27 Ocak 2017 Cuma

Automedon, Akhilles'in Seyisi




Hydria - MÖ.575-550 - Korinth 
Automedon solda, Akhellius'un arabasını kullanırken
Akhilleus, yatar vaziyette olan Memnon'a mızrağı ile ölümcül saldırıda bulunurken. 

Etiyopya kralı Memnon'un babası Troyalı Tithonus'tur, Tithonus kral Laomedon'un oğlu ve Priam'ın da kardeşidir.  Şafak Tanrıçası Eos da Memnon'un annesidir. Troya Savaşına ordusunu getirip Akhalara karşı savaşmıştır. Savaşta öldüğünde annesi Eos'un gözyaşları onu ölümsüzler arasına katmıştır.







Ama burada Automedon ile ilgili bölümler okuyacağız...




Automedon Akhilles'in hem arkadaşı hem de arabasını süren seyistir. Aslında Patroklos'tur Akhilles'in seyisi ama eserlerin hiçbirinde Ptroklos'u araba kullanırken göremeyiz. Akhilles, Poseidon'un annesi Thetis'e hediye ettiği ve adları Ksanthos'la Balios olan ölümsüz atları Troya Savaşı'na getirir ve sonrada onları Automedon'a emanet eder.  Akhilleus'un kılığına giren Patroklos ile savaş meydanına iner, Patroklos Hekter tarafından öldürüldükten sonra intikam ateşi ile yanar. Akhilleus'un diğer seyisi Alkimedon'a arabayı kullanmasını ister ve bir savaşçı gibi meydana iner. Onun kadar yürekli bir savaşçı olmadığını söyleyerek Troyalı Aretus'u öldürür. Sonra da Patroklos'un ölüsünü almak için çırpınır, Akhilles'in ölümünden sonra Akhilles'in oğlu Neoptolemus ile Troya'nın yağmalanıp ateşe verilmesinde rol alır; 



Patroklos atları koşmasını buyurdu Automedon'a
sıraları bozan Akhilleus'tan sonra
en çok saydığı adamdı Automedon
savaşta çağrısını ossaat duyan tek adamıydı o,
Automedon koştu tezgiden atları boyundurağa
yel gibi uçan atları, Ksanthos'la Balios'u
onları Zephyros yeline Kasırga Odarge doğurmuştu
otlarken bir çayırda, Okeanos Irmağı kıyısında.
Kusursuz Pedasos'u da sürdü koşuma,
Eetion'un ilini alırken Akhilleus getirmişti onu,
ölümlüydü, ama baş ederdi ölümsüz atlarla.... 

(İlyada 16:145)





Ölünün çevresinde durmadan saldırıp birbirlerine,
sivri kargılarıyla öldürüyorlardı birbirlerini
Tunç zırhlı Akhalar şöyle deyip duruyorlardı
"Ey dostlar, gemilerimize dönmek şerefsizlik olur,
kaçmaktansa, açılsın kara toprak, yutsun hepimizi,
bizim için çok daha iyi olur bu,
bırakmaktansa atları iyi süren Troyalıları,
ün kazansınlar, kentlerine alsınlar bu ölüyü."

Ulu canlı Troyalılar da şöyle seslenip duruyorlardı:
"Ey dostlar, kaderimiz hep birden ölmek bile olsa
bu adamın çevresinde gevşemesin bir tekimiz"

Böyle deyip duruyorlar, güç katıyorlardı herkesin gücüne,
İşte böyle savaşırken onlar,
bir demir gürültüsü yüksele yüksele
tunçtan gökkubbesine vururken sonsuz havada
Aiakosoğlunun atları, savaştan uzakta, ağlıyordu,
görmüşlerdi adam öldüren Hektor'un elinden
toz toprak içine düştüğünü arabacılarının,
başlamışlardı ağlamaya
Automedon, Diores'in atılgan oğlu
hızlı kamçıyla boşuna vuruyordu atlara,
boşuna bal gibi sözler ediyor, boşuna korkutuyordu,
iki at, ne geniş Hellespontos kıyısında, gemilere
ne de Akhalarla savaşa dönmek istiyorlar,
benziyorlardı dimdik duran mezar taşına,
ölen bir adamın ya da kadının mezarı üstüne konan.

Güzel arabalarıyla duruyorlardı kıpırdamadan
duruyorlardı başları yere eğik
gözkapakları altından yaşlar akıyordu, sıcacık
gözyaşları toprağa damlıyordu
atlar ağlıyordu arabacılarının özlemiyle
ıslatıyordu gözyaşları sık yelelerini
akıyorlardı boyunduruğun iki yanından

Gördü onları Kronosoğlu acıdı,
salladı başını, söylendi yüreğinde:
"Zavallıcıklar, ne diye verdim sizi Kral Peleus'a
ne diye bir ölümlü insana verdim sizi
siz ki bilmezsiniz ölüm ne yas, ne
bahtı kara insanlarla acı çekmeniz için mi?
Şu dünyada soluk alan, yürüyen yaratıklar arasında
insandan daha acınacak bir yaratık yok.

Ama ben bırakmam Priamosoğlu Hektor'u
alıp götüremeyecek sizi, güzel işlenmiş arabanızı
Yetmez mi silahları alması, övünmesi onlarla?
Güç katacağım sizin dizlerinize, yüreğinize
savaştan kurtarıp götüreceksiniz Automedon'u
koca karınlı gemilere dek götüreceksiniz
ben Troyalılara ün vereceğim daha
sağlam gemilere kadar sokulup öldürsünler diye
gün batıp, kutsal karanlık yayılıncaya dek."

Böyle dedi, üstün bir güç koydu atların içine
iki at da yere silkti yelelerinin tozunu
sürdüler hızlı arabayı Troyalılarla Akhalara doğru
Arabanın içinde Automedon savaşıyordu... 

(İlyada 17:420,460)




...Uzun gölgeli kargısını sallayıp attı
Aretos'u yusyuvarlak kalkanından vurdu
Kalkan tutamadı kargıyı, deldi kalkanı tunç
kuşağı aşığ saplandı karnının altına
Gürbüz bir adam, elinde keskin bir baltayla
nasıl arkadan vurursa bir yabanöküzünün boynuzlarına
bir vuruşta nasıl alırsa tekmil canını
hayvan sıçrayıp düşer, serilir yere
Aretos da ölye fırladı, yıkıldı sırtüstü,
karnında sapı sallanan sivri kargı
bir anda çözdü elini ayağını

Hektor parlak kargısını Automedon'un üstüne attı
ama Automedon, kargıyı görüp eğildi öne doğru
uzun kargı gitti arkasından saplandı yere
zorlu Ares gücünü kesene dek ucu sallandı havada
O zamanlar Aias'lar ayırmasaydı onları
dövüşeceklerdi kılıçlarıyla, göğüs göğüse, ateş içinde
İki Aias duymuştu dostlarının çağrısını
kalabalığı aşığ gelmişlerdi
ötekiler ürküp gerilediler gene
Hektor, Aineias, tanrıya benzer Khromios geriledi
Aretos'u bıraktılar orda, canı çıkmış yatıyordu
çevik Ares'e denk Automedon silahlarını soydu
övündü bağıra bağıra dedi ki:
"Öldürdüm Menoitiosoğlundan daha az yiğit bir eri
Menoitiosoğlunun acısı azaldı biraz olsun"

Böyle dedi, kanlı soykaları alıp arabaya koydu
sonra kendi de bindi elleri ayakları kan içinde
bir boğayı parçalayıp yiyen arslana benziyordu... 

(İlyada 17:520-535)




Girişte, konak kapısının eşiğinde duruyordu Pyrrhus* (Neoptolemus)
Kıvançlıydı, parlak tunç pusatlarla donanmıştı
Yılan gibiydi beslenen ağulu otlarla kışın
soğuğunda, toprak altında kaskatı kesilen uyuşan,
sıcaklar başlayınca parlak derisini değiştiren,
Gençlenen, göğsünü, pırıl pırıl kuyruğunu güneşe
kaldıran, ağzından üç çatallı dilini salan, korkutan,
İri gövdeli Periphas, Akhilleus'un at bakıcısı, Automedon'un
yardımcısı, bir de Pyrrhus, Sirozlu gençler sokuldular
Konağın yanına, tutuşturan gereçler attılar saçaklara
Fırlar öne Pyrrhus, dağıtır iki ağızlı baltayla
Kapının eşiğini söker tunç menteşeleri hızla
Oyar iki yandan kapıyı tutan kalın güçlü
Meşeden direkleri, büyük bir gedik açar
Görülür konağın içi, geniş avlular, girişler
Priamus'un, önceki kralların odaları, çalışma yerleri
Eşiklerin önünde pusatlarla donanmış koruyucular.
Bir çığlık, gürültü dört bucağında konağın
Acınası yakarmalar, iniltiler, iççekişler, sızlanmalar
Işıyan yıldızlara yükselen yakınmalı kadın sesleri
Korkan, ürperen görekemli konağı tümden dolaşan
Analar, kapıları kucaklayan, öpen, ağlayan, bağıran
Pyrrhus azgın; babası, yürüyor üzerine yıkılanların
Ne bir engel, ne bekçiler durdurabiliyor onu.
Vuruyor durmadan, vargücüyle koçbaşını, yıkılıyor kapılar
Menteşeler sökülüyor, devriliyor kanatları, Danaoslar
Yıkıyor, yol açıyorlar, saldırıyor bekçileri öldürüyorlar
Savaşçıları konağa dolduruyorlar, kabaran, taşan savakları
Yıkan, ovaları basan, sürüleri sürükleyen, köpüren
Dalgalanan, üstüste yığılan sular azgın değildi
Daha bu Danaoslardan, azgın Neoptolamus'u
Boğazlarken eşikte insanları.... 

(Aeneas: 2:470-500)
Pyrrhus*un diğer adı Neoptolemus, Achilleus'un oğludur.





Sonuçta Patroklos'ta, Akhilles'te, Automedon'da Troyalıların vatanını işgale gelmişti... 
Ne "biz" olan Hektor, Aretos,  Ne de "bizim" olan Troyalılar bu olup bitenleri haketmişti!..  
Dökün gözyaşlarınızı toprağa, anın vatanını savunanları... 
SB




ilgili:





Türkic-lingual Period Of European History






Türkic-lingual Period Of European History
by Yu.N.Drozdov, 2011



As far back as once can reach into historical memory, the European continent already contained several ethnically homogeneous territories. The westernmost was Gaul (Latin: Gallia) or Celtica. To the east, as far as the Vistula River, extended Germania, Eastwards from the Vistula as far as the Ural Mountains, lay the territory called by some ancient writers Scythia, by others Sarmatia, while yet others refer to part of it as Scythia and part as Sarmatia, Britain, Scandinavia and the Sub-Apennine peninsula were separate entities with distinct ethnicities, as was the İberian peninsula south of the Pyrenees. The vast wxpanse of Scythia-Sarmatia was, moreover, from the very beginning itself divided into an assortment of substantial territories. An ethnic territory owes its name to the ethnonym of the dominant people or tribe living there. The lands in question, however, were occupied by a large number of different tribes and peoples all possessing their own ethnic names.


All ancient, and most carly mediaeval, written sources concerned with European history exist in one of two languages: Ancient Greek or Latin. Neither was much in use in ancient times for vernacular purposes on the European land mass, and after Late Antiquity they effectively fell into complete desuetude.


According to relevant historical written records compiled in the period between Antiquity and the Early Mediaeval period, there wer more than 2.500 names of tribes and peoples on the European land mass. None of these names are derived from Ancient Greek or from Latin, but from some other European language. Yet, ethnonymos being themselves words that reflect the name of a defined community of people, it follows that they must have been integral to the lexicons of those languages spoken by European peoples at the time. To judge, however, from the great number of ethnonyms and other terms cited in the ancient sources, these languages differed fundamentally from those spoken by European populations today. This naturally gives rise to certain questions: what were the languages? Who spoke them? What is the relationship of their speakers to today's European peoples? In what way and for what reasons did their languages change to those we hear today?


The earliest European ethnonym to be found in the pages of ancient written sources is that of the Cimmerians. Semantic and etymological analysis of this word shows it to have been typical Turkic tribal nomenclature. Ancient sources provide detailed information that the Cimmerians belonged to the Scythian people who were later called the Huns. Generally speaking, the Ancient Greeks bestowed the appellation "Scyth" on all those European tribes whose religious orientation, to judge from the semantic implications of the word, centred on fire worship. The name the peoples themselves used to describe their race was, however "As".


Modern opinion holds that the Scythians inhabited a vast territory stretching from the Urals to the Vistula. Other names for them were the Sarmatians or the Savromatians. Analysis of their tribal ethnic names shows that they were all Turkic-Speaking; indeed the works of numerous contemporary scholars and specialists demonstrate convincingly that the Scythians were a Turkic people, and this is directly confiremed by the documentary evdence in Western European written records from the Middle Ages.


Moreover the Scythians were anthropologically speaking predominantly of the Europid type. The primeval habitat of the Scythian tribes in Europe, including Huns, Avar, Bulgars and others, was the Middle Volga Region and the Kama River Basin, where they appeared probably no later than the third millenium BC. Some of these tribes subsequently settled in the wide expanse of land between the Volga and the Don, an area they began to call Asia. 


At some point evidently around the end of the third millenium BC, tribes from the Middle Volga Region migrated to Central, Southern and Northern Europe, passing as they went through the Upper Volga and the lands surrounding the Baltic Sea. In all probability these tribes were the progenitors and guardians of the so-called Battle-Axe Cultre. At a later date these Turkic-speaking peoples from the Middle Volga and Kama Basin Regions began also to migrate, via the Sea of Azov and Black Sea reigons, to Southern, Central and Northern Europe. In this way, since earliest antiquity the dominant peoples of Europe stemmed from Turkic-speaking tribes.


Taking all factors into consideration, it seems likely that the greater part of the European territory into which the Turkic-speaking peoples migrated would have been inhabited by abroginal populations speaking autochthonous languages which were inflected. Clues, albeit extremely rare and meagre, that these lands were indeed inhabited by such tribes and peoples are occasionally to be found in the written records of ancient writers. The theory that the languages spoken by such folk would have been inflected, or fusional, rests on the following propositions.


As had already been pointed out, the only written sources to have been discovered in Europe dating back to antiquity arc in Greek and Latin even though, based on ethnonyms, onomastic and other linguistic studies a significant proportion of the population at this time must have been Turkic-speaking. But from the 10th to 12th centuries AD onwards written sources start to appear in a variety of inflected tongues which form the basis for all languages spoken throughout Europe today. To be precise no trace have come down to us today of any inflected language before the 10th to 12th cneturies. Moreover, at a slightly earlier time than this, sources in Ancient Greek disappear from the record, followed after a short while by Latin. 


Later still Turkic onomastics and terms vanish from the Latin sources: all that remain are some Turkic ethnonyms surviving in corrupted forms in the nowporliferating fusional languages. To judge from written sources and archeological findings no significant waves of foreign-languages-speaking populations penetrating into Europe occured at this time. All these considerations give rise to the presumption that on the eve of the 10th -12th centuries AD the Turkic-speaking population of Europe changed from speaking Turkic to inflected tongues. And this may mean that although inflected languages had already been spoken there, or to be accurate the peoples whose languages these were had been living there since remote antiquity, for some reason the Graeco-Latin sources make no mention of them.


One reason for this may have been their social status. They were most probably indigenous populations whom the incoming Turkic-speaking tribes migrating th their territory subjugated as they invaded, condemming them to a disenfranchised, historically inert position in the very lowest stratum of society, dismissed as the common folk, savages with whom the incoming Turkic-speaking population would have little or no contact. But a particular moment in history, one may speculate, under the influence of powerful external factors, the Turkic-speaking section of the population that had held sway over Europe for centuries found itslef obliged to adopt the inflected language of the indigenous peoples it had for so long subjugated.


Possibly the underlying causes of this development are to be found in religion: from the end of the 4th century as schism ran right through Christendom. The Catholic Church was in the ascendancy throughout the Roman Empire, whereas the populations of the remaining areas of Western and Central Europe inhabited mainly by Turkic-speaking peoples of Scythian origin, clung to Arianism. Preached usually in the Turkic language, this was a theology universally proscribed as heretical, and heretics were savagely persecuted and repressed.


Inasmuch as the Turkic language was associated with Arianism, those whose tongue it was could well have shifted to that of the indigenous common people for fear of the repression imposed by the all-powerfull Catholic Church. This, then, could have been the principal reason why those sections of the European population speaking Turkic abandoned it in favour of inflected languages. The Church's chief instrument of repression in this proces was the Inquisition, which was no doubt instituted expressly for the purpose.


In Eastern Europe the ethnic parameters developed rather differently. In the Middle Volga and Kama Basin Regions, as well as the area lying between the Volga and Oka Rivers, and North-Eastern Pribaltika, the longest-establised populations were probably Finnic-speaking tribes. At some far off period of time Turkic-speaking peoples migrated into these areas, where although they lived side-by-side with the indigenous populations they did not mix reacially. The indigenous tribes living in the northern parts of the Eastern Baltic Region, however form an exception to this patterns as they were quick to assimilate their Turkic-speaking migrants.


It is difficult to speak with any certainly about the ethnic origins of the ancient popultaions of the Middle and Upper Dnieper regions. Somewhere around the 5th century AD Slavic tribes migrated to Eastern Eruope. These were Southern Slavs who had come originally from Dalmatia thence passing through Bohemia, Poland, Northern Bielorussia to settle in the Volga-Klyazma River reigon. Another group of Slavic tribes from the Middle Danube region made its way, probably at a later date, to settle in Central Europe in the regions of the Middle Dnieper and the Oka Basin. Some of the Rus' Turkic-speaking tribes originally from the Middle Volga and Kama Basin regions, in joining the general migratory wave, took the northern route to end up in Eastern Pribaltika while still others came to the Eastern shores of the Sea of Azov. 


In teh middle of the 9th century AD Pribaltika peoples of Rus' origin penetrated as far as Lake Ilmen and then dispersed to the Middle Dnieper, exercising control and influence over the resident Slavic tribes. By the 11th century they had moved as far as the Volga-Oka region. Written records from this area mention the presence there of the Mosk* people who were to establish the powerful mediavel state known as "Moskovia". Such is, therefore, the likely ethnic background against which the ethnogenesis and subsequent history of the entire European community of peoples took place.


It should be pointed out that the theses and conclusions outlined in the propesed work are for the most part founded on an analysis of ethnonyms and other terms, and to some extent on an interpretation of historical data, that are absent from the central focus of most contemporary historiography. Needless to say, a comprehensive and credible understanding of all the processes involved in the ethnogenesis of the peoples of Europe requires the facts presented in the present work to be seen in the context of relevant findings from the fields of archeology, study of ancient texts, linguistics, turcology, ethnology and other related disciplines. Neverthless, the significant scope of the information gleaned from study of ethnic names and other terms offers a basis for the proposition that a considerable elapse of time in the ancient history of Europe was a Turkic-speaking period, that is to say a time when the predominant element of the population of Europe in antiquity spoke a form of the Turkic language.


The purpose of a previous publication "The Turkic Ethnicon Analysis of Old European Nations" was to demonstrate on the basis of the earliest historical sources the  ethnic origins and relationship of the primeval tribes and people of the Europe of antiquity; to decipher their ethnonyms and to form an understanding of qhy it came about that these ancient denizens of our common land spoke in languages so fundamentally different from ours today. The results of this preliminary research were set out in that book. The project now proposed is a corrected, amplified and partly revised second edition. The corrections stem from supplementary researches consisting, in the main, of further semantic analysis of a range of ethnonyms and terms. Additional material and partial revisions have been generated by the attempt to consider yet again a series of questions concerning the ethnogenesis of European peoples, taking into account their various ethnic roots and inter-European migratory processes. This work has necessitated amore precise title for this second edition.


For their work in the preparation of this book for the press the author wishes to express his deep appreciation to G.Zavgorodnyaya, A.Zavgorodny, A.Phillips and G.Shuke.



Book is in Russian language: 




* Mosk people are Tree People; in Turkish Moşk-Muşki-Meşe, just like Agathirzi in ancient records, i.e. Ağaçeri Turks, one of the Scythian tribe, was also living in Turkey in the East of Black Sea Region in BC times.


Turks in the Black Sea Region in BC times:











16 Ocak 2017 Pazartesi

Andromache; Ektor'un Eşi ve oğulları Sakamaner







Ektor'un eşi Andromahi (Andromache) kucağında oğlu Astianaks (Astyanax, öbür adı Skamandrios) ve Hellen 
Ektor'un ölümü için yas tutuyor, saçlarını yoluyorlar.
MÖ 6.yy - Hera Tapınağı (Foce de Sele) de bulunmuş.
Ulusal Arkeoloji Müzesi Paestum/İtalya




Andromakhe karşıladı Hektor'u
dadı da arkasından geliyordu
memedeki yavrucağızı taşıyordu kucağında
Hektor'un gözbebeğiydi o
ışıldayan yıldıza benziyordu
Hektor, Skamandros'lu derdi ona
başkaları Astyanaks, kentin kralı derdi
İlyon'u tekbaşına koruyan Hektor'du da ondan
Hektor baktı çocuğuna gülümsedi.


Andromakhe yanında ağlayıp duruyordu
Tuttu kocasını elinden diller döktü
"Ah kocacığım bu hırs yiyecek seni
yavruna , talihsiz karına acıma yok sende
dul kalmama, biliyorum az gün var
Akhalar üstüne saldırıp öldürecekler seni
Sensiz kalmaktansa toprak yutsun beni daha iyi ...


... Ak kollu Andromackhe başladı kadınlar ağıtına,
aldı elleri arasına adam öldüren Hektor'un başını:
"Erkeğim benim, göçüp gittin genç yaşında
gittin, evimizde dul bıraktın beni
çocuğumuz da ufacık körpecik
bizden olan kara talihli ikimizden
bilmem gençlik çağına erer mi ki
bu kent yerle bir olacak baştan aşağı
sen öldün, onun koruyucusu bekçisi
sen soylu analar, çocukları ayakta tutan
Onları koca karınlı gemiler götürecek yakında
beni de götürecek gemiler, yavrum beni de
sen benim ardımdan geleceksin belki
şurda burda bayağı işler göreceksin yavrum
didineceksin katı yürekli bir efendinin gözü önünde
belki bir Akhalı surlardan aşağı atacak seni
Hektor öldürdü diye kardaşını onun
babasını ya da oğlunu öldürdü diye
böyle alacak öcünü Hektor'dan
Amanın böyle ölüm yürekler acısı!..

İlyada 6:400 - 24:725



Hektor'un öldürülmesinden sonra oğlu da öldürülen Andromakhe Achilles (Aşil)'in oğlu Neoptolemos'a esir düşer. 
O da Orestes tarafından öldürülmüştür. Daha sonra Hektor'un kardeşi Helenos'la evlenir. (Euripides)



Truva halkı tarafından "Astyanax" olarak adlandırılan Hector ile Andromache'nin oğlu "Scamandrius"un öldürülmesi...

Solda; bilinmeyen artist, Euripides'in yazılarına göre öldürülen Astyanax
Ortada; ressam Edouard-Théophile Blanchard (1844-1879) "Astyanax Ölümü". 
Neoptolemus ise bir Afrikalı olarak resmedilmiş.
Sağda; Bilinmeyen artist, bir Akhalı annesi Andromache'nin kollarında Truva prensi Sakamandır'ı kılıcı ile öldürüyor. 
MÖ 675- 650, Mykonos Arkeoloji Müzesi.





Sakamandrius, Aşil (Achilles)'in oğlu Neoptolemus (Pyrrhus) tarafından öldürüldüğünü Little İliad (Küçük İlyada) ve Pausanias yazarken, Euripides ile Ovid ise isim vermez ve "Truva surlarından bırakıldı" der. Milletli Arctinus'a göre Sakamandır'ı Odysseus öldürmüş ve Andromache'yi savaş ganimeti olarak götürmüştür. İlyada'da ise Andromakhe Hektor'un ölümüne ağıt yakarken oğluna; " ya esir olacaksın, ya da öç almak için surlardan aşağıya atacaklar" demektedir. Bazı kaynaklar ise Akhaların eve dönmelerine Borea (Bora Kuzey rüzgarı) rüzgarının yardımcı olması için, kurban edildiğini öne sürer. 


" belki bir Akhalı surlardan aşağı atacak seni, "
[Homer İlyada 24:735]



[Saldıranlar sanki haklıymış gibi öç alacakmış. Akhaların öç alma gibi bir hakları yoktur!. Hektor'un "adam öldüren" olarak tarif edilmesi bile taraflı yazıldığını ortaya koyuyor. Hektor vatanını savunurken tabi ki öldürecek.. Homer'in Truva savaşından 400 yıl sonra yazdığı kitapları, MÖ.3.yy'da Efesli Zenodotus "hazırlayıp düzenlemiştir". Sadece bu dizeler bile İlyada'nın nasıl da "Hellenistik" bir tarzda yazıldığının kanıtıdır.]





***



SCAMANDRİUS - SAKAMANDER - SAKA - MAN - ER 
ASTYANAX - ASTİANA - ASTİN - AS - ASTA - ASTANA 

SCAMANDRİUS - SAKAMANDER - SAKA - MAN - ER 
- SAKA = Saka (İskit) Türkleri (Truva'da Scamander Nehri ve Saka Kapısı)
- MAN = Mübalağ eki, büyütme ; kocaman, toraman, karaman gibi 
(bknz.Mehmet Eröz; ve, "Man eki Türkçedir, Sümer de vardır, batılılardan gelmemiştir." Nesrin Güllüdağ)
- ER = Er kişi

ASTYANAX - ASTİANA - ASTİN - AS - ASTA - ASTANA 
- AS = Ulu, yüce ; AS/SA Türkleri; Saka
- TİN (TIN) = Ruh, nefes
- ASTA = Yavaş, sükünet, sessizlik, giriş kapısı.


***



kaynaklar:

* Pausanias (MS 2.yy) - Descriptions of Greece, 10.25.9:

"The Trojan women are represented as already captives and lamenting. Andromache is in the painting, and near stands her boy grasping her breast; this child Lescheos says was put to death by being flung from the tower, not that the Greeks had so decreed, but Neoptolemus, of his own accord, was minded to murder him. "


* Ovid (MÖ 43-MS 17) - Metamorphoses, 13, 399-428 :

"The Dardanian women, embracing the statues of their nation’s gods while they still could, and thronging the burning temples, were snatched away by the victorious Greeks as enviable prizes. Astyanax, was thrown down from that tower, from which he used to see his father, Hector, whom Andromache his mother pointed out to him, as Hector fought for him, and protected the ancestral kingdom."


* Euripides (MÖ 480/4-406) - The Trojan Woman 709 ff:

Talthybius: They mean to slay your son; there is my hateful message to you.

Andromache: Oh me! this is worse tidings than my forced marriage.

Talthybius: He must be thrown from Troy's battlements. Let it be so, and you will show more wisdom; do not cling to him, but bear your sorrows with heroic heart, nor in your weakness think that you are strong.

Andromache: My dearest! my own sweet child and priceless treasure! your death the foe demands, and you must leave your wretched mother. ... Hide me and my misery; cast me into the ship's hold; for it is to a fair wedding I am going, now that I have lost my child!


* Little İliad (8th - 6th c BC) fragment 14, Scholiast on Lycophr. Alex., 1268:

"Then the bright son of bold Achilles led the wife of Hector to the hollow ships; but her son he snatched from the bosom of his rich-haired nurse and seized him by the foot and cast him from a tower. So when he had fallen bloody death and hard fate seized on Astyanax. And Neoptolemus chose out Andromache, Hector's well-girded wife, and the chiefs of all the Achaeans gave her to him to hold requiting him with a welcome prize. And he put Aeneas, the famous son of horse-taming Anchises, on board his sea-faring ships, a prize surpassing those of all the Danaans."


* Arctinus of Miletus 8th c BC, Sack of İllium, fragment 1, synopsis: 

"The Greeks, after burning the city, sacrifice Polyxena at the tomb of Achilles: Odysseus murders Astyanax; Neoptolemus takes Andromache as his prize, and the remaining spoils are divided. "


* Homer - Iliad , Book: 24.730-745

For thou hast perished that didst watch thereover, thou that didst guard it, and keep safe its noble wives and little children. These, I ween, shall soon be riding upon the hollow ships, and I among them; and thou, my child, shalt follow with me to a place where thou shalt labour at unseemly tasks, toiling before the face of some ungentle master, or else some Achaean shall seize thee by the arm, and hurl thee from the wall, a woeful death, being wroth for that Hector slew his brother haply, or his father, or his son, seeing that full many Achaeans at the hands of Hector have bitten the vast earth with their teeth; for nowise gentle was thy father in woeful war. Therefore the folk wail for him throughout the city, and grief unspeakable and sorrow hast thou brought upon thy parents, Hector; and for me beyond all others shall grievous woes be left. For at thy death thou didst neither stretch out thy hands to me from thy bed, nor speak to me any word of wisdom whereon, I might have pondered night and day with shedding of tears.”



A Classical Manual: Being a Mythological, Historical... by John Murray


















15 Ocak 2017 Pazar

TÜRK KÜLTÜRÜNDE AT




"Kırgızistan'da Tanrı Dağları'nın kollarından Aladağlar üzerinde, deniz seviyesinden dört bin metre yükseklikte 
yer alan Saymalıtaş'ın en çarpıcı resimlerinden biri: 
At Üstünde Ayakta Ok Atan Süvari." 
Servet Somuncuoğlu






Eski kaynaklar bir Türk’ün her zaman yanında atı olduğunu söyler ki, yine Türklerdeki bir inanışa göre, onlar atla beraber yaratılmışlardır. Tarihteki Türk’ün hiçbir hayvanla bu denli içli-dışlı olduğuna şahit değiliz. Keza bugün de Hazar ötesi Türklerinin hepsinin hayatında atın ayrı bir yeri vardır. Öyleki zamanımız Türkmenistan’ı ata verdiği önemi göstermek ve bu geleneğin bozulmadan devamını sağlamak için, dünyada tek olan bir at bakanlığı kurması son derece dikkat çekici bir husustur.


Her ne kadar Batı Türkleri ve bilhassa Anadolu ve Balkanlarda yaşayanların hayatında artık atın pek bir yeri yoksa da, ona karşı beslenen tarihi sevginin izleri bugün dahi kaybolmamıştır. Bununla birlikte kaynakları incelediğimizde eski Türklerin beslediği hayvan türlerinin en başta gelenleri at ve koyun idi ki, bu tür hayvan yetiştiriciliğin izlerine Türklerin hayatında M. önce 3000-2500’lerden beridir rastlanılmaktadır. Hatta Andronovo kültüründe birkaç tür at görüldüğü gibi, koyun ve keçi de onların en önemli servetleri arasında yer almaktaydı. Bazan öyle iri ve uzun bacaklı koyunlar oluyordu ki, bunlar bir araba tekerini bile sürükleyebiliyorlardı. Türk çağından kalma eski yazıtlara baktığımızda onlar, iyi beslenmiş ve yetiştirilmiş at, koyun, keçi, deve, öküz, inek, geyik, kotuz (yak) gibi hayvan sürüleri için “sekiz adaklıg barım” (1) diyorlardı (2). Netice itibarıyla zengin veya fakir herkesin bir miktar hayvanı mevcuttu (3), ama elbette bunun içinde atın yeri bambaşkaydı. Dolayısıyla Türk sosyal hayatını incelediğimizde atçılık biraz daha ön plana çıkar. 


Genellikle ailelerin sahip olduğu bu hayvanların sayısı onbinler, hatta yüzbinlerle ifade edilmektedir. At sadece eti, sütü ve derisi (ki bu süt Türk’ün birinci içeceği kımızın hammaddesidir) için değil, aynı zamanda bir savaş vasıtası olarak yetiştiriliyordu. Bu açıdan bakıldığında ekonominin de temel taşlarından birisi olduğu gibi, askeri ihtiyaç teşkil ettiğinden önemi tartışılmazdır.


Türk-İskitler çağından beri onlar attan faydalanıyorlardı. Bu yüzden Türklerin medeniyete kazandırdığı iki mühim şeyden birinin at, diğerinin de demir olduğunu söyleyebiliriz. Bir savaş ve ulaşım aracı olarak tekerlekli vasıtalarla, uçaklar bugün ne ise, günümüzün şartlarıyla kıyasladığımızda; at da geçmişte öyle idi. Dünyada ilk defa atı ehlileştiren, bir binek hayvanı ve savaş aracı olarak kullanan Türkler, bu üstünlükleri sayesinde binlerce kilometrelik alanları bir anda geçmişler ve pekçok yere sahip olma imkânına kavuşmuşlardır. Bunun en güzel misalini Dede Korkut Hikâyelerinde; “at işler, er övünür” ve “yaya erin ümidi olmaz” atasözlerinde görmekteyiz (4). Çünkü bundan binlerce yıl öncesinin bozkır hayatını göz önüne getirdiğinizde, at olmadan hiçbir şey yapmak kolay değildi.


Bir Türk için dünyada üç vazgeçilmez varlık söz konusudur: At, kadın, silah. Bu mefhumların manası ve derinliği kavrandığında, Türk erinin neden bunlara böylesine kıymet verdiği de anlaşılır. Latin-Bizans eserlerinde Türk-Hunların yerde kendilerini güvende hissetmemeleri nedeniyle, at üstünde yaşayıp, uyudukları bildirilir. Adeta at üzerinde doğuyorlar, at üzerinde ölüyorlardı. Onlar andlaşmaları bile bazan at sırtında görüşürlerdi. Mesela 5. asrın başlarında Avrupa Hunlarının hakanı Yılduz, Bizans’ın Trakya valisi ile yaptığı konuşmayı atının üstünde gerçekleştirmiştir. O, burada göğe bakarak; “güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar her tarafı fethedebilirim” diyerek sınırsız gücüne dikkat çekip (5), Romalıları korkutmuş idi.


Herhalde kendileri için bu kadar önemli olan bir hayvanın yetiştirilmesi, ticareti ve gıda amacıyla kullanılması gelişi-güzel değildi. Belirli zamanlarda ülke genelinde insan ve hayvan sayımını yapan Türk yetkililer, ne kadar ata sahip olduklarını da biliyorlardı. Her merada ve kabilede bulunan at sayıları kontrol ve kayıt altındaydı. Uygur Türklerine ziyarette bulunan elçilerin ve İslam tarihçilerinin notlarında, Beş Balık’taki atların çokluğu yüzünden sayılamadığı, ancak renkleri vasıtasıyla ayrıldıkları; muhtemelen Turfan Uygur hükümdarına da “atların kaganı” dendiği söyleniyor (6). At sayısının çokluğu aşiretin ve onun yöneticisinin bir övünç kaynağı olduğu gibi, devletin güvenliğinin de ana direklerinden birisiydi. İşte buna binaen Türk devleti seferberlik vakitlerinde hangi kabilenin ne kadar asker ve at vereceğini bu kayıtlara bakarak tespit ediyordu. Tahminimiz odur ki, çok eski çağlardan itibaren hakan atlarını gütmek için seyisler mevcuttu ve daha sonraki devirlerde devlet içerisinde bu durum müesseseleşti.


Türkler genellikle komşu devletlere başta at ve canlı hayvanlarla, hayvan ürünleri satıyorlardı. Mesela Bizans ve Çin’den ipek, ipekli kumaş, takı malzemeleri, porselen türü kap-kacaklar, pirinç ve diğer hububat cinslerini alırlarken buna karşılık silah, at, deri, kürk ve hayvani gıdaları pazarlıyorlardı. Bilhassa 8. asrın ikinci yarılarından sonra Uygurlar, Çin’e bol miktarda at ihracına başladı. Onlar her atın yerine kırk top ipekli kumaş istiyorlar, her defasında da onbinlerce at getiriyorlardı. Ancak hayvanlar zayıf ve yaşlı olduklarından hiç bir işe yaramıyordu. Bütün bu alış-verişler beraberinde bir de gerginliğe neden oluyordu. Çin devleti bundan son derece zarar görmesine rağmen, gelenleri de geri göndermek cesaretinde bulunamıyordu. Bu üzücü durum yüzünden Çinliler şiirler yazıyor, türküler yakıyorlardı ki, işte bunlardan birisinde; “Uygur at satmaya geldiği zaman, onun geçtiği yolların kenarında ot kalmaz. Bu hastalıklı atlar için elli top ipek alırlar” mealinde ve uzayıp giden mısralar söz konusudur (7). Netice itibarıyla ticaretin de en mühim mallarından biri at idi.


Muhtemelen at, öküz ve develer tarafından çekilen arabaları da evvela Türkler icat ettiler ki, göç mevsimlerinde çadırlarını bu arabaların üzerinde taşımaları gayet kolay idi. Eski Romen kaynakları da Türkleri anlatırken; evlerinin tekerlekli arabaların üzerinde olduğunu ve sürülerinin peşinde dolaştıklarını yazarlar. Buna benzer ifadelere Çin yıllıklarında da rastlamaktayız.


Türklerin atı bu şekilde yönetmeleri ve onlara bir ayrıcalık sağlamasından yola çıkarak, Çinli ve Avrupalı halklar da attan yararlandılar. Elbette atın ehlileştirilmesi suretiyle suvarilere dayalı atlı birliklerin ortaya çıkması, Avrupa’da Türklerin “aplık” sistemine benzer şövalyeliğin ikamesi, Çin’de de kalabalık atlı ve okçu birliklerinin teşekkülü onların saldırı ve savunma dirençlerini kat kat artırdı. Bunun dışında eski Türk atlarının bazı cinslerinin çok meşhur olduğunu, zaman zaman Çin vesikalarında bunlara “kan terleyen” atlar dendiğini de biliyoruz. Tarihte gayet gösterişli ve güzel bu at cinslerine daha sonraları başka türler de karışmıştır. Buna örnek olarak iri ve yüksek Kazak atlarını gösterebiliriz. Ayrıca özel bir itinaya da ihtiyaçları yoktu; kışın bile buz ve kar altından kendi yiyeceklerini sağlayabiliyorlardı. Basit ağıllarda barınabilmekteydiler. Türk’ün ekonomik ve diğer sosyal hayatında bu denli mühim yeri olan bir hayvanın çaldırılması çok kötü karşılandığı gibi, bu suçu işleyenlerin cezası da yakalandıkları takdirde ölümdü (8).



Çin kaynakları ünlü Börü Tonga’nın (Mo-tun) atının ne kadar hızlı koştuğuna ve cinsinin iyi olduğuna işaret ediyorlar. Elbette ki bunlar sıradan hayvanlar değildi. Mesela yine Börü Tonga’nın (Mo-tun), babası Tümen Yabgu’nun (Tu-man) atını oklatması devlete başkaldırı olarak yorumlanmaktadır (9). Çünkü hükümet başkanlarının atları aynı zamanda devletin malı olduğu için bir resmi hüviyeti de bulunmaktaydı.


Kurban kesilecek hayvanların da en makbulü yine at idi. Meşhur Dede Korkut Hikâyelerinde beylerin attan aygır, deveden bugra, koyundan koç kestirdiklerini biliyoruz. Kazan Beg’in Oğlu Uruz Beg’in Tutsak Olması Hikâyesi’nde, Uruz babasına; “aygır atımı kesip, aşımı versin”, Uşun Koca-oglu Segrek Destanı’nda, Segrek de sevdiği kıza; “aygır atımı kesip, aşımı ver”, der. Dede Korkut’taki bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Kurban edilen atın kafatasını bir sırık üzerine takan Altay ve Saha Türkleri derisini de bir ağaca geçirip, tıpkı at şekline sokuyorlardı. Altay Türkleri buna “baydara”, Saha Türkleri “tabık” veya “kereh”, derinin takıldığı ağaca da “tükölö” demekteydiler (10).


Günümüzde bir kısım Türklerde, atların da renklerine göre kurbanı ve derman oldukları hastalıklar söz konusudur. Mesela gök at kurbanı baş hastalıklarının def’i, boz at kurbanı karın ve göğüs hastalıklarından korunma, doru at kurbanı veremden sakınma, sarımtırak atlar da romatizmayı uzak tutmak amacıyla kesiliyordu (11).


Atlar devletlerarası andlaşmaların imzalanmasında da kurban edilmekteydiler. Mesela M.Ö. 40’larda Hun hakanı Kun Kan (veya Korug Kan/Hu-han-yeh/M.Ö. 58-31) Çin devleti ile yaptığı andlaşma sırasında beyaz bir at kestirdi. Mutabakat metninde; “bu günden başlayarak Çinliler ile Türkler tek bir aile gibi olmuşlardır. Bütün nesiller birbirlerini kandırmayacak ve savaşmayacaklardır. Sınırlarda habersizce yağmada bulunanlar cezlandırılıp, yitirilen mallar tazmin edilecektir. Hangi ülke bu anlaşmayı önce bozarsa, Tanrı’nın laneti üzerlerine olsun. Bundan sonra oğullarımız ve torunlarımız, bu ittifaka sadık kalsın” (12), deniyordu. Ayrıca 626 senesinde Kök Türk Kaganlığı ile Çin arasında gerçekleşen Wei Nehri barış andlaşması imzalanırken yine beyaz bir atın kurban kesildiğini görmekteyiz (13) .


Mesela yine Türklerdeki bir inanca göre, at yılında doğanlar sürekli hareket eder, savaşır ve avlanırlar. Bazı Türkler, Kıyamet Gününde atlarıyla buluşacaklarına inanırlar. Öyle ki yüksek dereceli kişilerin cenazelerinde, atları da onlara eş olurlardı. Altaylar ve Mogolistan’ın çeşitli yerlerinde açılan kurganlarda bulunan atlar ve onların vaziyeti bunu ispat ediyor (14). Bu gelenek Osmanlı döneminde dahi tatbik edilmiştir. Ölen kişinin cenaze evi veya çadırının etrafında at ile dönülür; bir yas alameti olarak eyer atın sırtına ters vurularak cenaze alayının önünde yürütülürdü.


Burada bir hususa daha kısaca değinmek istiyoruz: Çin kaynaklarına bakarak, araştırmacılar 7. yüzyıldan önce Türklerde ölüyü yakma âdetinin olduğunu, 7. asırdan sonra da belki kendisini cennete götüreceğini ya da yine öbür tarafta üzerine bineceğini düşündüğü atıyla beraber gömme geleneğinin yaygınlaştığını söylüyorlarsa da (15), böyle bir genelleme yapmak mümkün değildir. Ancak birtakım istisnai durumlar olabilir. Çünkü at bozkırlı Türk’ün her türlü ihtiyacını karşılayan bir canlı idi. Üstelik öyle kolayca büyüyüp, yetişmiyordu. Her zaman at eti yenmesi ya da her sıradan törende at kesilmesi mantık haricidir. Dolayısıyla sadece hakan veya çok yüksek derecedeki devlet görevlileri belki de atlarıyla birlikte defnedilmekteydi.


Ayrıca ta İslami döneme kadar süregelen bir geleneğe göre, bazı hükümdarların türbelerinde, belirli günlerde altın gerdanlıklar ve atlas kumaşlarla süslü atların bekletilmelerinin yanısıra savaşlara da atlarını böyle özenle hazırladıklarını kaynaklar bize haber veriyor (16). Türk atlarının eyer, yular, gerdanlık, göğüslük, terki örtüsü, heybe, kamçı, üzengi, yem torbası, köstek, zırhları vs. araçlardan ibaret biniş takımları da birer sanat eseriydi.


Onun yeri Türk edebiyatında da bambaşka olduğu gibi, Kök Türk Yazıtlarında da meşhur Köl Tigin’in atlarının isimlerinin sayıldığını biliyoruz (17). Ünlü Manas Destanı’nda yiğitlerin hepsinin atının adı vardır (18). Hatta bunun gibi Türk hikâyelerinde zaman zaman kahramanlar atlarıyla konuşurlar. Dede Korkut’ta, Kam Börü Beg-oglu Bamsı Beyrek Hikâyesinde, Beyrek Boz Aygır’ını şöyle över:


Açık meydana benzer senin alıncığın,
İki gece ışığına benzer senin gözceğizin,
İpek ibrişime benzer senin yeleciğin,
İkiz kardeşe benzer senin kulakçığın,
Eri muradına erdirir senin sırtın.
At demem sana, kardeş derim.
Kardeşimden daha ileri.
Başıma iş geldi, yoldaş derim,
Yoldaşımdan ileri (19).


At ile bu denli içli dışlı olmuş bir kavmin destani edebiyatında da atlar önemli bir rol oynar. “Kongur Atlı Kazan” misalinde olduğu üzere kahramanlar çoğu vakit atlarının isimleriyle anılmaktadır (20). Çin kaynaklarına baktığımızda, Ak Hunların çok güzel ve kıymetli bir cins atlarının olduğunu görürüz. Bu değerli hayvanların dünyaya gelişi hakkında şöyle bir hikâye anlatılıyor: Ak Hunların oturduğu yerde bir mağara ve bunun içinde de bir kutsal at varmış. Buraya bütün kısraklar sürülür ve burada çiftleştikten sonra Wu-shu-po-li dedikleri iyi bir cins at doğarmış (21). Hatta bunun gibi Türk hikâyelerinde zaman zaman kahramanlar atlarıyla konuşurlar.


Türk milletinin hayatında at o denli önemlidir ki, buna dair gelenek ve inanışlar sayılmakla bitmez. Belki yukarıda özetlediklerimizi biraz daha açacak olursak; atı Tanrı’nın yeryüzüne gönderdiğine; ölen bir adamın atının gözü defin sırasında yaşlı ise o kişinin cennete gideceğine; at sırt üstü ağnanırsa havaların bozulacağına; gebe kadınlar atların yanında çok gezerse, doğumlarının kolay olacağına; at nalının nazarı önlediğine; rüyada at görülürse dileğin gerçekleşeceğine inanıldığı gibi; yönlerin tarifinde at doğuyu, kuş güneyi, balık kuzeyi, ayı batıyı gösterir (22). Bunun yanı sıra iyi cins atlar “özlük, topucak, yügrük, bidevi” gibi isimlerle de anılmaktaydı. Ayrıca ata “yunt” diyen Türkler bunun sürüsü için “yılkı” (23) adlandırmasında bulunurken, onları yaşına ve cinsine göre de ayırıyorlardı. Aygır, kunan, dönen, besti, kısrak, bi, tay, kulun, igdiş vs. Yürüyüş biçimleri içinse rahvan, eşkin, yorga, dörtnal, tırıs gibi terimler kullanılmaktadır. 


Sadece Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lûgat-it-Türk adlı eserine baktığımızda, onlarca at ismi ve at ile alâkalı deyim olduğunu görmek mümkündür. Kitaptan seçebildiğimiz kadarıyla bunları şöyle sıraladık: Aran/oran (at tavlası), at bırkıgı (atın ve eşeğin genizden ses çıkarması), atgarmak (ata bindirmek), atlanmak (ata binmek), bakayuk (at tırnaklarının arasındaki et parçası), beçel (igdiş edilmiş olan), boymul at (boynunda beyazı olan), boz at (boz renkli), boş yılkı (salıverilmiş sürü), böğrül at (böğürü ak olan), bulağ at (bir ayağı renkli), bulak at (boyu kısa, sırtı geniş at), burunduk (burna geçirilen yular), büktel at (yassı arkalı), bül at (ayaklarında aklık bulunan), çılday (atların göğsünde çıkan bir hastalık), çılanmak (atın terlemesi), çından at (kula renkli), çıylatmak (atı terletmek), çildek (atın göğsünde çıkan bir çıban), çile (at gübresi), çilgü at (al olan), çuh çuh (atı yürütmek için söylenir), erik at (iyi yürüyen), eşkin at (iyi koşan posta atı), etilgen (at hastalığı), eyer, ıkılaç at (soylu), igenmek (kısrağın gebe kalması), igiş at (inatçı olan), kamuk (at gübresi), kasuk (at derisinden yapılan tulum), kaşga at (yüzü ak, gözlerinin çevresi kara olan), keriş (atın sırtı), keşegü at (kürek kemiğinin altında yağırı bulunan), ketki at (sırtı dar, yanları geniş), kevel at (iyi yürüyüşlü, küheylan, soylu), kır at (kır renkli), kızgul at (boz ile kır arasında olan), kişnemek, koş at (hakanın yanında giden yedek at), kova (gemdeki bir kayış parçası), kölergen at (karnı şişmiş olan), kösrük tuşag (atın ön ayaklarına vurulan köstek), kuba at (rengi kumral ile sarı arasında olan), kula at (sarıya çalan), kulnaçı kısrak (doğuracak olan), kümüldürük (at göğüslüğü), mançuk (at eyerine takılan torba), or at (rengi al ile kahverengi arasında olan), oy at (yağız at), ozgan at (yürüyüşte önde giden), ozuk at (koşuda başkalarını geçen), ögürlüg aygır (eşi olan), ök at (dört yaşını geçmiş), salga at (gem vurulamayan), sengregü at (hastalığı tutulmuş olan), sil at (az yiyen), şaş at (ürkek), şeşük at (çözülmüş), taz at (alacalı), tıg at (rengi al ile kahverengi arası olan), torug at (rengi kahverengiye çalan), tosun at (haşarı olan), toynak (at ayağı), tugrag at (savaş zamanında geri alınmak üzere askere verilen), teküz at (alnında bir parça beyaz olan at), tüm at (tamamen rengi kahverengi olan), tüm kara at (rengi kara olan), tüm toruğ at (rengi kahverengi olan), ugar at (alnında ak olan), ulaga at (savaş atı), yabıtak at (eyersiz olan), yal (at yelesi), yandık at (soysuz), yazıglık/yazuk at (bağından çözülmüş olan), yular, yunak (eyerin altına konan bez), yügürgen at (iyi yürüyen).


Bununla beraber çok eski çağlardan beridir zaman hesabını bilen Türkler oniki hayvanlı Türk takviminin bir yılını ata ayırmışlardır. Ayrıca kabile (Ala-yuntlu, At-çeken, Alaca Atlı vs) ve yer isimlerinde de at görülür (Atlı Pınar, Atlı Köy, Aygırlar Köyü, Aygır Oba, Kara Aygır, Kara Atlı vs) (24). At ile bu denli iç içe olan Türk halkının kurduğu siyasi teşekküllerde, iktidarın sembolü olan tuglar da çoğu zaman at kuyruklarındaki kıllardan yapılıyordu.


Bunun dışında yabancı kaynaklarda ve Türk destanlarında görüleceği üzere, İslamiyete sıkı sıkıya bağlı oldukları halde Türkler, eski gelenekleri bırakmamışlar, bilhassa zenginler özel günlerde at etini yemeye devam etmişlerdir. Mesela Emir Temür’ün önemli konuklarına haşlanmış at eti pişirttiğini biliyoruz. Evliya Çelebi Kırım hanının yanında at eti yediğini ve hoşuna gittiğini söyler. Yukarıda da değindiğimiz üzere Kazan Beg’in Oğlu Uruz Beg’in Tutsak Olması Hikâyesinde, esir düşen Uruz babası için; “aygır atımı kesip, aşımı versin” derken; Kaşgarlı, Divan’ında “yunt eti yıpar”, yani at eti piştiğinde mis gibi kokar, diyor (25). 12-16. asır Anadolu, Türkistan ve Hindistan Türkleri hakkında bilgiler topladığımız vesikalarda bu hususa rahatlıkla tesadüf olunuyor. Hatta din adamları ayinler sırasında sembolik atlara binerek iki dünya arasında seyahatlara çıkmaktaydılar.


Şunu da belirtmekte fayda vardır ki, kısrak sütünün birtakım işlemlerinden sonra ortaya çıkan ve insan sağlığına pekçok faydaları olduğu iddia edilen kımız (26), geçmişte ve günümüzde bütün Türklerin en fazla sevdiği içkidir (27). Hatta Romen kaynaklarında Altun Orda sahasındaki Türk hanı anlatılırken; onbin ak kısrağının olduğu ve bunların sadece kımız için sağıldığı yazılmıştır (28). Tulumlara doldurulan bu at sütü yaklaşık bir hafta boyunca karıştırılır. Bu suretle kımız elde edilir. Ne kadar çok çalkalanırsa, o kadar hoş ve güzel tadı olur (29). Dolayısıyla sık sık Hazar ötesi Türkleri dediğimiz ve büyük bir kısmı Müslüman olan Türkistan Türklerinin hâlâ pek çoğu, yukarıda da vurguladığımız üzere birtakım özel gün ve bayramlarda at keserek yedikleri gibi, temelde de kımız içmeyi sürdürmektedirler.


At ile ilgili bir gelenek de şudur: Eski Türk töresine göre savaşta askerler, komutanlarına yüzde yüz itaat etmek zorundaydılar. En küçük bir uygunsuzluk veya isyan hareketinin cezası ölümdü. Harbe girecek er atının kuyruğunu bağlar veya keserdi ki, buna eski Türkler “tullama” diyorlardı. Artık o kişi, vatan ve millet için kendini fedaya ve şehitliğe hazırlamış demektir. Kelimenin aslı bugün de Türkçemizde kullandığımız “tol/tul/dul” sözüyle ve belki de kısmetin bağlanmasıyla alâkalı “tolamak/tolanmak”, yani bağlanmak fiiliyle ilgili olabilir. Mesela İç Oguz’a Dış Oguz’un İsyan Etmesi, Beyrek’in Ölümü Hikâyesi’nde Begrek yoldaşlarına; “yiğitlerim yerinizden kalkın, ak-boz atımın kuyruğunu kesin” (30) der. Atını da bir eş gibi gören Türk, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra ediyordu (31). 


Çin yıllıklarında savaşa beraber gittikleri, birbirlerinin arkasını kolladıkları söylenen Türk askerleri yukarıda da değindiğimiz üzere temelde atlı kuvvetlerle harbe katılmaktaydılar (32). Ama bu yaya birlikleri yaktu anlamına da gelmemelidir. Yine bu suvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve hepsinin bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgarla yarışıyorlardı. At üzerinde giderken ayağa kalkarlardı ve bu sebepten ağırlıklarının büyük bir kısmını bacak ve ayaklarına yüklerlerdi. O yüzden çok hızlı ve bir pehlivan gibi kuvvetliydiler. Sağa-sola dönerken tüy kadar hafif olup, sağa ok atarken solu kollayabilirlerdi. Orta Çağlarda meydan muharabeleri kılıç ustalığı şeklinde değil, umumiyetle okçuların maharetleri ve atlıların toplu hücumları halinde gerçekleşiyordu ki, atı sevk ve idarede Türklerden daha üstün bir kavim yoktu. Kadınlar da çok iyi biniciydiler ki, zaman zaman onların ordu birliklerinde görevlendirildiklerine de şahit olmaktayız. Mesela Büyük Hun Devleti yıkıldıktan sonra Çin’in kuzeyindeki Ordos bölgesinde kurulan Türk hanlıklarından birisi olan Chaoların kaganı Ulug Tonga (veya Bars/Shih-hu) dördüncü asrın ilk yarılarında başkente getirdiği kızlardan bin kişilik özel bir kıta kurdurdu. İpekli ve kadifeden giysileri olan bu kadınlara hem piyade, hem de at üzerindeyken çok iyi savaşma öğretildi. O vakitler bu hâl başta Çin’de olmak üzere, komşu memleketlerde de ilginç karşılanmıştı. Dolayısıyla askerin önemi erkek veya kadın olması, sayısının kalabalıklığı değil, iyi yönetilmesi ile doğru orantılıdır. Ayrıca bazı İslam kaynakları Oguzları anlatırken; onların çok cesur ve yiğit olduklarına, süratle saldırıp, aynı hızla geri döndüklerine değinir ki (33), bunu mümkün kılan da atından başka bir şey olmasa gerek.



Netice itibarıyla Türk ve at adeta birer ikiz gibidir. Onları birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Türkler hakkında bilgi veren Batılı yazarlar; at başka bir kavmi sırtında taşır, fakat Türkler at üstünde ikamet eder. Onlar ata sanki yapışmış gibidirler. Türk ata bindiğinde babasını bile tanımaz, diyorlar. Türk anasından yarı at, yarı insan olarak doğmuş denilse yeridir. Hatta bazı Türk kabilelerinin hikâyelerinde attan doğan kahramanlar vardır. Türklerin atları sanki kanatlı kuşlara benzer. Eski bir Türk atasözü ise “at Türk’ün kanatıdır” (34) der. Türk, kendisinden ziyade atına önem verir. Atını kendisi yetiştirir. Türk’ün ömrünün günlerini toplasan, at üstünde geçen zamanı diğer günlerinden daha fazladır. Kapının önüne at bağlamak ululuk ve büyüklük işaretidir. Türk’e “dile benden ne dilersen” diye sorulsa, “at ile silah” der. Alış-verişlerini at sırtında yaparlar, yerler, içerler. Mübalağasız onun boynuna sarılarak, tatlı rüyalara dalıp, uyurlar. At üstünde olmak, Türk’ü cennette ipekli yastıklar üzerinde yatmaktan daha çok mutlu eder (35). Cirit, kök bar ve çevgen gibi pekçok oyunun ana unsuru attır. Türk milleti en güzel eğlenceleri onunla yaşamıştır.




Prof.Dr.Saadettin Yağmur GÖMEÇ
TÜRK KÜLTÜRÜNDE AT - PDF
HORSE IN TURKISH CULTURE
ULUSLAR ARASI SEMPOZYUM. 
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BOZKIR. 6-8 MAYIS 2016/KONYA

Dipnotlar:
1- Bunun için bakınız, Bay Bulun I Yazıtı, Elegeş I Yazıtı ve Begre Yazıtı.
2- Sekiz adaglıg barım deyimi için bakınız, A.Von Gabain, Über Ortsbezeichnungen im Alttürkischen, Helsinki 1950, s.4; M.Eliade, Shamanism. Archaic Techniques of Ectasy, New York 1964, s.469; S.Çagatay, “İslamiyetten Önce Türk Edebiyatı”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s.393; M.Mori, “Yenisey Yazıtlarındaki Sekiz Adaklıg Barım Üzerine”, Erdem, 3/8, Ankara 1987, s.356.
3- B.Watson, Record of the Grand Historian of China, Volume II, Third edition, New York 1968, s.155; S.G.Klyaştornıy-T.İ.Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003, s.71, 329, 333; R.P.Lindner, “Nomadism, Horses and Huns”, Past and Present, No 92, London 1981, s.4-9; B.Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 2. Baskı, Ankara 1984, s.88.
4- S.Y.Gömeç, “Türklerin Medeniyet Tarihindeki Yeri”, Uluslararası Askeri Tarih Dergisi, No 87, Ankara 2007, s.20; S.Y.Gömeç, Türk Destanlarına Giriş, Ankara 2009, s.371.
5- S.Y.Gömeç, Kök Türk Tarihi, 4. Baskı, Ankara 2011, s.15-16.
6- Mesudi, Murûc ez-Zeheb, Çev. A.Batur, İstanbul 2004, s.61; S.Y.Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 3. Baskı, Ankara 2014, s.91.
7- İşin pratiğine de baktığımızda ipek konar-göçerler için vazgeçilmez bir mamul değildi, ama Çinli veya diğer halklar açısından bozkır hayatında bir ulaşım ve savaş vasıtası at olmadan bir ömrü geçirmek çok zordu. Ona rağmen Türkler ipek istiyorlardı ve bunun karşılanması için Çinlilerin epeyce çalışmaları gerekmekteydi. Bakınız, H.G.Creel, “The Role of the Horse in Chinese History”, The American Historical Review, 70/3, Chicago 1965, s.666; S.Y.Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi, 5. Baskı, Ankara 2015, s.119- 120.
8- J.M.De Guignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. I, İstanbul 1924, s.259; A.R.Seyfi, İskitler ve İskitler Hakkında Herodot’un Verdiği Bilgiler, İstanbul 1934, s.13; S.Batu, Türk Atları ve At Yetiştirme Bilgisi, Ankara 1938, s.65; W.Eberhard, “Orta Asya’da At Cinsleri ve Beygir Yetiştirme Hakkında Malumat”, Ülkü, 16/92, Ankara 1940, s.162; B.Ögel, “İlk Töles Boyları”, Belleten, Sayı 48, Ankara 1948, s.812; B.Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. I, Ankara 1981, s.234, C. II, s.6; İ.Kafesoğlu, Türkler ve Medeniyet, İstanbul 1957, s.22-31; S.G.Clauson, “Turkish and Mongolian Horses and Use of Horses, an Etymological Study”, Central Asiatic Journal, 10/3-4, Wiesbaden 1965, s.163-164; O.Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, C. 1, İstanbul 1969,s.114; N.Diyarbekirli, “Türk Sanatının Kaynaklarına Doğru”, Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, C. 2, İstanbul 1969, s.149; Ö.İzgi, “İslamiyetten Önce Orta Asya Türk Kültürü”, Milli Kültür, 1/2, Ankara 1977, s.43-44; L.N.Gumilev, Hunlar, Çev. A.Batur, 3. Baskı, İstanbul 2003, s.140, 311; Mehmet Emin Efendi, İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat, Haz. R.Akdemir, Ankara 1986, s.124; A.Donuk, “İslamiyetten Önce Türklerde Devlet Adamı Tipi”, Türk Kültürü, 24/275, Ankara 1986, s.145; M.A.Ekrem, Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi, Ankara 1993, s.11; M.I.Artamonov, Hazar Tarihi, Çev. A.Batur, İstanbul 2004, s.537; Klyaştornıy–Sultanov, a.g.e., s.16, 59; M.D’ohsson, Moğol Tarihi, Ter. Mustafa Rahmi, İstanbul 1340-1342, s.20; Marco Polo, Marko Polo Seyahatnamesi, C. I, Çev. F.Dokuman, İstanbul (tarihsiz), s.20, 69-70, 73; B.Batsuren, Mongolın Ertniy Ulsuudın Nutag Devsger, Ulaanbatar 2003, s.49-50.
9- B.Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. II, Ankara 1981, s.210; Gömeç, Türk Kültürünün…,s.102.
10- S.Y.Gömeç, Şamanizm ve Eski Türk Dini, 2. Baskı, Ankara 2011, s.66; Gömeç, Türk Destanları…, s.295, 370, 428.
11- Gömeç, Şamanizm ve Eski…, s.65-66.
12- Ş.Günaltay, Mufassal Türk Tarihi, C. II, İstanbul 1339, s.143; H.N.Orkun, Hunlar, İstanbul 1938, s.52; Ögel, a.g.e., s.161-162; A.Onat-S.Orsoy-K.Ercilasun, Han Hanedanlığı Tarihi, Ankara 2004, s.58-59; J.M.De Groot-G.A.Asena, Hunlar ve Türkistan, İstanbul 2010, s.172; Atsız, Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, İstanbul 2011, s.130.
13- Gömeç, Kök Türk…, s.88.
14- İçerisinde kuvvetli bir İslami tesir gözükmesine rağmen, Manas Destanı’nda ölen yiğitlerin altın ve gümüşten yapılmış giyim-kuşamları ve atlarının da eyer takımları olduğu halde kendileriyle beraber gömüldüğünü görüyoruz. Bakınız, K.Yusupov, Manas Destanı, Aktaranlar: F.Türkmen-A.İnayet, Ankara 1995, s.99.
15- D.G.Savinov, “Etnokulturnıye Svyazi Naseleniya Sayano-Altaya v Drevnetyurkskoye Vremya”, Tyurkologiçeskiy Sbornik, 1972, Moskva 1973, s.342-343; İbn Fadlan, İbn Fadlan Seyahatnamesinden Seçmeler, Haz. R.Şeşen, İstanbul 1975, s.77; E.Tryjarski, Türkler ve Ölüm, Çev. H.Er, İstanbul 2011, s.232-234.
16- A.İnan, “Altay Pazırık Hafriyatından Çıkarılan Atların Vaziyetinin, Türklerin Defin Merasimi Bakımından İzahı”, II. Türk Tarih Kongresi Zabıtları, İstanbul 1943, s.147-149; Ş.Elçin, “Türklerde Atın Armağan Olması”, Türk Kültürü Araştırmaları, 1/1, Ankara 1964, s.143; E.Esin, “The Horse in Turkic Art”, Central Asiatic Journal, 10/3-4, Wiesbaden 1965, s.171; L.Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1988, s.41-43; A.Rahman, “Uygurların Defin Merasimleri”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, 4. Cilt, Gelenek, Görenek ve İnançlar, Ankara 1987, s.310; İbn Bibi, El Evamirü’lAla’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 1996, s.154; N.Khoniates, Historia, Çev. F.Işıltan, Ankara 1995, s.128; A.Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara 2001, s.162; Ö.Ercan-M.Akkuş, “Türk Tarihinde At Kültürü ve Baki Divanı’ndan Örnekler”, The Central Asiatic Roots of Ottoman Culture, İstanbul 2014, s.549-550.
17- Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 35-36, 40. satır: “Köl Tigin Bayırkunıng ak adgırıg binip oplayu tegdi...Alp Salçı ak atın binip tegmiş. Kara Türgiş bodunıg anta ölürmiş”.
18- K.Yusupov, Manas Destanı, Aktaranlar: F.Türkmen-A.İnayet, Ankara 1995, s.7-274.
19- Gömeç, Türk Destanları…, s.344.
20- Gömeç, a.g.e., s.369.
21- Bakınız, Eberhard, “Orta Asya’da At Cinsleri…”, s.163; W.Radloff, Türklerin Kökleri, Çev. A.EkinciY.Ünlü,
C. III, Ankara 1999, s.147-158.
22- Y.Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Mitler, Ankara 2012, s.136-140.
23- Anadolu’daki bazı Yörük taifeleri zaman zaman bütün at cinsleri için Kölük tabirini kullanmaktadırlar. Bakınız, A.R.Yalgın, Cenupta Türkmen Oymakları, C. II, 2. Baskı, Ankara 1993, s.447.
24- A.Caferoğlu, “Türk Onomastiğinde At Kültü”, Türkiyat Mecmuası, C. 10, İstanbul 1953, s.207-208; Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. A.Yelgar, Ankara 1944, s.142; O.Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Ankara 1965, s.269; Clauson, a.g.m., s.162-166; H.Gayretullah, “Türk Kazaklarında Yılkı Kültürü”, İstiklal Gazetesi, 4/38, Kayseri 2007, s.9; Radloff, a.g.e., s.52; B.İsakov, XVIII. Ve XIX. Yüzyıllarda Kırgızların Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Bişkek 2009, s.59-60.
25- Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, C. III, Çev. B.Atalay, 2. Baskı, Ankara 1988, s.7; Atsız, Evliya Çelibi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, C. I, İstanbul 1971, s.189-190; F.Sümer, Türklerde Atçılık ve Binicilik, İstanbul 1983, s.3; Gömeç, a.g.e., s.370.
26- Türkiye Yörüklerinde bazan kımıza “yepinti” de denmektedir. Bakınız, Yalgın, a.g.e., s.462.
27- Kımızın birtakım hastalıklara iyi geldiğini gösteren en güzel örneklerden birisi Tarih-i Reşidî’de geçer. Duglat boyunun ileri gelenlerinden Seyyid Ali bir müddet Mirza Ulug Beg tarafından esir tutulur. Hapishanede dizanteriye yakalanır. Ulug Beg ona pek çok tedavi uygulatır ama fayda etmez. Ölmek üzereyken, hekimlere “bu ilaçlar bana iyi gelmedi, canım çok kımız istiyor” diyerek, ricada bulundu. Tabipler de kımızın ona güç verebileceği konusunda anlaştılar. Sonra da istediği kadar kımız içirdiler ve o andan itibaren iyileşmeye başladı. Ayrıca bakınız, Mirza Haydar Duğlat, Tarih-i Reşidî, Çev. O.Karatay, İstanbul 2006, s.225-226; E.J.Kychanov, “Tibetans and Tibetan Culture in the Tangut State Hsi Hsia (982- 1227)”, Proceeding of the Csoma Körös Memorial Symposium, Budapest 1978, s.207; W.Bauer, “Yağ Metobolizması Bozuklukları ve Kronik Karaciğer Hastalıklarının Kısrak Sütü (Kımız) ile Tedavi
Denemeleri”, Çev. Y.Küçüksümer, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 28, İstanbul 1984, s.29-36; S.Zaripbektegin, “Kımız ve Kımızın Önemi”, Yüce Erek, 1/4, Ankara 1999.
28- Onaltıncı asrın başlarında Kazak beylerinden Kasım Han, kendisini ziyarete gelen bir Çagatay hanının şerefine tertiplediği ziyafette; “bizim en pahalı mallarımız atlarımız, en gözde yiyeceğimiz et ve en hoşlandığımız içecek kımızdır” demiştir (Bakınız, Mirza Haydar Duğlat, a.g.e., s.451). Bugün de Kazak-Kırgız ve Sibirya Türkleri için başta “kazı” denilen at etinden yapılan yiyecek ve kımızın önemi tartışılmazdır.
29- Cengiz İmparatorluğu, Çev. A.Danuu, İstanbul 2012, s.143-144.
30- Gömeç, Türk Destanları…, s.447; C.V.Uygur, “Dul (Tul) Kelimesine Dair”, XI. Milli Türkoloji Kongresi Bildirileri, C. I, İstanbul 2015, s.187-200.
31- Kırgız Türklerinin Manas Destanı’nda, yiğit Manas girdiği son savaşında atı Ak Kula’yı yitirir. Destanın bu kısmında söz konusu at için inanılmaz övgüler düzüldüğünü görmekteyiz. Bakınız, Yusupov, a.g.e.,s.255.
32- G.Kırilen, Göktürklerden Önce Türkler, Ankara 2015, s.63.
33- M.Aziz Ahmet, Siyasi Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi Türk İmparatorluğu, Çev. T.Say, İstanbul (tarihsiz), s.71; S.O.Kurulay, Hudûd el-Alem’e Göre 10. Asırda Türk Boyları, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, s.82; Cengiz İmparatorluğu, s.135, 139; S.Y.Gömeç, Türk-Hun Tarihi, Ankara 2012,s.264.
34- Kaşgarlı Mahmud, a.g.e., C. I, s.48-49.
35- Gömeç, Türk Kültürünün…, s.166.

Özet:
Türklerin hayatlarının her alanında atın son derece önemli bir yeri vardır. Dolayısıyla kendileri için bu kadar önemli olan bir hayvanın yetiştirilmesi, ticareti ve gıda amacıyla kullanılması gelişi-güzel değildi. Belirli zamanlarda ülke genelinde insan ve hayvan sayımını yapan Türk yetkililer, ne kadar ata sahip olduklarını da biliyorlardı. Her merada ve kabilede bulunan at sayıları kontrol ve kayıt altındaydı. At sayısının çokluğu aşiretin ve onun yöneticisinin bir övünç kaynağı olduğu gibi, devletin güvenliğinin de ana direklerinden birisiydi. İşte buna binaen Türk devleti seferberlik vakitlerinde hangi kabilenin ne kadar asker ve at vereceğini bu kayıtlara bakarak tespit ediyordu.

The horse has extremely an important place in the all stage of the Turks’ life. So, raising the animal so important for their own, using it for trade and nutrition are not coincidence. The Turkish authority taking a census of man and animals in all country at certain times, also knew how much they have horses. A great number of horses in the each of pasture and tribes was under control and recorded. The sheer number of the horses was seen as a source of pride for the tribe and its manager, and also one of the main pillars of the state's security. Therefore, Turkish state determine which tribes how many soldiers and horse would supply in mobilization times by looking these numbers.







... (en) Azından 60 yıldan beri “Dede-Korkut Oğuznameleri” ile uğraşıp yayınlar yapan Muhterem Orhan Şaik Gökyay, bu destanlarda geçenlerle birlikte, bizdeki “At,Koyun/Koç” üzerine olan yazılı haberleri, ayrıca Türkler’in At için yaptıkları kabirleri (Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman Paşa’nın Bolayır’daki Kabri yanına gömülen, sevdiği atınınki dahil), bir araya toplamış bulunuyor. (7) 

Sayın Prof.Dr.Faruk Sümer’de daha çok İslam çağ kaynaklarına göre At ve Atçılık üzerine, derinlemesine bir araştırma yayınlamıştır. (8) Ancak bunda, yukarıda naklettiğimiz [makalede,SB] Tevrat’ta Sakalar üzerine yazılanlara, hiç değinmemiştir. 

Kaşgarlı Mahmud, 1072-1074 te yazdığı ünlü Türkçe-Arapça Sözlüğü’nde: At’ın cinsi, donu, yaşı, hastalığı ve sairesi üzerine, 123 Türkçe ad ve deyim naklederek, başka dillerde karşılığı bulunmayan dilimizin bu uğurdaki eşsiz zenginliğini tanıtır. O, “At, Türk’ün kanadıdır” ve “Yaya kişinin, bir değeri yoktur” atasözlerini tanıtarak, Atalarımızın haklı gurur ve duygusunu yansıtır. (Deveci-Araplar’da ise Deve ve deveciliğe ait çok sözün bulunduğu biliniyor ki, başka dillerde hepsinin karşılığı yoktur) 

Abbasiler çağında, 836’da Türk Şehri “Samerra”nın kuruluşunda Türkistan’ın Khottalan bölgesinden Türk-Atları’nın, seyisleriyle birlikte Irak’a getirildiği; ve “çatal-dilli küheylan-atlar”ın, onlardan türeyip, soykütükleri tutma geleneğinin de, Türkler’den Araplar’a geçtiği, pek bilinenlerdendir. “Arab-Atı” ve mimarlık tarzı “Arab-esk”de, aslında Türk malı olup, yanlış adlandırılmıştır.

Göktürk Yazıtları’nda, Uluların bindiği atlar’ın adları da anılmıştır: 

Şehzade ve Başbuğ Köl-Tigin’in, uzun fetih seferlerinde değişik olarak bindiği atları ; Aç-Bodun, Ak-bodun, Ak-Kula, Alp-Şala, Az (adlı Türk kavminden ganimet), Yağız, Azman, Boz-Başgu, Ögsüz (Anasız) adındaydı. 

Aşağıda işaret edileceği gibi, Kafkaslar güneyine inen Sakalar ile, Horasan’dan kalkıp İran üzerinden Azerbaycan ve Doğu-Anadolu’ya gelip hakim olan Partlı/Arşaklı (Aşkaniyan/Arsacid) Türkmenler’in “Tarih-Destanları” olan “Kitab-ı Dedem-Korkud”da, sağlam bir gelenek olarak, sahipleriyle birlikte atların da adları (donları da belirtilerek) sık-sık anılıyor:

- (Başkent Hamadan’da oturan Büyük-Arşaklılar timsali) “Hanlarhanı” unvanlı (imparator) “Kam-Gan oğlu Bayındur-Khan”ın “Boz-At” ; 

- (MS.51-428 yılları arasında Kars-Arpaçayı sağındaki “Ağca-Kala (k)” / Erovantaşad ile, Aras sağındaki Baraj yanında “Iğdır-Karakalası” da denen ve şimdiki Iğdır Vilayetine öteden beri “Sürmeli-Çukuru” dedirten, “Sürmelü”/Artakşat kalesinde oturan “Küçük-Arşaklılar” Timsali) “Beğlerbeği” unvanlı “Salvur (Salğur) – Kazan-Khan’ın, “Konğur-At” ; 

- Bayındur-Khan’ın kızı olan Salvur-Kazan’ın Eşi “Boyu-Uzun Borla-Khatun’un “Kara-Aygır” ; 

- (MS.217 yıllarında “Çenasdan”/Türkistan’dan taht kavgasında yenilmiş “Mamık ve Konak” adlı iki Şehzade ile taallukatının, siyasi mülteciler olarak kaçıp gelerek yerleştikleri “Ahlat-Muş-Erçiş”/Taron vilayetini malikane edinerek Arşaklılar’a “Başkumandan” olan “Mamıkonlular / KDK’da, Küçük-Şehzadeye göre “Kara-Kona(k)”/Kara-Koyunlular denen hanedan timsali ve Hükümdar ailesinden geldiklerinden “Kazan-Khan’ın / Beg’in Kardaşı” denen “Çeribaşı”) “Kara-Kona(k) Beg’in bineği “Gök-Bidevi” ; 

- (Arşaklılar’ın Başveziri ve “Takatir” = Taçgiydiren unvanlı Ata-Mülkleri İspir ve Bayburt’tan başka, Küçük-Arşaklı hazine ve hareminin bulunduğu Taryunk/Eski-Bayazıt kalesi ve çevresini malikane edinen “Bagratlılar” timsali) “Kazan-Beg’ün Inağı (Başveziri) Bamsı-Bayarak”ın (9) “Denğiz-Kulunu Bengi-Boz Aygır”; 

- (MÖ.680’lerde Sakalar ile birlikte Daryal-Geçidi’nden aşıp Kartli/İber ülkesine gelen “Çenasdan”/Türkistanlı Şehzade soyundan, Ocaklı-Başbuğlar Hanedanı “Orbelyan” denilen ve Borçalı-Çıldır-Ahıska-Ardahan-Artvin bölgelerini içine alan “Gogaren” Eyaletinde Kuzey-Bideaşkhı/Uç-Beği timsali “Şor” boyundan Gog Hanedanından, Kartvel/Gürcü dilince, “Üç-Ok” anlamında “Şamı-Şolde/Sam-Şivilde” lakabıyla tanınan), “Şor-Samsoldın Beg”in (10) bindiği “Ağ-Bozat/Ağ-Bidevi”;

- (Tunceli-Elazız-Divriği kesimi/Sophen Eyaleti ocaklı beğleri, eşsiz güçte olupi Karadeniz kıyısından fırlattığı kayalarla, yelkenlileri batıran ve tırnaklarıyla taşa “Kartal resmi” yapabilen “Tork” soyundan) “Beğlerbaşı Yaganak”ın (“Yaganak”, eski Türkçede “fil” anlamında), “Doru-Aygır” ; 

- (İlkçağda “Arzanen”/Arzan yurdu denen, şimdi de adı Arzan şehri harabesi’nden geçen Garzan Çayı’nda yaşayan ve “Hamıd/Diyarbekir-Merdin, Siirt kesiminde Güney Bideaşkhı unvanlı “Mantaguniler” hanedanı timsali) “Kara-Kona oğlu Kara-Budakéın “Atı, Bahri-Hotazlı” ; 

- (Oğuz-Eli’ne, “Tokuz-Tümen Gürcistan’ın haracı” olarak gelen armağanların verilmesiyle, Gence ve Berde’ye gidip yurt tutarak, kabilesiyle “Karavulluk” eden) “Bagul (Bagur)un” “Al-Aygır” ; 

- (Taş-Oğuzlar Khanı Oruz-Koca’nın torunu olup, savaşta Sağkolda vuruşan, Şirvan-Demirkapu Derbend Hakimi) “Delü-Dondar”ın “Tepel/Kaşga-Aygır” ;

- (Oğuz-Elleri’nin kuzeyden akın eden biricik düşmanı, Kıpçaklı/Khazarlı soyundan Dağıstan Beğleri’nin başı, eski Şavkal/Şamkhallar’ın atası timsali) “Şavkalı-Melik’in künyasi “Alaca-Atlu Kafir”dir.


Prof.Dr.Fahrettin Kırzıoğlu
"Azerbaycan ve Anadolu'da Türkistan'dan gelen eski Milli-Gelenek: Kabirtaşı olarak kullanılan Koyun ve At Heykelleri" makalesinden bir bölüm.
7) Orhan Şaik Gökyay “Dedem Korkud’un Kitabı” Devlet Kitapları Yayını, İstanbul 1973, s.CDXXI-CDXXII,CDXXVI,CDXXLII(hepsi 19 sahife)
8) Prof.Dr.Faruk Sümer, “Türklerde Atçılık ve Binicilik” Türk Dünyası Araştırmaları yayını, İstanbul 1983 (120 s.metin+17 s.resimler)
9) Buraya değin anılanların tarihi ve yerleri (coğrafyası) için bakınız: a-Kırzıoğlu M.Fahrettin “Dede-Korkut Oğuznameleri I.Kitap” İstanbul 1952 (Haritalı); b-“Kars Tarihi I.Cilt” İstanbul 1953; c-“Kitab-ı Dedem Korkud’daki Kam-Bura Beg Oğlu Bamsı-Bayarak Boyu’nun Tarihteki Yeri (369 yazındaki Zafer Sonucu), IV Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi bildiriler, Ankara 1992, s.137-146
10) Benim “Dede-Korkut Oğuznameleri’ni Bırakan Oğuzlar’ın, Tokuz-Tümen Gürcistan’a Komşu Olduklarını Gösteren: APKAZA, AZNAVUR, ŞAVKALI-MELİK Deyimleri ve BAGUL-OĞLU AMIRAN ile GOGALET-KOCA OĞLU ŞOR-ŞAMSOLDIN Kütükleri”, III.Milletlerarası Türk Folklor Kongresi bildirileri, II.Cilt, Ankara 1986, s.165-182, haritalı.







Rustamkhanli Sabir Khudu