17 Haziran 2018 Pazar

Pan-Helenizm ve Türk Tarih Tezi




Bir batılının, nalıncı keseri gibi habire kendine yontusuna, insan usunun doğal eleştiriciliğinden vazgeçip 
sömürge olmaya alışmış eski doğu kafasıyla "lebbeyk*" diyemeyiz.
Halikarnas Balıkçısı

* Lebbeyk = Emrine amadeyim, buyur!



Taşbaba/Balbal - Üç-Enmek/Altay.
Uch-Enmek / Karakol / Altay ; #Turkish of etymology
#Turks #Turkic #Altai
Turkish Culture & Art



...en anlamlı örnek Sümer Türkleri sorunudur. Sümerce ile Türkçe arasında çok sayıda eş anlamlı sözcüğün varlığı yıllardır iddia edilir (Hommel 1915). Sümerlilerin ünlü Ur mezarlarının kazıcısı Sir Leonard Woolley, kazılar tamamlandıktan çok sonra yayınladığı kitaplarının birinde, giriş bölümünde, Sümer dilinin eski Türkçe (Turanca)'ye benzediğini ifade eder: "...The Sumerians were a dark-haired people "black-heads" the text call them speaking an agglutinative language somewhat resembling ancient Turkish (Turanian) in its formation though not in its etymology; judging by their physical type they were of the İndo-European stock in appearance not unlike the modern Arab, and were certainly well developed intellectually.... "(Woolley 1965,6).


Türkçe ile Sümerceyi karşılaştırmak için Türk akademisyenin ne Sir Leonard Woolley'in ne de başka birinin desteğine ihtiyacı var. Onu yorum yapmaya gerek kalmadan anlarız: Sümerlilerin yerli Mezopotamyalı ya da Kuzey Afrika'dan olmadığını, bölgeye muhtemelen dağlık bir ülkeden geldiğini biliyoruz. Eklentili bir dil olan Sümer dilinin aynı kültür bölgesindeki Akadca'dan Asurca'dan, Babilce'den farklı olduğunu, hele hele Hint-Avrupalı denilenle hiç ilgisi olmadığını biliyoruz. Sümerce-Türkçe bağlantıları üzerinde bazı akademik çalışmaların varlığını da biliyoruz. Bunların, okuyucuyu ikna etmekte yetersiz olduğunu da ayrıca biliyoruz. Çoğu zaman, her ortamda "Sümer" sözcüğü ile "Türk" sözcüğünü aynı cümlede kullandığımız zaman "hafife" alındığımızı da. Bitirdiğim Türkiye'nin üç köklü üniversitesinde yaşadığım ve konudan çıkardığım sonuç budur.


Oysa, örneğin Göbeklitepe akeramik neolitik kültürünü Proto-Hint-Avrupalılara bağlayanları, hem kendi milleti hem de bizim milletimiz baş tacı etmiştir. Maddi manevi ödüllendirmiştir. Rahmetli meslektaşımız Klaus Schmidt bunların başında geliyordu. Ne yaman çelişkidir. İkna gücü zayıf bile olsa, zaman harcayarak Sümer-Türk bağlantıları üzerinde kafa patlatmış bir Türk akademisyenin iyi niyetli emeği ile dalga geçerken, MÖ 3.binin Stone Henge'i ile MÖ 10.binin akeramik neolitik tapınak kompleksini karşılaştırabilecek kadar şuurunu kaybetmiş bir yabancı akademisyenin ürettiği tuhaf ve ideolojik sonuçlara alkış tutan, ilk adıyla hitap ederek aynı kareye girmekten kendine övünç payı çıkartan şahsiyetsiz Türk arkeologlardan bahsediyoruz.


Ama bu sağlıksız düşünce biçimi Türkiye'de dünden bugüne oluşmadı. Yüksek öğretimde emperyalist dayatmalar yıllar yılı sadece tarih biliminde değil aynı zamanda akademisyenin her alanındadır. Türkiye üniversitelerinden mezun olan arkeologların her üçünden ikisi yıllar yılı Helen-Roma arkeolojisine kanalize edilmektedir. Bu kendiliğinden oluşan bir durum değil elbet. Klasik arkeoloji denilen bu dal, belli bir tarihten itibaren Türk yüksek öğretimine emperyal güçler tarafından dayatılmıştır. Klasik arkeoloji Pan-Helenizmin kendisidir. Ulusal hiçbir yanı yoktur. Ulusal tarihe karşıdır. Ama modern dünyada durum öyle değil.


Dünyanın her yerinde klasik arkeoloji eğitimi ve araştırmaları yapılır. Ama gelişmiş ülkelerin ulusal arkeolojisi önceliklidir. Bunu unutmayalım. Pan-Helenist yaklaşım, masum Anadoluculuğa bile karşıdır. Savunucularına göre Pan-Helenizm evrensel uygarlığın temelini teşkil eder. Diğer antik kültürler alt kültürlerdir. Pan-Helenist yetişen arkeolog haliyle "Sümer" ile "Türk" sözcüklerini yan yana getireni de adam yerine koymaz. Pan-Helenistliğinin farkında olmadan adamla alay bile eder. Dolayısıyla Türkiye arkeolojisinde yıllar öncesinden dayatılan Pan-Helenist eğitim sistemi ülkemize Pan-Helenist arkeologlar yetiştirmiştir. Bu sistemin başındaki kişi bugün hayatta değildir. Dünyanın en büyük Pan-Helenistlerinden biri olan rahmetli ve sevgili Ekrem Akurgal hocamızdan söz ediyorum. 


Cumhuriyet'in ilk yokluk yıllarında yurtdışında eğitim almak üzere gönderilen birkaç kişiden biridir. Atatürk Cumhuriyeti Ekrem Akurgal'ı, Türkiye'nin en zeki insanlarından biri olan Sedat Alp'i ve aynı niteliklerde bir diğeri Halil Demircioğlu'nu ve o kuşaktan şanslı ve esas anlamda zeki daha birkaç kişiyi Türkiye arkeolojisine, Anadolu tarihi araştırmalarına yön vermelerini umarak eğitim almaları için yurtdışına göndertmişti. Ancak onlar ülkelerine tamamen yabancılaşmış olarak döndüler. Örneğin Ekrem Akurgal, bir tarihte "Cevat Şakir Kabaağaç Ödülü"nüne layık görülmüş, ama Yunanlı dostları gücenir gerekçesiyle bu ödülü kabul edememişti. İşin kaynağındaki kişi bu zihniyette olunca, onun yetiştirdikleri de (bir kişi hariç) ondan daha farklı olmadı.


İlginç olan şudur: Örneğin Adıyaman Üniversitesi ya da Erzurum Atatürk Üniversitesi yoğun biçimde ülkeye Pan-Helenist arkeologlar yetiştirme çabasındadır. Nerede Adıyaman, nerede Pan-Helenizm. Henüz üniversite bile olamamış kurumlarda iddialı klasik arkeologlar ne olduğunun farkında bile olmadan Pan-Helenisttir. Onların içinden akademisyen olarak çıkanların da hemen tamamına yakını işin farkında değildir. Şimdi bu grubu oluşturan akademisyen takımı arasından birilerinin Avrasya Türk arkeoloji yapmalarını nasıl beklersiniz?


Doğal olarak bizim uğraştığımız bu konulara yönelmelerini sağlayabilmemiz mümkün değildir. Bırakın Dravid-Türk ilişkisini, "Sümer" ile "Türk" lafının bile bir araya gelmesine gıcık olan bir arkeolog yığını yetiştirmiş Türkiye yıllar yılı. Lafımı hikayemize değen bir şiirden iki dize naklederek bitiriyorum:



Herifçioğlu Sen Mişel'de koyuvermiş sakalı
Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal'ı


Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun bir şiiridir. Zamanında Fransa'da yaşayan ve çenesinde sakal bırakmış bir Türk aydınının, Türk Edebiyatı'nı küçümsemesini ve bu işlerim Mahmut Makal ile yürümeyeceğini söylemesi ile Eyüpoğlu'nun sinirlenip yazdığı bir şiirdir. Ne güzel de yazmıştır...


Prof.Dr.Semih Güneri
‘Türk-Altay Kuramı’ syf 223-224


Atıyla gömülen Türk savaşçısı (40 yaşında) - MS 7.yy
Altay , Doğu Kazakistan


Avrasya Göçebe Kültürler arkeolojisi uzmanı Prof. Dr. Semih Güneri’nin yazdığı “Türk Altay Kuramı: Arkeolojik Belgeler Işığında Kuzey Asya’da Erken Türk Kültür Tarihi” adlı kitap yeni keşifleri ortaya çıkaracak. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin kurumsal iletişim dergisi İmbat Dokuz Eylül (İDE)’e konuşan Güneri, “Kitap Türkiye’de ve yurtdışında bir ilk. Arkeolojik araştırma yöntemleri kullanılarak uzak Asya’daki Türk tarihini yazdık. Yakında Kaynak Yayınları’ndan çıkacak. Arkeolojik belgeler üzerine yazılmış bir “Türk Tarih Tezi”dir” dedi.


Prof. Dr. Güneri’nin kitabında, MS 6-8’nci yüzyıllar arasında başlatılan Türk tarihini, MÖ 13 binlere hatta hipotetik düzlemde 18 binlere kadar geriye götürülüyor. Güneri kuramını şöyle özetliyor: 

“Tarihçilere göre Türk tarihi neye göre yazılır? Orhun anıtları dediğimiz yazılı taşlardaki Runik yazıtların ışığında ya da Çin kaynaklarının belli bir tarihi aydınlatan yıllıklarına bakarak. Bunların zaman aralığı MS 6-8’inci Yüzyıllardır. Tanımlanmış arkeolojik belgeler varsa biz buradan hareketle, daha erken zaman dilimine doğru yürüyebiliriz. Arkeolojik stil gelişimi yöntemlerini kullanarak Türk dili konuşan halkların hangi erken zaman dilimlerine ulaştığını bilebiliriz. Burada başarının yolu, arazi deneyiminden ve malzemeyi çok iyi tanımadan, tanımlamadan geçiyor. Doktora öğrencilerimle birlikte ortaklaşa yürüttüğümüz çalışmalarımız boyunca bir yandan arkeolojik belgelerin analizlerini diğer yandan genetik çalışmaların sonuçlarını değerlendiriyoruz. Bu süreçte işlenmiş malzeme bize şunu gösterdi: Yer-Kuzey Asya. Yenisey ve Lena Irmakları arsasındaki mikro-klima alanlar. Bu alanlarda, çeşitli buzul dönemlerinden buzullardan muaf kalmış küçük alanları. Üst Paleolitik dönemlerden itibaren bu alanlarda kendilerine yaşam alanları yaratan popülasyon.


Bu noktadan tüm dünyaya yayılan Neolitik Çağ öncesi göçler. Doğu’da Priamurya Bölgesi. “Yeni Dünya”, yani Kuzey Amerika. Batı’da yakın Doğu’ya, Anadolu ve Mezopotamya göçleri. Güney’de Çin Merkezi Ovalarına, Moğalistan’ın bozkır kuşağına göçler. Güney’de ise bir yandan İndus Vadisi’ne diğer yandan da Transhimalayalar üzerinden Tibet’e göçler. Bütün bu hatlar, yıllarca arkeolojik belgeleri izleyerek belirlediğimiz göç yollarıdır.


TEK TİP ETNİK GRUP

Elimizde sadece arkeolojik stil yöntemleri ve onu uygulayacak malzememiz var. Bu bir. İkincisi, Kuzey Asya dediğimiz coğrafyadaki bugünün yer adları önemli verilerdir. İlginçtir, bölgedeki coğrafya adlarının neredeyse tamamına yakını Türkçe’dir. Üçüncüsü önemli bir diğer çıkış noktamızdır: Baskılama yöntemiyle üretilen taş aletler. Bu analizler, Altaylar kültür coğrafyasından çıkan küçük bir etnik grubun dört yöne dağılım haritasını veriyor. Bu harita bizim göç haritamızla yüzde 60-70 oranında örtüşüyor. Bir başka veri ise genetik araştırmaların sonuçlarıdır. Altaylar kültür coğrafyasından çıkan göçler bizim göç haritamızla tuhaf biçimde neredeyse tam olarak çakışıyor. Bu çok ilginç. Arkeolojik belgeler üzerinden Neolitik Çağ’a kadar sürdüğümüz bu tek tip etnik grubun tarihini Mezolitik Çağlara (MÖ 13 binler) kadar götürüyor. Türk tarihi, reyting avcısı TV programlarına son yıllarda çok konu oluyor ve tarihçi olan birkaç akademisyen o programların daimi konukları oluyor. (...) Türk tarihi konusunda bir şey bilmeden ahkâm kesen her akademisyen, bir gün mutlaka hak ettiği yanıtı Türk-Altay Kuramı’ndan alacaktır. Hedefimde Türk tarihçileri vs. yok. Hedefimizde Hint-Avrupacı Batılı spekülatif akademisyenler var. Kitapta onlarla kıyasıya hesaplaşıyoruz.”

Aydınlık,26 02 2018




"Anadolu ve Mezopotamya kültür bölgeleri erken Türk-Altay halklarının önemli bir toplanma alanıdır. Hatti, Hurri, Sümer, Elam, Luristan demircileri, Kassit, Hiksos ve onlara bağlı küçük grupların bu bölgelerde bulunuşları tesadüfi değildir."





NOT: Prof.Dr.Semih Güneri  Hint-Avrupacılığı eleştirir ve Türklerin anayurdunu Yenisey-Lena bölgesi olarak gösterir. Ayrıca "Tarım Havzası'ndaki mumyalar için Hint-Avrupalı derlerdi ama, bu teorileri kesinlikle çökmüştür." demesi de önemlidir.


Çünkü "Türk-Altay" teorisini Hint-Avrupacılar ortaya sürmüştü. Türkler, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Mezopotamya ve Azerbaycan-Türkmenistan bölgesi içinde bir ulus olarak doğmuş, bazıları yerinde kalırken, bazıları da batıdan çok doğuya göçmüş, orada çoğalmış ve yine bazıları tekrar atalarının doğduğu bölgeye geri dönmüştür, der Azerbaycan bilginleri de.


Prof.Dr. Firudin Celilov : "Hakasiya 15-17 binyıl önce buzlar altında idi. (...) Neçe ki avropalıların üretdiği yapay Altay teorisi (Altaydan geldiğimizi öne sürerler) gündemde olacak, Türkün gerçek tarihi ortaya çıkmaz. URMU teorisini okuyun. (...) Göç Göbeklitepeden doğuya olabilir, aksi olamaz. Aksini söylemek için doğuda Göbeklitepe'den daha kadim bir tapınak bulmaları lazım, Var mı böyle bir tapınak?"


Prof.Dr.Gazanfer Kazimov : "...8000 yıl önce (yani, m.ö. 6. binyılda) Altay’da hiçbir insanoğlu yaşamamıştır. Bu çağda insanın yaşadığı yerler olarak Anadolu’nun güneyi, Mezopotomya toprakları, İran yaylası adlandırdığımız topraklar ve Türkmenistan bozkırlarının batısı gösterilmektedir. Bugün Türk yurdu gibi sunulan yerlerdeyse yerleşim çok sonralar- 5000 yıl önce başlamıştır. (...) Avrupa bilimadamlarının sözkonusu teorisinde Türklerin yerleşim yeri olarak Sayan-Altay’ın gösterilmesi kasıtlıdır ve eski Azerbaycan ve Anadolu topraklarına Türklerin sonradan gelme olduğunu kanıtlamak amacını taşımaktadır. Bu tarihi doğru bilmemekten doğan bir konu. Altay Türk’ün beşiği değil. Türk’ün beşiği Anadolu’nun güneyi, Azerbaycan ve özellikle, Mezopotomya topraklarıdır...."


Bu açıklamaya "ama Çin'deki piramitler..." öne sürülürse... Çin'deki Piramitlerin en eskisi MÖ 4700-2900 arasına yerleştirilir (Mısır'dakiler de MÖ 2600 den başlar, ki "Mısır'ın ilk sakinleri Türkler" i Afet İnan'dan biliyoruz :)). Avrupacılar Türklerin Anavatanını Altay olarak gösterir, lakin buz devrinin bitmesiyle Altay çevresindeki katastrofik seller MÖ 12000 - MÖ 9000 arasında meydana gelmiştir, yani yaşam zorlaşır. Anau Türkmenistan'dan Mezopotamya'ya inen ve asıl Sumerlilerin anlattığı (kutsal kitaplardaki Nuh Tufanı. Sumerlilerin bir kısmı da Anau'dan Harappa'ya, Çin'e gitmiştir. bknz. Begmyrat Gerey)) tufan da budur. Çin'deki piramitlerde bu bölgeye kaçmış olanlar tarafından yapılmış olabilir, ama bu bölge Türklerin anavatanı değildir. Türklerin anavatanını dil ve kültür göçüne göre de değerlendirmek gerekir. Kazimov Altay'ı Türklerin ikinci vatanı olarak görür, orada çoğalmış ve geri dönmüştür der. Bu da Ağasıoğlu'nun (Urmu Teorisi) haritasını haklı çıkarır; Türkler MÖ 20000 lerde bu bölgede yaşamış ve dağılmıştır, ki Sibirya coğrafi adının, Güneydoğu Anadolu'nun yerlisi olan Subar Türkleri'nin Sibirya'ya gitmesinden sonra verilmesi de düşündürücüdür. Aslında, Prof.Dr.Semih Güneri'nin "Türk-Altay Teorisi"ni Prof.Dr. Firudin Ağasıoğlu'nun "Urmu Teorisi"yle birleştirmek gerek. Sibirya-Lena'dan gerçekleşen MÖ 12.000 göçleriyle Urmu'ya ve Mezopotamya'ya inenlerden bazıları daha sonra tekrar Altay'a döner ve oradakilerle tekrar karışır. Mezopotamya, Orta Doğu ve Anadolu'da kalanlar ise yine milattan sonraki dönemlerde doğudan gelenlerle karışır.


Ayrıca Kylosov'a göre Kurgan kültürünün taşıyıcıları kesinlikle Türklerdir ve bu göç MÖ 4000 lerde Volga-Dnieper de başlayarak doğu yönünde dağılır, der. Paleolitik ile Neolitik dönemlerde millet kavramı yoktur, kabilelilik vardır. Peki, topluluklar ne zaman kabilelikten çıkıp milletleşmeye başlamıştır? Bunun cevabı da önemlidir. Hatırlamalıyız ki, biz bir çok boydan meydana geliriz ve her yöne de dağılmışız. Göbeklitepe, insan yapımı en eski 'tapınak'tır, ondan önce (ya da henüz bulunmadı) yapılmış ya da yaşıtı olan başka bir yapı yoktur. Saymalıtaş (3500 rakımlı) Kaya resimleri (10 binin üzerinde resim) mesela; bazıları 15.000 yıl öncesinden başlatıyor (Servet Somuncuoğlu:, video: ), bazıları 7000 yıl öncesine [(yani MÖ 5000) Sadi Somuncuoğlu:] dayandırıyor, bazıları da MÖ 3000'den başlatıyor (unesco:). MÖ 6000'den öncesine ait yapı diyebileceğimiz bir şey yok (ya da henüz bulunmadı). Alttaki kitaptan çizelgeyi de inceleyelim. (Çizelgenin devamı kitabın 308-309 sayfasında) ... SB.



The most important prehistoric and early historic cultures of Central Asia

Bu çizelgeye göre, Orta Asya'da Neolitik dönem geç başlıyor ve daha çok Kazakistan, Türkmenistan ve İran'da görülüyor.




"Anadolu bir kültür köprüsü, batılıların ilgisi ortada, kendileri ile ilgili Yunan, Roma dönemleri ile Hititler de daha çok çalıştılar. Türk arkeologlar da onlara öykünerek biraz o konulara daha fazla ağırlık vermişiz. Bu arada biz Türk milleti olarak, üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada, yani Türk Tarihi Arkeolojisi araştırması açısından maalesef çok fazla üzerine gidemedik. Bunu bir hata olarak görüyorum, şöyle bu iş Sanat Tarihine bırakılmış... Bir de şöyle bir durum var, Türklerin Anadolu'ya girişi 1071, gibi kilişe bir rakam verilmiştir. Sanki 1071 öncesinde hiç Türk yokmuş gibi! Biz de şartlanmış gibi hep sonrasına bakıyoruz. Tamam 1071 bizim için  önemli ama, Türkler de 'aa burada da bir ülke varmış gelip burayı da fethedelim' diyerek gelmediler. Binlerce yıldır Anadolu bir köprü vazifesi gördü, Türkler nerede yaşıyorsa, Anadolu'nun varlığından haberdardı. 1071 öncesine giden bir Türk Tarihi de var Anadolu'da. Mesela, Mesudiye-Esatlı'daki kaya resimleri, Ankara-Güdül'deki kaya resimleri, Kars ve Antalya'daki kaya resimleri, bunların hepsi araştırılmayı bekliyor, uzman bile yok yani. Çok önemli bir konu, Eski Türklerin ölü gömme adetlerini yansıtan Kurgan mezarları.. bundan o kadar uzağız ki, belki de İslam öncesi Anadolu'ya gelmiş Türklerin mezarları tarlalarımızda, bahçelerimizde, yanından geçiyoruz haberimiz yok. Ama elin adamı Hint-Avrupalı diyerek, Romas'ını, Grek'ini de, Hitit'in de, burada bir sürü para harcayıp gelip inceliyorlar.. Asya'ya hakim bir milletsiniz ama Anadolu'dan haberiniz yok. Dolayısıyla, bizim İslamiyet öncesi Türk Tarihinin Anadolu'daki geçmişine yönelik arkeolojik çalışmalar da yapmamız gerekiyor. Bu vesileyle biz, hem Türkiye'deki çalışmalara, hem Orta Asya'daki çalışmalara hasbel kader, zaman zaman katılarak, hatta bu alanda uzmanlar yetiştirerek destek olmaya çalışıyoruz."

Prof.Dr.Yücel Şenyurt
Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı
Ordu Kurul Kalesi Kazı Başkanı









"Günümüzde modern Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan bir yerde, Proto-Altaylılar ünlü bir megalitik tapınak kompleksi inşa ettiler: Göbekli Tepe"


Seidakhmet Kuttykadam, Kazakhstan

"In the territory of modern South-East Turkey the Proto-Altains created the famous megalithic temple-complex, known as Göbekli Tepe, or "Potbelly Hill", which sounds like "the Earth's Navel". This, of course, is a more recent name, but in some mysterious way it reflects the subject-matter. Göbekli Tepe is the oldest known temple complex, the construction of which began around 12.000 years ago and lasted several millennia. Recently, in Guinea, near the border with Mali in West Africa, a 140m high statue was discovered of a woman with "the features of the indigenous inhabitants of Asia and the Americas", hewn into a granite rock face, which is around 11.000 years old. And so we see that the sudden and mysterious "Palaeolithic Revolution" that began around 10.000 years ago, and the emergene from non-existence of ancient cultures (with their rich languages), which can be given no logical explanation by modern scholars, are the result of the enlightened activities of the Proto-Altaic peoples."



***


Göbeklitepe’nin tarihinin çözülmesi bize bu konuda çok şeyler anlatmaktadır. Göbeklitepe M.Ö 12.000 yılında kurulmuştur. Göbeklitepe dikilitaşlarının üzerine resmedilmiş çok sayıdaki hayvan figürlerinin damgaların, Türk Dikilitaşlarındaki hayvan figürleriyle, insan figürleriyle, damgalarıyla birebir aynı olması Ön Türklerin Anadolu’ya geliş tarihini doğrulamaktadır.

Bu gerçekler, dünya tarihini alt-üst edecek, asırlardır çarpıtılan tarihi yerli yerine oturtacak bir gelişme olacaktır. Dikkat edilirse, dünya basını ve tarihçiler mümkün olduğu kadar sessiz kalmayı tercih ettiler. Bir an için M.Ö 13000 yılına ait bulgular Ermenileri, Yunanlıları işaret etmiş olsaydı, tüm dünyada koparılacak yaygarayı ve bu olayın nasıl Türk düşmanlığına dönüştürüleceğini takdirlerinize bırakıyorum…"

Rıfat Serdaroğlu
Anadolu Öz Be Öz Türk Vatanıdır, 2017.


Prof.Dr. Semih Güneri de Altaylar'dan inenlerin Zagros-Göbeklitepe çevresine yerleştiğinden bahseder.

Bu durumda, büyük resmi görmemiz için bizim de biraz çaba sarf etmemiz gerekir...


ilgili:








16 Haziran 2018 Cumartesi

Zerdüştlüğün Yunan ve Roma'ya etkisi





Yunanlılara ve Romalılara Etkisi


Yunanlılar Medleri en geç MÖ. 9 yüzyıldan itibaren iyi biliyorlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi antik dönem Yunanlı tarihçiler ve filozoflar Zerdüşt’e ve Zerdüştlüğe, dolayısıyla Med uygarlığına çok ilgi duymuşlardır. MÖ. 7 yüzyıldan itibaren Yunanistan’da Yunanlılar arasında adına "Medcilik” (Medismos) dedikleri bir akım ortaya çıkmıştır. Hatta bazı rivayetlere göre ünlü Heraklitos, I. Darius zamanında Pers ülkesine davet edilmiştir. Yunanistandaki Med modasını ve Med ekini etkisini anlatan bu akım, Medlerin siyasi otoritelerini kaybetmesinden sonra da aynı adla devam etmiştir; hatta Büyük İskender'in MÖ. 330 yılında İran’ı işgal ederek Ahamenidlere son vermesinden sonra bile Med ve Pers ekininden etkilenmeye devam etmişlerdir. Bu sonraki dönemlerde de Medcilik kavramının sürdürülmüş olması Medlerin, diğer uluslar yanında olduğu gibi Yunanlılar nezninde ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Öyle ki Medler, Yunanlıların edebi türlerinin konusu bile olmuştur; örneğin Atinalı şair Theopompus, "Çok uzaklığı” şiirlerinde "Med Toprakları" deyimiyle ifade etmiştir ve komedi türü bir eserinin adı da “Med”dir.


Zerdüşt, Yunanlılar ve Romalılarca bir filozof, astronom ve astrolog olarak görülmüştür. Onların Zerdüşt yanında, özellikle Zerdüştlüğü temsil eden ve "Magi” (Maglar) dedikleri din adamlarının düşüncesine de ilgileri yoğundu. İzmirli Hermippe (MÖ. 3. yy.), Zerdüşt’ün kitaplarını Yunancaya çevirmiştir. Hatta giriş bölümünde bahsettiğimiz Avesta’nın Şîz nüshasının Yunacaya çevrildiği rivayet edilir. Ünlü yeni eflatuncu filozof Proclus'un Zerdüşt’e ait kabul edilen şiirlerden 70 mısrayı Yunancaya çevirdiği bile söylenir. Bugüne ulaşmayan bu çeviriler, bazı Avesta metinlerinin veya Yeni Zerdüştlüğe ait başka metinlerin çevirileri olabilir. Yunanlıların ilgisi, Zerdüşt ve Zerdüştlükle sınırlı değildi; Medlerin ekini ve bilimsel düşüncesini de öğrenmişlerdir. Medlerin, Yunanlılara etkisi onların vasıtasıyla Romalılara da geçmiştir. Bu etkilenmeye neden olan bazı doğrudan olaylar vardı.


Bunlardan birisi, daha önce de belirttiğimiz gibi Herodotus'a göre Medlerin Atina’yı işgal etmeleri; aynı şekilde I. Darius döneminde Ahamenidlerin Anadolu ve Yunanistan’ın kıyı bölgelerini işgal etmeleridir. Diğer bir vasıta ise, Med imparatorluğunun Perslere geçtiği MÖ. 552 veya 550 yılından MÖ. 300 yılına kadar Yunanistan'a ve İtalya’ya olan bazı Maglann göçleridir. Nihayet Büyük İskender'in MÖ. 331 yılında İran'ı işgali, Yunanlıların Med-İran kültür ve uygarlığını yakından tanıma ve etkilenme vasıtası olmuşur.


Diğer taraftan Yunanlıların bir kısmının Fenike göçmeni olması, Asya ekininin Avrupa ve Yunanistan'a girmesinde büyük rol oynamıştır. Sümer (Kenger), Med, Babil, Hind ve Mısır uygarlılarından ve düşüncesinden birçok şey oraya geçmiştir. Büyük İskender'in MÖ. 4. yüzyılın sonuna doğru Hindistan’a kadar yaptığı seferlerde birçok felsefi, dini ve bilimsel düşünceler Yunanistan’a aktarılmıştır. Örneğin Yaşlı Pliny, Aristo’mn zoolji ile verdiği bilgilerin kaynağının Hindistan ve Pers ülkesi olduğunu bildirir; çünkü ona göre Büyük İskender yanındaki birçok kişiye bilgi toplayıp Aristo’ya iletmelerini emretmiştir. Aristo’nun zooloji konusunda başka kaynaklar da vardı; bunlardan biris, Büyük İskender zamanından çok önce yazılan Ctesias'm "Persika’’sı ve ona ekli "Indika” sıdır. Aristo’nun Babil-Med astronomi geleneğinden de haberdar olduğu bilinmektedir; Aristo’nun akrabası sayılan ve İskender ile doğu seferine katılan tarihçi Callisthenes (MÖ. 360 -328), İskender’in Babil'i almasından 1903 yıl önce, yani MÖ. 2200 yılında Babillilerin kaydettikleri ve derledikleri gözlemleri içeren belgeleri Aristo'ya göndermiştir. Söz konusu gözlemlerin derlendiği tarihten çok kısa bir zaman öncesine kadar Medlerin Babili 226 yıl kadar ellerinde tuttuklarını ve Medlerin de astronomi konusunda ileri düzeyde olduklarım hatırlarsak, Aristo'ya gönderilen gözlem belgelerinin en azından bir kısmının Medlere ait olabileceği düşünülebilir.


Muhakkak, Yunanlılar Medlerden, Perslerden ve Hindlilerden, Büyük İskender zamanından çok önce de haberdarlardı. Bunun örneklerinden birisi, önce Sparta'da açılan "Gymnosophists" mekteblerdir. Gymnosophistler, Yunanlıların Hindli çıplak din adamlarına ve filozoflarına verdikleri isimdir. Çıplaklığın, Yunanlılara Hindlilerden geçtiğini söleyenler bile vardır. Yunanlılar, ilk örneğini MÖ. 776 yılında tertipledikleri Olympus sporların yapıldığı merkezlere "Gymnasium" adı vermeleri de bu sebebledir. Medlerin esas dinini, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Şamanizimdi. Günümüzün birçok batılı bilgini, Medlerin ve Sakaların etkisiyle oluşan bir "Yunan Şamanizm’inden bahsederler; Yunanlı Şamanistlerden birisi olarak, örneğin meşhur filozof Parmenides gösterilir.


Zerdüşt’ten veya Zerdüşrlükten en çok etkilenenYunanlılar arasında Pythagoras (Fisagor MÖ. 560-480) vardır. Birçok Yunanlı ve Bizanslı düşünüre göre, Fisagorcular Fisagor’un Babil’e giderek Zerdüşt'ün öğrencisi olduğuna inanıyorlarmış. Bazı rivayetlere göre Aristo’nun Fisagor’daki Saka etkisini ifade için ona "Kuzeyli Apollo" demiş olduğu anlatılır. Bilindiği gibi, antik dönem Yunanlıları, Balkan ve Güney Rusya Sakalarına "Kuzeyliler" (Hyperboreiov) diyorlardı. Fisagor’un ruh ve ruhun ölümsüzlüğü konusunda Zerdüştlük’ten etkilenmiştir; çünkü Medlerde ve Sakalarda bir Türk metafizik düşüncesi olarak ruhun ölümsüzlüğünün çok önemli yeri vardır; zira Türkler atalarının ruhlarının yaşadığına inanırlardı ve kutsarlardı. Ayrıca Pisagor’un sayılar konusundaki görüşü ile adını taşıyan meşhur Pisagor Teoremi’nin aslının Babilli ve Medli olduğu konusunda da iddialar vardır. Yunan kaynaklarına göre, Zerdüştlükten etkilenen filozoflar arasında Sokrat (470-399) da vardır; Eflatun’a izafe edilen "Axiochos” adlı eserde bir moğun (Gobryas) Sokrat’ı eğittiği bilgisi yer alır. Diogenes Laeritus'un meşhur eserinde Gobryas'ı, Zerdüşt din adamları Moğlar’m (Maglar) bir sınıfı olarak gösterilir. Öyle görünüyor ki Gobryas sözcüğü, Maglar veya Moğan/Muğan sözcüğünün eş anlamlısı olan Farsça Guebres (Goebras) sözcüğünün bir bozmasıdır.


Zerdüşt’ün ve Magların tesirinin görüldüğü başka bir Yunanlı filozof, meşhur Eflatun'dur. Eflatun bazı eserlerinde Zerdüşt’ü anmıştır. MÖ. 390 yılında yazdığı Alcibiades adlı eserinde Zerdüşt’ten ve öğretisinden kısaca bahsetmiştir. Hayatının sonuna doğru, özellikle Magların İyilik-Kötülük kavramlarından ve onların zıdlıkları hakkındaki düşüncelerinden etkilendiğini "Kanunlar" adlı eserinden anlıyoruz. Aristo’ya gelince; kaynaklar onun da Zerdüşt’e ve Zerdüştlüğe ilgi duyduğunu anlatırlar. Aristo, hatta Zerdüştlük üzerine "Magicus" adlı bir eser yazmıştır. "Felsefe Üzerine" adlı eserinde Aristo, Eflatun gibi, Zerdüştlüğün İyilik-Kötülük düşüncelerinden etkilenmiştir. Hatta Aristo en meşhur eseri "Metafizik”te bile Maglardan bahseder. Yukarıda anlattığımız konularda, Eflatun’un öğrencisi Cnidus ile Eudoxus'un, Plutarchus’un ve Hecataeus'un da Zerdüştlükten etkilendikleri kabul edilir.


Medlerin ve Zerdüşt düşüncesinin. Yunanlılara sanıldığında kadar çok daha derin bir etkisinden bahsedilebilir; bunun bir örneği olarak, Antik ve Hellenik döneminde kullanılan, Aristo’dan Rodoslu Eudeme’e birçok Yunanlı bilginin üzerinde durdukları Aion (Sonsuz Zaman, Dehr) kavramı alınabilir; Benveniste, Gnoli ve diğer bazı kimselere göre bu kavramın ve anlamının oluşumunda Zurvanizmin ve Magi'lerin etkisi vardır. Nitekim MÖ. 6. yüzyılda bazı Magların önce Yunanistan'a ve oradan da İtalya’ya gittikleri bilinmektedir. Bunun için de Zerdüştlük ve Mitraizme özellikle de Roma ve çevresinde ilgi uyanmıştır. J. H. Moulton ve A. J. Carnoy’a göre, "hizmerkar" ve "yardımcı" anlamlarındaki Gotların dilindeki "magus” ve eski Ayriş dilindeki "mug” sözcükleri Medlerin "Magus” boyunun adından gelmektedir. 


Yunanlılar, Lidyalılar ve Frigyalılar, Medlerden ve Sakalardan sadece düşünsel alanlarda değil; teknoloji alanlarında da etkilenmişlerdir. Ok, topuz ve mızrak gibi savaş aletlerin yapımı bunların başında gelir. G. Rawlinson’a dayanarak verdiğimiz bilgiden de anlaşılacağı gibi Lidyalılar ve Yunanlılar gümüş ve altın para yapımı ve basımını da Medlerden öğrenmişlerdir. Yunanlılara ve oradan da Batı’ya Medlerin etkisi olarak, batı dillerinde tıp bilimi karşılığı olarak kullanılan "Medicine", "Medizin", Medicin” ve onlardan türetilmiş "Medical" gibi sözcüklerin, Medlerin adından gelmiş olma olasılığı da vardır. Batılı bilginler, bu sözcüklerin aslı ve etimolojisi konusunda farklı görüşler ortaya atmışlardır. Genelde bunların Latince "Medicina" veya Yunanca "Medomai" sözcüğünden geldiği söylenir. Bu doğru olabilir; ancak söz konusu Latince ve Yunanca sözcüklerin bu dillere ait olup olmadığı, ait iseler hangi kök sözcüklerden türemiş olabileceği meselesinde de yeterli açıklamalar yoktur.


Tıp biliminin başlangıçta büyü etkisiyle hastalıkları tedavi etmek olduğunu düşündüğümüzde, özellikle Medli ve Sakalı büyücüler olan Şamanlarm veya Magların ünlü olduklarını ve Yunanlıların Abaris ve Toharis (Toxaris)* adıyla andıkları birçok Medli ve Sakalı doktoru, hastalarını tedavi için ülkelerine çağırdıklarını bildiğimizde, Yunanca "Medomai" söz cüğünün, Yunanlıların Medlere verdikleri "Medoi" adından geldiği açıktır. Bunu Avesta metinlerinden de doğrulayabiliriz; çünkü metinlerde doktor anlamına gelen "vi-Mad” sözcüğü vardır. Bu bileşik özcükteki "Mad" sözcüğü, daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahamenidlerin ve Pehlevilerin Medlere verdiği bir adtır. Dolayısıyla biz batı dillerindeki tıp ve ondan türeyen benzer sözcüklerin aslının Med adı olduğunu iddia ediyoruz.


Diğer taraftan, Medlerin Magoi (Maglar) boyu, haklarında verilen bilgilerin yanlış anlaşılması nedeniyle, MÖ. 6. yüzıldan itibaren Yunanlılarca falcılık, büyü ve sihir gibi kara sanatların mucidleri görülerek, özellikle MÖ. 4. yüzyıldan, yani Hellenistik dönemin başından itibaren Yunanlılar ve Romalılar arasında ve daha sonra da Avrupa Ortaçağı’nda sihir ve büyü çok yaygınlı kazanmıştır; konuyla ilgili yazılan birçok eserin yazarları olarak Zerdüşt ve gösterilerek yoğun bir "Sözde Zerdüşt” edebyatı oluşmuştur. Daha önce belirttiğimiz gibi Herodotus ve Xenophon gibi tarihçiler Maglardan bahsederken onların Med krallarının rüyalarını yorumlamada, dini konularda ve gelecekte olacak siyasi olaylar hakkında astronomi ve astrolojiye dayanarak bilgi verme hususunda danışmanlık yaptıklarını anlatmışlardır. Bu bilgiler, MÖ 6-5.yüzyıllarda bazı Yunanlılarca yanlış değerlendirilmiştir; bunu yapan bilinen ilk Yunanlı meşhur filozof Heraclitus’tur. O, Medli Magların (Magoi) ayinlerini ve törenlerini, Tanrı’ya karşı dinsizlik ve saygısızlık görerek onları kınamıştır. Zamanla büyücülük anlamına asıl Yunanca sözcük "Goes", unutularak yerini Magi sözcüğünden türetilen "Mageia" ve "Magike" gibi benzer deyimler almıştır. Böylece de modern anlamda "Magie” ve "Magic” anlayışı ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık Zerdüşt, bir büyücü gibi algılanır olmuştur; hatta Zerdüşt’ün büyücülerin ve sihirbazların bedenlerine hulûl ettiğine inanmışlardır.  Yaşlı Pliny gibi bilginler, Zerdüşt’ü sihirbazlık ve büyücülük gibi bu kara sanatların mucidi olarak görmüşlerdir. Hatta aynı Pliny, Pythagoras, Empedocles, Democritus ve Plato (Eflatun) gibi Yunanlı filozofların Magların sanatını öğrenmek için seyahatler ettiklerini ve Yunanistana dönünce de onu öğrettiklerini yazmıştır. (...)


Medler ve Sakaların, komşuları olan Çinlilere ve Hindlilere de doğrudan ve dolaylı büyük etkileri olduğundan şüphe yoktur. MÖ. 6. yüzyıl civarında İpek Yolu vasıtasıyla Zerdüştlüğün Kuzey Çin’e girdiği ve bölgedeki Kaifeng ve Zhenjiang gibi kentlerde yapılan arkeolojik kazılarda Zerdüşt tapınakları bulunmuştur.


Yunanlıların Zerdüşt din adamı için kullandıklan Magus [çoğul Magi) kelimesi, Medlerin veya Kayânîlerin din adamları için kullandıkları "büyü” anlamındaki "Mag" kelimesinin Yunancalaştırılmış şeklidir. Zerdüşt din adamları manevi anlamıda büyük, ulu ve saygın kişiler görüldüğü için, Medler onlara "Büyük” (Mag) demişlerdir. Medlerin Maglar dedikleri din adamlarının görevlerinden birisi olan müneccimlik, zaman içerisinde Türk soylular arasında "büyük" kelimesinden türeyen büyücülerin ortaya çıkmıştır. Onların mesleklerini ifâde için de "Böyü", "Büyü" kelimesi türetilmiştir. Bu Medce Mag kelimesi, Yunancaya, "Magus" olarak geçmiştir. Yunanca aracalığıyla "Magie" şeklinde Latinceye ve bugünkü modern batı dillerine geçmiştir. Dolayısıyla bugünkü batı dillerindeki Magie kelimesinin aslı, Medce "Mag" kelimesidir.


Bir yandan Medlerin ve Sakaların zaman zaman Babil ve Asur ülkelerini ele geçirip Filistin ve Mısır'a kadar inmeleri, diğer taraftan en ez iki sefer sürgüne uğrayan Yahudilerin Hazar bölgesine kadar göç etmeleri, onların Zerdüştlüğü ve Mag din adamlarının öğretsi Mecûsiliği tanımalarına ve etkilenmelerine vesile olmuştur. Nitekim J. W. VVaterhouse " Yahudilik vasıtasıyla Hıristiyan mirası İran’ın Peygamberi ile zenginleşmiştir." derken Zerdüşt’ün ve Zerdüştlüğün Yahudilik ve Hıristiyanlığa olan etkisine işaret etmiştir ve eserinde Zerdüştlüğün Yahudiliğe olan etkisi üzerinde daha çok durmuştur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat’ta çeşitli vesilelerle çokça ve Hıristiyanlığın kutsal kitabı Incil’de bir kere Medlerden bahsedilmiştir.


Yahudiliğe Zerdüştlüğün ve Mecûsiliğin etkisinin sezildiği en iyi yer, kendisi de bir sürgün olarak bir zamanlar Pers ülkesinde kalmış olan Daniel’in Kitabı’dır. Özellikle evrenin sonuna, kıyamet olayına ve âhiert inancı konularına ilişkin meselelerde Yahudi bilginlerin Mecûsilikten etkilendikleri kabul edilir. Bu etkinin Yahudi asıllı ünlü teolog ve filizof İskenderiyeli Philon’a kadar devam ettiği söylenir. Philon’nun logos ve Cherubim (Mukarrebûn, Tanrı’ya yakın melekler) kavramlarıyla anlattığı ilk yaratık ve yaratılışa neden olan kâmil insan anlayışının Avesta'nın Vahu Manö'su olduğu kabul edilir. Hatta bu logos anlayışının Philon’dan da önce Yahudiliğe girdiği ve kendisini Tevrat’ın Süleyman’ın Meselleri bölümünde yer aldığı bilinmektedir. Ancak, J. Darmesteter, Zerdüştlükteki söz konusu melek fikrinin İskender’in İranı işgalinden sonra ortaya çıktığı iddiasıyla, tam aksi bir görüşle İranlı Zerdüştîlerin Philon’dan etkilenmiş olduklarına işaret eder; fakat Zerdüştîlerin ondan nasıl etkilenmiş olabilecekleri konusuna değinmez. Philon'un logos anlayışı, daha sonra ilk dönem Katolik mezhebinin Üçleme (Teslis) akidesinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Aynı şekilde özellikle Talmudçu Yahudiler, Magların geleneğinden çokça etkilenmişlerdir. Talmud’ta bahsedilen altı kutsal ateş ve bunu sembolize eden Yahudi şamdanı, MÖ. 2. yüzyılda Tanaimler döneminde Zerdüştlükten alınmıştır.



Prof.Dr.Mehmet Bayrakdar
Medler ve Türkler
NOT: "Yunan" kelimesinin yerine Helen ya da Elen denilmelidir.
* Yunanistan'da Üç Saka Türkü




***

Medes and Turks

It would be useful, 1 think, if we give an English summary of the book especially for those who do not know Turkish, because it may happen that by chance they could get it their hands it on and want to brovvse its pages. As the title indicates, the aims of the present book revolve around two majör subjects : The Turkish origin of the Medes and the date of their first appearance in histoıy. Both of the subjects include data on the very remote past of the Ural-Altaic peoples and their relations with other peoples such as Babylonians, Assyrians, Indians, Persians, Greeco-Ionians and so on.

Various theories, some of them very wild and irrational, have been advanced to explain the origin of the Medes. The oldest and thrue one of these theories is that the Medes are (were) of the Altaic descendent.

Therefore in the first part, especially in the second and third chapters, I have argued for the Turkishness of the Medes relaying upon internal and external historical and lingustic evidence as well as referring to the most eminent and authoritative ancient and modern historians on the history of Medes, from Berosus and Herodotus to Sir H. C. Rawlinson, Ed. Norris, N. L.Westergaard, Fr. Lenormant, F. de Saulcy, J. Oppert, I. Taylor and M. S. Zaborovvski, most of whom were famous for their deciphering of the cuneiform inscriptions of Persepolis, including the Behistun Inscription of Darius the First. And they had showed nearly one century ago that the Median language is one of the Altaic or Ural-Altaic languges. I could say that among other research works J. Oppert’s book entitled " Le People et la Langue des Medes" (Paris, 1879) is deserving of special praise in respect to the Medes.

On the other hand there are of course some other rather ordinary western historians, like G. Maspero, G. Rawlinson, A.-J. Delattre, I. M. Diakonoff, R. N. Frye and so on, who have claimed the Aryan or Persian origin of the Medes; I qualify them as "ordinary” only in the context of Median history, since
they have not been primarly concerned with the history of the Medes, and they have repeated each other’s mistakes and misinterpretations of the main sources, the important ones of which I have pointed out and criticized. For example, in order to show the Aryan origin of the Medes they reffered to the name "Arioi" that Herodotus used for the Medes; they took this name as if Herodotus had meant "Aryan” by that name. In fact what Herodotus said is that the Medes had been previouly called "Arioi", before being called "Medes". And the name Arioi has nothing to do with Aryan; it is evidently an Ural-Altaic name whose root is "Ar" or "Arı". The root word Ar or Arı is stili in usage in modern Turkish or some other Altaic Languages; it means "clean” and "pure". And some western historians, such as G. Rawlinson and A.-J. Delattre in particular, made also cross references to the Bible for their mistaken assumption on the Persian or Aryan origin of the Medes; but unfortunatly no one can find even the name Pers mentoined in Genesis, for example, which is the most important part of the Bible and where the origins of peoples are explained. They often refer themselves particularly to the Book of Danil; leaving aside some historical debate on this Book, there is no clear and direct indication of the same origin of the Medes with Persians in any of its statements and sentences. They always took such expressions as "the Medes and the Persians" and "the Persians and the Medes" in the sentences of the Book as proof for their wrong pretention.

Again Herodotus says, Medes were lately called "Mâdos" by other nations; for example the Persians named them as "Mâda”. In reality Medos, Mâda and other similar names that foreigners had given to them are nothing but the different spelings and writings of the name Mata or Mada by which Medes had called themselves, as is indicated in the Behistun Inscription. After all, this very name Mata itself can prove that Medes are of Turkish origin; because its etymology can be properly explained only by the Ural-Altaic languages. This name Mata is no doubt equivalent of today’s Turkish male name Mete. And Median people were most probably named themselves after thier first chief Mata or Mada, by whom they came on the scene of history for the first time. In short, in the first part of my book, I have argued for the Turkish or Turkic origin of the Medes by every possible evidence, and at the same time I have criticized ali the previously established arguments for the Persian origin of the Medes and have shown their mistakenness by means of accumulating all the historical data given in Babylonian, Assyrian, Persian and Greek sources altogether.

The originality of my book lays in its second part, ie. in the third and fourth chapters, where I have tried to reestablish the best probable date of the foundation of the Median empire as early as 2200 BC. according to the archaeological findings and the oldest rare historical documentations, whereas modern western historians have generelly dated the history of the Median people and their empire to the 9th century BC. as an earliest date. In fact this 9th century is, for us, not the date of the foundation of Median empire, but it is the date of the reorganization of their empire after their independence from a somewhat long Assyrian oocupation. And according to my opinon, the people of Mede, who were most probably one of the oldest tribes of Scythians, came into existence as an independent tribe as early as 3500 BC. I have divided the Median empire into two periods. The first period goes back to the year 2200 BC. and ends in 880 BC. During this long period the Median empire was rather a kind of confederation with the other Turkic or Ural-Altaic peoples as well as non Turkic peoples like Persians, who were inhabiting the different parts of today’s Azerbaijan and Iran. And the second period starts with the year 880 BC and lasts until the year 552 BC. when Cyrus I. captured the Median empire. During this second period the Median empire was in fact a real empire and was a bigger one in terms of land and population; and by the 9th. century BC. it stretched from Georgia to Afghanistan, from Türkmenistan and Uzbekistan to the Eastern part of Anatolia up to the Haley river. The so called Persian empire was nothing but a continuation of the Median empire; the Persians had never formed a new empire.

As to the third part’s chapters, the fifth chapter is devoted to display the dead and stili living Median peoples in Asia and Europe. The sixth and final chapter deals with the Median civilization and its influences upon different nations such as Persians, Greeks, Babylonians, Assyrians, Chinese, Indians and Romans.

Prof.Dr.Mehmet Bayrakdar
Medes (Media) and Turks





ilgili:
Yrd. Doç. Dr. İskender Oymak



Thales ve Sözde Yunan Mucizesi



"Bütün bunlar dikkate alındığında, kabul edilmelidir ki sanki dünya, bu parlak ışıklardan biri ya da diğerleri yanıncaya kadar baştan sona derin bir karanlık içindeymiş gibi, yazılı bir gelenek oluşturamadıkları için hikmetleri hakkında hiçbir bilgi sahibi olamadığımız diğer uygarlıkların hikmetlerini veya felsefi bilgeliklerini yok sayarak, söz konusu doğum merkezlerini, hatta “Yunan mucizesi” diyerek içlerinden birini öne çıkartıp kutsamak kadar hatalı bir tutum olamaz."





İLKÇAĞ FELSEFESİ GİRİŞ FELSEFENİN BAŞLANGICI

Felsefe, MÖ 6. yüzyılla 5. yüzyıl arasında kalan bir dönemde, aynı anda dünyanın birçok yerinde başlamıştır. Akdeniz’in doğusunda, güneyinde ve kuzeyinde, Çin ve Hindistan’da birtakım bilge adamlar, karşı karşıya kaldıkları kaotik yapı ya da düzenle hesaplaşırken, üyeleri oldukları kültürlerin yerleşik alışkanlıkları, dini inançları ve mitolojik inanışlarıyla yetinmeyerek yeni bir düzen oluşturmaya çalıştılar. Düşüncenin kendilerinde belli bir soyutlaşma eğilimine girdiği bu bilge ya da filozoflar, daha derinlikli sorular sorup, daha iddialı, daha spekülatif ve ihtiraslı yanıtlar ortaya koydular. Ayrı kültürlere mensup olan bu bilgelerden beş tanesi öne çıkarılabilir: Zerdüşt (MÖ 628-551), Thales (MÖ 625- 547), Siddhartha Gautama (MÖ 563-545), Konfüçyüs (MÖ 551-479) ve Lao-Tzu (MÖ 6. yüzyıl).



Hindistan’da Buda

Bu dört bilge adam, dört farklı alanda, sırasıyla beşeri, toplumsal, ilahi ve doğal alanlarda mevcut olandan farklı şeyler söyleyerek yeni bir düzen tesis etme yoluna gittiler; gitmekle kalmayıp, ardından gelenleri de felsefe adı verilen bu yeni yolda yürümeye sevk ettiler. Soylu bir genç, gerçek bir prens olan Siddhartha Gautama, otuz beş yaşlarına geldiğinde, hayatın amacını anlamak, ölüm gerçeğiyle baş edebilmek, çeşitli ıstıraplardan kurtulmanın yollarını keşfetmek ve çevresinde gördüğü derin insani acılara bir çözüm bulabilmek amacıyla, derin düşüncelere dalarak Hindistan’ı baştan aşağı dolaşmaya başlamıştı.

Hayatının önceki bölümünde zevk ve sefa içinde zengin bir hayat sürmüş fakat bunun bir işe yaramadığını, böyle bir yaşamın insanı kurtuluş ve mutluluğa eriştirmediğini görmüştü; daha sonra bir süre de bunun tam tersi bir yoldan ilerledi. Aşırı bir perhiz ve riyazet uyguladıktan sonra, bu usullerin de insanı kurtuluşa ve mutluluğa götürmediğini anlamıştı. En nihayetinde, bilgi ağacının dibinde, mistik bir tecrübenin ardından gerçeği kavrayarak aydınlandı. Kendisine “uyanmış, aydınlanmış” anlamında Buda adı verilmesinin nedeni buydu. İnsan için en doğrusunun aşırılıklar arasında bulunan bir “orta yol”un izleyicisi olmak olduğuna hükmetmişti. Buna göre, sürekli bir değişmeyle, yoğun çatışma ve şiddetin belirlediği bir dönemde, en nihayetinde aradığı yanıtı bulan Buda, insanlara barış ve sükûneti öğretmeye başlamıştı. Beşeri acıların üstesinden ancak dünyevi gerçekliğin ve bireysel benliğin yarattığı yanılsama perdesinin ötesine geçmek ve insanın mustarip olduğu bütün acılara yol açan sahte arzulardan ve baştan çıkarıcı tutkulardan arınmış bir kişilik geliştirmek suretiyle gelinebileceğini öne süren Buda’nın ardından izleyicileri, oldukça ayrıntılı bilgi, benlik, varlık ve dil kuramları geliştirdiler.



Çin’de Konfüçyüs

Yine aynı dönemde, aslında bir devlet adamı olmakla birlikte, verdiği öğütler ve insanların bir arada yaşama ve çalışma tarzlarına ilişkin derin kavrayışı dolayısıyla, tüm zamanların en büyük öğretmenlerinden biri olarak görülen Konfüçyüs adlı bir Çinli, çevresinde çok sayıda insan toplamıştı. Çin daha o zamanlar, oldukça gelişmiş bir politik kültüre sahip siyasal ve toplumsal bir düzen görünümü vermekteydi. Bununla birlikte, bu zengin kültür Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde, büyük bir çalkantı içine girmişti. Bundan dolayıdır ki Konfüçyüs öğretileriyle, uyumlu bir topluma giden yolu belirleme ve gözler önüne serme çabası içinde oldu. Bu dönemde Çin dünyası, Zhou hanedanının idaresi altında toplam on dört hanedandan meydana gelmekteydi. Herkesin imparatorluğun birliğinin yegâne alternatifinin felaket ve yok oluş olduğunu bildiği böyle politik koşullarda, Konfüçyüs söz konusu birliğin felsefi temellerini geliştirip güçlendirmek için büyük bir mücadele verdi.

Gerçekten de Çin kültürünün temeli aileydi. Durum böyle olmakla birlikte, güç politikası tarafından tahrip edilen aile ve aşındırılan “geleneksel aile değerleri” 500’lü yılların sonlarına doğru gerçek bir tehdit altına girmişti. Bu yüzden Konfüçyüs’ün felsefesi, sadece toplumsal ve politik meselelerle, doğru ve adil yönetim gibi konularla, aile ve cemaat değerleriyle ilgili oldu. Konfüçyüs, gerçekten de hep uyumlu ilişkiler, önderlik ve devlet adamlığı üzerine konuştu; kişinin kendisini sorgulamasından, dönüştürmesinden, başkalarına ilham vermesinden ve erdemli biri olmak için sergilemesi gereken çabalardan söz etti. Bu yüzden, onun kurduğu felsefe geleneği, bir devlette düzeni egemen kılmayı bilen insanın nasıl yetiştirileceği sorununa çözümler getirirken, erdemi en önemli konu yaptı. Zira başkalarını yönetmek önce kendini yönetmek demekti ve erdem de onun gözünde, erdemli olmak isteyen insanın her zaman daha çok geliştirmesi gereken bir iç nitelikler bütünüydü.

Konfüçyüs’ün esas ilgisi “üstün insan” ve “iyi düzenlenmiş” toplum oldu. Onun zamanına kadar ideal insan, aristokratı tanımlayan biriydi; oysa Konfüçyüs geçmişten radikal bir kopuş içinde, bütünüyle yeni bir ideal; bilge, güçlü ve cesur olan, çıkar duygusunun değil de doğruluk ve adaletin harekete geçirdiği, Yolu ya da Tao’yu bilen, insanları seven üstün insan idealini ortaya koydu. Söz konusu üstün insan telakkisi, Konfüçyüsçü gelenekte hep olduğu gibi, hiç değişmeden aynen kalmıştır.

Demek ki soyut konularla, metafiziksel problemlerle uğraşmayıp, tinsel varlıklarla ilgili kuramlar geliştirmeyen; öğrencilerinden birinin manevi varlıklara veya tanrılara hizmet etme ve ölümle ilgili sorusunu, “beşeri varlıkların hizmetinde bulunacak durumda olunmadığı zaman, manevi varlıklara nasıl hizmet edilebilir?.. Hayat hakkında bilgi sahibi değilken, nasıl olup da ölümle ilgili bilgi sahibi olabiliriz?” diye yanıtlayan Konfüçyüs, bununla birlikte üstün insan olmanın nasıl mümkün olduğunu açıklamamıştı. O, insanların doğaları itibariyle birbirlerine benzer olduklarını fakat farklı pratik ya da uygulamalar nedeniyle farklılaştıklarını ima etmişe benzer.

Gerçekten de Konfüçyüs Batı’daki filozof ya da bilgelerden farklı olarak doğayla veya şeylerin özüyle hiç ilgilenmedi. İnsani olmayan gerçekliğin nihai doğası konusuna hemen hiç eğilmeyen Konfüçyüs’ün aklından, insanların gerçek olduğunu bildikleri veya düşündükleri şeyin salt bir görünüş ya da Buda’nın söylediği gibi yanılsama olabileceği düşüncesi hiç geçmedi. O, tanrı veya tanrıçalardan da söz etmedi; erdem, insani ilişkiler ve iyi toplum dışında hemen hiçbir şeyle ilgilenmeyen Konfüçyüs’ün çıkış noktası, tek tek her insan varlığının hayatının, iyisiyle kötüsüyle ailenin oluşturduğu genel bağlam içinde yaşandığı düşüncesiydi. Bu yüzden o, kendisini herkesten tecrit etmiş bireye en küçük bir değer vermemekle kalmadı fakat bir yandan da bireyi meydana getiren şeyin esas itibariyle ailesi ve kompleks ilişkileri olduğunu öne sürdü. Toplumsal ilişkilerin oluşturduğu tabakalar yok olup gittiği zaman, geride birey ya da benlik diye bir şey de kalmıyordu. Kişinin rolleri ve ilişkilerinden ibaret olduğunu söyleyen Konfüçyüs, yaşamın amacının insanın söz konusu ilişki ve rollere uygun olarak başkalarıyla uyum içinde ve bir bütün olarak dengeli ve ahenkli yaşaması olduğunu öne sürdü.

İnsanın hayata geçirmesi gereken ideal olarak denge, düzen ve ahenk ideali bağlamında, Konfüçyüs, dengenin “zevk, kızgınlık, keder, neşe, kendinden geçme benzeri duygulara” kapılmamak olduğunu, ahengin ise “insani duyguların tam zamanında ve gerekli durumlarda zuhur”undan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Denge ve orta yol öğretisini doğru ve iyi yaşanmış bir hayatın reçetesi yapan Konfüçyüs, uyum, ahenk ve adalet düşüncesini siyaset kuramının da merkezine oturtmuştu. O da eski bir inanışı sürdürerek, yeryüzündeki yöneticinin Tanrının vekili olduğunu, barışı ve uyumu sağlamayı başaramazsa, onun elinden bu vekâletin alınmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyordu.

Bütün politik ve toplumsal erdemler, aslında kişinin bireysel erdemlerinin bir uzantısıydı. Buna göre, erdemli kişi her şeyden önce insanlığını ve insancıllığını geliştirmiş, başkalarıyla bir olmayı bilen, insanların sözlerini ölçüp biçerek, onlar karşısında alçakgönüllü olmayı başarabilen kişiydi. Başkalarını gözetecek şekilde insancıllığa ve gerçek iyilikseverliğe ulaşmak isteyen kişinin, ayrıca insan davranışını düzenleyen, ona yol göstermek üzere konmuş kurallara uyması gerekiyordu. Konfüçyüs’e göre, böyle bir kişi bütün eylemlerini iyilik adına yapan kişi olmak durumundaydı.



Lao-Tzu

MÖ 6. yüzyılda Çin’de insanı, düzen, barış ve aydınlanmaya götüren yolla ilgili olarak daha farklı bir vizyon geliştiren bir filozof daha vardı. Adı Lao-Tzu olan bu bilge, Konfüçyüs’ten çok farklı olarak doğaya büyük bir önem verdi. Konfüçyüs uygar, akıllı ve iyi yetişmiş bir insanın hayatında pek yer tutmaması gereken birtakım duyguların hiçbir şekilde doğal olmadığını öne sürmüştü. Doğaya büyük bir inanç besleyen Lao-Tzu ise eğitimden geçmemiş, yeterince terbiye almamış insanların duygularına büyük bir önem izafe etti. Konfüçyüs için iyi bir hayata giden yol toplum içinde ahenkli ilişkiler geliştirmekten; atalar tarafından geliştirilen âdet ve geleneklere uymaktan geçiyordu. Oysa Lao-Tzu için yol çok daha gizemli bir yoldu. O, dile getirilemez, bir elkitabı veya felsefe yoluyla açıklanamazdı. Fakat buna rağmen kişi bu yolu bulabilir, hayatını ona göre düzenleyebilirdi.

Konfüçyüs ve Lao-Tzu Çin felsefesini, işte böyle belirleyip, ahenge hem bireyin ve hem de toplumun ideal hali olarak güçlü bir biçimde vurgu yaptı. Her ikisi de insan yaşamıyla ilgili kuşatıcı bir görüş üzerinde dururken, sağlam bir kişisel karakteri hayatın en yüksek amacı haline getirdi. Bununla birlikte kişisel olan, bu filozoflara göre, tecrit edilmiş varlığın bireysel terimleriyle tanımlanamazdı. Nitekim Konfüçyüsçünün kişiyi ve kişisel olanı toplumsal terimlerle ifade ettiği yerde, Taoist kişiyi belirleyen şeyin doğayla uyum içinde olmak olduğunu öne sürdü.



İran’da Zerdüşt

Çin ve Hint’te bireysel ve sosyal gerçeklik üzerine geliştirilen söz konusu felsefi filozoflardan daha bile önce, İran’da Zerdüşt adlı bir bilge ilahi gerçeklik ve “Kötülük Problemi” konusunda oldukça geniş kapsamlı fikirler ileri sürmüştü. Olabildiğine ayrıntılı bir ahlaki monoteizmin savunuculuğunu yapan Zerdüşt, pek çok kaynağa göre, Yahudi inançlarından, eski Mısır tanrılarından, hatta Vedalar’dan etkilenmişti. Zerdüşt birden fazla Tanrıya inandığını söylenerek tektanrıcılık sorgulanmış olsa da onun sadece Tanrıların en kudretlisi olan Ahura Mazda’ya tapınılmasını istediği açıktı.

Zerdüşt dünyadaki karşıt metafiziksel güçler arasındaki çatışmanın belirlediğine inandığı ahlaklılıkla ilgili olarak da birtakım düşünceler geliştirmişti. Ahura Mazda, kötülüğe tekabül eden mutlak karanlığın tam karşısında, iyilikten yanaydı. Bizim hem iyilik ve hem de kötülükle dünyaya geldiğimizi, bu ikisi arasında verilen mücadelenin hayatımızı anlamlandıran en önemli şey olduğunu söyleyen Zerdüşt, demek ki Aziz Augustinus’tan tam bin yıl önce kötülük problemi üzerinde kafa yormuştu. Söz konusu ahlaki düalizm, nitekim Zerdüştçülerin sapkın olduklarına inandıkları Manişeistlerin elinde, sonradan iyiyle kötü arasında geçen kozmik bir çatışma haline gelecektir.



Thales ve Sözde “Yunan Mucizesi”

Yine yaklaşık olarak aynı dönemde, tam olarak ifade edildiğinde MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında, bu kez Batı’da, Türkiye’nin Ege kıyılarında Thales sahneye çıktı. Zerdüşt’ün ilahi gerçekliğin doğasıyla, Konfüçyüs ve Lao- Tzu’nun sosyopolitik gerçekliğin doğru yapılandırılmasıyla ve Buda’nın bireyin inşa etmesi gereken moral düzenle meşgul olduğu yerde, Thales salt doğal gerçeklikle, genel olarak varlığın doğasıyla meşgul oldu. Yunan mitolojisinin sunduğu açıklamalarla yetinmeyen Thales’in filozof zekâsı, doğal olanın, doğaüstü nedenlerle değil de yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla varlığa ilişkin felsefi ve tümüyle rasyonel bir açıklama geliştirdi. Bununla birlikte, özellikle astronomi ve matematik alanında gerçekleştirmiş olduğu çözümlerin, getirmiş olduğu yeniliklerin, kültürel açıdan, o zamanlar Yunanlılardan daha ileride olan çevre uygarlıklardan devşirilmiş bilgilere dayandığı besbelliydi.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, MÖ 6. yüzyılla 5. yüzyıl arasında kalan dönemde felsefe dünyaya, en az dört farklı coğrafi bölgede birçok kez gelmiştir. Bunlar, bildiklerimiz, yazılı belgelerden öğrendiklerimizdir. Dünya üzerinde, felsefesiz, en alt düzeyde dahi olsa hikmetten yoksun bir kültür olamayacağına göre ya Amerika’daki İnka, Maya ve Aztek uygarlıkları, Avustralya’daki Aborjinler için ne diyeceğiz?

Bütün bunlar dikkate alındığında, kabul edilmelidir ki sanki dünya, bu parlak ışıklardan biri ya da diğerleri yanıncaya kadar baştan sona derin bir karanlık içindeymiş gibi, yazılı bir gelenek oluşturamadıkları için hikmetleri hakkında hiçbir bilgi sahibi olamadığımız diğer uygarlıkların hikmetlerini veya felsefi bilgeliklerini yok sayarak, söz konusu doğum merkezlerini, hatta “Yunan mucizesi” diyerek içlerinden birini öne çıkartıp kutsamak kadar hatalı bir tutum olamaz.

Demek ki bir halkın kendi kültürünü “barbarlar” tarafından kuşatılmış bir uygarlık yıldızı olarak övme tavrı karşısında çok dikkatli olmamız gerekir. Gerçekten de Yunanlılar, Perslilerden barbar diye söz ederken, Persliler de onlara benzer ifadelerle karşılık vermişti. Yahudiler kendilerinden olmayan herkesi “günahkâr” addederken, sonradan kendileri de onların Yahudi kimliklerini tanımayan Hıristiyanlar tarafından kâfir addedildiler. Çinli filozofların, başta bugün dünyanın en özel ve en karmaşık toplumlarından birini meydana getiren Japonlar olmak üzere kendilerini çevreleyen hemen bütün kabileleri barbarlar diye niteledikleri iyi bilinir. Yüzyıllar boyunca Romalılar kuzeyden gelenlere, Avrupalılar Türklere barbar diyerek hor bakmamışlar mıdır? Yıllar yılı İngilizler Fransızlara, Fransızlar Almanlara, Almanlar Polonyalılara, Polonyalılar Ruslara, Ruslar Sibiryalılara küçümseyerek yaklaşmamış mıdır?



Yunan Felsefesinin Kültürel Açıdan Öne Çıkma Nedenleri

Unutulmamalıdır ki bir kültürün barbarları, en az o kültür kadar verimli bir düşünce kaynağı olabilir ve zengin bir uygarlık meydana getirebilir. Bir zamanlar dünyanın hemen her yanına yayılmış zengin felsefe okulları ve karmaşık argümantasyon tekniklerinin varlığından söz etmekten bizi alıkoyan yegâne şey, önyargılarımız ve bilgisizliğimizdir. Gerçekten de eski zamanlarda pek çok toplumun, bilgiyi bir kuşaktan diğerine aktarmada, yazı dışında başkaca etkin teknikleri kullanan sözlü kültürleri vardı. Öykülerin yüz yüze anlatılması, yazının soğukluğu ve kayıtsızlığıyla kıyaslandığında, sadece özel ve kişisel bir iş değil fakat aynı zamanda bağlayıcı ve motive edici bir faaliyetti. Sözlü toplumların yaşlı kuşakları bilgeliklerini genç kuşaklara şiir ve şarkılarla aktarıyorlardı. Fakat bu kültürler yok olup gittiği zaman, onların düşünceleri de aynen uygarlıkları gibi, bizim için erişilir olmaktan çıktı. Kültürün yazılı olmadığı bu dönemde, Antik Yunan bile, felsefi bir düzeye yükselmeden, yani filozoflar düşüncelerini kâğıda dökmeden önce, bütünüyle sözlü bir kültürdü.

İlyada ve Odysseia, hiç kuşku yok ki Homeros olarak bilinen tek bir yazarın eseri değildi. Ve Sparta felsefesinin yazıya dökülmek yerine şarkılarla söylendiği veya ifade edildiği bir çağda, Homeros’un bu eserlerinin özgün formuyla olmasa bile, böyle bir edebi ve yazılı form içinde bize erişmesi, gerçekten de büyük bir şans oldu. Demek ki Yunan felsefesinin öne çıkması, Atina’nın en nihayetinde dünyanın felsefe merkezi haline gelmesinin en önemli nedeni, bu felsefenin teknik anlamda sergilemiş olduğu üstünlükten, diğer kültürlerden hiçbir şey almadan kendi başına yaratmış olduğu farklılık ve gelişmişlikten ziyade, Atinalıların, özellikle de Platon’un felsefi düşünceleri yazıya dökme kararlılığı olmuştur.

Hint-Avrupa ailesinden gelen göçebe bir topluluk olarak Yunanlılar, kuzeyden Akdeniz’e doğru indikleri zaman, sadece Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da değil fakat Asya ve Afrika’da da oldukça gelişmiş uygarlıklar bulunmaktaydı. Onlar MÖ 1200 yılında geldiklerinde, bu sıralarda Ege kıyılarına yerleşmiş, uygarlık bakımından hayli ileri bir halkı bulundukları yerden sürdüler. İşte bu dönemde, Yunanistan büyük ölçüde tahrip olmuş durumdaydı ve 6. yüzyıla kadar da öyle kaldı.



Yunanlıların Başka Uygarlıklara Olan Kültürel Borçları

Ticaretle uğraşan, bu çerçeve içinde Akdeniz’i bir baştan diğerine kat eden Yunanlıların meydana getirmiş oldukları pek çok şeyde, kültürel açıdan gerçekleştirmiş oldukları hemen bütün başarılarda, ana unsurları başka kültürlerden aldıklarını kabul etmek doğru olur. Gerçekten de onlar Fenikelilerden alfabenin yanı sıra, belli bir teknolojik birikim ve bazı dini düşünceler almışlardı. Mısır’dan, başkaca şeyler yanında, Yunan mimarisinin ana unsurlarını ve geometriyi getirmişlerdi. Babil’den ise astronomi ve matematik öğrendiler, birtakım dini düşünceler aldılar. Yunan hiçbir şekilde bir mucize değildi; o, tarihin vücut verdiği hoş bir tesadüf ve komşularla daha önceki kültürlerden alınan değerli derslerin bir ürünüydü.

Yunanlıların bu kültürlenme sürecinin bir parçası olarak, Mısır tanrısı Osiris, Yunan’da bir Tanrı ya da yarı-tanrı diye bilinen Dionyssos olup çıkmıştı. Nitekim MÖ 6. yüzyılda Dionyssos’un oldukça kuvvetli gizler kültü Yunanistan’ın neredeyse tamamına yayılmıştı. Söz konusu Orpheusçu gizlere göre, dünyayı Titanlar yönetmekteydi. Bu Titanlar, tanrıların kralı ve Dionyssos’un babası olan Zeus’u doğuran Gaia’dan, yani yerden çıkmışlardı. Dionyssos Titanlarca öldürüldükten sonra, Zeus da bunun karşılığında Titanları öldürdü. İnsanlar, Yunan mitolojisine göre, işte onların küllerinden doğdular. Başka bir deyişle, insan doğası kısmen doğal, kısmen de ilahi bir yapıdaydı. Yunanlılar bunu, başkaca şeyler yanında, insan varlıklarının ebedi bir hayata sahip oldukları anlamına gelecek şekilde yorumladılar. Bu, hayatın kısa, kaba ve ilkel olduğu bir dünyada, kesinlikle çok olumlu karşılanan bir düşünce oldu.

Yunan felsefesi, işte bu koşullarda mitoloji, mistisizm, matematik ve dünyada bir şeylerin iyi gitmediği algısının böyle bir birleşiminden doğmuştu. İlk Yunanlı filozoflar kendilerini birçok yönden zorlu koşullar altında buldular. Kültürlerinin oldukça zengin ve yaratıcı bir kültür haline gelmekte olduğunun fakat bir yandan da kıskanç ve kendileriyle rekabet halindeki kültürler tarafından kuşatıldığının farkındaydılar. Böyle büyük ve önemli kültürlerin aniden istila edilmeleri ve bilinen dünyadan tamamen silinmeleri, pek de alışılmadık bir şey değildi. Savaşın yok edemediğini, doğanın tahrip ettiği de oluyordu. Vebanın kentleri adeta sessiz ordular gibi silip süpürdüğü çok olmuştu. Öngörülemeyen, öngörülemediği için çoğunlukla trajik bir yapı kazanan hayatın, her şeye rağmen çok değerli olduğu kavranmıştı.

İnsanın üzerinde hemen hiçbir kontrolünün olmadığı bir dünyada, kader kavramı doğallıkla çok önemli bir rol oynamıştır. Fakat Homeros’un zamanında Yunanlıların kaderi tanrılarla tanrıçaların keyfi kararlarına bağladıkları yerde, 6. yüzyılın filozofları şeylerin gerisindeki kalıcı bir düzene, onları anlaşılır hale getirecek istikrarlı bir temele yöneldiler. Tanrıların kaprisleri ve keyfi kararları yerine, birtakım ilkelerin olması gerekiyordu. Kaderin görünüşteki kesinsizliklerini bertaraf edecek bir logosa, görünüşlerin gerisindeki bir akla, şeylerin düzeninden sorumlu olacak bir mantığa ihtiyaç vardı.

İlk Yunanlı filozoflar, Anadolu’nun Batı kıyılarında bulunan Miletoslu filozoflar, işte bu ihtiyaca yanıt vermeye çalıştılar. Miletos, Atina tarafından kurulan fakat sonradan Lidyalılar ve en nihayetinde de Persliler tarafından fethedilen büyük bir Yunan kentiydi. Yunanlıların kozmosun birliği, matematiğin güzelliğiyle ilgili düşüncelere ve daha birtakım dini fikirlere ulaşmalarını, bu sıralarda ve esas itibariyle Miletos’ta büyük ölçüde Pers kültürü sağladı. Onların Persliler sayesinde keşfettikleri kültürel unsurların başında Zerdüştçülüğün tektanrıcılık, ruhun ölümsüzlüğü ve iyi-kötü ikiliği gibi ana öğretileri gelmekteydi. İlk Yunanlı filozoflar birlikli bir kozmos kuramının önemiyle ideal bilgi türü olarak matematiğe büyük bir vurgu yaptılar. Bu arada dünyanın sıcak ve soğuk, kuru ve ıslak gibi rakip öğe ve özellikler arasındaki düzenli karşıtlıklardan meydana geldiği düşüncesi benzeri bazı temel ve açıklayıcı kuramlara yöneldiler. Nihai gerçeklik, onlara göre ancak birtakım temel ilkeler yoluyla kavranabilirdi; insanın kaderi, işte bu ilkeler sayesinde anlaşılır hale getirilip, hayatı bu terimlerle değerlendirilebilirdi.

İşte bu 6. yüzyıl filozofları tarafından gerçekleştirilen dramatik dönüşüm, geriye dönüp bakıldığında gerçekte olduğundan daha radikal ve ani bir dönüşüm gibi görünür. Ama unutulmamalıdır ki diğer beşeri faaliyetler gibi, felsefe de hiçbir zaman yoktan varlığa gelmez; filozoflar da ormanda toprağın bağrından çıkmış, başka her şeyden ve herkesten tecrit olmuş kimseler değildirler. Yunan kültürü varlığını duyurmaya başladığı sıralarda, Doğu Akdeniz kültürlerine ek olarak Çin ve Hint kültürleri de yeşermiş oldukları topraklarda yaşanan bütün çalkantılara rağmen, hayatiyetlerini sürdüren kültürlerdi. Bütün bu kültürler, bununla birlikte, bir yandan da sıkı bir değişme süreci içine girmişlerdi; ciddiye alınması gereken yeni felsefi düşünceleri yaratan da işte gelenekle değişmenin beslediği bu verimli toprak oldu. Hinduizm binlerce yıldan beri varolan bir gelenek oluşturuyordu; o, sadece heyecan verici öykülerle bir halk bilgeliğinden meydana gelmemekteydi.

Onda, bilgelerin dünyadaki şeylerin var olma tarzıyla ilgili derin kavrayışları ve spekülasyonları da yer almaktaydı. Hinduların Vedalar’ı 1400’lü yıllara kadar geri gitmekteydi; Vedalar’ı takip eden ve onlar üzerine şerhlerden meydana gelen Upanişadlar da tarih olarak 800’lü yıllara kadar geri gidiyordu. Buda bu iki kaynakta yer alan kimi düşünceleri sorgulamaya başladığı zaman, demek ki Hindistan’da sadece mistisizm yanında varlığı belli belirsiz hissedilen rasyonel bir eğilim değil fakat özgür düşüncenin eseri olduğu besbelli olan güçlü argümanlar bulunmaktaydı. Ve bu argümanlarla mistik düşüncelerin Batı Anadolu kıyılarındaki limanlarla Atina’nın iyi korunan güçlü kapılarından Yunan dünyasına girmiş olmaları çok muhtemeldir.

Öte yandan, 6. yüzyılla birlikte Yunan mitolojisi epeyce yorgun düşmüş ve problematik hale gelmişti. Tanrı ve tanrıçalarla kurbanlarının öyküleri pek de ciddiye alınmamaya başlamıştı. Hakikat düşüncesi, işte böyle bir ortamda, dünyevi olanla fantastik olan arasından çıktı. Çok sayıda Tanrının varlığına rağmen, Ksenophanes marifetiyle tektanrıcılığa yönelen Yunanlılar, burada Yahudi düşüncesinden etkilenmişlerdi. Onlar Yahudi, Çin, Hint ve Pers düşüncesi yanında, Akdeniz’in güneyindeki uygarlıklardan da kompleks astronomi sistemleri, ileri matematikleri, ruhun doğası üzerine takıntılı düşünceleri olan kültürlerden de etkilenmişti. Bundan dolayıdır ki Yunan’daki sözde mucize, çok önemli ve kayda değer bir başlangıçtan ziyade, başlangıcını hiç, ortalarını da pek fazla bilmediğimiz bir öykünün doruk noktasını oluşturur. Bu eski öykünün Yunan’daki kısmının başkahramanı veya ana figürü de Sokrates’tir.

Sokrates, hiçbir şekilde ilk filozof değildi. Ondan önce, yaklaşık 150 yıllık bir süreç boyunca, başka filozoflar da olmuştu. Başka pek çok filozof, Sokrates’ten hem önce hem de sonra, onun kadar güçlü ve sağlam bir biçimde akıl yürüttü; aynen onun gibi, sonuçlarına hiç bakmadan, argümanın kendisini götürdüğü yere kadar gitti. Onu özel olarak Yunan, genel olarak da Batı felsefesinin en önemli kahramanı haline getiren iki şey vardır. Bunlardan birincisi, Sokrates’in felsefenin nasıl ve ne için olması gerektiğiyle ilgili standartları koymuş olmasıdır. Ve bu standartlar, kesinlikle oldukça yüksek standartlardır. (...)

Doğduğu dönemde, dünyada hiçbir şekilde tek felsefe olmadığı gibi, diğerleri karşısında aşırı veya büyük bir üstünlüğü de bulunmayan bu önemli felsefenin Antik Yunan’da MÖ 6. yüzyıldaki doğuşunu açıklamak amacıyla; tarih içinde, özellikle Batı uygarlığının kolonyalist amaçlarla dünyanın çeşitli yerlerine yayılmaya başladığı andan itibaren çok çeşitli yollar; çoğunlukla ideolojik, bazen sosyolojik, seyrek olarak da felsefi açıklamalar geliştirilmiştir. Demek ki bir toplumda veya kültür çevresinde felsefenin doğuşu, her şeyden önce izahı imkânsız bir olay olamaz; o, öte yandan, sadece bir ulusun, hatta bir ırkın üstün birtakım özellikleriyle açıklanabilecek bir mucize de değildir:

Çünkü Yunanlılardan önce, ilkin Mısır ve Mezopotamya’da, başta astronomi, tıp ve matematik alanlarında olmak üzere ciddi bir bilimsel faaliyet, yine İran, Mısır ama özellikle de Çin ve Hint’te önemi asla azımsanamayacak bir felsefi düşünce geleneği yaratılmıştır. Yunan hikmeti, yani felsefesi ve bilimi, bütün bu yörelerde, neredeyse eşzamanlı olarak başlayan entelektüel bir faaliyetin, tarihsel koşulların mümkün kıldığı hoş ve biraz da rastlantısal bir devamıdır. Demek ki Yunan felsefesinin doğuşu asla bir mucize olmayıp, onu mümkün kılan tarihsel ve kültürel oluşumlar bir şekilde ortaya konabilir.


Ahmet Cevizci
Felsefe Tarihi 




NOT:
* Thales, Miletos'ta doğmuş ama yarı Karia (Pelasg) yarı Fenike (Deniz İnsanları/Pelasg) soyundandır, yani "Grek" değildir! Çünkü Pelasglar Helen değildir!
* Buda ise Sakaların soyundan gelir. [Saka prince Buddha, Sakha Mundi = olarak geçer]
* Çin, Hindistan ve Perslerin üzerinde Saka (İskit) Türklerinin de etkisi vardır.
* Homer'in o kitapları yazıp yazmadığı, hatta kendisinin bile var olup olmadığı bugün tartışılıyor.
* Mehmet Bayrakdar'ın "Medler ve Türkler" kitabından bir bölüm olan "Zerdüştlüğün Yunan ve Roma'ya etkisi"ni de okumak gerek.
SB






ilgili:

“Dünya tarihinde kendi alanlarının ‘ilk’leri olarak; felsefede doğayı, mitolojik inançlara odaklı Atina’nın aksine, akılla ve özgür düşünceyle araştıran ve babası Karialı olan Thales’i, tarih yazımında yerli ad taşıyan Hekataios’u ve mimaride bir Hippodamos’u yetiştiren; çömlek boyamacılığında, Doğu Ege’de ve sömürgelerinde etkili özgün akımlar yaratan, heykelde Klasik’e geçişte Atina’ya öncülük eden, yazısı Klasik Dönem’de tüm Hellen halklarının yazısı olan ve eski adı Millavanda olan ve de halkı Karca konuşan bir Milet nasıl ‘Yunan kenti’ sayılabilirdi? MÖ 1200-500’lerde biçimlenen uygarlığın Ege’nin doğu yakasında köklenmesini ve batıya sürgün sürüşünü yaratan Anadolu halklarıdır.”

Prof.Dr.Fahri Işık
"Uygarlık Anadolu’da Doğdu" kitabından








"Yunan" Mucizesi Yoktur!



11 Haziran 2018 Pazartesi

Yunanistan'da Saka Türkü Üç Filozof



Anaharsis - Anak - Anax - Anacharsis.
Toharis - Toksar - Togar - Toxaris.
Ammonius Saka. (*4)
Abaris - Abar - Avar




Yunanistan'da Saka Türkü Üç Filozof
Prof.Dr.Mehmet Bayrakdar


"Bazı batılı tarihçilerin de kabul ettiği gibi Yunanlılar en geç MÖ 1500-1200 yıllarından itibaren Türk soylu kabu ledilen Ege kıyı halkı Pelasges, Traklar ve Sakaları tanıyordu; hatta söz konusu yüzyıllarda Sakalar Yunan yarım adalarını hükümranlıkları altına almıştı. Daha sonra MÖ 6.yüzyıldan itibaren Yunanlıların, Sakaların zayıf düşmesi üzerine Marmara ve Batı Karadeniz bölgelerini ele geçirip oralarda koloniler kurmuşlardır. Bu tarihi olaylar Türk soylularla Yunanlıları karşı karşıya getirdiği kadar iç içe de getirmiştir.

Özellikle MÖ 8.ve 7.yüzyıllarda Sakalardan ve onların alt kolları Avarlar, Sarmatlar, Alanlar, Massagetlerden birçok Türk soylu Girit, Sparta ve Cerameicus (Atina) bölgelerinde yaşadıkları, uzun veya kısa sürelerde ikamet ettikleri tarihen bilinmektedir. Bunlardan bir kısmı diplomatik ilişkiler çerçevesinde gelmişlerse de, bir kısmı da bizzat Yunanlıların onları bilimsel amaçlı daveti üzerine gelmişlerdir. Med ülkesini işgal eden Sakaları, Med kralı Key Hüsrev'in 28 veya 22 yıl sonra sürgün etmesi sonucu birçok Sakalı, MÖ 6.yüzyılda İyonya krallığına sığınmıştır.

Bu ilişkiler, Sakaların Yunanlılara etkisini ifade eden bir "Yunan Şamanizmi" ve "İyon Şamanizmi"nden bahsedilir; örneğin bazı rivayetlere göre Aristo, meşhur filozof Fisagor (Pythagoras)(*1) Saka ve Şaman etkisi taşıyan anlamına "Kuzeyli Apollo" olarak nitelemiştir. Bilindiği gibi Yunanlılar Sakaların Kuzeyli (Hyperborean) (*2) diyorlardı. Aynı şekilde Parmenides de "Yunanlı Şaman" olarak nitelenenler arasındadır. Hiç kuşkusuz önemli Yunanlı düşünürlerin bu şekilde nitelenmiş olmaları bize, Yunan felsefesi ve biliminin doğuş döneminde Türk soylu düşünürlerin tarihsel bir etkisini göstermektedir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi başta Herodotus olmak üzere bazı Yunanlı yazarlar onların gelişini Yunan kültürüne duyulan hayranlık ve özenti olduğunu söylerler ise de, bunun birçok açıdan doğru olmadığı açıktır. Şöyle ki;

Birincisi, Herodotus'tan Diogene Laeritus'a kadar bazı Yunanlılar, örneğin Abaris (*2), Toharis ve Anaharsis'in Yunanistan'a gelişini öyle açıklarlar ise de, onlara ait olduğu söylenen ve tercümesini sunduğumuz metinler okunduğunda görüleceği gibi bu Sakalar, Saka kültürünün, Yunan kültüründen üstün olduğunu savunurlar. Metinlerden onların hiç de Yunan kültürüne hayran oldukları sonucu çıkmaz ve anlaşılmaz. Ancak Solon gibi dönemin bir veya iki düşünürünü takdir etmişlerdir; bunun nedeninin de, bir Saka adeti olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü Sakaların, Saka olsun veya yabancı olsun, başarılı ve kahraman kimseleri takdir etme gibi bir adetlerinin olduğuna vurgu yapmışlardır.

İkincisi, Abaris, Toharis ve Anaharsis'in Yunanistan'a geldiği 7.ve 6.yüzyıllarda Yunanistan'da henüz dikkate değer felsefi ve bilimsel düşünce henüz oluşmamıştı.

Üçüncüsü,- ki bu en önemli noktadır- Yunanlılar özellikle tıp ve teknik konularla dokumacılık gibi endüstri sahasındaki gelişmeler için Sakalara hayranlık beslemeleridir. Bunun için de örneğin Abaris ve Toharis gibi Sakalı tabibler, Yunanlılar veba salgınlarından kurtarmaları için Yunanistan'a davet edildikleri anlaşılıyor. Diğer taraftan, daha önce de belirttiğimiz gibi Yunanistan'da o zamanlar henüz oluşan sofistik, şüphecilik ve kiniklik gibi ilk felsefi düşüncelerin öncüleri olarak Toharis ve Anaharsis kabul edilmiştir.


Doktor olarak Toharis

Toharis Yunanlılar arasında sadece hikmet sahibi bir filozof olarak meşhur olmamıştır; aynı zamanda bir doktor olarak da meşhur olmuştur. Lucian'a göre onun esas şöhreti, zamanında Atina'da çıkan vebayı yok etmesidir. Bunun için o, Yunanlılar arasında "Yabancı Doktor" ve Yunan şifa tanrısı olan Asclepius'un "Oğlu" ünvanıyla anılır olmuştur. Aynı zamanda "Kahraman" olarak görülmüştür. Yunanlıların ona olan sevgisinden dolayı, o ölünce Atina'daki mezarının üstüne bir heykelini dükmişlerdir, onu tanrı gibi kutsamışlardır. (Lucian; Saka 1-2)

Burada bir noktaya işaret etmemiz gerekiyor: Bu Lucian'ın doktor olarak tanıttığı Toharis, büyük ölçüde yine bir Sakalı Avar olan Abaris'e benzemesidir. Başta Yunanlı şair Pindar (MÖ 522-443) ve Sofist Himerius (MS 315-386) onu Sakalı kabul etmiştir. Bu yüzden de bazı çağdaş yazarlar Abaris ile Toharis'in aynı kişi olabileceğini söylemişlerdir. Ancak Abaris hakkındaki bilgilere bakıldığında, onun MÖ 7.yüzyılda yani Toharis'ten yaklaşık yüzyıl önce Atina'ya geldiği anlaşılıyor. Abaris de Toharis gibi o zaman Atina ve Sparta'daki salgın veba hastalığını yok etmiştir. Bunun için Yunanlılar ona büyük bir hayranlık beslemişlerdir. Şair Therion onun hakkında şöyle demiştir: "Güneşten ok; düşen taştır (meteor)".

Hatta onu Apollon mabedine rahip olarak atamışlardır. Onun mucizelerini içeren bir "Abaris Mucizeleri" (Oracles of Abaris) adlı bir eser de yazılmıştır. Abaris'in kendi yazdığı bir takım eserlerin var olduğu da söylenir; örneğin Pontuslu Heraclides (MÖ 388-310) onun bazı felsefi ve "Tanrıların Menşei" gibi teolojik eserlerinden bahseder.


Bize göre Toharis ve Abaris ayrı kişiler olmalıdır. Son bölümde de kısaca anlatacağımız gibi MÖ 7.yüzyıldan MÖ 4.yüzyıla kadar Yunanlılar arasında bir salgın hastalık baş gösterince Sakalı doktorları davet etmişlerdir. Bunun için Yunanlılar arasında sadece Abaris ve Toharis meşhur olmamıştır, daha başka doktorlar da vardır.


[Saka = İskit ile ilgili aynı kitaptan]


Eski Yunan, Latin (Roma), Bizans, Arap, Pers tarihçilerinin ve yazarlarının hiçbiri Sakaların kültürleri, inançları ve ahlaklarına ait en küçük ayrıntılara vurgu yapmalarına rağmen, onların Pers (İran) dilini konuştuklarını savunmamışlardır. Örneğin Pers ülkesinde bulunmuş olan Herodotus, hiçbir zaman Saka dilinin Pers dilli olduğunu ve ona benzediğini söylememiştir. Daha da önemlisi MÖ 2. veya 1.yüzyılda yaşadığı sanılan ünlü tarihçi Pompeius'un "Filip'in Tarihi" adlı eserinde "Sakaların dilinin, İran dili olması mümkün değildir" diyerek Sakaların İranlı olmadığını vurgulamıştır. ... Sakaların, Pers veya bazı batılıların söylediği şekilde "İranlı" olduğu iddiası bazı kimselerce hala gündemde ise de, görüşlerini destekleyen yeni kanıtları yoktur. İddiaları bu görüşü oluşturmuş daha önceki batılı tarihçilerin söylediklerinin bir tekrarıdır. ... Sakaların Türk veya Türk soylu olduğunu gösteren fakat önceki tarihçilerin ortaya koymadıkları daha birçok kanıttan bahsedilebilinir.




Prof.Dr.Mehmet Bayrakdar
Yunanistan'da Saka Türkü Üç Filozof





Üç silahşörler Atos, Portos, Aramis ve sonradan aralarına katılan Yüzbaşı D'artagnan
"Un pour tous, tous pour un" 
Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için...

En erken kullanımı ise 1618 de Otuz Yıl Savaşlarında Prag'daki toplantıda Protestanların mektubunda geçer : 
"Bize karşı yürüttükleri kesin imha amaçlarıyla, bizler de aramızda oybirliği ile bir anlaşmaya vardık. Hayatlarımızı, uzuvlarımızı, onur ya da mülklerimizi kaybetmeye bakmaksızın 'Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için....', tüm zorluklara karşı en iyi şekilde birbirimize daha çok yardım eder ve koruruz."

Slogan Alexander Duma'ya, çıkış noktası da 1618 Protestanları'na ait değil... ;)




Ganbat LKHUNDEV 
(Dr., Moğolistan Bilimler Akademisi Tarih ve Arkeoloji Enstitüsü)
“MOĞOLLARIN GİZLİ TARİHİ”NDE GEÇEN ANT İÇMEKLE İLGİLİ BAZI GELENEKLER

"Türk kavimlerindeki and ve and müesseseleriyle, bunlara bağlı geleneklerin milattan önceki V.-IV. yüzyıllarda Yunan tarihçileri tarafından anlatılan İskit and müessesesiyle aynı olduğu malûmdur. Konar-göçerlerdeki bu gelenek büyük devletler kurulmadan önceki zamana kadar dayanıyordu ve ant içme töreni sadece iki kişi arasında da yapılmıyordu. And veya andlaşmaların eskiden beri devletler arasında yapıldığı görülmüştür. 484’te Amu Derya kıyılarında Sasani hükümdarı Firuz’u yenen, yabgu unvanını da taşıyan Ak Hun kağanının adı, Bizanslı tarihçi Theophane’te “Ephthalanos” şeklinde geçmektedir ki, onlara bazen tarihi belgelerde Eftalitler denmesinin sebebi de bununla bağlantılıdır. Ama yine de Eftalit adının manası henüz açıklığa kavuşturulmamıştır ki, bizim bu konudaki düşüncemiz “Apa Tölös”ten gelebileceği yolundadır. Kaynaklardan anlaşıldığına göre; Türklerin kendisine yardımına karşılık, Firuz kız kardeşini ve bir miktar haracı Ak Hun hükümdarına ödemeye and içmişti. 

“Ant” kelimesi bütün Türk kabilelerinde müşterektir. Eski Türk dini inancını hala sürdüren Türklerden Saha (Yakut) ve Çuvaşlar “and içmek” yerine “antah”, Orta Asya kavimlerinden Kalmuklar, Sahalar (Yakut) gibi “andagar” derler. Büyük Türkolog Mahmut Kâşgarî ise “and” kelimesini Arapça half (حلف )ile izah ediyor.

Türklerin meşhur Oğuz Destan’ında Kurı Han’ın arkadaşı Antalık Sarıkulbaş’tır. Destan’da Kurı Han, “benimle dostluk andı içen arkadaş…” der ve Zeki Velidi Togan da; Antalık, anda yâni yeminli dost demektir ki, Cengiz tarihinde de görülür diye açıklar. 

Türk dilinde yemin etmek manasında kullanılan “ant içmek” sözünden de anlaşıldığı gibi, yemin bir şeyin içilişiyle olurdu. Taraflar, mesela parmaklarını keserek kımıza veya bir başka içeceğe katıp içtikten sonra bir tür sözleşme yapmış oluyorlardı. Bu aynı zamanda kan kardeşliğinin de bir göstergesiydi. Ayrıca “demir” eski Türklerce kutsal sayıldığından bundan yapılan kılıç üzerine yemin etmek de bütün Türklerde umumi bir gelenek haline gelmişti. Kök Türklerden bahseden kaynaklarda, ant merasimlerinde kılıç ve kımızın da yer aldığı anlaşılıyor. Tabi ki bu kımız bir hâkimiyet sembolü olan kadehle içiliyordu ki, Türk coğrafyasındaki bütün heykellerin elinde bir de kadeh vardır. Buna bağlı olarak taraflar kılıcı ellerine alıp, “sözümden dönersek, kök girsin, kızıl çıksın” diyorlardı.

Avar kağanı Bayan da, Bizans ile yaptığı anlaşma sırasında, bunu bozduğu takdirde, “gök üstüme yıkılsın, cennet ve cehennemin sahibi Tanrı’nın şimşekleri beni mahvetsin, Sava Nehri’nin sularında boğulayım” diye söz vermişti. Herhalde bu gelenek Türk İskitlerden beridir geliyordu.

Hunlar, Kök Türkler, Uygurlar ve Kıtanlarda devam eden “ant içme” geleneği, XIII. asırda özel bir tören haline gelmiş ve eskisi gibi arkadaşlar arasında veya devletlerarası ilişkilerde görülmüştür. Bütün Orta Asya halkları arasında rastlanan bu gelenek, Moğolların kültüründe de izini bırakmıştı. Moğolların en eski yazılı kaynaklarından biri “Moğolların Gizli Tarihi”-dir. XIII. asırda 1240 yılında yazıldığı tahmin edilen bu kaynak, Moğolların “ant içme ve yemin etme” geleneklerinin eskiden nasıl olduğunu öğrenebileceğimiz bir başvuru eseridir.

Ant içmenin nedeni, İskit soyundan gelen Togaris’in (Toxaris) ağzından şu sözlerle verilmektedir: “Bizim memleketimizde savaş hiç eksik olmaz, ya biz bir ülkeye saldırırız, ya bizim yurdumuza bir saldıran olur. Otlak ve talan için silaha sarılırız. İnsana dost da işte öyle zamanlarda lâzım olur. Bunun içindir ki, biz dostluklarımızı sağlamca perçinleriz. Onun karşı konulmaz, yenilmez bir silah olduğuna inanırız”.

Buradan da anlaşılacağı üzere gerçek dostluk bilhassa harp zamanlarında daha da fazla aranmaktadır. "


Türk Dünyası Araştırmaları Sayı: 198 Haziran 2012/detaylı PDF:







NOTLARIM:


(*1) "...Meuli, Homer ve proto-Hint-Avrupa'da bile şamanizmin izlerini buldu, ama bu fikirler klasikçiler tarafından ele alınmadı." der aşağıdaki kaynakta ve dikkate alınmadığından bahseder. Neden dikkate alınmadığı, ya da Burkert'in "Greek Religion (Yunan Dini) kitabında başlarda bahsederken, sonraki baskılarda bahsetmemesi (*1), hep Hellen-Roma kültürünün yüceltilmesi ile ilgilidir. Sonuçta, Avrupalılar kendilerini onların torunları olarak görüyor, medeniyetin atası sayıyorlardı. Halbuki en basitinden Ateş/Ocak Kültü (yani Hestia-Vesta) İskitlerden (As Türkleri) geçmedir. Bugün dahi bu kült, Yunanlılar, İtalyanlar ya da Hint-Avrupalılar arasında değil, Türk toplulukları içinde devam etmektedir. Hatta, Hestia-Vesta için yapılan dairesel tapınağın mimarisi Yunanlılar için yabancıdır ve Romalılar Etrüsklerden almıştır. Hestia rahibeleri ayinlerde tapınaktaki ocağı/ateşi beslerken, çatısının tam ortası açıktır. Tıpkı Orta Asya'daki Türklerin Ateşin ruhunu besledikleri gibi, tıpkı çadırları (yurt) gibi... Aile, Ocak, Ateş... 

"...Meuli found traces of shamanism even in Homer and among the proto-İndo-Europeans, but these ideas were not taken up by classicists." [(*1)Pythagoras and the Early Pythagoreans, by Leonid Zhmud]



(*2) Apollo'nun rahibi Hyperboreanlı Abaris 
Hyperborean = İskit/Saka boyu
Abar = Avar Türkleri
Kam (Şaman) Avar (Abar)


 Prof.Dr. Ahmet Taşağıl :  "Hunlar’dan sonra Avrupa’yı sarsan ikinci Türk kavmi olan Avarlar’ın menşei konusunda çok uzun tartışmalar yapılmış. Fakat artık onların Türk olduğu ilim alemine kabul edilmeye başlanmıştır. Bunların menşeinin Türk olduğunun ortaya çıkması arkeolojik kazı ve araştırmalar sayesinde olmuştur. (..) Grek coğrafyacısı “Strabon” M. 1. yy.’daki eserlerinde “Abar-Noi” lardan bahsetmekte ve eski Grek efsanelerinde karışık olarak “Abaris” adının geçtiği bilinmektedir." 


Prof.Dr. İlhami Durmuş :  "Rodoslu Simmias (MÖ.3.yy) da Hyperboreanları Massagetaelerle ilişkilendirir. Massagetaeler İskit/Saka boylarındandır. Kraliçe Tomris'in halkıdır."  


Dr. Kılıç Osmanov (Kırgız Devlet Pedegoji Üniversitesi, pdf ] :  Hyperboreanlı Abaris : İskit Efsanesi

Seuthes'ın oğlu olan Hyperborealı Abaris bir şifacı (şaman!) ve Apollo rahiplerindendir. Eğitimini Kafkas yakınındaki Hyperborea'da aldığı, bir salgın yüzünden ülkesini terkettiği anlatılır. Bir aziz, peygamber, filozof gibi konuşması, şifacılığı, İskitli giyimi ve dürüstlüğü ile Yunanlılar arasında saygınlık kazanır. İskit'in oğlu Seuthes'in oğlu Abaris'in İskit Efsanelerini yazdığı söylenir. Dünyayı efsaneleşmiş oku ile yemeden içmeden dolaşabilir, ok ona Apollo tarafından, ülkesi Hyperboreans'tan Yunaninstan'a giderken verilmiştir (Heredot 4.kitap). Bazı kaynaklarda "Scythian Abaris" ya da "Abaris le Scythe ou l'Abaris Hyperboréen" olarak geçer. Bunun yanında bir de tek gözlü altın muhafızları "Hyperborean Arimaspi"ler var, onlar da Dağlı İskitler olarak geçer. 

" Antik Yunan kaynaklarındaki Arimaspiler ilmi araştırmalara göre, Tarbagatay dağlarına bitişik olan topraklarda, İrtiş nehrinin kaynak cihetinde, Zaysan gölünde ve onun doğu tarafındaki bölgede meskundurlar. Arimaspi ıstılahında eski Türkçe’deki “arima”s kelimesinin eski yapısını ya da devingenli şeklini görebiliriz. Arimas eski Türkçe “arim” (ayrım, ayırma) kelimesi ve “az (as)” etnik isminden oluşabilir, yani arim-az (as), arimas-“diğer, öbür, farklı ayrı olan Azlar” manasındadır. Bu göçebelerin etnik isimlerinin arimas olabileceği tarihi haberler ile ispatlanabilir. Antik yazar Strabon’un haberlerine göre Büyük İskender, Maveraünnehir’de bir dağı ele geçirmiştir. Onun adı “Oks (Okus)(*3) veya Arimaz” kayası diye zikredilir (Strabon, 1940:81). Kvint Kurtsiy Ruf’un verdiği habere göre: Bu dağ Arimaz’ın elindedir. Arimaz, orada 30.000 asker ile oturmuştur (Strabon, 1940:81). Bize göre, Arimaz bu komutanın ismi değil, o kabilenin adıdır. Eski Türk adetine göre, her boyun üyesi o boyun ya da oymağın etnik ismiyle adlandırılırdı bunun içinde “Arimaz” etnik isim şeklinde kullanılmış olabilir. Eski zamanlarda Dağlı Altay'da altın çok miktarlarda çıkarılmıştır. Arimaspiler, hem arkeolojik hem de antropolojik açıdan Pazırık kültürüne sahip göçebelerdir ve Dağlı Altay İskitleri ile aynı köktendir." 



Laszlo Rasonyi “Tarihte Türklük” "Türkçe izahı mümkün en eski has isimlerden biri Abaris'tir, eski Yunan kaynaklarında geçer. Efsaneye göre Apollo'nun rahibi idi. İsa'nın doğumundan önce 8.yy başlarında, Altay dağlarının kuzeyine düşen bozkırlardan Apollo'nun kutsal kuşları, şarkı söyleyen kuğuların ülkesinden uçan bir oka binerek Yunanistan'a geldi. Şarkı söyleyen kuğular ve ok üstüne binerek uçka tabirleri Türk Şamanlığında geçer. Yunan efsanesinde Altay Dağlarına delalet ettiğini sandığımız "Riphaei Dağları" tabiri de ilgi çekicidir. Abaris adının sonundaki -is Yunanca ek olduğu için iştikak bakımından güçlük arzetmez. Bu özel isim üzerinde inceleme yapan Moravcsik, Abaris'i isabetli bir görüşle 2600 yıl önceki Avar kavim adı ile birleştirmektedir.

Abaris, Avarların tarihte büyük rol oynamalarından 1200 yıl önceye aittir. Avar kavminin eski adı ; Abar idi, karşı koyan anlamına gelen bu isim tipik Türkçedir. Bu tarz kavim adları Türkçede çoktur. Titiz bir tenkidçi, Abaris ile Avar'ların tarih sahnesine çıkışları arasında bin yıllık bir farkın olduğunu söyleyebilir. Türkologun buna cevabı şu olacaktır: Türk kabile adları arasında 1200, hatta 1500 yıldan beri kalan ve bugün de kullanılan kelimeler de vardır. Mesela Sabar, Töliş, Türgiş gibi. (…)" 



(*3) Heredot ve Strabon'da da geçen Okus, Oxus, Ochus nehrinin asıl adı Oğuz'dur. Bugün Ceyhun (Amuderya) diyoruz! Burada en az 2500 yıllık bir Oğuz adı var.



(*4) Ammonius Saka =  Soyu Hindistan'daki Saka Türklerinden gelme. Budizm'in yayılması da Kuşhan Türkleri vasıtasıyla olmuştur. Budha'nın kendisi bile Saka Türkleri soyundan gelmektedir. [ek: Budist Türk Sanatı, Dr.Emel Esin]



ve Samsatlı Lucian (MS.120-192)'ın ingilizce kitabı: TOXARIS: A DIALOGUE OF FRIENDSHIP





Dr.Güven Beker'in bir itirazı vardır (ve haklıdır da) : "Mehmet Bayraktar Hoca, antikçağdaki Greklere Yunan demekle pek de doğru bir tabir kullanmıyor. O çağda bilindiği üzere, Yunan tabiri henüz ortada yoktu; zaten o yüzden de sonradan gelişen Yunan kavramıyla, bir de Yunanlı kelimesini geliştirmişiz; hiç bir zaman Bulgarlı demiyoruz ama Yunan’a Yunanlı diyoruz. Yurdumuza gelen Yunan gruplar da, en çok bizim onlara Yunan dememize itiraz ediyorlar. Biz Ellas’ız diyorlar ve adamlara hak vermemek mümkün değil. Bence Yunan ve Yunanistan terimlerini ancak 19.yy’dan bu yana olan olaylarda kullanmalıyız."

Homer'in kitabında bile geçmez "Grek" kelimesi. Hellenler de küçük bir kavim olarak geçer. Yabancı akademisyenler (bizimkilerden de bazıları), Akhalar, Aitolialılar, Arkadialılar, Boiotialılar, Ephyreliler ya da Hellenler gibi tüm bu kavimleri tek bir ad altında toplamakta hiçbir mahsur görmeyip, Türkleri ayrı ayrı boy adlarıyla anmaktan da çekinmezler, hatta Türk olarak yazmamıza bile karşı çıkarlar; İskit Türkleri, Massaget Türkleri, Hun Türkleri v.s. gibi....










Bu paylaşımıma Arkeolog A.A. şu yorumu yapar:  "Lukianos'un Anacharsisle Diyaloğunu okumuştum. Başka eserlerinde de sıklıkla yaptığı gibi hayali bi karakter yaratmış Lukianos, Yani Anacharsis (benim bildiğim kadarıyla) hayal ürünü bi kişiliktir. Aynı Truvalı Helen, Akhilleus, (Hz.) Musa vb gibi.."


Cevabım : Evet öyle bir teori vardı, ama son çalışmalarla onun tarihi bir kişilik olduğu ortaya konulmuştur. Anacharsis'ten bahseden ilk kişi Heredot'tur(şimdilik). Kırım ve Ukrayna Sakalarından'dır. Annesi Hellenlidir. Mehmet Bayrakdar kitabında, en kapsamlı çalışmanın Kindstrand tarafından yapıldığını, hakkında efsanevi bilgilerin varlığını kabul ettiğini, ama tarihi bir kişilik olarak kabul ettiğini, yazar. Plutarch'ın Solon kitabının 5.bölümünde Anacharsis geçer. 

[cevap olarak vermediğim bir başka kaynak ta Sicilyalı Diodorus'tan (MÖ 1.yy) : "Bize söylenmişti, İskit Anacharsis, bilgeliği ile büyük gurur duyan, Pytho'ya geldiğinde...("We are told that the Scythian Anacharsis, who took great pride in his wisdom, once came to Pytho..")]

Başka bir kaynak da Firudin Ağasıoğlu'ndan: "Anakhars saka soylu idi. Türk alfabesinin qüsuru X (Kh) harfının olmaması etimolojide sorunlar yaratır. Adamın adı Anak // Anax ile başlayır. Sonluğu da ar-s veya arıs ile biter. Babası saka kralı Konur bey, kardeşi Savlı bey de türk adları taşıyor. Savlı türk kadınından olması nedeni ile babasından sonra elbey (kral) olur, Anakars ise yunan kadınından doğmuştu ve Athinaya gedip bilge olmuştu.

Qədim Azərbaycan türk boylarından, birinin adı da Saqadır (Saka). Sakalar bir çox adlarla məhşur olmuşlar, Iskit, Saqa, Skif, Saka və,s. Azərbaycanda Sakalarla bağlı bir çox yer adları mövcuddur. Şəki (Saqa), Zakatala (Saqa-tala), Pirsahat (Pir-saqat), Pirşağa (Pir-saqa), Saatlı (Saqat-lı), Sakantala (Saqan-tala), Sakandərə (Saqan-dərə). Miladdan öncə birinci minillik boyunca Avrasiyanın müxtəlif guşələrində görünən saqa elatı tarixin ayrı-ayrı çağlarında bu və ya digər regionda qüdrətli dövlət qurmuşdur. Tarixin yaddaşında qalan bu dövlətlərdən biri Azərbaycanda, əvvəlcə Sakasen (Şəki), sonra Muğan-Urmu bölgələrini əhatə edən geniş ərazidə qurulmuş, digəri Qara dənizin quzey bölgələrini nəzarətdə saxlayan və bir neçə əsr davam edən "Saqat (Skitiya) çarlığı" şəklində ortaya çıxmışdır.

Saqa elatı təkcə özünün möcüzəli köçəbə gələnəyi ilə deyil, həm də antik dünyanın "Yeddi müdrik" sırasına verdiyi şahzadə Anaxars (Anaxarsis) ilə də öyünməyə haqqı vardır. Lakin bu filosofun soydaşları o çağda onunla nəinki öyündü,hətta "dönük adlandırıb onu öldürdülər, adıını çəkməyi qadağan etdilər. Onun həyat və yaradıcılığ barədə Herodot, Platon, Strabon, Plutarx, Laertli Dioqen kimi onlarla dahi öz əsərində məlumat verir. Anaxarsı müdrik adlandıran Efor deyir ki, o bu boya (Saqa) aid idi və ağlına, saf əxlaqına görə Yeddi Müdrikdən biri sayılırdı. Müxtəlif siyahılarda adları təkrar olunan həmin müdriklər (Fales, Biant, Solon, Anaxars, Pitta­k) miladdan öncəki VII-VI yüzillərdə yaşayan görkəmli filosof və dövlət xadimləridir.

Anaxars Qunurun (Qonur-Gonur) oğludur, saqat çarı Kaduidin qardaşıdır. Anası yunan qızı olduğundan hər iki dili (saqa və yunan) bilirdi. O, 594-cü ildə Afinaya gəlib,o çağın məşhur filosofu Solon (635-560) ilə görüşmüşdür. Anaxars uzun səyahətdən sonra Skitiyaya (Saqat torpağına) döndü və soydaşlarını elin adəti ilə yaşamağa çağırdı,lakin hələ sözünü qurtarmamış lələkli ox onu ölümsüzlüyə apardı. Anaxarsdan öncə Abar (Abaris) və Toksar (Toharis) adlı saqat (Saka Türk) aydınları da Yunan ölkəsində olmuşlar." [Prof.Dr.Firudin Ağasıoğlu Celilov - Azər Xalqı]


Arkeolog A.A yine yorum yapar: "Lukianos tarihte ilk bilim kurgu öyküyü yazan insan olarak ünlenmiştir...biçok öyküsünde inanılmaz bir espri anlayışıyla fantastik ve kimi zaman komik öyküler anlatmıştır.Türkçeye çevrilmiş nesi varsa okudum.Anacharsisi de ingilizcesinden okudum...Anadolu antik çağ tarihçileri bakımından çok zengin olsa da Lukianos hiçbir zaman tarihçi olarak kabul edilmemiştir...Dolayısıyla söz konusu filozoflar hayal ürünüdür.Ama şunu da kabul etmeliyiz ki Asya'daki olmasa da mezopotamyada olağan üstü bir bilgi birikiminin olduğu şüphesiz bir biçimde bilinir.Ancak iskit/saka bilgi birikimi hele hele o kadar eski dönemlerde nerededir? Kanıt varmı?Bu şekil okumalarını bizi ne kadar yanlış yönlendirebileceğine en çarpıcı örneği vererek bitireyim:Julius Caesar hiçbir romanı tarihçiye göre "et tu Brutus" dememiştir. (Sen demi Brutus) bunu yazan ilk ve tek yazar Shakespeare dir.....selamlar"


Cevabım : "Lukianos (MS 2.yy) dediğiniz gibi olabilir, ama ondan önce Anacharsis'ten bahsedenler vardır, yukarıda da yazdım, Herodot, Strabo... İskit/Sakalar ile ilgili diğer toplulukların kaydetmiş olduğu bir çok farklı kaynak var. Asıl biz İskit/Sakalar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, çünkü öğretilmiyor. Acaba neden?..."


Arkeolog A.A. buna cevap verir: "Çok bi bilgi yok ta ondan... kayıt tutan , bilgi birikimi üreten bi halk değilde ondan... bu nedenle iddia edildiği derecede önemli filozof yetiştirmiş olmaları ihtimali oldukça düşük..."


Cevabım : Kamlar da birer fiozoftur, çünkü Türklerde "kam" kelimesi "kahin, tabip, filozof ve alim" anlamına gelir. Bazen de "sihirbaz ve rahip" anlamına geldiği belirtilir. Bu sebeple de İskit/Sakalardaki Kamların birer "filozof" olmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Anacharsis bir kam değildir, bilgiye açtır, araştırmacıdır, meraklıdır, gözlemcidir. Solon veya diğerleri ile İskit-Hellen düşünce tarzlarındaki ayrılıkları ortaya koyar. Anacharsis üzümü üç başlıkta toplamıştır; ilk içilen şarap susuzluğunu giderirken, ikincisi sarhoşluğu, üçüncüsü de tartışmayı tetikler, der. Yazılanlara göre de, bundan dolayı heykelin kaidesine "dilinizi, ihtiyaçlarınızı, tutkularınızı dizginleyin" yazılmıştır. Bu bile Hacı Bektaş-ı Veli'nin "eline, diline, beline hakim ol" deyimi ile paraleldir. Türkler de felsefe yoktur demek yanlıştır. Çok zengin bir kozmogonisi, dini ve mitolojisi vardır. Müslüman olmadan önce de ruhun varlığından haberdardır ve ölüm geldiğinde kişi için "uçmağa vardı" denilir. Uçmağa burada "cennet" karşılığı olarak algılanıyor, ama o kişi kelimenin tam anlamıyla "ruhu göğe uçup gitmiştir" yani tanrıya gitmiştir. Bilinenin aksine de Türkler tek tanrıya inanmıştır o da gök tanrıdır, şamanlık bir yaşam biçimidir, dini değil. Kamlar, ruhlar ile insanlar arasındaki ilişkiyi sağlayan kişilerdir. 

Acaba neden diye sorduğumda aslında cevabını biliyordum. İskitler Türk'tür, bu yüzden sümen altı edilmiştir, etnik kökenleri çarpıtılmıştır. Kimmer ve İskitler için bugünkü anlamıyla barbar demek, sadece savaşmayı bilirlerdi göçebelerdi (göçebe değil göçen ve yerleşik olanları da vardı) demek nasıl yanlışsa, Türkler de "bilim, felsefe" yoktu demek de yanlıştır. Türklerde ata kültü, doğa kültü varken, evreni sorgularken, gizemini çözmek için fikirler üretirken, felsefenin sadece "batılılara" özgü olduğunu söylemek de yanlıştır. Bu iki topluluk birbirlerini her yönden etkilemiştir, ki Hellenler kültür ve geleneklerini Anadolu halklarından öğrenmiştir. Fahri Işık hocanın da dediği gibi "Hellenler kültür göçü yapmamıştır". Tıpkı devlet adamı, politikacı, hatip Demosthenes'in yarı İskit yarı Hellenli olması gibi (MÖ 384-322). Felsefe Anadolu doğdu derler ama sadece Hellen (sandıkları) kökenlileri ön plana çıkarırlar (ki Thales Fenike-Karia kökenlidir). Doğuluların da felsefesi vardır ve Anadolu gerçekten de bir köprüdür. Yoksa ne Thales, ne Heraklitos ya da Sokrates, ne de Aristo hiç bir etki altında kalmadan, doğulularla iletişmde olmadan, kitaplarını okumadan bu başarıları elde edemezdi. Miletoslu Aspasia MÖ.5.yy'da Atina'ya gitmeseydi, düşünürler, flozoflar, hatipler ve siyasetçiler fikir değiş tokuşu için bir araya zor gelirdi. Aynı şey ilim ile uğraşanlar için de geçerlidir. Ve evet haklısınız, herşey Mezopotamya'da başlamıştır. Thales güneş tutulmasını hesaplayacak durumda değildir, Mısırlılardan öğrenmiştir. Pisagor'un teorisi de Mezoptamya kökenlidir. Sumerlilerin Türkmenistan Anau'dan inmesinin, MÖ 4-2 binlerde Subar Türklerinin Mezopotamya'nın kuzeyinde Türkiye'nin Güneydoğusunda olmasının bir gerçek olması gibi...

Darius I, İskit topraklarına sefer düzenler. İskit kralı İdanthyrsus bir savaş taktiği olarak sürekli önünden kaçarak tuzağa çekmektedir. Darius bir mesaj gönderir : "Neden durmadan kaçıyorsunuz? Eğer güçlüysen gel benimle savaş, yok zayıfsan, o zaman bana bağlan ve egemenliğimi kabul ettiğine dair bana toprak ve su gönderin." 

İdanthyrsus cevap verir : "Ben hiç kimseden korkup kaçmam, ordumla gezmekteyim. Neden savaşmadığımızı soruyorsun. Şehirlerimiz ve ekili alanlarımız yok, bu sebeple de savaşmak için sebebim yok. Sana toprak ve su yerine hak ettiğin hediyeleri göndereceğim ki kendini benim efendim olarak görmenin cezasını ödeyeceksin" der ve bir fare, bir kurbağa ve bir kuş ile 5 adet ok gönderir.

Darius bir anlam çıkaramaz ve yanlış yorumlar: güya, fare toprakta yaşadığı için topraklarını, kurbağa suda yaşadığı için sularını, kuş özgürlüğün sembolü olduğu için İskitler özgürlüklerini veriyordur. Oklar da teslimiyet anlamındaymış. Gerçekte işin aslı o değildir. Hediyeleri getiren elçi açıklar: "Siz Persler fareler gibi toprağın içine girip saklanmadıkça, kurbağalar gibi suyun içinde gizlenmedikçe, ya da kuş gibi uçup kaçmadıkça oklarımızın altında can vereceksiniz." [Heredot 4:132]

Darius'a derinlik içeren bu cevabı gönderen İskit kralı İdanthyrsus'un babası Anacharsis ile kardeştir. İskit/Sakalar ve Kamlık hakkında birçok kaynak var, ilgilenenlere...

Mitoloji de olsa; insanı yaratan, aydınlanmaları (düşüncede de aydınlama) için ateşi veren, Zeus'a kafa tutan, evrenin-zamanın efendisi Prometheus'da bir doğuludur, her ne kadar Herkül onu kurtarmış olarak anlatsalar da, aslında hala zincirlidir... Saygılar...


Ayrıca, "Julius Caesar hiçbir romanı tarihçiye göre "et tu Brutus" dememiştir. (Sen demi Brutus) bunu yazan ilk ve tek yazar Shakespeare dir..." - demiştiniz. Ama, araştırmalarıma göre de biyogafi yazarı Suetonius (MS 2.yy) ın kitabında "Sen de mi çocuğum" dediği yazar. ["And in this wise he was stabbed with three and twenty wounds, uttering not a word, but merely a groan at the first stroke, though some have written that when Marcus Brutus rushed at him, he said in Greek, "You too, my child?" " 82.bölüm]

Bundan da, Shakespeare'n bundan haberdar olduğunu ve kendince yorumlayıp Brutus'u eklediğini ortaya çıkarırız. Kısaca, araştırmıyoruz, sorgulamıyoruz, bize kim-ne verirse kabul ediyoruz. Paylaşımlarımda kaynaklar mevcuttur, ama onları okuyanların da sorgulayıp, kendince araştırma yapmasını isterim. Ancak o şekilde gerçeklere ulaşabiliriz. Selamlar...

Arkeolog A.A. yorum yapar: "Semra hanım, ayrıca Suetonius'un 12 Caesarın Yaşam Öyküsü kitabına baktım, sf.57 de tam şu cümle yazıyo "birileri saldırıya geçen M. Brutus'a Yunanca sen de mi oğlum dediğini söyledilerse de, ilk vuruşta ağzından tek sözcük çıkmadan yalnızca inledi"....bilgine sunarım..."


Cevabım: "Caesar bunu söylememiş olsa da, bu deyim Suetonius ile doğmuş, Shakespeare sadece tekrar etmiş gözüküyor." ;)


Buradan çıkarılacak ders: Hellen ve Roma, yani Klasik Arkeoloji-Tarih okuyanların kesinlikle Türkolojiyi, Türkoloji okuyanların da Klasik Arkeo-Tarihini bilmesi gerek, ki benzerlikler ile etkileşimlerin farkına varabilsin ve Türklerin Akdeniz Havzası ile Anadolu'daki varlığının milattan önceki dönemde başladığını görebilsin.



Semra Bayraktar





"... onun bedenini Kafkas Dağı'na çivilediler, ki bir İskit dağıdır. Orada Prometheus çivilendi ve bağlı tutuldu..." 
("... to nail his body to Mount Caucasus, which is a Scythian mountain. On it Prometheus was nailed and kept bound... ") Apollodorus (180-120 BC), Library, book 1:7







ilgili:
Alexander Nemirovsky "Tarihte ve Mitolojide Rehber" kitabından "Anacharsis" bölümü


Çinli filozof Konfüçyüs'ü (551-479) herkes bilir, ama ondan önce var olan Saka Türkleri'nden
Toharis ile Anaharsis'i bilmez, hatta 'Grek' olarak tanır!
SB