11 Temmuz 2014 Cuma

SARIŞIN VE MAVİ GÖZLÜ TÜRKLER




Kaşgarlı Mahmud'a göre : 
Kıpçaklar; Mavi gözlü sarışın Türkler,
Türk halklarının katalizör boyu




...Kumanların Asyadaki ilk vatanlarından garba doğru hareketleri 916 tarihinde şimalî Çinde teşekkül eden Kitay devletinin ortaya çıkması ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Kitaylar gittikçe büyüyerek bazı Türk kavimlerini garba doğru itmişler; bunlar arasında Kumanlar da vardı. 10 uncu asırda İrtış boylarında Kimak (Kimek) adlı büyük bir Türk kavminin yaşadığını biliyoruz; bu kavmi şark kaynaklan Kıpçak adile zikrediyorlar; gerek Kimekler ve gerek Kıpçaklar Kumanların Asyada iken taşımış oldukları isimlerden başka bir şey olmasa gerektir. 


Galiba, şark müelliflerinin Orta Asyadaki kavimler hakkında malumat verdikleri zaman (9- uncu asırda) irtişa yakın yerlerde Kıpçak uruğu en kuvvetli bir zümre teşkil ediyor, ve bu adla oradaki bütün bir heyet tesmiye edilmişti; Avrupaya gittikten sonra, bilihassa 11- inci asır ortalarında, galiba ayni heyet içinde Kuman uruğu birinci yeri tutmuş, ve bundan dolayı Bizanslılarla Macarlara bu kavim Kuman adile tanınmıştır. 


Bu kavmin Asyadan Avrupaya hareketi zamanı ve bu yürüyüşün teferrüatına dair Marquart, ile Rasovskijnin, adlarını söylediğimiz, yazılarından malumat edinmek mümkündür; burada Kumanlarla fazla meşgul olmağa mevzumuzun çerçevesi müsait değildir. Yalnız, Türk tarihi bakımından çok enteresan olan bir mes’eleye temas etmeden geçmek istemiyoruz; o da - Kumanların beyaz ırkın en karakteristik evsafını haiz olmalarıdır. 


Yukarda Kumanlara, Rusların, Almanların ve Ermenilerin "sarışın" bir kavim oldukları manasına gelen sözlerle tesmiye ettiklerini görmüştük. Kumanlar hakkında malumat veren bütün kaynaklar, bunların uzun boylu, gayet mütenasip vücutlu, güzel ve çok düzgün çehreli ve sarı saçlı olduklarını bildiriyorlar. El-Omarî, bunların gayet güzel ve bedenlerinin mütenasip olduklarını söylüyor; ayni veçhile, Kuman kadınlarının güzelliğine dair muhtelif kaynaklardan malumat ediniyoruz. 


Şair Nizamı Kuman kadınlarmın beyaz tenlerine meftun olduğunu bildiriyor; Şirvan - şah bir Kuman güzeli tarafından teshir olunmuştu; Gürci vekayinamesinden görüldüğü veçhile, Gürci kıralı David II. nin karısı olan bir Kuman kızı güzelliği ile temayüz ediyordu. Nihayet meşhur Rus halk destanı olan “ Slovo o Polku Igoreve" de “güzel Kuman kızlarından" bahsolunmaktadır. Kuman hanlarının Rus knjazlerini elde etmek için Kuman kızlarını hediye olarak gönderdiklerini biliyoruz. 


Rus knjazleri ailesine mensup bir kadın (Vladimir Monomachin torunu) Kuman hanı Başkordla evlenmek için Kievten Kuman yurduna kaçmıştı. Bütün bunlar Kuman ahalisinin dış görünüş ve beden teşkilâtı bakımından çok güzel ve yakışınklı bir kavim olduğunu ve bu güzelliğin de Çinliler mefhumuna göre değil “Avrupai, mefhuma göre, yani uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir kavim olmak itibarile haizi ehemmiyet olduğu gürülüyor.


Kumanların halefleri oldukları kuvvetle ileri sürülen bugün Romanyada oturan Çangoların etraftaki diğer kavimlerden “sarışın olmaları, bazan keten gibi açık sarı ve kıvırcık, bazan da kırmızımsı saçlı ve mavi gözlerile" temayüz ettikleri kaydedilmektedir. Aynı surette Ural sahasına yakın bugünkü Kazak - Kırgızların bir kısmını teşkileden bazı “Kıpçak" uruğları arasında yer yer % 50 kumral ve kırmızımsı saçlı tiplere tesadüf edilmektedir. Kuman unsurlarının da iştirakile teşekkül eden bugünkü Kazan havalisindeki Türkler (Tatarlar) arasında, malum olduğu üzere, sarışın tiplere pek çok tesadüf edilmektedir. Çinlilerin Tang sülâlesi tarihinde, Orta Asyada saçları açık renkli, gözleri mavi ve Çinlilerin tabirince “maymunlara benziyen" bir Türk kavmi vardı; biz bunları o tarihlerde Kırgız olarak biliyoruz. 11-inci asır İran müelliflerinden Gerdizî Kırgızların saçları açık renkte olduğunu yazıyor. 


Görülüyor ki Orta Asyada beyaz ırkın hususiyetlerini tamamile muhafaza eden Türk zümreleri bulunuyordu. Çin ve İran kaynaklarında tesadüf edilen bu cins kayıtlar tarihçilerin nazan dikkatini celbetmişler; fakat Avrupalı alimler bu tiplerin Türklere ait olmayıp, önce “Hindo - avrupaî" bir kavim iken sonraları türkleşmiş olduklarını ileri sürüyorlardı. Marquart, Barthold, Pelliot, Grum - Grzimajlo hep bu fikirdedediler. Bilhassa Grum - Grzimailo bu hususta çok ileri giderek bu “arî„ kavmin kim olduğunu bile meydana koymak istemiştir. Ona göre Çinin şimalinde milâdî 4-üncü asra varıncaya kadar Dili veya Dinli adlı hâlis “hindo - avrupaî" bir kavim yaşıyordu ; bu kavim bilâhara Türkler ara­sında erimiş gitmiştir. Bu müellife göre, Kumanlar şayet doğrudan doğruya bu Dililerin halefleri değillerse, şüphesiz Dili kanı en çok bulunan Türk kavmi Kumanlardır. Orum- Grzimajlo Kumanların sarışınlıklarını bu suretle izah etmek istiyor. Fakat tarihte Çinin şimaline kadar her hangi bir “hindo - avrupaî" denilen kavmin gittiğini bilmiyoruz; tarih ve arkeologya araştırmaları Çinin şimalini ötedenberi Türk yurdu olduğunu gösteriyor. 


Grum - Grzimajlo nun dediği gibi, şayet, hakikaten Dinli adlı "mavi gözlü, sarışın„ bir kavim milâdın başlarında şimalî Çinde oturmuş ise, bunun eski hususiyetini muhafaza etmiş ve başka kavimlerlerle az karışmış halis bir Türk kavmi olması icap eder. Ve eğer Dinlilerle Kumanlar arasında hakikaten bir kan yakınlığı varsa o halde Kumanlar ve onların haleftleri en temiz bir Türk ırkını temsil ediyorlar demektir. Bu mesele, hali hazırda tarihî olmaktan ziyade antroplojik bîr meseledir. Cenubî Rusyadaki Kumanlara dair “kurganlar" yani kabirlerin ve Kumanlara ait maddî kültür bakayasının etraflıca tetkikinden sonra'ka’î hükümler verilebileceğinden, şimdilik bu problemleri olduğu gibi açık bırakmak en doğru bir yol olacaktır.


PEÇENEK TARÎHÎ
Dr. phl. Akdes Nimet KURAT 
(1903-1971, Tatar asıllı Türk tarihçi)
1937 BASKISI - pdf



*


"...Diğer yandan Türklerin sarışın ve açık renk gözlü olmasından bahseder. Afrasyab'ın bayrağında yaldızla işlenmiş yarım bir ay parlamaktadır der; "Mor menekşe zemin üzerinde, tepede yarım bir Ay'la altın işlemeli ipek bayrak....". Turan ve Çin kralı Argasp'ın ordusunda kullanılan bayrakta Türklerin totemi olan bir kurt resminin varlığı da Şehname'de zikredilmektedir...."



Şehname'de Türkler - Tadeusz Kowalski
Çev.Yrd.Doç.Dr.Harun Güngör
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 1, YıI 1: 289-300




*


G.Grimaylo, eski zamanlarda Güney Sibirya'da yaşayan Turalar hakkında şöyle der: "Turalar genellikle orta boylu, sağlam bünyeli ve güçlüdürler. Yüzleri uzun, beyaz, saçları sarışın; burunları uzun ve düzdür. 

Burun yapıları genellikle kavislidir ve gözleri mavidir." 
(Grimaylo-Zapadniye Mongoliya i Uranxayski kray, Leningrad)


Oğuz destanının giriş kısmı şöyledir: 
"Bir gün Ayhan bir oğul çocuk doğurdu; çocuğun saçları ve kaşları siyah, gözleri mavi idi; 
ağzı kor gibi kızıl olup meleklerden bile güzeldi."

Turgun Almas
Uygurlar (Selenge Yayınları)



*


Çinliler sâde Kâşğar halkını değil, daha başka Orta ve şimal Asyalıları, bu arada Tölis ile Kırgız Türklerini de "yeşil-gök" gözlü ve "kırmızı saçlı" yani Europeoid görünüşlü olarak anlatmakta, hattâ Gök-Türk Hakanı Mukan 'ın (ölümü M. 572) lâcivert taşı gibi gözleri ve uzun kırmızı yüzünden bahs etmektedirler.


Acaba Kâşğar 'ın Karluk ili olduğu devrede bu görünüşteki güzellerin mevcûdiyeti mi Mascûdî'ye şu sözleri ilham ettirmişti : "Şu H. 332 yılında (M. 933)...(Türklerin) en güzel görünüşlü olanları, en uzun boyluları veçheleri hepsinden daha parlak olup sabah güneşini andıranlar Karluklardır" 


M. IX.-X. yüzyıl müslüman müellifleri Türkleri şöyle anlatır : olağan üstü bir beyazlıkta veya kırmızı yüzlü, küçük gözlü, ezik burunlu. Bazen kırmızı saçtan da bahsedilir....."Hu"-Türk dediğimiz Doğu Türk tipi ile Europeoidlerin karışmasından mütevellit bir görünüş arz edebilmekte idiler. Mongoloid husûsiyetleri olan, fakat parlak beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü kimseler hâlâ Kâşğar 'da dikkati çeker.

Prof.Dr.Emel Esin



*

Ammianus Marcellinus'da (4.yy):

"ALANLAR UZUN BOYLU, GÜZEL GÖRÜNÜMLÜ VE HAFİF SARI SAÇLIDIR. SİLAHLARININ HAFİFLİĞİ NEDENİYLE OLDUKÇA HAREKETLİDİRLER. DAHA SADE VE DAHA KÜLTÜRLÜ HAYAT TARZIYLA HUNLARLA TAMAMIYLA BENZEMEKTEDİRLER. ONLAR BARBAR GELENEKLERİNE GÖRE KILIÇLARINI YERE SAPLIYORLAR VE MARS'A OLDUĞU GİBİ KILICA TAPIYORLAR"





ALANS  - Turkish Tribes

"They are long, but they are almost all Halani and beautiful little blond hair, eyes, 
arms slightly tempered grim and terrible swift."
- Ammianus Marcellinus 4th c AD



SUMERIAN 
Ebih-II the Superintendent of Mari Syria, 2400 BC 
Paris Louvre Antiquities Syria



Gökyüzü, tüm toplumlarda ve dinlerde, sahip oldukları özellikler dolayısıyla, hep kutsal kabul edilmiş ve göğe yakınlık, kutsala yakınlık olarak nitelendirilip hep arzu edilen bir şey olmuştur.“Göğe bakmak, aydınlanmak demektir. Gök, ilkel insana gerçekte nasılsa öyle görünür: sonsuz ve aşkın. Gök, insanın ve yaşam gücünün temsil edemediği “bambaşka bir şeyi” yani sonsuzluğu, mükemmel bir biçimde temsil eder.” 

İlkel insana göre gök, uçsuz bucaksızdır. Ulaşmanın mümkün olmadığı kadar yukarıda ve her şeyin üstündedir. Aşkınlığının simgesi, sonsuz olmasından kaynaklanır. Yani gökyüzü, ‘ezel ve ebed’in simgesidir. Ezeli ve ebedi olmak ise her şeyden önce tanrı’nın sıfatıdır. Böylece gökyüzünün sahip olduğu sonsuz ve aşkın olmak, ezeli ve ebedi olup en yukarda bulunmak, aynı zamanda tanrının da özellikleri olduğundan tanrı ve gök kavramları hep bir arada anılmıştır. 

Dinler tarihçisi Mircea Eliade’ye göre, “en yüksek olmak”, tanrılara özgü bir niteliktir. İnsanın ulaşamadığı yukarı bölgeler, yıldızlı gök, tanrılara özgü aşkınlık, mutlak gerçeklik, sonsuzluk gibi ayrıcalıklara sahiptir. Bu tür bölgeler tanrıların mekânıdır: Bu bölgelere, ancak birkaç ayrıcalıklı kişi göğe yükselme ayiniyle ulaşabilir. 

Bazı dinlere göreyse buralar ölülerin ruhlarının gittiği yerlerdir. “Yüksek”, insanların ulaşamayacağı bir boyuttur; doğal olarak insanüstü güçlerin ve varlıkların sahip olduğu bir yerdir. “Tapınağın basamaklarını törensel olarak çıkan ya da göğe uzanan ayinsel bir merdivene tırmanan kişi artık insan değildir; ayrıcalıklı ölümlülerin öldükten sonra serbest kalan ruhları, göğe yükselirken insan olma durumundan sıyrılırlar. 

Yine Eliade’ye göre gök, varlığıyla aşkınlığı, gücü ve değişmezliği simgeler. Gök; yücedir, sonsuzdur, dokunulmazdır, güçlüdür. Çünkü yalnızca “yüce” olmak, “yükseklerde” bulunmak (dinsel anlamda) kudretli ve kutsal olmakla eşdeğerdir. Bu nedenledir ki; göğün kutsiyeti tanrının orada bulunmasından değil, göğün ezelden beri yüce, sonsuz ve erişilmez olmasından ileri gelir. Göğün bu özelliklerine hayranlık duyan insanoğlu, en büyük sığınağı olan tanrının mekânı olarak da gökyüzünü uyun görmüştür. “ ‘En yüksek’, ‘parlak’, ‘gök’ kavramları aracılığıyla uygar halklar tanrı düşüncesini ifade ederler. Tanrının aşkınlığı, göğün ulaşılmazlığı ezeliyeti, ebediyeti ve yaratıcı gücüyle ortaya konur.”

Abdülkadir İnan, eski Türklerdeki “tanrı” ve “gök” anlamlarına gelen “teñri” terimi hakkında şunları yazmıştır: 

“Eski Türkçede ‘tengri’ kelimesi göze görünen gök ve ‘Allah’ anlamlarını ifade etmiştir. Şimdiki Şamanistler nasıl ki bir dağı yahut bir ırmağı aynı zamanda bir ruh telâkki ediyorlarsa eski Türkler da göğü öyle, yani maddi bir varlık sandıkları gök ile yüksek ve büyük ruhu- Tanrıyla aynı şey telâkki etmişlerdir.”

Gök kelimesi aslında göğün rengi olan maviyi ifade etmektedir. Zamanla gök kelimesi hem göğün kendisini hem de mavi rengini karşılarken; tanrı kelimesi yaygın olarak ‘yaratıcı’ anlamını kazanmıştır. 

Göğün kutsallığı, doğrudan gök tanrıyla ilgili olmayan pek çok ayinde ya da mitte ortaya konmuştur. Bu ayinler ve mitler aslında göğün kutsiyetinin tanrısallıktan ileri gelmediğini, yükseklik ve aşkınlık özelliklerinden dolayı kutsal olduğunu ve göğün aslında sahip oldukları bu özelliklerden dolayı tanrı mekânı seçildiğini göstermektedir. “Kutsal gök, gök tanrısı ‘ikinci’ planda kalsa da ‘yükseklik’, ’yükselme’, ‘merkez’ simgeleriyle din alanında yer almaya devam etmiştir.”

Göğün sahip olduğu bu özellikler, aynı zamanda kendisine yakın olan her şeye de ayrı bir kutsiyet yüklemiştir. Dağ, göğe yakındır ve bu nedenle çift yönlü bir kutsallığa sahiptir....

Seniha SÖNMEZ
Türk Dili ve Edebiyatı,2008







"Kıpçaklar Guzlar'ın istila ettiği bölgeyi dolaşarak Aşağı Don, Dinyeper ve Dinyester nehirlerinin bereketli, tahıl yetiştirmeye müsait topraklarında kendilerine yeni bir yurt edindiler. İşte burada onlara Kuman veya Poloves ismi verilmiştir.

Çinliler Kıpçakları sarı saçlı ve mavi gözlü olarak tavsif ederler. Memluk hükümdarı Sonkor bile sarışın fakat Kıpçak orijinliydi. Macaristan'daki Kuman torunlarına parlak, lepiska kıvırcık saçlı ve mavi gözlü oldukları içi - aralarında esmerlerine rastlansa da- "çango" derler. Ruslar'ın taktıkları "Poloves" lakabı ise "polova" kelimesinden gelmektedir ki manası parlak sarı saç rengini andıran ufalanmış saman demektedir. 14.yüzyılda yaşayan bir Arap coğrafyacısına göre "Kıpçaklar kendilerine has dindarlıkları, cesaretleri ,çevikleri, güzel çehreleri ve düzgün yüz hatları ve asaletleriyle diğer Türkler'den ayrılırlar." Şu halde Kıpçaklar tipik Avrupaoid oluşlarıyla güney komşuları Türkmenler'den ayrılırlar. Ruslar ilk defa 1055'de onlarla çarpışıp barış anlaşması imzaladıkları dönemde ak gözlü ve sarı saçlı halleriyle dikkat çekmişlerdir." ...


L.Gumilev
Hazar Çevresinde Bin Yıl



***


Blue Eyes ; "God Shall Protect Us, God is With Us"

Sumerians believed that the Gods lived in the blue sky. The figures of the Gods/Kings/Priests are inlaid with blue eyes. 

The evil eye what we know as NAZAR is coming from the Sumerians Culture. They are also the first civilization that used glass in Mesopotamia in 3500 BC. In many colors many glass beads were found with the excavations.

With the last resources, we know that they are the Turkic Tribe.*
According to the archaeological remains of the Sumerians ;they migrated mostly in Eastern Anatolia and Azerbaijan in the southern part of the Caspian Sea and north of Turkestan. In the time of Alexander the Great, they migrated for the second time to Anatolia and Azerbaijan.

The Blue Eye NAZAR have nothing to do with MEDUSA the Gorgon. It is an another story....

SB.



The Sumerians. Possibly as early as 8000 B.C.E., an ancient race lived in Mesopotamia, also known as the "Fertile Crescent," between the Tigris and Euphrates Rivers. These people were the Sumerians. They made astronomical observations and developed astronomical theories that were later borrowed by invading Semitic people from the North and West. Sumerians invented a form of writing in clay with a wedge-shaped stylus that was an evolution of their earlier pictographs. This stylus writing in clay is called cuneiform, from the Latin words cuneus, "wedge," and forma, "shape."

By the time of classical Greece, the Sumerian race had been completely forgotten. In 1846, Sir Henry Layard (1817-1894) visited archaelogical digs in the ancient Assyrian city of Nineveh. He found many clay tablets with cuneiform writing. They could not be interpreted at the time but realizing their historical importance, he sent what he found to the British Museum.

A Londoner named George Smith (1840-1876) heard of these mysterious ancient inscriptions, and devoted his spare time to studying them at the British Museum. He deciphered tablets found by Layard and others, and the British Museum gave him a permanent position because of his successes.

The cuneiform tablets proved to be an invaluable treasure trove. They were remains from the library of Ashurbanipal (668-626 B.C.E.), an Assyrian king who had all existing cuneiform tablets in the kingdom collected and copied. Thus the library contained a very complete chronology of the earlier Semitic Babylonian dynasties and their culture. Older Sumerian works that still existed were also copied.

George Smith is probably most famous for deciphering the Babylonian Epic of Gilgamesh (Bilgamesh), which included an account of the Biblical Flood. (Later, in 1914, Arno Poebel announced the deciphering of an earlier Sumerian tablet from Nippur that also described the Biblical Flood.) Smith's keen insights allowed him to decipher abbreviations that Sumerians and Babylonians used in astronomical tables. In 1876, George Smith became ill and died while on a final mission searching for missing tablets in the area surrounding Nineveh.

As the texts were deciphered, it was realized that the Semitic Babylonian was mixed with an unrelated language. This turned out to be Sumerian. George Smith published the "Annals of Assur-bani-pal" in 1871, and once again the world learned of the ancient Sumerians.

The Sumerians referred to themselves as the "Black Heads" (as did later Babylonians). Statues of Sumerians that have been excavated appear similar to some statues from ancient India. Since deciphering cuneiform, Sumerian has been classified as a Turanian language, unrelated to Semitic or Indo-European languages. 

One quality ascribed to their god En-lil was "Father En-lil, Shepherd of the Black Headed People.".......

SUMER/SÜMER/KENGER/SUMERIAN - MESOPOTAMIA = TURANIAN

"The wonderfull system of writing, called from the shape of the characters, cuneiform , or wedge-shaped was invented by the orginal Turanian inhabitants of Babylonia..."
(page 16)

"It is generally supposed that Babylonia was peopled in early times by Turanian tribes (tribes allied to the Turks and Tatars) and that these were conquered and dispossessed by the Semites..."
(page 34)

ANCIENT HISTORY FROM THE MONUMENTS - 


Muazzez İlmiye Çığ / Türkiye- Sumerolog
Prof.Dr.Saleh SULTANSOY/ Azerbaycan


Turanian is the name of the Turkish Tribes,  (Tur / Tar is the root word for Turk ; first to be seen 5000 years ago, in Assyrian tablet as Tur-uk-ki ; and An is plural in persian language.)

Kipchaks (Kıpçak-Qıpchak), one of the Turkish Tribes, in Chinees sources : "people with blue eyes"




//TURKİSH TRIBE
//BLUE EYES MAY PROTECT US