Almanya Dresden'deki Müzeden Osmanlı Türklerine ait Çadır |
Mustafa Kemal’in 1919’da Osmanlı'yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk’ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere; “savaş başarısı,OsmanlıTürk’ün Batı karşısında toplumsal ekonomik bilimsel siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır,” biçimindeki yanıtı, usa ve gerçeğe uygun olarak, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyet’i kuranların Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu.
LUTHER VE OSMANLI
Peki Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi yalan mıydı, yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı ne yanlış.
Osmanlı Türkü, Osmanlı’nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı’dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı’ya göç etmekte görüyorlarsa, o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı’ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu:
“Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı-şeytan yarı-insan bir halk olduğu için, pek çok kimse Türklere sığınıyor ve onlara katılıyor.” (…) “Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa, Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli.”
Luther’in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batı’lıların öbek öbek Osmanlı’ya katıldığını özgün kaynaklardan aktarırken şöyle diyor:
“Osmanlı İmparatorluğu, (Avrupa’daki) çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa’daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. (Bkz: Delumeau,sf. 399)
Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu, vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vard›. (Bkz: Pfeffermann 46:12)
Bir Paşa şöyle anlatsa: “Babam (Avrupa’da) bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir iflçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni (Osmanlı’da) böyle şerefli makamlara (Paşalığa) getirdi.”
Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarını terkedip Müslüman olanların sayısı binlerceydi.
Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı’ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu… Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu.”
İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam olduğu gibi yalanlar, o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı’ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.
ÇIKRIKLAR DURUNCA
Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi, çocuklara Osmanlı’nın başlangıçta Batı’ya her bakımdan üstün olduğu gerçeğini öğretiyordu. Öyle ki, Osmanlı’nın kuruluşunun üzerinden neredeyse 300 yıl geçmişken İngiltere 1583’te Türk dokumacılığının sırlarını çalmakla görevlendirdiği ajanlar gönderiyordu Osmanlı'ya..
Bu ilginç olayı Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca adlı kitabının yeni basımına 2001’de yazdığım önsözde şöyle anlatmıştım:
Osmanlı-Türk Dokumacılığının Sırlarını Çalmakla Görevli İNGİLİZ AJANLARI (…)
Bir gün, evinde Metin Erksan’la konuşurken raflarda sırtında “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Avrupa Topluluğu Üye Olmak Hakkı ve İsteğinin Tarihsel Kaynakları Metin Erksan” yazılı ince bir kitap takıldı gözüme. Şaşırdım. Kitabı raftan çekip aldım. Evet, bu Erksan’ın yazdığı bir kitaptı; kitapçılarda görmemiştim; baskısı tükenmiş olmalıydı. Okumak üzere ödünç aldım.
Okurken bir belge çok dikkatimi çekmişti. Erksan, kitabın bir yerinde: “26 Şubat 1583 tarihinde Sir William Harborne tekrar İstanbul’a geldi. Bu kez Kraliçenin korumasında bir ticaret kuruluşunun temsilcisi olarak değil, tam yetkili bir İngiliz Elçisi olarak gelmişti. Kraliçe Elizabeth, politik faaliyetlerinin yanısıra Elçi’nin Türkiye’de bazı ticari ve teknik olguları öğrenmesini ve İngiltere’ye getirmesini istiyordu. Bu konular ve işlevler şunlardı...” diye başlıyor ve Kraliçe’nin bu İngiliz Elçisi’ni Osmanlı topraklarına bir kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayii casusu olarak gönderdiğini gösteren buyruklarını sıralıyordu:
1- Türkiye’de kumaşları maviye boyamakta kullanılan çivit otunun tohumu (anile) ve fidanı İngiltere’ye getirilecek.
2- Bunun nasıl hazırlandığı ve karıştırıldığı öğrenilecek.
3- Türkiye’de (kumaş) boyamakta kullanılan bütün otlar bulunup İngiltere’ye getirilecek.
4- Yaprakları, tohumları veya kabukları, yahut odunu boyacılıkta kullanılan bütün ağaçların tohumu veya fidanı İngiltere’ye getirilecek.
5- Bu işte kullanılan bütün bitkiler ve çalılar İngiltere’ye getirilecek.
6- Boyacılıkta kullanılan bütün topraklar, madenler, bunların bulunduğu yerde iyice incelenecek. İngiltere’de bu gibi yerlerin çabucak nasıl tanınacağı öğrenilecek.
7- Boyacılıkta kullanılan maddelerden başka, boyama sanatı da öğrenilecek.
8- Mısır’daki Muhaisira şehrinden İstanbul’a ve oradan da İngiltere’ye susam tohumu getirilecek. (Susam ticareti genellikle İskenderiye ile İstanbul arasında yapılır. Bunun için elde edilmesi kolaydır. Bu tohumdan yağ çıkarılır ve Muhaisire’da birçok fabrikalar bununla işler. Bu tohum İngiltere’de yetiştirilecek olursa kumaş ticaretimize sınırsız yararlar sağlar. Bu kasaba Nil nehri üzerindedir. Venedik’e ve daha bir çok İtalyan şehirlerine, Anvers’e susam oradan gelir.)
9- Türkiye’deki her çeşit kumaş ve bu kumaşların bütün üretim aşamaları incelenecek.
10- İngiltere’nin çıkarı için, başka kumaşlardan çok, Türkiye’ye İngiliz malı çuha satışının arttırılmasına çalışılacak.
11- Yabancı boyaları ile boyanan kumaşlarımızdan çok, İngiliz boyalarıyla boyanan kumaşlarımızın satışlarına önem verilecek.
12- Cezayir ve Tunus için yapılan şapkalarımız için pazar aranacak. Çünkü halkımıza büyük kazanç sağlayabilir.
13- Norwich ipliğinden veya diğer ipliklerden dokunan çorapların satılmasına çalışılacak. Bu büyük bir ticaret halini alırsa yoksul halkımıza büyük kazanç sağlar. Bu yolla hem ürün, hem boya satışlarımız artar. Birçok kimse iş bulur.
14- Yoksul halkımızın yararı için, safran satışı arttıralacak, geniş ölçüde satış bulunursa bir çok kimselere iş çıkar.
Metin Erksan’ın, adı geçen kitabında aktardığı 1583 tarihli bu belge, beni derinden etkilemişti. Batı’nın bin yıl öncesine dek Doğu’nun çok gerisinde olduğunu; Doğu’dan aldıkları, aparttıkları, geliştirdikleriyle ilerlediklerini, kendi araştırmalarımdan biliyordum.
Erksan’ın aktardığı bu belge ise, bu gerçeği tartışılmaz biçimde bir kez daha kanıtlıyordu. Bu belgenin gerçekliğini araştırdım. Erksan, kitabında bu belgeyi Hamit Dereli’nin 1951’de yayımlanan “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler Ve İngilizler” adlı kitabından aktarıyor ve bu bölümü tümüyle yayımlıyordu.
Hamit Dereli bu belgeyi doğrudan o yıllarda yayımlanmış bir İngiliz kaynağından 1552 Londra doğumlu İngiliz coğrafyacı Richard Hakluyd’un 1589’da yayımlamaya başladığı “The Principall Navigations, Voiages and Discoveries of the English Nation” (İngiliz Ulusunun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keflifleri) adlı 8 ciltlik çalışmasından- aktarıyor ve şöyle diyordu:
“Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Onaltıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını arttırmak, kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı. Bunun için Türkiye’nin ünlü yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere’ye götürülecek, Diers Hall (Boyacılar Çarşısı)’nda teşhir edilecek, İngiliz boyacılarının kendi becerilerine ilişkin besledikleri yanlış kanılar kafalarından silinecekti.
Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret temsilcisinden “ipekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu ustalar doğal yollardan sağlanamazsa, herhangi bir paşanın yardımı ile, o da olmazsa İstanbul’da oturan Fransız elçisi yardımıyla sağlanacaktı.
Bunun için temsilciye İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi ile tanışması ve dost olması öğütleniyor, bu amaca ulaşmak için her şeye başvurmaktan çekinmemesi söyleniyordu.
Yine bu belgelerden birinde İngiliz ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus’- da “Bonettos Colorados Rugios” (kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı iskoç başlığı için Türkiye’de pazar bulması buyruğu veriliyordu.
Bundan şu soru akla geliyor: Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir?
Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki Fez şehriyle ilgili olması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.”
Kraliçe’nin Osmanlı’ya (buyruğun İngilizce aslında yer alan adıyla Turkie’ye) gönderdiği elçiye verdiği görevler arasında, Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisinin çalınmasından başka, iki Türk kumaş boyama ustanın ne pahasına olursa olsun İngiltere’ye getirilmesi vardı...
Demek ki, bugün bilgi ve teknoloji üstünlüğüyle dünya devleri arasında yer alan İngiltere, bundan 400 küsur yıl önce Turkie’den bilgi ve teknoloji apartmaya muhtaç bir durumda bulunuyordu.
İşte bu İngilizler, 1583 yılında Kraliçe’nin gönderdiği Elçi’ye verdiği ‘Türklere “kenarsız kırmızı bir tür İskoç Şapkası” = Fes giydirme buyruğu’nu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de, II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardı.
Yalçın Küçük, bunları bilmediğinden olsa gerek, bu konuda şöyle yazıyor:
“Hüsrev Paşa’nın … Tunus’tan edindiği bir miktar fesi kalyoncu neferatına giydirerek selamlık resmine çıkarması Sultan Mahmut’un hoşuna gitmiş, bunun üzerine, hükümdar eski başlıkların yerine fesin kullanılmasını uygun görerek emir buyurmuştu. Ortaya çıkıyor, Türkiye’nin ilk büyük şapka reformunun mebdei, başlangıç yeri Batı değil, Kuzey Afrika’dır. Hıristiyan değil, müslüman bir yöre ve hariç değil, Osmanlı topraklarıdır... Tanzimat Avrupa’dan gelmedi, Kuzey Afrika’dan ve Mısır’dan geldi..”
Yalçın Küçük, İngiltere Kraliçesinin 1583’te Osmanlı’ya gönderdiği elçisine verdiği buyruklar arasında Fes’i, İngiliz malı “kenarsız kırmızı İskoç başlığı” olarak tanımladığını, o tarihlerde Cezayir’e ve Tunus’a bu başlıkları İngilizlerin satmakta olduklarını, İngiliz malı feslerin satışının tüm Osmanlı topraklarına yayılmasının Kraliçe tarafından 250 yıl önce İngiliz Elçilerine verilen bir görev olduğunu bilseydi, fes ve Tanzimat konusundaki bütün bu yanlış yorumlarını değiştirirdi...
Metin Erksan’ın kitabını okuduktan sonra, onunla bu konuyu yeniden irdelerken, bana, “İngilizlerin Türk kumaş dokuma ve boyama sırlarını çalma çabalarının 1583’te başlayıp kesintisizce 300 yıl sürdüğünü, 1800’-lerde dünya tiftik yünü tekelini Türklerin elinden almak üzere, Türkiye’den damızlık tiftik keçileri kaçırıp Afrika’da çoğalttıklarını ve bu olayın Sadri Etem Ertem’in 1930 / 31’de yayımlanan “Çıkrıklar Durunca” adlı romanında işlendiğini, kendisinin geçmişte bu romanı filme çekmeyi bile düşündüğünü” söyledi...
1994’te “Çıkrıklar Durunca”yı Erksan’ın kitaplığında buldum ve kendisinin izniyle bir fotokopisini çektirip okudum...
1997’de, Marmara Üniversitesi Tekstil Ana Bilim Dalı Başkanı Ozanay Omur tarafından, Tekstil bölümü öğrencilerine bir konuşma yapmak üzere çağrıldığımda, onlara Osmanlı Türk dokumacılığının Batı’dan ileride olduğu yüzyıllara ilişkin yukarıdaki bilgileri aktardım.
Öğrenciler ve öğretmenler, bu bilgiler karşısında oldukça şaşırdılar. Tekstil bölümünde görevli bir Alman profesör dalga geçmeye kalkınca, iki belge daha sundum ve o da bu gerçeği onaylayarak sustu.
Türkiye üniversitelerinde tekstil bölümü öğrencileri, kendi atalarının 600 yıl boyunca 1800’lere dek dünyada tekstilin öncüsü ve doruğu olduğu gerçeğini bilmiyorlardı, çünkü bu gerçekler onlara hiç öğretilmemişti!
Öğrenciler, biz bunları hiç duymadık bilmiyoruz, n’olur bunlar hangi kitaplarda yazılıysa söyleyin, okuyalım, dediler. Kitapların adlarını verdim, fakat kitapçılarda bulamayacaklarını da ekledim. Bu kitapların yeni baskılarının yapılmıyor oluşu üzücüydü. Bu tür unutulmuş, unutturulmuş, üstüne ölü toprağı ekilmeye çalışılmış çok önemli kitapların yayımlanabilmesi için bir yayınevi kurmaya karar verdim o gün.
Evet, durum buydu. Cumhuriyet Dönemi’nde okutulan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi’nde yer alan “Osmanlı Türk sanayisi 1299’dan 1683’lere dek her alanda Avrupa sanayisinden üstündü, Osmanlı’nın Avrupa’ya askeri üstünlüğü bilimsel ve teknolojik üstünlüğünden geliyordu” saptaması, 2000’li yıllarda üniversitelerimizde bile unutulmuş, daha doğrusu 1949’da Milli Eğitim’e egemen olan Amerikalı uzmanlar tarafından unutturulmuştu.
Oysa, daha Selçuklu döneminden başlıyordu Türk’ün dokuduğu kumaşla Avrupa ekonomisini sarsması.
Şerafettin Turan, “Türkiye-İtalya ilişkileri” adlı kitabında:
“Selçuklu topraklarında dokunan kumaşlar bütün Ortadoğu ülkeleriyle kimi Avrupa memleketlerinde arandığı gibi, komşu Bizans’ta da büyük rağbet görmekteydi. O döneme ilişkin kaynaklar, Türk kumaşlarının Bizanslı aileler arasında lüks ve pahalı bir mal olarak kabul edildiğini nakletmektedirler.
Greogoras’ın kayıtlarına göre, İznik İmparatoru III. Ioannes Vatatzes, israfa engel olmak amacıyla 1243’te Türk kumaşlarının giyimini sınırlayan bir emirname bile yayınlamıştı. Bu derece her tarafa ün salan Türk kumaşları, büyük İtalyan düşünürü Dante Alighieri’nin ölümsüz eseri La Divina Commedia’ya (İlahi Komedya’ya) bile yansımıştı,” derken, bu gerçeği dile getiriyordu...
Cengiz Özakıncı
Hangi Osmanlı 1
ANKARA TİFTİK KEÇİSİ NASIL BRITISH ANGORA GOAT OLDU
Osmanlı 16.-17.yy Kremlin Müzesi
____________________
____________________