlatsa: “Babam (Avrupa’da) bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir iflçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni (Osmanlı’da) böyle şerefli makamlara (Paşalığa) getirdi.” 


Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarını terkedip Müslüman olanların sayısı binlerceydi.


Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı’ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu… Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu.”


İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam olduğu gibi yalanlar, o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı’ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.



ÇIKRIKLAR DURUNCA


Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi, çocuklara Osmanlı’nın başlangıçta Batı’ya her bakımdan üstün olduğu gerçeğini öğretiyordu. Öyle ki, Osmanlı’nın kuruluşunun üzerinden neredeyse 300 yıl geçmişken İngiltere 1583’te Türk dokumacılığının sırlarını çalmakla görevlendirdiği ajanlar gönderiyordu Osmanlı'ya.. 


Bu ilginç olayı Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca adlı kitabının yeni basımına 2001’de yazdığım önsözde şöyle anlatmıştım:


Osmanlı-Türk Dokumacılığının Sırlarını Çalmakla Görevli İNGİLİZ AJANLARI (…) 


Bir gün, evinde Metin Erksan’la konuşurken raflarda sırtında “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Avrupa Topluluğu Üye Olmak Hakkı ve İsteğinin Tarihsel Kaynakları  Metin Erksan” yazılı ince bir kitap takıldı gözüme. Şaşırdım. Kitabı raftan çekip aldım. Evet, bu Erksan’ın yazdığı bir kitaptı; kitapçılarda görmemiştim; baskısı tükenmiş olmalıydı. Okumak üzere ödünç aldım. 


Okurken bir belge çok dikkatimi çekmişti. Erksan, kitabın bir yerinde: “26 Şubat 1583 tarihinde Sir William Harborne tekrar İstanbul’a geldi. Bu kez Kraliçenin korumasında bir ticaret kuruluşunun temsilcisi olarak değil, tam yetkili bir İngiliz Elçisi olarak gelmişti. Kraliçe Elizabeth, politik faaliyetlerinin yanısıra Elçi’nin Türkiye’de bazı ticari ve teknik olguları öğrenmesini ve İngiltere’ye getirmesini istiyordu. Bu konular ve işlevler şunlardı...” diye başlıyor ve Kraliçe’nin bu İngiliz Elçisi’ni Osmanlı topraklarına bir kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayii casusu olarak gönderdiğini gösteren buyruklarını sıralıyordu:


1- Türkiye’de kumaşları maviye boyamakta kullanılan çivit otunun tohumu (anile) ve fidanı İngiltere’ye getirilecek.


2- Bunun nasıl hazırlandığı ve karıştırıldığı öğrenilecek.


3- Türkiye’de (kumaş) boyamakta kullanılan bütün otlar bulunup İngiltere’ye getirilecek.


4- Yaprakları, tohumları veya kabukları, yahut odunu boyacılıkta kullanılan bütün ağaçların tohumu veya fidanı İngiltere’ye getirilecek.


5- Bu işte kullanılan bütün bitkiler ve çalılar İngiltere’ye getirilecek.


6- Boyacılıkta kullanılan bütün topraklar, madenler, bunların bulunduğu yerde iyice incelenecek. İngiltere’de bu gibi yerlerin çabucak nasıl tanınacağı öğrenilecek.


7- Boyacılıkta kullanılan maddelerden başka, boyama sanatı da öğrenilecek.


8- Mısır’daki Muhaisira şehrinden İstanbul’a ve oradan da İngiltere’ye susam tohumu getirilecek. (Susam ticareti genellikle İskenderiye ile İstanbul arasında yapılır. Bunun için elde edilmesi kolaydır. Bu tohumdan yağ çıkarılır ve Muhaisire’da birçok fabrikalar bununla işler. Bu tohum İngiltere’de yetiştirilecek olursa kumaş ticaretimize sınırsız yararlar sağlar. Bu kasaba Nil nehri üzerindedir. Venedik’e ve daha bir çok İtalyan şehirlerine, Anvers’e susam oradan gelir.)


9- Türkiye’deki her çeşit kumaş ve bu kumaşların bütün üretim aşamaları incelenecek.


10- İngiltere’nin çıkarı için, başka kumaşlardan çok, Türkiye’ye İngiliz malı çuha satışının arttırılmasına çalışılacak.


11- Yabancı boyaları ile boyanan kumaşlarımızdan çok, İngiliz boyalarıyla boyanan kumaşlarımızın satışlarına önem verilecek.


12- Cezayir ve Tunus için yapılan şapkalarımız için pazar aranacak. Çünkü halkımıza büyük kazanç sağlayabilir.


13- Norwich ipliğinden veya diğer ipliklerden dokunan çorapların satılmasına çalışılacak. Bu büyük bir ticaret halini alırsa yoksul halkımıza büyük kazanç sağlar. Bu yolla hem ürün, hem boya satışlarımız artar. Birçok kimse iş bulur.


14- Yoksul halkımızın yararı için, safran satışı arttıralacak, geniş ölçüde satış bulunursa bir çok kimselere iş çıkar.



Metin Erksan’ın, adı geçen kitabında aktardığı 1583 tarihli bu belge, beni derinden etkilemişti. Batı’nın bin yıl öncesine dek Doğu’nun çok gerisinde olduğunu; Doğu’dan aldıkları, aparttıkları, geliştirdikleriyle ilerlediklerini, kendi araştırmalarımdan biliyordum.


Erksan’ın aktardığı bu belge ise, bu gerçeği tartışılmaz biçimde bir kez daha kanıtlıyordu. Bu belgenin gerçekliğini araştırdım. Erksan, kitabında bu belgeyi Hamit Dereli’nin 1951’de yayımlanan “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler Ve İngilizler” adlı kitabından aktarıyor ve bu bölümü tümüyle yayımlıyordu.


Hamit Dereli bu belgeyi doğrudan o yıllarda yayımlanmış bir İngiliz kaynağından  1552 Londra doğumlu İngiliz coğrafyacı Richard Hakluyd’un 1589’da yayımlamaya başladığı “The Principall Navigations, Voiages and Discoveries of the English Nation” (İngiliz Ulusunun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keflifleri) adlı 8 ciltlik çalışmasından- aktarıyor ve şöyle diyordu:


“Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Onaltıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını arttırmak, kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı. Bunun için Türkiye’nin ünlü yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere’ye götürülecek, Diers Hall (Boyacılar Çarşısı)’nda teşhir edilecek, İngiliz boyacılarının kendi becerilerine ilişkin besledikleri yanlış kanılar kafalarından silinecekti. 


Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret temsilcisinden “ipekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu ustalar doğal yollardan sağlanamazsa, herhangi bir paşanın yardımı ile, o da olmazsa İstanbul’da oturan Fransız elçisi yardımıyla sağlanacaktı. 


Bunun için temsilciye İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi ile tanışması ve dost olması öğütleniyor, bu amaca ulaşmak için her şeye başvurmaktan çekinmemesi söyleniyordu.


Yine bu belgelerden birinde İngiliz ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus’- da “Bonettos Colorados Rugios” (kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı iskoç başlığı için Türkiye’de pazar bulması buyruğu veriliyordu.


Bundan şu soru akla geliyor: Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir? 


Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki Fez şehriyle ilgili olması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.”


Kraliçe’nin Osmanlı’ya (buyruğun İngilizce aslında yer alan adıyla Turkie’ye) gönderdiği elçiye verdiği görevler arasında, Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisinin çalınmasından başka, iki Türk kumaş boyama ustanın ne pahasına olursa olsun İngiltere’ye getirilmesi vardı... 


Demek ki, bugün bilgi ve teknoloji üstünlüğüyle dünya devleri arasında yer alan İngiltere, bundan 400 küsur yıl önce Turkie’den bilgi ve teknoloji apartmaya muhtaç bir durumda bulunuyordu.


İşte bu İngilizler, 1583 yılında Kraliçe’nin gönderdiği Elçi’ye verdiği ‘Türklere “kenarsız kırmızı bir tür İskoç Şapkası” = Fes giydirme buyruğu’nu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de, II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardı. 


Yalçın Küçük, bunları bilmediğinden olsa gerek, bu konuda şöyle yazıyor:


“Hüsrev Paşa’nın … Tunus’tan edindiği bir miktar fesi kalyoncu neferatına giydirerek selamlık resmine çıkarması Sultan Mahmut’un hoşuna gitmiş, bunun üzerine, hükümdar eski başlıkların yerine fesin kullanılmasını uygun görerek emir buyurmuştu. Ortaya çıkıyor, Türkiye’nin ilk büyük şapka reformunun mebdei, başlangıç  yeri Batı değil, Kuzey Afrika’dır. Hıristiyan değil, müslüman bir yöre ve hariç değil, Osmanlı topraklarıdır... Tanzimat Avrupa’dan gelmedi, Kuzey Afrika’dan ve Mısır’dan geldi..”


Yalçın Küçük, İngiltere Kraliçesinin 1583’te Osmanlı’ya gönderdiği elçisine verdiği buyruklar arasında Fes’i, İngiliz malı “kenarsız kırmızı İskoç başlığı” olarak tanımladığını, o tarihlerde Cezayir’e ve Tunus’a bu başlıkları İngilizlerin satmakta olduklarını, İngiliz malı feslerin satışının tüm Osmanlı topraklarına yayılmasının Kraliçe tarafından 250 yıl önce İngiliz Elçilerine verilen bir görev olduğunu bilseydi, fes ve Tanzimat konusundaki bütün bu yanlış yorumlarını değiştirirdi...



Metin Erksan’ın kitabını okuduktan sonra, onunla bu konuyu yeniden irdelerken, bana, “İngilizlerin Türk kumaş dokuma ve boyama sırlarını çalma çabalarının 1583’te başlayıp kesintisizce 300 yıl sürdüğünü, 1800’-lerde dünya tiftik yünü tekelini Türklerin elinden almak üzere, Türkiye’den damızlık tiftik keçileri kaçırıp Afrika’da çoğalttıklarını ve bu olayın Sadri Etem Ertem’in 1930 / 31’de yayımlanan “Çıkrıklar Durunca” adlı romanında işlendiğini, kendisinin geçmişte bu romanı filme çekmeyi bile düşündüğünü” söyledi...


1994’te “Çıkrıklar Durunca”yı Erksan’ın kitaplığında buldum ve kendisinin izniyle bir fotokopisini çektirip okudum...


1997’de, Marmara Üniversitesi Tekstil Ana Bilim Dalı Başkanı Ozanay Omur tarafından, Tekstil bölümü öğrencilerine bir konuşma yapmak üzere çağrıldığımda, onlara Osmanlı Türk dokumacılığının Batı’dan ileride olduğu yüzyıllara ilişkin yukarıdaki bilgileri aktardım. 


Öğrenciler ve öğretmenler, bu bilgiler karşısında oldukça şaşırdılar. Tekstil bölümünde görevli bir Alman profesör dalga geçmeye kalkınca, iki belge daha sundum ve o da bu gerçeği onaylayarak sustu.


Türkiye üniversitelerinde tekstil bölümü öğrencileri, kendi atalarının 600 yıl boyunca 1800’lere dek dünyada tekstilin öncüsü ve doruğu olduğu gerçeğini bilmiyorlardı, çünkü bu gerçekler onlara hiç öğretilmemişti!


Öğrenciler, biz bunları hiç duymadık bilmiyoruz, n’olur bunlar hangi kitaplarda yazılıysa söyleyin, okuyalım, dediler. Kitapların adlarını verdim, fakat kitapçılarda bulamayacaklarını da ekledim. Bu kitapların yeni baskılarının yapılmıyor oluşu üzücüydü.  Bu tür unutulmuş, unutturulmuş, üstüne ölü toprağı ekilmeye çalışılmış çok önemli kitapların yayımlanabilmesi için bir yayınevi kurmaya karar verdim o gün.


Evet, durum buydu. Cumhuriyet Dönemi’nde okutulan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi’nde yer alan “Osmanlı Türk sanayisi 1299’dan 1683’lere dek her alanda Avrupa sanayisinden üstündü, Osmanlı’nın Avrupa’ya askeri üstünlüğü bilimsel ve teknolojik üstünlüğünden geliyordu” saptaması, 2000’li yıllarda üniversitelerimizde bile unutulmuş, daha doğrusu 1949’da Milli Eğitim’e egemen olan Amerikalı uzmanlar tarafından unutturulmuştu.


Oysa, daha Selçuklu döneminden başlıyordu Türk’ün dokuduğu kumaşla Avrupa ekonomisini sarsması.


Şerafettin Turan, “Türkiye-İtalya ilişkileri” adlı kitabında:


“Selçuklu topraklarında dokunan kumaşlar bütün Ortadoğu ülkeleriyle kimi Avrupa memleketlerinde arandığı gibi, komşu Bizans’ta da büyük rağbet görmekteydi. O döneme ilişkin kaynaklar, Türk kumaşlarının Bizanslı aileler arasında lüks ve pahalı bir mal olarak kabul edildiğini nakletmektedirler.


Greogoras’ın kayıtlarına göre, İznik  İmparatoru III. Ioannes Vatatzes, israfa engel olmak amacıyla 1243’te Türk kumaşlarının giyimini sınırlayan bir emirname bile yayınlamıştı. Bu derece her tarafa ün salan Türk kumaşları, büyük İtalyan düşünürü Dante Alighieri’nin ölümsüz eseri La Divina Commedia’ya (İlahi Komedya’ya) bile yansımıştı,” derken, bu gerçeği dile getiriyordu...






Cengiz Özakıncı
Hangi Osmanlı 1



ANKARA TİFTİK KEÇİSİ NASIL BRITISH ANGORA GOAT OLDU







Osmanlı 16.-17.yy Kremlin Müzesi



















____________________
____________________