22 Aralık 2025 Pazartesi

Tarih Hırsızlığı

 


Tarih ve toplum bilimleri hırsızlığı diğer beşeri bilimleri de etkiler. Son yıllarda, araştırmacılar kendi disiplinlerini daha karşılaştırmalı, dünyanın geri kalanıyla daha bağlantılı hale getirmek için de adım atmışlardır. Fakat bu önlemler bu amaç için yetersizdir. Literatür, "karşılaştırmalı literatür" haline gelmiştir, ama karşılaştırmanın menzili genellikle bir kaç Avrupalı kaynakla sınırlı kalmıştır; Doğu bilmezlikten gelinir, sözlü kültürler dikkate bile alınmaz.

Jack Goody


Klasik geleneğin siyasetinin, çağdaşı diğer toplumlardan farklı olan ve Batı Avrupa'ya aktarılmış gibi görünen üç yönü vardır: demokrasi, özgürlük ve hukukun egemenliği. 

Demokrasi, Greklerin bir niteliği ve Asyalı komşularının "despotizmi" veya "tiranlığı"nın karşıtı olarak kabul edilir. Bu varsayım, çağdaş siyasetçiler tarafından dünyanın "barbar rejimlerine" karşı Batı'nın çok uzun süreli bir özelliğini temsil ediyormuşçasına dile getirilir... 

Demokrasi tartışmasında Finley, "demokrasinin, örneğin, kabile demokrasileri adı verilen veya Asur bilimcilerin izlerini bulduklarına inandığı, erken dönem Mezopotamya'daki demokrasiler gibi daha önceki örnekleri de vardı," diyordu. "Fakat olgular ne olursa olsun," diye sürdürüyordu gözlemlerini, "daha sonraki toplumlar üzerindeki etkileri küçüktü.... O anlamda demokrasiyi Grekler, yalnızca  Grekler keşfetti; tıpkı Amerika'yı bazı Viking denizcilerinin değil de Kristof Kolomb'un keşfetmesi gibi... 18. ve 19. yüzyılın okuduğu, Atina deneyiminin ürettiği Grek eserleriydi." 

Açıkçası durum buydu, ama bu iddia tarihin, Avrupa'nın ve edebiyatının demokrasinin "keşfi"ni topyekun sahiplenmesini temsil eder. Madem ki, örneğin İbn Haldun'un yazdıklarından kabile demokrasilerinin başka yerler de var olduğunu öğreniyoruz, o halde bunlar 19. yüzyıl Avrupalıları için oluşturmadılarsa da, başka halklar için kesinlikle birer model oluşturmuşlardı. Kuşkusuz Grekler "demokrasi" sözcüğünü icat ettiler (SB* eklere bkz.), herhalde bu terime başkalarının da okuyacağı yazılı şekli ilk veren onlar oldu, ama demokrasinin uygulanmasını onlar icat etmediler....

Antik Yunanistan'da, demokrasi kavramı "halkın yönetimi" ne gönderme yapıyordu ve otokrasinin, hatta "tiranlık" yönetim şeklinin karşıtı olarak duruyordu. Halkın iradesi seçimlerle belirleniyordu; ama bu halk "özgür" erkeklerle sınırlı olup köleleri, kadınları ve yabancı sakinleri dışlıyordu. Böylelikle siyasi bağlamda Avrupa'daki demokrasi geçmişte de sıklıkla kısıtlanmıştı. Bugün, "tam demokrasi" olarak görülen şey de her kadın ve erkeğin tek bir oyu vardır ve seçimler düzenli, keyfi bazı aralıklarla yapılır. Gerçi araştırmalar karı-kocanın aynı şekilde oy kullanma eğiliminde olduğunu gösterse de artık hane halkı veya soy çizgisinde oy kullanılmamaktadır ve temsilde bir "bireyselleşme" vardır. 

Bu şekliyle demokrasi uygulaması yenidir. İngiltere'de oy hakkı ancak 1832'de erkek hane reislerini içerecek biçimde genişletilirken, kadınlar Birinci Dünya Savaşı'na kadar oy vermeyi başaramadılar; Fransa'da bu daha da geç gerçekleşti. Tocqueville'in gözünde modern demokrasinin zirvesi olan ABD'de bile George Washington seçimlere katılımı beyaz "beyefendilerle", yani toprak sahipleri ve kolej mezunlarıyla sınırlamak taraftarıydı.

Örneklerin her birinde oy hakkı daha önceleri şiddetle kısıtlanmıştı. Oy sandığı ve onun gerektirdiği tercihin kullanımı, seçimin özgür ve engellenmemiş olduğu görüşüne bağlıdır; Fransızlar başlangıçta kadınların oy hakkını, onların din adamlarının kendilerine telkin ettiği şekilde oy vermeye çok eğilimli olduğu gerekçesiyle reddetmişlerdi....

...Avrupa, uygarlaşma sürecinin fikir ve uygulamasını çalmıştır. Fakat kağıdı Araplardan, dolayısıyla onlar aracılığıyla da Çin'den almadan önce Avrupa ne kadar uygardı?...

...Roma sonrası çağda pek çok alanda antikçağdan önemli bir kopuş, Batı'da -ama kent kültüründe böyle muazzam bir uçurumun oluşmadığı Doğu'da değil- bir yeniden doğuşu, bir Rönesans'ı zorunlu kılan bir kırılma olmuştu. Aslında, Batı'nın restorasyonuna yalnız ticari olarak değil, sanat ve bilimlerde de yardım eden Doğu'ydu. 

Endülüs'teki İslam'ın söz gelimi Brunetto Latini (Dante'nin hocası) üzerindeki etkisi, Batı'daki kullanımı Papa II. Sylvester tarafından yaygınlaştırılan Arapça sayıların önemi vardı. Bir de tıp örneğini düşünün. Batı'da tıp çalışması kısmen diseksiyon (teşrih) yasağı, yani insan bedeninin parçalara ayrılmasının yasaklanması, kısmen de örneğin Galenus'unkiler gibi tıp metinlerinin yokluğu yüzünden çok gerilemişti. Bu metinler, Monte Cassino'da (Salerno tıp okulu yakınındaki) Afrikalı Konstantin'in ve Montpellier'de diğer birçoklarının Müslüman dünyadan yaptıkları çeviriler aracılığıyla Batı tıbbına geri getirildi. Asıl sorun, tıbbı sadece klasik ilmin dirilişi temelinde görürken, bu ilmin ve önemli Müslüman katkıların bize dolaylı bir yoldan geldikleri gerçeğini dışlama eğiliminde olmamızdan kaynaklanıyor.

Rönesans'ı harekete geçiren, Roma İmparatorluğu'nun Batı'daki çöküşünü yaşamamış olan Doğu'nun ta kendisiydi; çünkü Doğu, Batı Avrupa "kültürü"nün uğradığı felaket niteliğindeki çöküşten geçmemişti ve başlangıçta İtalyan kentleri, özellikle de Venedik çok önemli olduğu ortaya çıkacak bağlarını yenilerken, Doğu bir ticaret ve kültürel aktarım odağı olarak kalmayı sürdürmüştü. Asya'nın hiçbir yerinde Doğu aynı yeniden doğuşa ihtiyaç duymadı, zira aynı ölüme uğramadı. Çin'in bilimde 16. yüzyıla, ekonomideyse (Bray ve diğerlerine göre) 18. yüzyıl sonuna kadar Batı'nın önünde olmasının nedeni de budur....

...Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden veya belki de Akdeniz'de Müslüman hakimiyetinden sonra, mülkün yerel yönetimden çok kiliseye devredildiği Hıristiyanlığın gelişimiyle bağlantılı olarak, Batı'da ticarette bir gerileme ve kent kültüründe bir çöküş olduğu gerçektir....

...Seylan'da, Güneydoğu Asya'da, Yakındoğu'da, Hint Okyanusu'nda ticaret ağları bronz çağından itibaren genişlemeye devam etmişti. Sonunda Hıristiyan Avrupa, örneğin matbaa, kağıt, ipek dokumacılığı, pusula ve barut, turunçgiller ve şeker gibi yiyecekler, pek çok çiçek türünde yaptıkları gibi, sıklıkla Doğu'dan intihal yaparak "modernleşme" sürecine yetişti; sınai imalat sürecini onlar başlatmasa da, daha sonra etkileyici bir karşılaştırmalı avantaja sahip oluncaya kadar, bu süreci (ayrıca gemi ve silah imalatını) geliştirdi - sanayide ve üretim süreçlerinin gelişiminde tersane özellikle önemliydi....

Bu "modernleşme" süreçleri Avrasya'daki bazı önemli toplumlarda diğerlerinden daha hızlı ilerlemekle birlikte, bütüncül hareket çok yaygın olmuştur. Arkeologlar, söz gelimi mezolitik çağdan neolitik çağa doğru değişimde olduğu gibi, aynı silsile içinde ama farklı dönemlerde gerçekleşen bu türden genel değişimlerle uğraşmaya alışkındır. Açıklama arama eğilimi gösterirler; o zaman da, ya dışsal iletişim ya da içsel olarak koşut bir başlangıçtan doğan yapısal benzerlikleri dikkate alırlar. Öte yandan antropologlar çoğu zaman kültürel değişimin, tarihçilerse "zihniyetler"in müphem belirtilerine başvururlar.

Benim görüşümce, bu sonuncusu akademisyenler için tehlikeli sulardır; ellerinde dayanabilecekleri daha az veri olan arkeologlar için tehlike daha da artar. Kültüre veya zihniyetlere dayalı açıklamalar, kaçınılmaz olarak, uzun ömürlü bir çerçevede pekala geçici olabilecek bir farklılığın tespitine yol açması halinde, yanıltıcı olabilir. 

Göz önüne aldığımız bazı gelişmeler çeşitli bronz çağı sonrası kültürlerinde, biraz farklı hızda ama uzun vadede koşut bir güzergahta akmışlardır. Bu süreç, sıklıkla sanıldığı gibi, bugün Batılılaşma demek olan bir küreselleşme meselesi değildir. Bunun yerine, Childe'ın yazmakta olduğu dönemden beri, kısmen birbiriyle etkileşim ve mübadele, kısmen de bir tür içsel "mantık" sonucu sürekli olarak gelişen, kentli burjuva toplumlarının büyümesini temsil eder....

Geçerli bir karşılaştırma yapmak antikçağ, feodalizm, kapitalizm gibi önceden belirlenmiş kategorileri kullanmayı değil, karşılaştırılacak muhtemel çeşitlemelerin yerleştirileceği sosyolojik bir analiz çerçevesi oluşturmak üzere bu kavramların terk edilmesini gerektirir. Batı'daki tarihsel söylemin büyük bölümünde eksik olan budur. Tarihçiler bunun yerine kendileri açısından arzu edilebilir ve "ilerici" özellikleri iddia etmekle yetinmişlerdir. Tarihi, kendi kategorilerini ve olay dizilerini dünyanın geri kalanına dayatarak, çalmışlardır.

Tarih ve toplum bilimleri hırsızlığı diğer beşeri bilimleri de etkiler. Son yıllarda, araştırmacılar kendi disiplinlerini daha karşılaştırmalı, dünyanın geri kalanıyla daha bağlantılı hale getirmek için de adım atmışlardır. Fakat bu önlemler bu amaç için yetersizdir. Literatür, "karşılaştırmalı literatür" haline gelmiştir, ama karşılaştırmanın menzili genellikle bir kaç Avrupalı kaynakla sınırlı kalmıştır; Doğu bilmezlikten gelinir, sözlü kültürler dikkate bile alınmaz. Gerek İngiliz gerekse Amerikan varyantlarında kültürel araştırmalar alanı kaotiktir. 

İkincinin metinsel temeli neredeyse sadece Batılı yazılar, genellikle filozoflar, çoğunlukla da Fransız filozoflardır. Bunlar da çoğu zaman kendi içsel tefekkürleri ve hepsi de modern, kent toplumlarının temsilcisi olan öteki filozoflar üzerine yorumlarından başka pek veri sunmaksızın yaşam hakkında yorum yaparlar. Bu tür yorumlar o kadar geneldir ki, sohbete girmek isteyen kişinin gerçek anlamda bilgi sahibi olmasına gerek bile yoktur.

Son olarak, bu kitap dünya tarihi hakkında olmaktan çok, Avrupalı araştırmacıların onu kavrama şekliyle ilgilidir. Sorun, Avrupa'nın yakaladığı göreli avantajın arka planını açıklamaya çalışmaktır. Tarihte geriye dönük araştırma yapmak, ister açık isterse üstü kapalı olsun, neredeyse kaçınılmaz olarak teleolojik bir eğilimi davet eder. Kişi, kendi "modernleşme"sine yol açan şeye bakarken, öteki insanların, bu farkı yarattığı düşünülen Protestan ahlaktan, girişimci ruhtan, değişme yeteneğinden yoksun olduğuna dair yargılara varır.

Bu tarihteki temel bir zorluk, Avrupa'nın daha sonraki üstünlüğünün belirtilme tarzıdır. Eğer Avrupa kıtası benzersiz bir ekonomi biçimini, "kapitalizm" denilen şeyi geliştirmiş olarak görülürse, o zaman bunun köklerini "mutlâkîyetçilik"e, "feodalizm"e, antikçağa dek izlemek, onu koşutu bulunmayan kurumlar, erdemler ve duygular, hatta dinden oluşan bir demetin sonucu diye görmek meşrulaştırılır.

Öte yandan insan toplumunun bronz çağından itibaren gelişimi, farklı bir şekilde, "kapitalizm" teriminin düşündürdüğü türden kategorik ayrımları içeren hiçbir keskin kırılma olmaksızın kentsel ve merkantilist kültürün sürüp giden olgunlaşması olarak da kabul edilebilir. Muazzam araştırmasında Braudel aslında bu tür bir etkinliğin, ele aldığı toplum dizisinin her yerinde, Avrupa'da olduğu gibi Asya'da da bulunduğunu kabul eder. Ne var ki, "gerçek kapitalizm" kavramını, tıpkı Needham'ın bilimin tersine "gerçek bilim" için yaptığı gibi, sadece modern Batı'ya atfeder.

TARİH HIRSIZLIĞI




SB* Demokrasi kelimesi Grekçe değil Sumercedir.
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2007
Anlatılacak daha çok şey vardı Ünal Abi...
 Aralık 2014'te kaybetmiştik, Işıklar içinde ol, Saygıyla...











Begmurat Gerey de "dumu" sözcüğünün "doğma, çocuk, oğlan" anlamında olduğunu söyler.





Grekçede demos = halk anlamına geliyordu. Oysa sözcük Sumerce oğul demekti. Demek ki "dumu/oğul" Greklerde "demo/halk" anlamına dönüşmüştü. Aslında kendilerince haklıydılar. Halk olarak kabul ettikleri sadece "oğullar"dı, kadınlarla kölelerin "hakları" yoktu, bu sebeple de Greklerin "halk" dedikleri Sumercedeki anlamıyla sadece "oğulları" temsil ediyordu.

Turova ve Saka Türkleri (TST), adlı kitabımdan ilgili bir başka konuyu buraya alalım ;

- Turova’daki 1995 kazılarında bulunan ve MÖ 13.yy’a tarihlendirilen mührün üzerindeki yazıtı da Luvice (!) ilan ediyorlar, ancak tam manasıyla çözemiyorlardı. Hatta Hint-Avrupacı Joachim Latacz bile, “elbette, Truvalıların Luvice konuştuğu sonucuna doğrudan atlamamalıyız!”, demekteydi. (380) Buna rağmen son yıllarda Turovalıları da Hint-Avrupalı bir topluluk olarak dünyaya kabul ettirme çalışmaları hızla devam ediyordu. Anadolu Akademisi’nin başkanlığını yapmış olan Hyde Clarke, Turovalı Dardanus’u "Tarkandemos" ile ilişkilendiriyor ve Schliemann’ın bulduğu bir keramik parçasının üzerindeki yazıtın da "Tako/ Tago" olarak okunduğunu belirtiyordu. (381) Aklıma takılan ise şu oluyordu; Tarhunt Luvilerin (!) en büyük tanrısı ise, o zaman Luviler Türkçe konuşuyordu ve Batılılar Türkçe dememek için Luvice diyordu. Çünkü Tarhunt ve türevleri sadece Türkler arasında kullanılan bir isimdi ve kökeni Türkçeydi. "Tar" sözü de Türkçede "Tanrı" anlamında kullanıldıysa, "Tarkondemos / Tarkandemos > Tar-Khan(-demos)" oluyordu, yani sözcük "Tanrı Kağan" anlamına geliyordu. (382) Burada kullanılan "demos" sözcüğünün de "halk" anlamında değil de "demirci" anlamına gelen "demiurge – dimiourgos" sözcüğünden geldiği aşikârdı. Çünkü tanrı Tarhunt bir yaratıcı olması dışında madeni demir olan bir zanaatkârdı. Beekes’e göre demiurge "el sanatları ustası" anlamındaydı. Ancak kökeni için Grekçe dese de "proto (ön)-Hind-Avrupa" olup olmadığından emin değildi. (383) Oysa Türkçemizde kullandığımız demirci sözcüğüne bakılsaydı, "demiurge/dimiourgos (*)" sözcüğünün kökeni de bulunurdu! Yani, Tarkandemos adında "Tar-khan-dimiour (Tanrı Kağan Demirci)" okunuyordu. Bu da sözcüğün hem anlamını, hem de görevini ancak Türkçe olarak açıklanabildiğini gösteriyordu. Demek ki Luvice (!) dedikleri dil, batıda Hint-Avrupalı olmayan Pelasglara, doğuda ise Saka-Muşkilere aitti ve her ikisinin de Türk ve Türkçeyle bağı vardı. Ancak şunu da hatırlamak gerekir ki Hititler döneminde Hint-Avrupa dilli topluluklar ile Hint-Avrupa dilli olmayan topluluklar bazı bölgelerde birbirleriyle karışmıştı ve bu da çok doğaldı. Çünkü Hitit bir imparatorluktu ve bünyesinde birçok farklı etnikten ulus barındırıyordu. Resmi yazışmalarında sekiz farklı dil kullanırlarken, dini törenlerini Hattice yapıyorlardı. Ama Luvice (!) diye bir etnik ya da millet yoktu. O sadece "insan, yabancı, dağlı çoban", yani "göçer" anlamına gelen Sumerce bir sözcüktü; "Lu". (384)


(*) Dimiourgos: İngilizce karşılığı artificer “usta, zanaatkâr” olarak verilir.
Kaynaklar ve dipnotlar için TST'ye bkz.

İşte "Tarih Hırsızlığı" budur!

SB