avar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
avar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2021 Cumartesi

Şövalyelilik Kültüründe Türk Etkisi

 

Bir Şövalye - 13.yy sonları 14.yy başları, bakırla karışık altın plaket. Bulunduğu yer Batı Avrupa / Metropolitan Müzesi.

Ve Pazırık kurganından çıkartılan At Başlığı - MÖ 4.yy / Hermitage Müzesi


"Avrupa'da büyük destanlarla romanların, aşklarla şiirlerin doğduğu dönem Şövalyelik Çağı'dır. Yaklaşık olarak 500'lerde Kral Arthur ve Nibelung destanlarıyla başlar, ancak bu destanlar da eski motiflerle işlenmiş tarihi olaylara dayanır ki bunlar "Bozkır Binicilerinin" uzun soluklu epik geleneklerine kadar geriye gider. Sanatta çok önemli bir yer tutan Şövalye kültüründe karşılaştığımız şiir, destan, roman, duvar halıları ile hanedanlık armalarında da eski göçebe geleneği kendini hissettirmektedir. Gotlar bile silah ile ekipmanlar da dahil at kültürünü komşuları "barbar göçebeler"den almıştır. " - Helmut Nickel, Metropolitan Müzesi


Met müzesi "muhtemelen İngiliz" dese de, "Türk" sanatından etkilendiği görülmekte. Sanatta zırhlı süvari ve zırhlı at örnekleri Avrupa'dan önce İskit (Altın Elbiseli gibi), Hun, Göktürk (Demir Kurtlar, 8.yy), Avar, Hazar, hatta süreklilik açısından Selçuklu'da Osmanlı'da (sipahiler) bile görülmekteydi. 13.yy'da Pazırık kurganları henüz açığa çıkartılmadığına göre, bu "giydirme geleneğini" "muhtemelen İngiliz" olan kimden almış olabilir? Çünkü atı Pazırık'taki gibi "geyik boynuzlarıyla" süslenmiş. Atın üzerindeki örtünün altından çıkan düğümlü kuyruğu da gözden kaçmıyor. Hatta plaketteki şövalye "muhtemelen İngiliz" bile olmayabilir...


Helmut Nickel'in bahsettiği "Bozkır Binicileri"nin kim olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ancak, Helmut Nickel İskitleri "en iyi süvariler" olarak tanımlasa da "Pers" olduklarını söyler ki yanlıştır. Met müzesi gibi diğer bütün Batı müzeleri de (British müzesi de İskit sergisi sırasında sürekli İranî vurgusu yapmıştır!) İskitleri, kaynaklar tersini söylese de, ısrarla İranî olarak tanıtmaktadırlar! Bu tavır "bilim insanıyım" diyenlere yakışmamaktadır, çünkü bu "ayıp" kompleksi-aşağılık ve efendilik duyguları ile önyargılarından kaynaklanır! Hatta aralarında para ve kürsü için bilime sahtekarlık bulaştıranlar da bulunmaktadır!

[Scythians are not "Persians" and "Steppe Riders" are Turks ! To the museums, don't misinform the people! - SB].


Kral Arthur ve Nibelung Destanları da "Türk" destan ve boylarına dayanır. Nibelungen Destanı'ndaki Etzel Atilla'dır. MS 6.yy'da Germen dedikleri toplulukların bırakın edebi eserlerinin varlığını, alfabeleri, yazıtları, hatta soy şecereleri bile yoktu ki yasalarını bile krallarının emriyle yaşlıların "hafızalarından" Latince okuma-yazma bilen katiplere yazdırmışlardı. Kral Arthur'un kılıcı Excalibur İskitlerin-Hunların "kutsal kılıç" efsanesine dayanıyordu ki kılıcın adı bile Türk boyu olan ve Karadeniz bölgesinde hüküm sürmüş, MÖ 15.yy'dan beri yazıtlarda bahsedilen (ki öncesi de var!) Kaşkalardan (Chalub) gelmekteydi (link). Kral Arthur'un en yakın arkadaşı olarak tanıtılan Lancelot'un adında bile Türk vardı: Lancelot < Alan of Lot = Lot gölünden bir Alan-Türkü. Batılı bir araştırmacı destanı da Nart Destanı'na dayandırıyordu ki Nart destanı da Karaçay-Malkar/Balkar Türklerine aitti (link).


Yani, batıda savaşçılıklarıyla ün salmış olan İskitler, Hunlar, Avarlar, Hazarlar, Kumanlar gibi Türk toplulukları da dikkate alınırsa net bir şekilde ;  Avrupalıların "Şövalyelilik Kültürü"nde "Bozkırın Efendileri" olan Türklerin etkisi vardı ; diyebiliriz.


Semra Bayraktar (SB)



İskit/Saka - Türk Bronz Plaka, MÖ 7.yy-5.yy

Yakın zamanda kuzeydoğu Çin'deki bir kurganda bu tip zırh parçaları bulunduğundan dolayı savaşçılar tarafından kullanılan kol/bacak korumalığı olduğu varsayılıyor. (link)


Güney Sibirya Şövalyeleri Türkler

"Demir Kurtlar" Türk Savaşçılar / Temsili

"Iron Wolves" Turkish Warriors


Basından;

Türk Kağanlığı dönemi (8.yy) asker zırhının kopyası Putin'e hediye edilmek için, gümüş, deri, keçe ve Şahin tüyleri kullanılarak yapılmış.

"Büyük Türk Kağanlığı önderliğinde, göçebe imparatorluğunun merkezi 6.yy'da Altay'dı. Bu devlet savaş sanatı bakımından çok güçlüydü. Ordusunun temel çarpışan gücü, atları bile zırhlandırılmış, ağır mızraklar ve ağır silahlı zırhlı süvarileriydi. Onlara "Buri" ya da "Demir Kurtlar" deniliyordu. Aslında onlar 'Güney Sibirya Şövalyeleri'ydi. Dövüş sanatı alanındaki fikirleri birçok komşuları tarafından kabul edildi ve daha sonra Doğu Avrupa şövalyeleri tarafından kullanıldı." (Siberiantimes,2014) (15 Mart 2017-link)


* ZIRH < TUMAR

"Türkçede muska, nazarlık ve tılsım kelimelerinin günümüzde Türk lehçelerinde karşılığı “tumar” olarak geçiyor. Muska ve tılsım için “zırh”, “zırhlı” tabiri de kullanılıyor. Bu durumda zırhın karşılığı “tumar” oluyor."


Prof.Dr. İlhami Durmuş

Kazakistan'da Sakalar, Asya Araştırmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 2.




Saka Türkü Buda / Saka Turk Buddha

"Scythians or Sakans and Kushans were of Turki origin"

Dr.Nabi Bakhsh Khan Baloch






Not:

FB adresimTw adresim

Hesabım olsa da İnstagram'da paylaşım yapmıyorum, ama Hatti-Turan (link) adlı arkadaş #semrabayraktar olarak birçok paylaşımımı aktarmış.

Buradan kendisine teşekkür ederim.



30 Kasım 2020 Pazartesi

Bizans Grek değildi

 

IV Hazarlı Leo - 17.yy çizimi, Doğu Roma İmparatoru (751-780) - İl Başı (Basil)
Babası : V.Konstantin ; Annesi: Hazar Kağanı Bihar'ın kızı Çiçek (Tzitzak)

"Bizans devletinin Yunanistan ile hiçbir ilişkisi yoktur ve tarihin hiçbir devrinde bugünkü Yunanistan gibi bir devlet asla olmamıştır. Özellikle belirtilmelidir ki, Yunanistan'daki Bizans kalıntılarının sayısı, Anadolu'dakilerin 1/10 kadar bile değildir! Bizans döneminde Anadolu'da yaşayan yerli halk, misyonerlik kullanılarak ve zorlanarak Hristiyanlaştırılmış, istemediği halde yine zorla kiliseye sokulmuş ve anadili Grekçe olmadığı halde Grekçe verilen vaazları dinlemek ve Grekçe İncil'i okumak zorunda bırakılarak baskılarla Hellenleştirilmiştir.

Bazen Kilikya'da olduğu gibi Bizans'ın Hristiyan bağnazlığı o derece artmıştır ki, Müslüman veya pagan olanların çoğu katledilmiş, canlarını kurtarabilenlere ise eğer yaşamak istiyorlarsa Hristiyan olmaları şartı yüklenmiştir. Anadolu tarihinde hiçbir kavim bu derece gaddar yöntemlerle asimilasyon politikası izlememiştir; hatta yaptıkları gaddarlıklarla Tevrat'a giren Asurlular dahi din öğretisini de içeren böyle iptidai yöntemlere başvurmamışlardı.

Bu kadar akıl almaz yöntemlerle Prokrustes (*) yatağına sıkıştırılmış olan bir halklar konglomerasyonuna (**) Grek, Yunanlı, Rum demek çok yanlıştır, çünkü bunu derken Anadolu'ya sanki Bizanslılar çağında yeni "Bizans" göçleri olmuş olduğunu kabullenmek gibi çok ciddi bir yanılgıya düşeriz. Bizanslılar devrinde Anadolu'ya hiçbir zaman Grek/"Bizanslı" göçü olmamıştır; aksine Slavlar, Bulgarlar, Peçenekler, Avarlar, Türkler, Araplar, Persler, Moğollar gibi başka kavimler göçmüştür."


Prof.Dr. Ahmet Ünal // "Hititler" kitabından

(*) Prokrustes'n Yatağı : Atina-Megara arasından haydutluk yapan mitolojik bir karakter. Biri küçük diğeri büyük iki yatağı varmış. Gelip geçen yolcuları soyduktan sonra uzun boyluları kısa yatağa yatırır, ayaklarını keser; kısa boyluları da uzun yatağa yatırarak ayaklarından çekerek uzatırmış. Turovalı Elene (Helene)'yi daha çocuk yaştayken kaçıran Atinalı Theseus bu haydutun hakkından gelerek öldürmüş. Günümüzde sabit fikirleri olan kişilerin düşüncelerini zorla değiştirmeye kalkan kişiler için kullanılan bir deyimdir.

(**) Konglomerasyon : Değişik maddelerin bir araya gelerek içi boş organlarda kitle oluşturması.


"Sanatta Süreklilik" - "Soydaşlık" " Kültür ve Dil Birliği"
"Biz Anadolu'dan hiç gitmedik..."

İonlar Grek değildir, Pelasg kökenlidir. Ama göç sonrası karışmışlar ve bir çoğu Hellenleşmiştir. Ve İon sözünü bir Yunan'a çevirmişiz, yanlıştır. Gerçi Hellenlerde ancak ve ancak MÖ 5.yy'dan sonra Ellen sözünü etnik olarak kullanmaya başlamıştır, öncesi yoktur. İskender döneminde Anadolu'nun birçok yerinde "Yunanca" konuşulmuyordu ki MS 4.yy'da bile "Yunanca" konuşulmayan bölgeler vardı... Şimdi özetle ilk imparatorlara bakalım...


* Bizans (Byzantion) adı "Yunanca" değildir ve "Grek" kolonileri tarafından da kurulmamıştır.

* Bu imparatorluğun asıl adı Bizans değil, Doğu Roma'dır. Bizans adı 16.yy da tarihçi Wolf tarafından antik kent adına atfen "verilir".

* Roma İmparatorluğunu ikiye bölen ve doğuyu alan Diokletianus, bugünkü kıta Yunanistan'dan değil, İlirya'dan gelen bir Romalıdır. Batı Roma ise Maximian'ındır.

* Doğu Roma'nın kurucusu kabul edilen "Büyük" Konstantin Romalıdır ve bugünkü Sırbistan'dan gelir.

* İmparator Valentinian, bugünkü Hırvatistan'dan gelir, İlirya-Romalıdır.

* "Büyük" Theodosius, bugünkü İspanya'dan gelen Romalıdır.

* I. Leo, Trakyalı Romalıdır. Kimi Trak kavmi Bessi, kimi de Dacialı (ya da Getae) olduğunu söyler. Şu iyi bilinmeli ki Traklar çok yoğun bir şekilde İskitlerle karışmıştır, yani melezdirler.

* Makedonya'dan gelen I.Justin Trakyalı-Romalıdır, Yunancası çok zayıftır.

* "Büyük" Justinian Dardania'da doğmuş İlirya-Romalısıdır, Trak-Romalısı diyen de var, yine de "Grek" değildir...

* Heraklius'un Kapadokya Ermenisi olduğu söylenir, hatta Arsak kökenli derler. Ancak, Hint-Avrupacıcıların aksine, Arsakların Türk kökenli olduğunu belirtilen birçok Azerbaycan ve Türkmenistan tarihçisi var, Arsaklar Part-Türklerinin devamıdır. Heraklius döneminde Latinceye son verilerek, Yunancaya geçilir, kilisenin de etkisiyle Yunanca konuşulur. Heraklius gibi, Batı Türk Kağanlığı (Göktürk) da Sasanilerle sorun yaşıyordu (ki Sasanilerin ordusu azımsanmıyacak kadar çok Türk askeri bulunuyordu). Batı Türk kağanı Tong Yabgu ile müttefiliğini pekiştirmek için Heraklius kızı Eudokia'yı Kağan'ın oğlu ile sözledi, ancak bu evlilik Tong'un ölmesiyle gerçekleşemedi.

* II. Justinianos'un eşi Hazar Türküdür. Buşir Kağan'ın kızkardeşi Theodora'dır.

* V. Konstantin'in eşi de Türktür. Hazar Kağanı Bihar'ın kızı Çiçek (Tzitzak) iken, oğulları IV.Leo "Hazarlı İmparator" olarak tanınır. Çiçek ile birlikte Doğu Roma'ya "Türk" tekstili girer, Hazar kostümleri popüler olur ve buna da "Tzitzak modası" demişlerdir.

* 11.yüzyılda imparator I. Aleksios'un kızı Anna Komnini bile eserinde "Romalı" sözünü kullanır.


Kökenleri değişen daha birçok imparator var, ancak artık "Grekleşmeye" başladıkları için bu örnekler yeter sanırım.


Bilgileri kaynaklara göre aktardım, yanlışım varsa da düzeltirsiniz. Yalnız, Doğu Roma tarihinin Türksüz anlatılamıyacağını da bilmeliyiz. Kuruluş sonrasına bile bakarak Anadolu'da öncelikle Hun - Avar - Hazar Türklerinin, sonra ise Selçuklulara kadar Kıpçak/Kuman ve Peçenek Türklerinin yerleşik yaşadıkları bir gerçektir ve birçoğu da Hristiyan dinini kabul ederek "Hellenleşmiştir". Nasıl ki Osmanlı İmparatorluğundaki azınlıkları sayıyor ve gözümüze sokuyorlarsa, bizim de Doğu Roma İmparatorluğundaki Türkleri anlatmamız gerekiyor. Bir imparator "Ermeni (Armenian origin)" ya da "German (Germanic origin)" kökenli olması belirtiliyor da "Türk" olunca niye tüm kaynaklar susuyor? IV. Leo için Hazar diyorlar, ancak "Türk" demiyorlar "semi-nomadic Turkic" diyorlar. Oysa Hazarlarr ne semi-nomadic ne de Turkic'tir!.. Hepimiz biliyoruz, Hazarların Türklüğünü ve "devlet" kuranlara da "yarı-göçebe" denilmesi büyük terbiyesizliktir !.. Basileus (Basil < Başil > İl Başı - Avrupalıların anlamdırdığı gibi bey/yönetici/lider/kral !) sözünün kökeni bile Türkçedir ve İskitler vasıtasıyla geçmiştir. Ayrıca kıta Yunanistan bile tam manasıyla "Grek" değildi. Birçok Hun, Avar, Hazar, Kuman da kıta Yunanistan'a yerleşmişti (bununla da ilgili bir paylaşım yapmıştım/link). Osmanlı döneminde bile Anadolu'da öyle abartılı bir "Rum" nüfus da yoktu. Yani bu tarihi olayların tek taraflı anlatılması öncelikle kendimize ihanettir.


Daha önce birçok kaynak paylaşmıştım, blogtan kaynak ve linklerle diğer paylaşımlara da ulaşabilirsiniz.


Semra Bayraktar


Aksoukh adı Türkçedir; Aksu.

"Vazelon manastırı kayıtlarından anlaşıldığı kadarı ile, bölgedeki Hristiyanların % 52.7 si Rum kökenli değildir. Bunların büyük bir kısmının Hristiyan Kıpçak Türkleri olduğuna dair çeşitli kayıtlar vardır. Grek kayıtlarından Komnenosların doğusundaki Kıpçak unsuruyla akrabalık münasebeti kurduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu evlilikler sonucu doğan çocukların ikinci isimleri hep Türkçedir.

Komnenos krallarından I. Jean’ın (1235-1238) diğer adı Aksuh (Aksu),26 Kral II. Aleksios’un (1297-1330) çocuklarının ikinci isimleri Michel Azahutlu (Atakutlu), Georges Ahpugas (Akboğa), Anna Anahutlu (Anakutlu)’dur."


Doç. Dr. İbrahim Tellioğlu

Doğu Karadeniz Bölgesinin Türk Yurdu Haline Gelmesi Hakkında Bir Değerlendirme


* Vardar Nehri'nin eski adı da Aksu'dur.

İngilizce İlyada'da "Axius" iken, Yunancasında Axioú (Ἀξιοῦ) olarak geçer....

Ne hazindir ki Türkçesinde "Aksios" demişlerdir!..

"Pyraikhmes komuta eder kıvrık yaylı Paionlara,

onlar ta uzaklardan gelmişler, Amydon'dan,

uzun kıyılarından Aksios'un,

Aksios yayılır tatlı bir suyla toprağa."

(İl.2:848/50)

Bazılarının da iddia ettiği gibi kökeni Hint-Avrupa dilinden değil, Türkçeden gelir.

SB

Doğu Roma Hakkında Notlar / link


"Bizans imparatorluğundaki etnik mozaik içinde bulunan Türk varlığının sayısı,

hiç de küçümsenemeyecek kadar çoktu."

"Bizans ... bir Grek Devleti değildi...."

Prof. Dr. Işın Demirkent /link

"Bizans'ta Türkler vardır." Prof. Dr. Levent Kayapınar / link

Doğu Roma İmparatorluğu'nda Bir Türk Komutan; Tatikios

ve Tatikios’un kumandasında bir başka Türk: İlhan / link

Doğu Roma İmparatorluğu’nda Türk Kökenli Bir Komutan: Bardanes Tourkos ve İsyanı / link

Doğu Roma İmparatorluğunda Bir Türk Komutan; George "Maniakes", Yani "Deli" George / link



16 Eylül 2020 Çarşamba

Franklar mı?

 

Franklar…mı?


Merovenj Hanedanı'nın ilk kralı I.Childeric (ö.481)'in mezarından çıkartılan buluntuların bir kısmı mezar hediyesidir. Bunların içinde en belirgin olanı ise Hun ordusunda rütbe olarak taşınan uçuç böceğine (bazılarına göre ağustosböceği!) benzer broşların da mezardan çıkmasıdır. Ancak Batılılar bu broşları, sanki Frank sanatıymış gibi tanıtırlar, oysa Hun ve Avarlara aittir. Bu uçuç böceği askeri bir rütbe dışında, Uç Beyliğini temsilen de verilmiş olabilir.


Hanedan adını Childeric'in babası Merovech'ten alan Merovenjler, Burgundlarla evlililk yoluyla akrabalık kurmuştur. Ancak ondan da önce, bir German boyu olarak geçen Burgundlar Atilla (ö.453) ile müttefik olup Hun ordusunda yer aldığı gibi batıda yer alan bir Uç Beyliğidir. Yani Childeric’in mezarından çıkartılan bu unvan broşları, Atilla’nın ordusundaki bir Burgund generalinden miras yoluyla sonraki kuşağına kalmış ve o da mezara koymuş olabilir. Yani, gerçekte bir mezar hediyesidir ve kesinlikle ne Frank, ne de German kültürüne ait değildir.


Franklar, German kabilelerinden gösterilir, ancak Kimmer ve İskitlerin yurdundan çıkmıştır. Bu durumda Frankların Kimmer ve İskitlerle karışmadığını kim söyleyebilir? Hiç kimse… Çünkü milattan önce adları geçen Kimmer ve İskitleri bir kenara bırakırsak, milattan sonraki dönemde bile Hunlar German ve İskandinav kabileleriyle, Avarlar ise Slav ve Frank kabileleriyle karışmıştır. Hatta Fransa'nın göbeğinde adını “Avara” nehrinden aldığı söylenen Avaricum (Bourges yakınlarında) adında bir yerleşim yeri bile görülmektedir.


Ayrıca karışık kabilelerden oluşan Sarmat kabilelerden bazılarının, Frank dedikleri topluluğa karıştığı görülmektedir. Hatta Sarmatlar German kabilelerin ataları olarak da kabul edilir ki bu da German sözünün Sarmatlar içinde bulunan ve Türkçe konuşan kabileler tarafından verilmiş olabileceğini akla getirir. Çünkü German adının Hint-Avrupa dillerinde hiçbir anlamı yokken, Türkçe kökenli olan "Erman" sözünden gelir. Eğer buradaki -man eki mübalağ (kocaman gibi) ekiyse o zaman Erman “Çok Er (Erler)” anlamını taşır ki bazı Batılı araştırmacılar da bu anlamı vermektedir, yani "Çok Adamlar". (Hatta, Ataman sözü gibi de ele alabiliriz...)


Frank sözünün de anlamını tam manasıyla çözememişlerdir. Kimi Romalıların mahkumları oldukları için prangadan (Francia) geldiğini söylerken, kimi de Frankus'tan geldiğini iddia eder... Ancak net olan bir şey varsa o da Francia sözünün ilk kez MS 3.yy'da Roma kaynaklarında geçtiğidir ve kesinlikle bir boy adı olarak kullanılmamıştır. Batı Roma imparatorluğunun en çok köle ticareti yaptığı bölge "Galya" olarak anılmaktaydı ki bugünün Fransa sınırlarını içeriyordu. Esir düşen ya da köle Saksonlar (İskitlere Saken demişlerdi) bu bölgeye getirilip, çeşitli kamu ve sivil yerlere hizmet etmeleri için yerleştiriliyordu. Ve o dönemde köle ticaretinin merkezi de Galya idi. Ayrıca ülkenin resmi adı ise ancak Karolingian döneminde (Şarlman, 8.yy) "Francia" olarak adlandırılmıştı. Yani Romalıların MS 3.yy'da buraya Fransa demesi olası dışıydı. Köle ticaret merkezi olması yüzünden de "Frank" sözünün pranga (köle, hizmetkar) sözünden türetilmiş olması daha uygundur. Yine de Batılılar bu anlamından ziyade, "güçlü, özgür, cesur" anlamlarını kullanmayı tercih eder.


Childeric'in oğlu I.Klovis (ö.511) Frank boylarını birleştirdiği için Fransa'nın İlk Kralı unvanını taşır. Yani, Türkler bir budun olarak Türk adını taşırken (Turuki/Turuci MÖ 13.yy) Fransızların ne adı, ne de sanı vardı! Hatta Romalı tarihçi Tacitus'un Germanica (MS 1.yy) adlı eserinde bile geçmezler. Turova hanedanlığı ile ilişkilendirmeleri de tamamıyla özentiden ibarettir. Çünkü her ne kadar Etrüsklerden sonra yazılmış olsa da, Romalıların efsanelerinde Turovalılar görülmektedir. Oysa Frank ve Germanların soy secere kayıtları yoktur. O dönemde yazıları yok ki edebiyatları ya da secere kayıtları olsun! Ayrıca Frankların "mitolojik" ata seceresi ancak MS 6.yüzyıldan sonra yazılmıştır. Yani, Frank ve Germanların İskit, Hun ve Avar Türkleriyle ilişkileri olsa da, ne "hayali" Frankus'la ne de Turovalılarla ilgileri yoktur... 

Tarihimiz çok zengin, başkalarının da iştahını kabartmakta, sahip çıkmak ise bizim görevimiz ve….


Ne mutlu ki Türküm…

Semra Bayraktar


* Yanlışlıkla "Altın Arılar" adını verdikleri bu Hun unvan broşları (Uç Beyliğini temsil eden uçuç böceği), Mayıs 1653 yılında Childeric I (ö. 481)'ın Tournai'daki mezarında bulunmuştur. Ancak bu broşlar Frank kültürüne ait değildir. (J.J.Chifflet, 1655 çizimleri) 

* J.J.Chifflet'in "Fleur de Lis"in tarih içinde değişimiyle ilgili çizimi.

Zambak, Pazırık, Hun ve Avar kurganlarından çıkan buluntularda sıkça görülen bir betimlemedir. Bu kurganlar da genellikle lider ve soylulara ait olduğundan, Fransızlar bunu da Hun-Avar kavimlerinden "ödünçleyerek" kraliyet sembolü yapmıştır.

* Hun kurganından çıkarılan Askeri Unvan Broşu - MS 5.yy ilk yarısı. / Macaristan Ulusal Müze(link)

Sanki "Dört Yıldızlı General" gibi...


NOT: 

* Prof.Dr. Yaşar Çoruhlu : "Batı literatüründe cicada (Almancası zikaden) olan bu eserler Hun Sanatı eseridir."

* Prof.Dr. Ali Ahmetbeyoğlu (Avrupa Hun İmparatorluğu): "Hunlar devrinde cırcır böceği şeklinde yapılan süs eşyası çok yaygındı. Asya Hunları'ndan beri cırcır böceklerinin değişik madenlerden yapılarak kullanıldığı ve bunların rütbe ifade ettiği bilinirdi." 

* "The etymology of the name adopted by the new confederacy is uncertain!" - The Franks, from their first appearance in history to the death of King Pepin, Walter Copland Perry


Horse harness equipment from Altai Turkish kurgans (link), Pazyryk, and a belt buckle from an Avar kurgan.


"Fleur de Lis" is not French of origin [which became a kingdom after Clovis I (5th-6th c AD)], because it was already in use by the Turkish tribes; as Saka (Scythians, like in Pazyryk), Huns, Avars. Artifacts which was found in the kurgans belongs to the leader or a noble. Frank tribes borrowed from Hun and Avar Turks and made it a royal symbol.

These "fibulas" where discovered at the tomb of Childeric I in May 1653, in Tournai. But these "fibulas" are not of French culture. These were used as an army rank brooch among Hun-Turks and Avar-Turks. It looks like "Ladybird Beetle" with 4 stars, just like a 4 star general! Someone, who was at the army of the Hun-Turks, must went to the funeral of Childeric, who died in 481, and gave it as "tomb gift". (Drawings of J.J.Chifflet in 1655, unfortunately they did called "Golden Bees"!)

That's why Napoleon used if they were "Golden Bees", but it was wrong, because they were Ladybird Beetle. (Why are the Westerners so ignored to look into the Turkish Culture?!) The army rank fibula below, is one star :) (link for Napoleon)



Zavallı Napolyon, kandırılmış.. Atası Childreric'e atfen bu "Hun Asker Unvan Broşlarını"n ona "arı" olduğu söylenmesinden dolayı bütün eşyalarına işletmiş... Aynı zamanda Fransızların da sözde bir şeyler bilen akademisyenler tarafından kandırılması gibi...


Fransa, geçmişin kadar konuş!...


22 Haziran 2020 Pazartesi

Türk Tarihi İçinde Avarlar ve Avar Meselesi




Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ
TÜRK TARİHİNDE AVARLAR VE AVAR MESELESİ
IV.Uluslararası Türkoloji Kongresi, 13-14 Mayıs 2011, Kazakistan /PDF


Avar-Ak Hun-Juan- juan konusu Türk tarihinde 200 yıldan fazla bir zamandır çözülememiş bir meseledir. Kök Türk Yazıtlarının Apar’ı, Çin kaynaklarının Ye-ta veya Hua’sı, Bizanslıların Ak Hun, Eftalit, Uar-Hun ve Avarları, Hintlilerin Huna’sı hep aynı halkı ifade eder. Bu adlandırmaların içinde Juan- juan’a benzeyen tek bir kelime yoktur. Bizans tarihlerinde kayıtlı olan Var, kabile ve idareci olarak Apar’ı, Hun da bildiğimiz gibi Hunsiyasi adını karşılar. Ayrıca Juan- juanlar hiçbir vakit gerçek manada Türkistan’ın batısında hâkim olamadıkları halde, Ak Hun-Eftalitler (Yüe-ban) Sır Derya’nın yukarılarına, hatta İran içlerine kadar yayılmışlar idi. İki devletin yıkıldıktan sonra kaçma yönleri buradan da anlaşılabilir. Yani Ak Hun-Aparlar batıya, Juan-juanlar gayet normal olarak doğuya gidebilirlerdi ki, zaten Çin yıllıklarında Juan- juanların göçtükleri coğrafya Çin ve Kore şeklinde gösterilir.




Türk tarihi incelenirken Kök Türklerin çağdaşı olan Avarlar üzerinde de durulması gerekir. Kök Türk kitabelerinde Apar, Bizans kaynaklarında Ak Hun veya Epthalanos, Çinlilerin Yeta, Hua, Hintlilerin Huna dedikleri halkın adını bazı araştırmacılar “abamak” fiilinden getirirler ve manasının “karşı koymak, baş kaldırmak” olduğunu söylerler ki, kelimenin anlamı bize göre Apa unvanıyla izah edilebilir. R’nin de çoğul eki olduğunu düşünüyoruz.

Bunun yanısıra Türk tarihinin en önemli meselelerinden birisi de menşeileri hala aydınlatılamayan Juan-juanlarla bizim Türk-Avar veya Ak Hunlarımızın ayırt edilememesidir ki, bu konuyu kısaca izahta fayda vardır. Dolayısıyla bugüne kadar yanlış anlaşıldığı üzere, Avar Türkleriyle, Juan-juanların da hiçbir ilgisi mevcut değildir.

İlim adamlarının iddialara göre Juan-juanların tek bir etnik kökeni yoktur. 4. yüzyılın ilk yarısına doğru, Hsien-pi ordusunda hizmetkâr olan Yulgu (Yu-kiu-lu) isimli bir kişiye başarılarından dolayı önce hürriyeti verilmiş, ancak bir savaşta kendi birliğine zamanında katılmadığı için cezaya çarptırılmış, o da isyan etmiş ve idama mahkum olunca dağlara kaçmıştı. Etrafında toplanan yüz kadar kişiyle yaşamaya başlayan bu şahıs, daha sonra Tabgaç hanlarıyla irtibat kurdu. Her sene onlara at, samur ve diğer derilerden oluşan vergiler ödedi. Onun ordusuna Juan-juan (Ju-ju) deniyordu. Juan-juanlarda yazı yoktu. Hesap yapmak için koyun tezeği veya ağaç parçalarından yararlanılıyordu. Ayrıca çok pistiler. Yasalar savaş ve yağmacılığa göre idi. Çin kaynaklarının bazıları onları Tunguzlara bağlarken, bir kısmı da Hunlarla akraba göstermektedir. Ayrıca Hsien-pi (veya Siyen-pi) lehçesinin bir diyalektini konuştukları söylenmektedir. 4. yüzyılın sonlarında Kuzey Cungarya’ya göç ederek, Selenge Irmağına kadar bütün Batı Mogolistan’a yayıldılar. Teşkilatsız Türk boyları olan Tölösler ise dağınık yaşadıklarından, Juan-juanlara karşı koyamıyorlar ve bu yüzden vergi ödemek zorunda kalıyorlardı. Etnik bir kökenleri ve anavatanları bile olmayan, komşu halklar tarafından parazit böcekler gibi kabul edilen Juan-juanların geriye de torun bırakmadıkları söylenmektedir .

Adlarının manasının ne olduğu konusunda bile kesinlik olmayan Juan-juanların, dili ve etnik yapısı da tam anlamıyla açığa kavuşmamıştır. Türk kitabelerinde de Juan-juan ismi hiç geçmez. İlim adamları sadece kendi kafalarına göre iki etnik adı birleştirmişlerdir . Bu nedenle zaman zaman Juan-juanların, Türk Avarlarla bir tutulmasının veya onları Türk soylu gibi göstermenin hiçbir ilmî delili olmadığını vurgulamak isteriz.

Bununla beraber bizim Avarlarla bir saydığımız Ak Hunların iki önemli unsuru olan Uar (bizce Avar) ve Hun varlığı söz konusudur. Ayrıca Menander ve Theophylactus’ta Avarların, Hunların soyundan oldukları zikredilmekle birlikte Ogurlar (Batı Tölösler) hakkında bilgi verilirken onların ataları olarak Avar ve Hunların gösterilmesi de ilginçtir. Yine Çin ve Bizans kaynaklarının bildirdiğine göre Kafkasya Tölös grupları arasında Uar-Hunların adı geçer ve esasında her şey çok açıktır. Ak Hun-Eftalitlerin (Yüe-ban) temelini teşkil eden Uar-Hun birlikteliği görüleceği üzere belgelere yansımış iken, hatta Çinlilerin “Hua” transkripsiyonun da Var’a (Apar) denk gelebileceği söylenirken, Avrupa Avarları hakkında başka menşe aramaya hiç gerek yoktur. Ak Hunların göçebe kesimini teşkil eden Uar-Hunlar 557’den önce kaçarak Avrupa’ya ulaşmış olabilirler ki, bu da gözden ırak tutulmamalıdır. Çünkü Türkistan’ın batısında, Sır Derya boylarına kadar hakim olan Ak Hunların, Kök Türklerin önünden Kafkasya civarlarına kaçmaları daha kolaydır. Halbuki, Juan-juanların doğuya, Çin ve Kore taraflarına gittiklerini zaten Çin ve dolaylı da olsa Bizans kaynakları söylemektedir .

Türkçe konuşan Avar ve Sabarların ismi Batı kaynaklarında ilk defa 461 ve 465 senelerinde gözükürler. Dolayısıyla Juan-juanların ortadan kalkmasından çok daha önce Apar-Ak Hunlar mevcuttur. Eğer Bizans kaynaklarında üzerine vurgulanarak Avar ismi söyleniyor ve başka bir adlarına temas edilmiyorsa, o vakit Juan-juanlarla Avarların bir olduğunu sonucuna nasıl varabiliriz? Bundan yaklaşık yüz yıl sonra 558’lerde, birdenbire Doğu Avrupa’da izlerine rastladığımız bu Türk boyuna bir yanlış anlaşılmadan ötürü “Sahte Avarlar” dendiğini de bilmekteyiz. Bunun da sebebi 6. asrın ikinci yarısında (557’ler), Doğuda Kök Türk Devleti ortaya çıkınca Apar-Ak Hunların yaşama alanları daralmıştı. İran ve Kök Türkler arasında sıkışan bu Türk kabilesinin bir kısmı batıya geldiler . Ama bu ana kitle değildi, ondan ayrılan küçük bir parçaydı. Dolayısıyla Romalı yazarlar, onların halkın esasını temsil etmemeleri yüzünden sahte demişlerdir. Bize göre Theophylactus Simocatta işte bu yüzden yanılmış, Avarlar ile Juan-juanları karıştırmıştır. O, bundan başka Avrupa’ya hem bütün Avarların, hem de küçük bir grubun geldiğini ve Eftalitleri fetheden Türk hakanının Avarlara da hâkim olduğunu söyler ki , bir siyasi adlandırma olan Hun ile kabile ismi durumundaki Avar’ı da ayıramamıştır.

Yukarıda da söylediğimiz üzere bu Avarların ikiyüz bin kişilik bir grubu ana topluluktan ayrılıp, batıya yürümüşler, önlerindeki akraba Ogur boylarını da iterek, ki bunların arasında Sarı Ogur ve On Ogurlar da mevcuttur, Kafkasya’ya gelmişler idi. Bu suretle ileride daha da belirginleşecek olan boy birlikteliklerinin de temeli atlıyordu.

Buna bağlı olarak Avarlar, 557 senesinden önce Alanlarla münasebet kurdular, arkasından Bizans’ın Laziya valisi Justin aracılığıyla Bizans imparatoru Justinianus (527-565) ile irtibata geçtiler. Zaten Roma uzun süredir Sasanilerle mücadele halindeydi. Kafkasya çevresindeki Ogurlar da onları mütemadiyen zorlamaktaydı. Bu Bizans için de yeni bir müttefik kazanma açısından fırsattı. Sonra Avar elçisi Kan (Kandık), Doğu Roma’nın başkentine vasıl oldu (558). Heyet burada büyük bir ilgi ve tören ile karşılandı. Her şeyleriyle Hunlara benziyorlardı. Çok güçlü olduklarını, karşılarında kimsenin duramayacağını söyleyen Avarlar, Roma’ya dostluk teklifinde bulundular ve yaşayabilecekleri iyi bir arazi istediler. İmparator buna müspet cevap verdi. Sonra sefirin yanına pek çok değerli hediye katarak geri yolladı . Arkasından da kendi elçisini Avar hakanının yanına göndererek, Bizanslıların doğudaki düşmanlarıyla yaptıkları savaşlarında yardımlarını talep etti. Buna binaen Avarlar hiç yoktan Kafkasya ve Hazar çevresindeki kendi soydaşları olan Sabar, Tokuz Ogur (Kutırgur) ve Otuz Ogur (Utırgur) gibi kabilelerle de anlamsız bir kavgaya tutuştular.

Karadeniz’in kuzeyinde belki de Ak Hazarlarla da üç-beş yıl süren savaşların peşinden onlar 562 tarihlerinde Tuna boylarına indiler. Bizans’ın kendileri için seçtikleri toprakları beğenmemişlerdi. İşte tam bu sıralarda doğudaki ana kitle ile Kök Türkler arasında kıyasıya çarpışmalar oluyordu ve Börülülerin önünden kaçan kalabalık Avar-Ak Hun kabileleri de kafile kafile Bizans hudutlarına yürümekteydiler . Bizans bu konar-göçerleri, Balkanlarda Bulgaristan’ın bir bölümüyle, Trakya’nın bir kısmından meydana gelen Moesia’nın Singidinum (bugünkü Belgrad civarları) havalisinde, Polonya’nın en uzun akarsuyu Vistül etrafında yaşayan Germen kavmi Gepid ve Tuna’nın batısında, Pannonia’da oturan Longobardların arasında yerleştirdi.

Balkanlar civarına gelen Avarlar isyan halindeki Ant (bugünkü Ukrayna sınırları içinde), Sloven (Güney-doğu Avrupa) ve Vendler (Almanya’nın doğusundaki Slav ahali) üstüne yürüyerek, Roma adına bunları halletmişlerdi. Avarlarla, Slavların münasebetlerinin bu yıllarda çok sıkı olduğu anlaşılıyor. Tabi ki hâkimler Avarlardı ve anlatılan hikayelere göre; bir Avar beyinin bindiği arabayı güzel Slav kadınları çekiyordu. Dolayısıyla bu dönem Türk-Slav münasebetleri ve Slav halkının teşekkülünde çok önemlidir. Sonra da onlar Almanya’ya kadar yürüyüp, Thüring Dağlarına yaklaşmışlar, burada Frank kralı Siegbert ile yaptıkları bir harbi yitirmelerine rağmen, barış imzalamışlardı .

Bu sırada Bizans ile Kök Türk delegeleri görüşüyorlar, Sasanilere karşı ittifak yapıyorlardı. Birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmayacaklarına söz vermelerine rağmen, Doğu Roma Avar-Ak Hunlarla işbirliği halindeydi. Bu durum Kök Türk Kağanlığını rahatsız etti. İşte bu yüzden 576 senesinde, Aral Gölü civarında Bizans elçilik heyetini karşılayan İstemi’nin oğlu Türk Şad, Romalılara çok ağır hakaretler savurdu. O, 

“Siz etrafa korku vermek için on dille konuşan Romalılar değil misiniz? Benim şu parmaklarımı ağzıma sokup-çıkarmam gibi (on parmağını ağzına sokarak). Romalılar siz, bizi aldatmak için aynı kolaylıkla on türlü dille konuşursunuz. Hilelerinizle bütün milletleri aldatmak istiyorsunuz. Onları uçurumun kenarına sürükleyip, orada bırakıyorsunuz! Ellerindeki mallarını alıyorsunuz. Onların yıkıntısından siz faydalanıyorsunuz. Sizin ve gönderdiğiniz adamların bizim gözlerimizi korkutmaktan başka bir düşünceleri yok. Bunu saklamıyorum. Çünkü yalan söylemek Türklerin âdeti değildir. Sizin imparatorunuzdan öç alacağım. Bir taraftan bana barıştan söz ederken, diğer yandan benim düşmanım olan Avarlarla ilişki kuruyor. Fakat bilmiş olunuz ki, bunlara karşı atlılarımı gönderdiğim zaman yalnız kamçı sesleri onları dağıtmaya yeterli olacaktır. Biraz karşı koymaya kalkışacak olurlarsa yok edilecekler, karınca gibi atlarımın altında ezileceklerdir. Kafkas’tan başka yol olmadığını bana söylemeniz boşunadır. Gidip, sizin ülkenizde savaşmak düşüncesinden beni çevirmek istiyorsunuz. Fakat ben Dneper, Dnestr, Tuna, Meriç nehirlerini bilmez değilim. Kölelerim Avarların Roma imparatorluğuna girmek için izledikleri yolu tanırım. Sizin güçleriniz hakkında da bilgim var. Bütün dünya, doğudan batıya kadar bana tabidir. Alan ve Otuz Ogur halkları o kadar cesaretleriyle beraber Türklerin yenilmez ordularına karşı koyamamışlardır” , diyordu.

Bizans tahtına II. Justin’in (565-578) geçtiği sırada Avarların başında Bayan Kağan bulunuyordu. Onun zamanı Avarların altın çağıdır. Bayan eski Türk-Hun yurtlarını ele geçirmiş, belki de Ata illig’in (Attila) gerçek manada varisi olmuştu. Bunun yanısıra hakan Bayan, Doğu Roma imparatoru Justin’e gönderdiği elçi vasıtasıyla evvelce yapılan andlaşmayı yenileme ve hediyeler almayı düşünmüştü. Fakat imparator hediye veya diğer bir adıyla haraçı ancak bir hizmet karşılığında öderim, demişti . Hakan buna çok kızdıysa da, bu esnada Gepidlerle, Longobardlar arasındaki ebedi düşmanlıktan yararlanmak istedi. Zaten Longobardlar gözlerini İtalya’ya dikmişler, fırsat kolluyorlardı. İşte bu durum yüzünden Bizans, Avarlardan yardım talebinde bulundu ve onlar da Longobardların hayvanlarının onda biri verilir ve Gepid arazisi de kendilerine terkedilirse destek göndereceklerini söylediler. Neticede Gepidlerle savaş başladı. Onlar mahvoldular ve Longobardlar müthiş bir katliam yaptılar. Gepid kralı da bu sırada, Longobard lideri tarafından kılıçlandı .

Bu hadisenin peşinden Avar kaganı Pannonia’nın aşağısında, Tuna’nın kolu Sava Nehrinin sol kıyısındaki Sirmium (Sırbistan’da Mitrovica) şehrinin üzerine aniden saldırdı, ama kent ele geçirilemedi. Bir müddet sonra Tokuz ve Otuz Ogur kabileleri Bayan’dan habersizce Sava Irmağını atlayıp, Dalmacia’da pek çok yeri yağmaladılar. İstanbul’a gelen Avar sefiri de yeni haraç taleplerinde bulunmuştu. İmparator bunlara çok kızdı. Avarların üstüne yollanan Bizans ordusu yenilgiye uğradı. Bu yüzden imparator onlarla uzlaşmanın yerinde olacağına karar verdi.

578’lerde Avar-Ak Hunların Avrupa’ya gelen bu kolları Slavlardan da haraç istemişler, ancak onlar yanlarına giden Türk elçilerini öldürmüşlerdi. Bu sırada Doğu Roma da kötü bir vaziyetteydi. Anuşirvan Doğu Anadolu ve Suriye’deki Bizans topraklarına girmiş, Longobardlar isyan etmiş, Bizans imparatoru aklını yitirmişti. Dolayısıyla iktidara sahip olan General Tiberius (578-582) aralarında Türklerin de olduğu çeşitli halklardan kurduğu ordu ile İran’a yürüdü ve Anuşirvan’ı yendi .

Slavlar 581 tarihinde Yunanistan’a saldırınca, Roma imparatoru tekrar Avarları yardım çağırdı. Bayan Kağan da zaten öldürülen elçisinin intikamını almak istiyordu ve buna binaen Slavlara bir darbe indirdi. Onlar ormanlara ve mağaralara kaçarak kurtuldular, ama birkaç yıl sonra Avarlarla, Slavlar bölgede bazı yağma faaliyetlerinde de bulundular. Bununla beraber Bayan daha sonra Roma’dan getirttiği ustalar vasıtasıyla Tuna üstünde bir köprü inşasına başlayınca Singidinum (Belgrat) şehri komutanı bunu neden yaptırdığını sordu. O da, bu köprünün hem Romalıların, hem de Avarların menfaatine olduğunu söyledi. Ayrıca eğer çalışanlara bir ok atılacak olursa, bunu savaş sebebi sayacağını bildirmişti. Bu arada İstanbul’a giden bir heyet de Slovenlere karşı bir nehir filosuna ihtiyaç duyulduğunu bildirince, doğuda Acemlerle meşgul olan imparator bunu da kabul etmişti . Bu mesele daha sonra iki devletin arasının açılmasına neden oldu. Bunun üzerine Sava Irmağının kenarında Türk hükümdarıyla Bizans elçileri buluştu. Hakan değerli taşlar ve altından işlemeli bir sandalyede oturuyor, her ihtimale karşı kalkanlı bir muhafız tarafından, Romalı askerlerin ok atabilecekleri düşünülerek korunuyordu. Müzakereler uzayıp, iş kızışınca Romalı sefir komutan oradan uzaklaşmalarını, yoksa savaşacaklarını söylemişti. Ancak birkaç hafta sonra Slovenler Tuna’yı geçerek Moesia ve Trakya’ya girince, Sirmium bölgesini Avarlara bırakmak zorunda kaldı .

Elbette Ak Hun-Avarların hepsi Avrupa’ya gelmemişlerdi. Anayurt topraklarında kalan Avarların büyük bir çoğunluğu Kök Türk Devletinin hakimiyeti altına girerken, bir kısmı da Hazar-Kafkas çevresine göçmüşler, diğer Türk boylarıyla yaşamaya başlamışlardı. Onların Türkistan’da kalan önemli bir bölümü sonradan Karluk-Kalaç federasyonunu meydana getirdiler. Avrupa’daki Avarların burada yıllardır süren harpler yüzünden sayıları azalınca, Bayan Kağan nüfus takviyesi yapmak amacıyla doğuya adamlar göndererek, buradaki akrabalarından Tarnıklar, Kotuzerler ve Çapanerlerden insanlar istedi ve onlar da bu davete icabet ettiler.

Bunun ardından Hakan Bayan Austrasia Franklarının sahasına girdi ve onların kralını esir aldı. Yüklüce bir fidye karşılığında hürriyetini verdi. 582’de Bizans imparatoru Tiberius da ölünce yerine üvey oğlu Maurice (582-602) geçti. Avarlar bu yeni imparatora elçi yollayarak senelik vergiyi 80 bin altından 100 bine çıkardıklarını bildirdiler. Ama red cevabı gelince savaş patladı. Bayan’ın ordusu Sırbistan’daki Viminacium şehrini zaptedip, hamamlarıyla meşhur Augusta adlı bir kasabaya ulaştı. Beraberindeki hanımların ricası üzerine buraya dokunmadı, çünkü kadınlar buradaki hamamları sevmiş ve onlardan yararlanmışlardı. Sonra Moesia’dan geçerek, Karadeniz sahillerine kadar gelip, Anchial şehrini de aldı. Bu sırada yanına vasıl olup, ne istediğini soran Bizans sefirlerine, “taş duvarların arkasına sığındığınız şehri” demiştir . Elçi Roma’yla yaptığı anlaşmayı bozduğunu ve nankörce davrandığını söyleyince de, onun çadırını yıktırıp, hapsettirdi. Ama hakan bakanlarının da araya girmesiyle bu sefiri bırakıp, ülkesine dönmesine izin verdi. Zaten artık kış da gelmişti ve Bizans doğuda İran’la meşgul olduğundan, Avarlara 20 bin altın daha ödeyerek, barış andlaşmasını yenilemişti.

İki ordu 586’da bir kez daha karşı karşıya geldi. Türkler Balkanlarda pek çok yere sahip oldular, ancak Roma daha kuvvetli bir orduyla atağa geçince, Avarlar 587 tarihinde sulh istemek zorunda kaldı. Herhalde onların yanında mühim miktarda Slav da vardı.

Roma imparatorluğu Avarları zayıflatmanın yollarından birisinin onların müttefiki Slavlara zarar vermek olduğunu biliyordu ve 594-595 yıllarında bunlara ağır darbeler vurdu. Bizanslılar epeyce esir aldılar ve onlara çok kötü davranıyorlardı. Bayan Kağan onları duyunca son derece üzüldü. Ancak bu sırada İstanbul’da entrikalar başlamış, Avarları ve Slavları epey uğraştıran komutan Priscus azledilerek, yerine imparatorun kardeşi atanmıştı , ama Romalıların Avar hudutları içerisindeki bir Bulgar müfrezesine saldırmasını Bayan Kağan Roma sarayına şikayette bulununca, işin ciddiyetini anlayan imparator eski kumandanı görevinin başına getirdi. Arkasından Bizans, Singidinum şehrini zaptetti ve Romalılar ile Türkler Tuna kıyısında karşı karşıya geldiler. Fakat bazı Romalı birlikler, erkeklerin savaşta olmasını fırsat bilerek savunmasız Avar köylerine yürüdü ve pek çok ganimet ile esir topladı. Bu vaziyet de Bayan Hakan’ı hiddetlendirdi ve Dalmacia’daki Salona şehri yakınında Roma kıtaları ile çarpıştı. Türkler Bizanslıları mağlubiyete uğrattı. Bu kent de ele geçirildi ve onlar Dalmacia bölgesinde de hakim olarak, bir kısmı buralara yerleşti. Sonra hakanın orduları Trakya içlerinde de faaliyetlerde bulundu, ancak orduda veba baş gösterince Roma ile barış imzalamıştır ki, bu esnada Bayan’ın da yedi oğlu ölmüştür.

Bir müddet sonra, 600 senesinde Romalılarla yeniden harp başladı. Dört oğlunun idaresindeki bir kuvveti Roma birliklerine karşı yolladı, kendisi de arkadan kuşatmak için harekete geçmişti. Üst üste beş çarpışmanın peşinden Romalılar yenildi , ama Bayan’ın bir bataklığa sıkıştırılan dört oğlu da öldürüldü. Bunun intikamını almak isteyen Bayan Kağan, tekrar ordu toplayıp Roma askerlerine hücum ettiyse de, başarılı olamadı. Çok genç yaşta Avar-Ak Hun kabilelerinin önderliğine yükselen bu Türk beyinin ismini bundan sonra kaynaklarda görmüyoruz.

Doğu Roma’da bu esnada iç savaşlar vukua gelmiş Phocas (602-610) adlı bir komutan, imparator Maurice öldürerek tahta çıkmıştı. Bu şahıs Avarlarla sulh imzaladı ise de saltanatının ikinci yılında yeniden onlarla harbe tutuştu. Nihayet Avar suvarilerinin 610 senesinde ganimet amacıyla İtalya’ya yürüdüklerini , Firaul kentini kuşattıklarını ve burayı Longobard prensi Ghisulf’un müdafaa ettiğini bilmekteyiz. Bu arada Ghisulf ölmüş, dul kalan eşi Romhilda ve çocukları ile bazı komutanlar prensliğin merkezi Forum July’e kaçmışlardı. Burası da muhasara edildi, fakat Türkler tam çekilirken, bir gün dul prenses şehrin surları üzerinden Avar hakanını görmüş ve ona aşık olmuştu. Prenses bu genç ve yakışıklı hana gizli bir elçi yollayarak, eğer kendisini eş olarak alırsa kentin kapılarını açtıracağını söyledi. Buna evet cevabı verilince de, Romhilda geceleyin şehrin kapısını açık bıraktırmış ve böylece Türkler buraya girmişti. O gece sabırsızlıkla bekleyen dul prensesi Avar kağanı otağına götürdü ve anlaştıkları gibi karısı yaptı. Ancak ertesi günü ihtirası için vatanını satan bu kadını boşadı.

Türkler bundan sonra Pannonia’ya doğru yola çıktılar. Bu sırada Longobard prensesin oğulları kaçma teşebbüsünde bulundular. Bunların firarıyla, Longobardların yeniden toparlanmaları ve Türklere saldırmaları ihtimali doğdu. Bu işte de Romhilda’nın parmağının olduğu düşünülmüş ve Avar kağanının emriyle bu kadın, herkesin gözü önünde layık olduğu ölüm cezasına çarptırılmıştır.


610’da Bizans’ın başına imparator Heraclius (610-641) geçti . Türk hakanı bu yeni imparatorla yüzyüze konuşmak amacıyla, en seçme adamlarıyla yola çıktı. İmparator da onu karşılamaya hazırlanıyordu, ancak Avar kağanının arkasından gelen korumalarından çekinildiği için imparator kuşkuya kapılmış, tacını ve elbisesini bırakıp, bir köylü elbisesi giyerek İstanbul’a gitmiş, şehrin kapılarını kapattırmıştı. Bunun üzerine han da geri döndü, ama yolu üzerindeki yerleri de yağmaladı. İkiyüzbinden fazla Bizans tebasını kendi ülkesine götürdüğü de söylenir. Türkler sonradan gönderdikleri elçiler vasıtasıyla bir yanlış anlaşılma olduğunu bildirdiler ve yeniden sulh imzalandı.

Bununla birlikte Romalılarla, Farslar arasında patlak veren harpte, Bizans başlangıçta çok büyük kayıplar verse de, 622 tarihinde kazanmasını bilmişti. Daha sonra bu savaşlar sebebiyle İranlılar, Avarlara elçiler yolladılar (625) ve bunlar Bizans’a karşı ittifak yaptılar. Buna göre, Türkler, İranlılarla birlikte İstanbul’a hücum edecekler ve ele geçirilen malların hepsi onların olacaktı.

İran ordusu Kadıköy yakınlarına kadar geldi. Romalılar hemen müdafaa tedbirleri almaya başladılar. Denizde de savaşacaklarından, Avar ordusu küçük sandalvari kayıklar da getirmişti. Avar hakanına Romalılar bir sefir yolladılar ve hakan da; daha ileri gitmemek için ne teklifinde bulunduklarını sordu. Cevap olarak daha fazla ilerlememelerini işitince, çok hiddetlendi ve elçiyi kovdu. Türkler Boğaziçi’ne kadar sokuldular ve karşıdaki İranlılara işaret verdiler . Avar kağanı soluna Slavları, sağına da Bulgar Türklerini almış, kendisi de merkeze geçmişti. Bu arada oniki tane büyük kule yaptırarak, bunların üzerini de yanmamaları için deri ile kaplatmıştı. Duvarları delmek için hazırlattığı aletler işe başlayınca, askerler de oklarıyla onları destekliyordu.

Romalılar daha fazla kan dökülmemesi için senelik vergiyi ödeyeceklerini söylemişlerse de, Türk hanı şehri teslimlerini bildirdi. Bu görüşmeler esnasında Türk ordugahına Sasanilerden üç elçi geldi. Hakan bunlara itibar ettiği halde, Romalılara yüz vermiyordu. Fakat Fars elçiler dönüş yolunda Romalılarca tutuklandılar. Bunlardan birinin başını, bir tanesinin ellerini kestiler. Bu kopmuş başı elleri kesilenin boynuna asarak hakanın yanına gönderdiler. Üçüncüsünü de İranlıların gözü önünde öldürüp, mancınık vasıtasıyla beraberinde bir mektupla, karşıya fırlattılar. Burada; “Avar hakanıyla anlaştık, sefirlerinizi han bize teslim etti. Birisini size yolluyoruz, öbürlerini de düşünmeyin” yazıyordu.

Bizanslılar gerçekten çok kurnazca davranmışlardı. Bu sırada Avar kayıkları destek için Farsları karşıya geçirmek amacıyla denize indiğinde, Roma gemilerince birçoğu batırılmıştı. Bu kez işi gece yapmak istemişler, ancak farkedildiklerinde müthiş bir ok yağmuru altında kalmışlardı. Neticede Türkler çok fazla kayıp verdiler. Bu arada karşıda, Bizans Sasanileri yenince de, Türkler geri çekilme kararı aldılar (626).

Ama Roma’nın başı bir türlü beladan kurtulmuyordu. Doğu’da Araplar pek çok yeri fethetmişlerdi. Roma ordularının önemli bir kısmı da bu çarpışmalarda telef oldu. Bu yüzden Bizans, bir de Türklerle uğraşmamak ve Avar gailesinden kurtulmak amacıyla onların başına diğer küçük halkları sardılar ve böylece Slavlar başkaldırdı.

Avar hakanı 630’da ölünce, akrabaları Bulgar beyi bütün Türklerin idaresini üstlenmek istediyse de, Avarlar buna razı olmadılar ve aralarında bir harp çıktı. Muharebeyi yitiren onbin kadar Bulgar, Bavyera Franklarının arazisine kaçıp, orada yerleştiler. Fakat bir gece kral Dagobert’in emriyle hepsi katledildi. Bu vahşetten sadece yediyüz kişinin kurtulduğu söylenir. Bulgar beyi Kubrat buna sebebiyet verdikleri için Avarlardan intikam alma kaygısına düştü ve Bizans imparatoruyla anlaştı . Ancak o ölünce, oğullarından Işbara kendi kabilesiyle birlikte Hazar baskısından da kurtulmak gayesiyle Tuna’yı aşıp, Varna’yı ele geçirdi ve böylece Bulgaristan’ın temellerini attı.


Bu arada Avar yurdunda da çok şeyler değişmişti. Bayan’dan sonra küçük oğlu tahta oturmuş, Eski Türkler gelenek ve göreneklerini bırakarak, sefahata meyletmişlerdi. 7. asrın sonlarına doğru Avarlar arasında hrıstiyan propaganda da yaygınlaştı. Bu vakitlerde Bavyeralılarla, Avarlar arasında hudut problemleri de ortaya çıktı. Charlemagne yönetimindeki Franklar da en parlak zamanlarını yaşıyorlardı. Charlemagne’na bağlı bazı halklar isyan ettiyse de, başarılı olamadılar. Bu sırada Avarlar, Bavyera prenslerinden Thassilon ile anlaştılar. Onlar İtalya’yı ele geçirmeyi düşünüyorlardı, ama Charlemagne bunu işitti ve Thassilon ile bütün yakınlarını hapsetti. Yine de 788 senesinin ortalarında Türkler İtalya’ya girdiler. Bir ordularını da Bavyera’ya gönderdiler, fakat bu birlikler mağlup oldu.

Charlemagne Avarlardan intikam almak için büyük bir ordu hazırladı. Bu kuvvetleri birkaç parçaya ayırdı. Bunlardan biri Türklere cepheden, diğeri de Drava ve Sava nehirlerinden geçerek, yani iki koldan saldıracaktı. Charlemagne’nın böyle bir düşüncesi olduğunu duyan Avarlar da tedbir almaya çalıştılar. Ancak Türkler 791’de üst üste yenilgiye uğradı. Onbinlerce Avar öldü, şehirleri ve köyleri yağmalandı. Avarlar bütün bu felaketlerin baştaki han ve yardımcısı Yugruş’un yüzünden olduğuna kanaat getirip, ikisini de öldürdükten sonra, bir Tudun’u başa geçirdiler. Arkasından Charlemagne’den barış istedilerse de, buna müspet cevap verilmedi.

796’da Noricum (Avusturya ve Slovenya arasında) ve Pannonia’da işgale uğradı ve Türkler hrıstiyan olmaya zorlandılar. Birkaç tane kilise inşa edildi, baştaki Tudun’a bir hrıstiyan ismi olan, Todor dendi. Charlemagne aynı zamanda Tuna boyuna Slavları ve Bavyeralıları da yerleştirdi.

Elbette ki, kendilerine reva görülen kötü muamelelere Avarlar başkaldırdı ve Tudun, Kök Tengri dinine dönerek Bavyera’ya girdi. 799 senesinde patlak veren bu harpler, 883 tarihine kadar sürdü. Neticede Avar ülkesi Frankların hakimiyetine sokuldu. Bu sırada çok müşkül vaziyetteki Avar topraklarına Bulgar ve Slavlarda devamlı saldırmaktaydılar. Onların köylerini ve sürülerini yağmaladılar. Kaynakların bildirdiğine göre, Bulgar beyi Kurum kendisine esir düşen bir Avar Türkü’ne başlarına bu felaketlerin neden geldiğini sorduğunda; iç mücadeleler, kıskançlıklar ve ahlakın bozulması cevabını almıştır ki, bu üzerinde durulması gereken bir konudur.

Bununla beraber 950 yılına ait bazı Bizans tarihlerinde Sava Nehrinin ötesindeki Hırvat topraklarında bile Avarların yaşadığını görmekteyiz. Yine bugünkü Transilvanya’da oturan Sekellerin de Avarların bir parçası olduğu söyleniyorsa da, onlar ta Orta Asya’dan kopup gelen Çik İllilerle alâkalıdırlar. Ama Avar Türkleri ekseriyetle daha sonra bu bölgeye yerleşen Macar birliğine dahil olarak tarihten çekildiler.


Sonuç olarak Avar-Ak Hun-Juan-juan meselesinde şunları söylememiz mümkündür: 

Kök Türk Yazıtlarının Apar’ı, Çin kaynaklarının Ye-ta veya Hua’sı, Bizanslıların Ak Hun, Eftalit, Uar-Hun ve Avarları, Hintlilerin Huna’sı hep aynı halkı ifade eder. Bu adlandırmaların içinde Juan-juan’a benzeyen tek bir kelime olmadığı gibi, Çin harfleriyle yazılan Avar ve Juan-juan transkripsiyonları da birbiriyle örtüşmez. Bizans tarihlerinde kayıtlı olan Var, kabile ve idareci olarak Apar’ı, Hun da bildiğimiz gibi Hun siyasi adını karşılar. Ayrıca Juan-juanlar hiçbir vakit gerçek manada Türkistan’ın batısında hâkim olamadıkları halde, Ak Hun-Eftalitler (Yüe-ban) Sır Derya’nın yukarılarına, hatta İran içlerine kadar yayılmışlar idi. İki devletin yıkıldıktan sonra kaçma yönleri buradan da anlaşılabilir. Yani Ak Hun-Aparlar batıya, Juan-juanlar gayet normal olarak doğuya gidebilirlerdi ki, zaten Çin yıllıklarında Juan-juanların göçtükleri coğrafya Çin ve Kore şeklinde gösterilir. Bunun yanısıra Doğu Avrupa’daki Avar varlığı, sonraki Türk fütûhatına zemin hazırladığı gibi, bölgenin Türkleşme ve yüksek Türk kültüründen faydalanması açısından mühimdir. Ayrıca Avar hakimiyeti yılları Doğu Avrupa ve Balkanlardaki Slav etnik yapısının teşekkülünde inkâr edilemeyecek bir faktördür.



Avar - Kemer Tokası
Avrupalıların "Fleur de Lys" dedikleri Zambak motifi
Bu betimleme Türklerden "ödünçlenerek" sonradan Fransız hanedanlığının arması olur. Oysa özünde Türk'tür, 
Çünkü Sakalar döneminde bile kullanılmıştır.
(Pazırık ve Ak-Burun Kurganı'ndan çıkarılan buluntular bugün St.Petersburg Hermitage Müzesinde)
Ve o dönemde Franklar, yani Fransızlar diye bir millet yoktur.
SB

Avar Turks.
I would like to to draw your attention to "Fleur de Lys/Lis". This symbol was "borrowed" by the Europeans, especially the French dynasty, and used as "French coat of arms" from the Turkish tribes (like, Avars, Huns, etc.), who was in Europe. The statement "Although the origin of the fleur-de-lis is unclear, it has retained an association with French nobility" is completely wrong and incomplete. Because, it was essentially a Turkish symbol, and was used even in the period of Scythian Turks (Pazyryk and Ak-Burun Kurgans/finding is now in St.Petersburg, Ermitage). In the middle ages Fleur de Lis was widespread among all European heraldry.

Abaris of "Abaris the Hyperborean" is the word "Avar"
(b/v change to be seen in Tr.)
SB


AVARS 300 BC-922 AD / LİNK
Abars, Abdals, Abdally, Abdaly, Aores, Aorses, Asi, Asii, Avars, Assuns, Awars, Beçen, Budini, Ephtalites, Gushans, Gushanas, Güsans, Hantals, Juan-juan, Jujuan, Kasans, Kashans, Kushanas, Kushans, Koshans, Kusans, Kusüns, Küsans, Kyusüns, Obres, Oghondors, Olhontor-Blkars, Onogurs, Pasiani, Peçenek, Sacarauli, Sacarauli, Sakauraka, Tochari, Tochars, Tocharians, Turgesh, Uars, Wars, Usuns, Ussuns, White Huns, White Süns, Yazig, Yu-chi, Yüeh-chih, and other variations









Abstract: The topic of Avar-White Hun-Juan-juan is an unresolved issue on Turks for more than 200 years. Apar of Kök Turk inscriptions, Ye-ta or Huna of China sources, White Hun, Hephthalites, Var-Hun and Avars of Byzantine, Huna of India always describe the same people. There isn’t a single word resembling to Juan-juan in naming. Registered Var in the history of Byzantine is tantamount to Apar as clan or headship, as we also know Hun is tantamount to the political name of Hun. In addition, even though Juan-juans never actually have a command of the west of Turkistan, White Hun- Hepthalites (Yüe-Ban) expanded into the upper part of Sır Derya even into the interior of Iran. After the fall of these two states, their aspects of the escape can be understood in here. That is to say, White Hun- Apars could go west, Juan-juans could normally go east that already in China annuals the Juan-juans’ migration geography is shown as China and Korea.

KAYNAKÇA
Ahmetbeyoğlu, A., “Kubrat Han ve Büyük Bulgar Devletinin Kuruluşu”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı 13, Çorum 2007
Bailey, H.W., “North Iranian Problems”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, Vol. 11, London 1979
Bang, W., “Über die Türkischen Namen einiger Gross-Katzen”, Keleti Szemle, Tome XVII, Budapest 1916/1917
Barthold, V.V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Haz. H.Dağ, Ankara 2004
Blockley, R.C., The History of Menander the Guardsman, Liverpool 1985
Charanis, P., “The Chronicle of Monemvasia and the Question of the Slavonic Settlement in Grecee”, Dumbarton Oaks, Vol. 5, London 1950
Chavannes, E., Documents sur les Tou-Kiue [Turcs] Occidentaux, Petersburg 1903
Cheynet, J.C., Bizans Tarihi, Çev. İ.Yerguz, Ankara 2008
Codrington, B., “The Geographical Introduction to the History of Central Asia”, The Geographical Journal, Vol. CIV, No 1-4, London 1944
Czegledy, K., “Zur Geschichte der Hephthaliten”, Acta Antiqua, Tom. 28, Budapest 1980
Czegledy, K., Bozkır Kavimlerinin Doğu’dan Batı’ya Göçleri, Çev. E.Çoban, İstanbul 1998
Davidson, G.R-Horvath, T., “The Avar Invasion of Corinth”, American School of Classical Studies at Athens, 6/2, 1937
Deguignes, J.M., Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. II, İstanbul 1924
Diehl, C., Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev. T.Bıyıklıoğlu, İstanbul 1937
Frye, R.N., “Selçuklulardan Evvel Ortaşarkta Türkler”, Belleten, C. 10, Ankara 1946
Golden, P.B., Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. O.Karatay, Ankara 2002, 3
MC Govern, W.M., The Early Empires of Central Asia, New York 1939
Gömeç, S., Kök Türk Tarihi, 3. baskı, Ankara 2009
Grignaschi, M., “Sabirler, Hazarlar ve Göktürkler”, VII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C. I, Ankara 1972
Grignaschi, M., “La Chute de L’Empire Hephthalite dans les Sources Byzantines et Perses et le Probleme des Avar”, Acta Antiqua, Tom. 28, Budapest 1980
Grousset, R., Bozkır İmparatorluğu, Çev. R.Uzmen, İstanbul 1980, 4
Gumilev, L.N., Drevniye Tyurki, Moskva 1967
Gumilev, L.N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001
Harting, H.M., “Charlemagne, the Saxon, and the Imperial Coronation of 800”, The English Historical Review, 111/444, London 1996
Haussig, H.W., “Awaren, Shuan-shuan und Hephthaliten”, Handbuch der Orientalistik, V/V, Leiden/Köln 1966
Haussig, H.W., “Über die Bedeutung der Namen Hunnen und Awaren”, Ural Altaische Jahrbücher, Band 47, Wiesbaden 1975
Haussig, H.W., İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, Çev. M.Kayayerli, Kayseri 1997
Howorth, H.H., “On the Westerly Drifting of Nomades, from the Fifth to the Nineteenth Century, Part IV. Circassians and White Khazars”, The Journal of the Ethnological Society of London, 2/2, London 1870
Howorth, H.H., “The Avares, or Eastern Hun”, The Journal of the Antropological Institute of Great Britain and Ireland, Vol. 2, London 1874
Howorth, H.H., “The Avars”, Journal of Royal Asiatic Studies, Vol. 1, London 1889
Kafesoğlu, İ., Türk Milli Kültürü, 2. baskı, İstanbul 1983, 3
Kafesoğlu, İ., Bulgarların Kökeni, Ankara 1985
Kardoss, S.S., “Avarlar”, Erken İç Asya Tarihi, Der. D.Sinor, İstanbul 2000
Klyaştornıy, S.G.–Sultanov, T.İ., Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003
Kurat, A.N., IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972
Macartney, C.A., “On the Greek Sources for the History of the Turks in the Sixth Century”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 11/2 London 1944
Mangaltepe, İ., “Avar Tarihinin En Önemli Savaşı: 626 İstanbul Muhasarası”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı 10, Çorum 2006
Mangaltepe, İ., Bizans Kaynaklarında Türkler, İstanbul 2009
Martin, J., “Trade on the Volga the Commercial Relations of Bulgar with Central Asia and Iran in the 11th-12th Centuries”, International Journal of Turkish Studies, 1/2, 1980
Mc Govern, W.M., The Early Empires of Central Asia, New York 1939
Miklos, K., “Yurd Kurma Hakkında”, Çev. T.Gökbilgin, Türkiyat Mecmuası, C. 17, İstanbul 1972
Olbricht, P., “Uchida’s Prolegomena zu einer Geschichte der Jou-jan”, Ural Altaische Jahrbücher, Band 26, Wiesbaden 1954
Orkun, H.N., Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Ankara (tarihsiz)
Orkun, H.N., Attila ve Oğulları, İstanbul 1933
Ögel, B., “Türk Kılıcının Menşei ve Tekamülü Hakkında”, DTCF. Dergisi, 6/5, Ankara 1948
Ögel, B., “Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Bazı Yeni Araştırmaların Tenkidi”, DTCF. Dergisi, 17/1-2, Ankara 1959
Ögel, B., Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, İstanbul 1988
Parker, E.H., “The Origin of the Turks”, The English Historical Review, 11/43, Oxford 1896
Rasonyi, L., Tarihte Türklük, 2. baskı, Ankara 1988
Ross, J.B., “Two Neglected Paladins of Charlemagne: Erich of Friuli and Gerold of Bavaria”, Medieval of America, 20/2, 1945
Runciman, S., “Ortaçağ Başlarında Avrupa ve Türkler”, Belleten, 7/25-27, Ankara 1943
Saffet, R., Avrupa’da Eski Türkler, Ankara (tarihsiz)
Samolin, W., “Hsiung-nu, Hun, Türk”, Central Asiatic Journal, 3/2, Wiesbaden 1957
Samolin, W., “Some Notes on the Apar Problem”, Central Asiatic Journal, Vol. 3, Wiesbaden 1957
Setton, K.M., “The Bulgars in the Balkans and the Occupation of Corinth in the Seventh Century”, Medieval Academy of America, 25/4, 1950
Skrine, F.H.,-Ross, E.D., The Heart of Asia, London 1899
Somogyi, P., “New Remarks on the Flow of Byzantine Coins in Avaria and Walachia During the Second Half of the Seventh Century”, The Other Europe in the Middle Ages, Vol. II, Edit. F.Curta, Leiden-Boston 2008
Togan, Z.V., “Eftalit Devletini Teşkil Eden Kabilelere Dair”, Atatürk Ü. Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, Ord. Prof. Dr. A.Z.V.Togan Özel Sayısı, Sayı 13, Erzurum 1985
Vachkova, V., “Danube Bulgaria and Khazaria as Part of the Byzantine”, The Other Europe in the Middle Ages, Vol. II, Edit. F.Curta, Leiden-Boston 2008
Vida, T., “Conflict and Coexistence: The Local Population of the Carpathian Basin Under Avar Rule (Sixth to Seventh Century)”, The Other Europe in the Middle Ages, Vol. II, Edit. F.Curta, Leiden-Boston 2008
Vryonis Jr, S., “Evolution of Slavic and the Slavic Invasions in Greece: The First Major Slavic Attack on Thessaloniki, A.D. 597”, American School of Classical Studies at Athens, 50/4, 1981
Woo, D.C., Juan-Juan’lar, Doktora Tezi, Ankara 1995
Yıldırım, K., Türk Tarihi İçin Çince-Türkçe Sözlük, İstanbul 2010
Zimonyi, I., “The Nomadic Factor in Mediaeval European History”, Acta Orientalia, Vol. 58, Budapest 2005


30 Nisan 2020 Perşembe

Tarih İçinde Yunanistan’da Türk Dili: Hun-Avar-Bulgar Dönemi



Avar Turks


Tarih İçinde Yunanistan’da Türk Dili: Hun-Avar-Bulgar Dönemi
The Turkic Language in Greece Throughout History: The HunicAvaric-Bulghar Period
Gökçe Yükselen Peler



Günümüzde Yunanistan’da Türk dili, yedi grup insan tarafından kullanılmaktadır. Bunlar; Osmanlı fetihleri neticesinde gelip bölgeye yerleşen Gümülcine ve İskeçe bölgelerinde yaşayan Batı Trakyalı Müslüman Türkler, yine Batı Trakya’da Balkan Kolu denilen bölgede yaşayan Müslüman Pomak Türkleri, Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Romanlar, On İki Adalarda yaşayan Müslüman Türkler, genellikle Dedeağaç (Evros) ilinde yaşayan ve Gagavuz denilen Hristiyan Türkler, Lozan Antlaşmasından sonra mübadele yoluyla Anadolu’dan Yunanistan’ın çeşitli yerlerine getirilip yerleştirilen ve genel olarak Karamanlılar olarak bilinen Hristiyan Türkler ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Gürcistan başta olmak üzere, Karadeniz çevresinden getirilen ve daha çok Batı Trakya’ya yerleştirilen Gürcistan Urumları veya Pontus Urumları denilen Hristiyan Türklerdir.

Çeşitli tarihî, siyasi ve kültürel amiller sebebiyle bu toplulukların Türk kimliği ve Türk dili karşısındaki algıları ve tavırları farklılıklar arz etmektedir. Yunanistan özelinde, Türk kimliğine aidiyet hissini, Türkçeden çok dinin, yani Müslümanlığın belirlediği görülmektedir. Türkçe konuştukları hâlde, Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine mensup olan Karamanlılar, Urumlar ve Gagavuzlar arasında Türklük dairesine mensubiyet şuuru ya hiç yoktur veya çok zayıftır. Bilhassa, Gagavuzlar arasında, - Moldova, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan Gagavuzlarının aksine – çeşitli tarihî olayların bir sonucu olarak güçlü bir Türklük aleyhtarlığının var olduğu bilinmektedir. Beri taraftan Türkçenin oldukça zayıfladığı On İki Adalar Türkleri ve Türkçe dışında bir anadilleri olan Pomak Türkleri ve Müslüman Romanlar arasında çok köklü bir Türklüğe mensubiyet şuuru bulunmaktadır. Özellikle Pomak Türkleri ve Müslüman Romanlar, geriye kalan Batı Trakya Türkleri ile birlikte, Yunanistan’da Türk hakları için çetin bir mücadele vermektedirler.

Türk kimliğine aidiyet hisleri farklılık arz eden bu topluluklar, Türkçe ile olan bağları dikkate alındığında bir ortaklık ortaya koymaktadırlar. Bütün bu toplulukların Türkçe ile bağları Oğuz Türkçesi üzerindendir. Osmanlı fethi sonrasında Yunanistan’a getirilip yerleştirilen Türklerin torunları, Gagavuzlar ve Karamanlılar Türkiye Türkçesinin ağızlarını konuşmaktadırlar. Aynı şekilde On İki Ada Türklerinin günümüzde unutmak üzere oldukları anadilleri de Türkiye Türkçesidir. Keza Pomak Türkleri ve Müslüman Romanların da ikinci dilleri Türkiye Türkçesinin ağızlarıdır ve kimlik kurguları da din ile birlikte bu dil üzerindendir. Gürcistan Urumları ise Azerbaycan Türkçesine benzer bir Türkçe konuşmaktadırlar. Görüldüğü üzere yedi grubun da konuştukları Türkçe Batı Oğuz Türkçesinin değişkeleridir. Ancak günümüzdeki bu manzaranın aksine, Yunanistan’da Türkçe her zaman Oğuz Türkçesi ile temsil edilmemiştir. Geçmişte Yunanistan’da Türkçe, Hun dilinden Bulgar diline, Peçenek dilinden Kuman diline kadar uzanan çok çeşitli değişkelerle temsil edilmiştir.


1. Yunanistan ve Türkçe Konuşan Halklar: Kısa Bir Bakış

Türkçenin Yunanistan’daki geçmişine bakıldığı zaman, gerek konuşulduğu coğrafya olsun gerek konuşurlarının etnik manzarası ve buna bağlı olarak diyalektik görünümü olsun gerekse sosyolengüistik durumu olsun, çeşitli tarihî devirlerde büyük farklılıklar arz ettiği görülmektedir. Türkçe, Yunanistan coğrafyasında zaman zaman yayılırken zaman zaman da gerilemiş, hatta yok olma noktasına gelmiştir. Kimi zaman yönetim dili olurken kimi zaman da ötelenen dil olmuştur. Bu yüzden Yunanistan’da günümüzde Türkçe konuşan toplulukları ve Türkçenin durumunu doğru kavrayabilmek için, Türk topluluklarının ve hâliyle Türkçenin Yunanistan’daki tarihî gelişim sürecine kısaca da olsa göz atmak faydalı olacaktır.

Yukarıda da zikredildiği üzere, tarihî seyir içerisinde Türkçenin Yunanistan’daki vaziyeti dönem dönem oldukça değişmiştir. Balkanların geriye kalanı gibi, günümüzde Yunanistan olarak adlandırılan coğrafya da birçok Türk halkının istilasına uğramıştır. Hunlarla başlayan bu istilalar, Avarlar, Ogurlar, Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar ve nihayet Osmanlılarla devam etmiştir. Bu Türk halklarının özelde Yunanistan ve genelde Balkanlar üzerindeki siyasi, toplumluk ve dolayısıyla dillik etkileri, bölgeye geliş tarzları ile doğrudan alakalı olarak çeşitlilik göstermiştir. Kimileri bölgeyi kısa süreliğine istila ve yağma ederken, kimileri fetih hareketlerine girişip bölgeye yerleşmiş ve uzun süre kalmışlar, kimileri de daha önce istilacı veya fatih olarak geldikleri bölgeye sığınmacı ya da esir olarak gelip yerleşmişlerdir. Tabiatıyla, Türk halklarının toplumluk statüleri ve kalış süreleri Türkçenin bölgedeki durumunu da belirlemiştir.

Hemen belirtmekte fayda var ki, Balkanları istila eden Hun, Avar, Ogur ve Bulgar Türkleri sık sık birbiri ile karıştırılmıştır. Bu karışıklığın iki sebebi vardır. Evvela, bu halklar birbirlerinin devletlerine tabi olmuşlardır. Mesela Ogur Türklerinin bir birliği olan Bulgar Türkleri, aynı zamanda Hun birliği içerisinde yer almaktaydı Keza, Avrupa’ya gelen Avarların bölgede bulunan bütün halklar gibi bu Türk boylarını da hâkimiyetleri altına aldıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, istila hareketlerine umumiyetle birlikte girişmişlerdir. Bu da, istilaya uğrayanların istila edenlerin Hun mu, Bulgar mı, Avar mı olduklarını tespit etmelerini zorlaştırmıştır. Karışıklığa sebep olan bir diğer sebep ise, bu Türk boylarının hepsinin genellikle Bulgar Türkçesi olarak adlandırılan r-l Türkçesi konuşuyor (1) olmaları yani birbirlerine sadece görünüş açısından değil dillik bakımdan da benzemeleridir. Bu karışıklıkların daha sonraki devirlerde Balkanları istila etmiş Genel Türkçe konuşan Türk toplulukları için geçerli olmadığı görülmektedir. Binaenaleyh, Türkçenin bölgedeki tarihini, Bulgar Türkçesi ve Genel Türkçe olarak iki bakımdan tetkik etmek doğru olacaktır. Aslında Türkçenin Balkanlardaki geçmişi umumi olarak ihmal edilmiş olmakla birlikte tarihî kayıtların da azlığı sebebiyle bilhassa Bulgar Türkçesi devri, Tuna Bulgar yazıtları üzerinde yapılan çalışmalar hariç, tamamen atıl bırakılmıştır. Bu çalışmada, bu devir boyunca Yunanistan’da, yani sınırları çizilmiş muayyen bir coğrafyada, Türkçenin durumu tespit edilmeye çalışılacaktır.


2. Hun Devri

Tarihî kayıtlarla kesin olarak tespit edilebilen Yunanistan’daki ilk Türk varlığı, Hunlar dönemine tekabül etmektedir. Günümüzde Yunanistan olarak adlandırılan bölgeyi defalarca istila ettikleri görülen Hunların bölgedeki kayıtlı ilk varlığının 377 yılında, Balkanlar’da baş gösteren Got İsyanı esnasında olduğu bilinmektedir. Bir taraftan Romalıların emrinde olan ve Balkan dağlarındaki müstahkem geçitleri oluşturan limeslerde (2) görevli olan Hun-Alan kıtaları Batı Gotları ile ittifak edip bütün Trakya’yı yakarken, diğer taraftan Hun birliklerinin Makedonya ve Trakya’da Doğu Gotları’nın kralı Viderik’i kovaladıkları kaydedilmiştir (Ahmetbeyoğlu, 2013a, s. 59; Hodgkin, 2001, C. 1, s. 140–142; Thompson, 2008, s. 41–42). 386 yılında Trakya’yı ziyaret eden Aziz Hypatius, Hun birliklerinin kırsal bölgelerde serbestçe dolaşıp her yeri yağmaladıklarını kaydetmiştir (Thompson, 2008,s. 55). Muhtemelen Balamir döneminde cereyan eden bu olaylardan sonra, doğrudan Doğu Roma’yı hedef alan ilk Hun saldırısı, 395 yılında Uldız dönemindedir. Doğu Roma ve Batı Roma’nın kendi aralarında savaşa tutuşmaları üzerine, Hunlar iki koldan Doğu Roma üzerine saldırıya geçmişlerdir. Basık ve Kursık Beyler komutasındaki bir kol Kafkaslar üzerinden Anadolu ve Suriye’ye saldırırken, Hunların Batı kanadı Tuna’yı geçip Moesia (3) düzlüklerini zapt ederek buradan Balkanlara, İllirya’ya (4) ve Trakya’ya kadar ilerlemişler ve buraları tahrip etmişlerdir (Ahmetbeyoğlu, 2013a, s. 67, 2013b, s. 129; Hodgkin, 2001, C. 1, s. 375; Meanchen-Helfen, 1973, s. 53; Thompson, 2008, s. 43–44). 

Ancak, Bizans’a yöneltilen bu çift yönlü taarruzdan bir yıl evvel, Trakya’dan gelen Hun savaşçılarının Eugenius’a karşı I. Theodosius’u desteklediklerini Antakyalı İoannnes kaydetmektedir (Sinor, 2000, s. 251). Bu Hun savaşçılarının Uldız’ın Hunları mı, yoksa Trakya’da yerleşmiş Bizans’ın emrindeki başka bir Hun grubu mu olduklarını günümüz itibarı ile tespit etmek pek mümkün görünmemektedir. Ancak İoannes’in bu Hun savaşçılarının kabile yöneticileri ile birlikte geldiklerini belirtmesi (Maenchen-Helfen, 1973, s. 49), bu Hunların Trakya’da yerleşik Hun kabilelerine işaret ettiği şüphesini uyandırmaktadır ki zaten 392 yılında, yine Theodosius’un rızasıyla Rufinus ile ittifak eden birtakım Hunların Trakya’ya yerleştiği bilinmektedir (Maenchen-Helfen, 1973, s. 48). 404-405’te Trakya’yı yeniden istila eden Hunlar, 408 yılında, Doğu Roma üzerine iyi örgütlenmiş ilk saldırıyı gerçekleştirmişlerdir. Yine Uldız döneminde gerçekleşen bu saldırı neticesinde Hunlar, Trakya’yla Makedonya’yı yağmalamışlar ve müteakip bin yılda Bizans’ı koruyacak olan Anthemik Surunun inşasına sebep olmuşlardır (Ahmetbeyoğlu, 2013a, s. 75–76, 2013b, s. 136; Meanchen-Helfen,1973, s. 63; Sinor, 2000, s. 255–256; Thompson, 2008, s. 46–47 ).

Uldız döneminde yağma akınları şeklinde olan Yunanistan’daki Hun hareketlerinin Rua döneminde istila hareketlerine dönüştüğü görülmektedir. Doğu Roma’nın iç karışıklıklar içerisinde olmasından ve doğuda İranlılar tarafından tehdit edilmesinden faydalanan Rua, 422 yılında Makedonya ve Trakya’yı istila etti. Rua’nın 430 ve 434 yıllarında iki kez daha Trakya’yı istila ettiği görülmektedir. Bu istilalar neticesinde Doğu Roma haraca bağlanmış ve sonuncu istilada İstanbul da tehdit edilmiştir (Ahmetbeyoğlu, 2013a, s. 81–82, 2013b, s.139–140; Meanchen-Helfen, 1973, s. 76).

441 ve 442’deki I. Balkan seferi esnasında, Bleda ve Atilla kumandası altında bütün İllirya’yı ve Trakya’yı harap edip birçok şehri fetheden Hunları, 447 yılında, Atilla’nın II. Balkan seferi sırasında yeniden Yunanistan topraklarında görmekteyiz. Bu sefer sırasında Hunlar, hemen hemen bütün Trakya şehirlerini fethettikten sonra, Teselya içlerine ilerleyerek Yunanistan’ın güneyindeki Thermopylae (Termopil Geçidi)’yi ele geçirmiştir. Bu sefer neticesinde İstanbul’un büyük bir tehdit altında kalması sebebiyle Romalılar Atilla ile çok ağır şartlar altında Anatolius Barışı'nı imzalamak zorunda kalmışlardır (Ahmetbeyoğlu, 2013a, s. 108, 119, 2013b, s. 155; Hodgkin, 2001, C. 2, s. 33; Meanchen-Helfen, 1973, s. 111– 125; Levtechenko, 2007, s. 44; Mango, 2005, s. 22; Sinor, 2000, s. 262; Thompson, 2008, s. 120). Doğu Roma’yı Balkan seferleri ile haraca bağlayıp itaat altına aldıktan sonra, Atilla’nın daha çok Batı Roma üzerine yoğunlaşmasına rağmen, 451 yılında Hunların yeniden, İllirya ve Trakya’yı istila edip yağmaladıkları görülmektedir (Meanchen-Helfen, 1973, s. 131).


Atilla’nın ölümünden kısa bir süre sonra Hun siyasi birliğinin dağılması ile de Yunanistan’daki Hun varlığının sona ermediği görülmektedir. Bizans çeşitli Hun gruplarından askerî olarak faydalanmıştır. Mesela, birtakım Hun gruplarının Kelkal isimli bir şahsın kumandası altında, Magister Militum (5) Flavius Ardabur Aspar’ın yönettiği Bizans ordusuna katılıp ordunun atlı birliklerini teşkil etmişlerdir (Ahmetbeyoğlu, 2013b, s. 183). 474 yılında tahta çıkan Zenon’un orduyu İsaurialı ve Ermeni askerlerle yeniden yapılandırmasına kadar, Bizans ordusunun yarısını Germenlerle birlikte Hunların oluşturduğu bilinmektedir (Levtchenko, 2007, s. 54). V. Yüzyılın sonunda başlayan Bulgar ve Slav akınları sebebiyle kıtlık baş göstermesi üzerine, Trakya’da ayaklanan foederati (6) topluluklar arasında Hunların da bulunmuş (Levtchenko, 2007, s. 60) olmasına bakılacak olursa, Hunların Atilla sonrası dönemde de Trakya’da yerleşik olarak bulundukları sonucuna varılabilir. Mesela, Hodgkin (2001, C. 3, s. 244) bu dönemde Hunların Balkanlar’daki Bizans ordusunun büyük kısmını teşkil ettiğini düşünmekte ve bu Hunların Sabir ve Tarrak adlı reislerin komutası altında, 514 yılında Trakya’yı, Moesia ile birlikte talan ettiklerini belirtmektedir. Dengizik’in Doğu Gotları tarafından mağlup edilmesinin ardından, birtakım Hun gruplarının Bizans’a sığınıp Sarmatlar ve Cemandierler ile birlikte İllirya’ya yerleştirildiğini Jordanes kaydetmektedir (Ahmetbeyoğlu, 2013a, s. 172).

540 yılında cereyan eden Bulgar ve Slav akınları sırasında, Hunların yeniden sahneye çıktığı görülmektedir. Bu Hunlar, Trakya, Makedonya ve İllirya’yı istila etmişler, Korint Kıstağı’na kadar ilerleyerek Yunanistan’ı talan etmişlerdir (Hodgkin, 2001, C. 4, s. 223;Levtchenko, 2007, s. 90). Yukarıda zikredildiği gibi, V. Yüzyılın sonundan itibaren orduda hâkim unsurun İsauriali ve Ermeni askerlerin olmasına rağmen, İmparator Mavrikios’un (582-602) ordusunda, Lombardlar ve Bulgarlarla birlikte hâlâ Hunların da bulunduğuna dair kayıtlar mevcuttur (Charanis, 1959, s. 32).


3. Avar Devri


Avar döneminde Türklerin Yunanistan coğrafyasında Hun dönemine nazaran daha etkin oldukları görülmektedir. 579-587 yılları arasında, Avarların yönetimi altında Bizans topraklarına birçok ‘barbar’ akını olmakla (Charanis, 1959, s. 36) birlikte, en etkili saldırı 586 yılında gelmiştir (7). Bu tarihler arasında, Mora Yarımadası en az on kez istila edilmiştir (Runciman, 1930, s. 23). 586 yılı öncesindeki akınların etkisi, Bizans’ın İllirya ve Trakya gibi batı eyaletleri ile bağını koparıp buralardan asker tedarik etmesini engellemekle kalmıştır (Charanis, 1959, s. 32). Ancak 586 yılında Avarların Slavlarla birlikte gerçekleştirdiği saldırıda, İllirya ve Trakya eyaletleri talan edildiği gibi, Makedonya, Teselya ve Mora Yarımadası da dâhil olmak üzere, bütün Yunanistan ele geçirildi. Bu akın sırasında, Singidunum (Belgrad), Viminacium (Kostolac), Durostorum (Silistre), Marcianopolis (Devnya) ve Anchialos (Pomorie) gibi Balkan şehirlerinin yanında, günümüzde Yunanistan’da yer alan Selanik ve Korint gibi şehirler de Slavların yardımıyla Avarlar tarafından istila edildi (Charanis, 1959, s. 37; Mangaltepe, 2013, s. 219–220; Mango, 2005, s. 24).


587 yılında Avarların Bizans’a yenilmesi üzerine, Avar akınları bir müddet durulmuş, ancak 592 yılında Avarlar tekrar saldırıya geçmişler ve Anchialos’a kadar ilerlemişlerse de yeniden yenilmişlerdir. 592-602 yılları arasında karşılıklı akınların devam etmesine rağmen, Bizans’taki iç karışıklıklar, Bizans’ın Avarları Balkanlardan atmasına mani olmuş, bilakis Avarlar Balkanlara iyice yerleşmişlerdir. Bilhassa, Selanik’in de istila edildiği 597 yılındaki Avar saldırısının çok şiddetli olduğu bilinmektedir. 602 yılında, İmparator Mavrikos’un Avarlar üzerine ordu sevk etme girişimine karşı, ordunun Phokas önderliğinde isyan edip başkente yürüyerek imparatoru devirmesi üzerine, Balkanlardaki Bizans – Avar-Slav mücadelesi tamamen Avarların ve onların yönetimindeki Slavların lehine sonuçlanmıştır. Balkanlar’da Bizans’ın hiçbir askerî ve siyasi varlığı kalmamış ve burada meskûn olan halklardan vergiyi Avarlar toplamaya başlamıştır (Hodgkin, 2001, C. 5, s. 262; Mangaltepe, 2013, s. 220–221; Szadeczky-Kardoss, 2000, s. 286-287, 290–291; Vryonis, 1981, s. 389). 587-602 yılları arasında, Trakya ve günümüz Bulgaristan toparlaklarında cereyan eden olaylarda Avarlar karşısında kısmi de olsa Bizans’ın başarılı olduğunun görülmesine rağmen, durumun Yunanistan coğrafyasında çok farklı olduğu anlaşılmaktadır. Zira Avarların, 587 yılında ele geçirdikleri Mora Yarımadasını 805 yılına kadar, iki yüz on sekiz yıl yönettiklerini Monemvasia Kroniği ile Evagrius, Efesli John ve Menander gibi tarihçiler kaydetmektedir (Charanis, 1950, s. 149–151, 1952, s. 347; Mango, 2005, s. 24; Szadeczky-Kardoss, 2000, s. 294). Trakya bölgesinde ise Avarlarla Bizanslılar arasındaki mücadelenin 626 yılında Avarların İstanbul’u kuşatması ve akabinde yenilmelerine kadar, karşılıklı saldırılar şeklinde devam ettiği görülmektedir.

Bu olaylar içerisinde, 610 yılından itibaren Adriyatik ve Ege denizleri arasındaki arazide üstünlüğü ele geçiren Avarların 617 yılındaki saldırısı, bu çalışmanın konusu itibariyle bilhassa ehemmiyet teşkil etmektedir. Avarlar, bu saldırıda Teselya, Epir ve Trakya’yı bir kez daha baştan başa istila etmişler ve yağmalamışlardır (Levtchenko, 2007, s. 126; Mangaltepe, 2013, s. 221–229; Whittow, 1996, s. 262-66;). 626 yılında Avarların mağlup olması sonucunda, Trakya’dan askeri güç olarak çekilmiş olmalarına rağmen (Mangaltepe, 2013, s. 228–229), bölgedeki Avar varlığının daha uzun süre devam ettiği anlaşılmaktadır. Zira 813 yılında Bizans’ın Trakya’daki topraklarını istila eden Bulgar Hanı Kurum Han, Slavlarla birlikte Avarları da yardıma çağırmıştır (Karatay, 2013b, s. 289). Zaten yukarıda zikredildiği gibi, Mora Yarımadasını 805 yılına kadar ellerinde tutmuş olmaları da bu durumu teyit etmektedir. Mora Yarımadasının kaybı sonrasında da Avar varlığının Trakya ve Teselya’da X. yüzyıla kadar devam ettiği yönünde kayıtlar mevcuttur (Levtchenko, 2007, s. 169).



4. Ogur Devri

Ogur Türklerinin Bizans ile ilk ilişkilerinin Atila’nın vefatından on yıl sonra, 463 yılı civarlarında başladığı, Priskos’un Saraogur, Ogur ve Onogurların Doğu Roma’ya elçiler gönderdiğini kaydetmesinden anlaşılmaktadır (Karatay, 2013a, s. 241). Ancak, günümüz Yunanistan coğrafyasını da şamil Ogur istilalarının çok daha geç döneme rastladığı görülmektedir. Kinyalon komutasındaki 12.000 Kutrigur’un, 551 yılında Gepidlerle birlikte, Bizans’a saldırdıkları ve bütün Balkanları işgal edip yağmaladıkları anlaşılmaktadır. Bu saldırının Bizans’ın teşviki ile Kutrigurların Sandilk komutasındaki Utrigurlar tarafından kılıçtan geçirilmeleri sonucunda bertaraf edilmesi üzerine, Kutrigurlardan 2000 ailenin Bizans hizmetine girip Trakya’ya yerleştikleri görülmektedir (Anzerlioğlu, 2002, s. 220; Golden, 2006, s. 115; Runciman, 1930, s. 8–9; Rasonyi, 1984, s. 5; Stepanov, 2010, s. 41; Üren, 2013, s. 262). Aynı on yılın sonunda Kutrigur saldırısının tekrarlandığı anlaşılmaktadır. Agathias tarafından, 558-559 yılında Zabergan isimli biri komutasında Kutrigurların büyük bir istila hareketine giriştikleri kaydedilmektedir. Kuvvetlerini ikiye ayıran Zabergan, bir taraftan Gelibolu’ya ve İstanbul’a kadar Trakya’yı istila ederken diğer taraftan Termopil Geçidine kadar Yunanistan’ı ele geçirmiştir (Charanis, 1950, s. 160; Hodgkin, 2001, C. 4, s. 355–360; Runciman, 1930, s. 9; Vryonis, 1967, s. 69). Kayıtlardan 641-642 yılları civarında da Balkanlarda büyük bir Ogur istilasının cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Kievli İsodore, Kutrigurlar Yukarı Moesia (8), Pannonia (9) , Dalmaçya ve İyonya Denizine kadar olan toprakları istila ederken Utrigurların İstanbul surlarına kadar olan bölgeyi ve Gelibolu Yarımadasını da içine alacak şekilde bütün Trakya’yı istila ettiklerini; Onogurların ise, Makedonya, Teselya, Yunanistan, Termopil Geçidi ve Korint’e kadar her yeri yağma ettiklerini ve Korint’i hiçbir çaba sarf etmeden ele geçirdiklerini kaydetmektedir. Kutrigurların ve Utrigurların püskürtülüp mağlup edildiği anlaşılmaktadır. (Setton, 1950, s. 502–503). Ancak, Korint şehrinin Onogurlardan ancak 657-658 yılında Bizanslılar tarafından geri alınabildiği (Setton, 1950, s. 522) dikkate alınırsa, Onogur istilasının diğerlerine göre daha kalıcı sonuçlarının olduğu anlaşılmaktadır.


5. Bulgar Devri

540 yılında Bulgar Türkleri Balkan Yarımadasını istila ettiler. Bütün Trakya, Makedonya, İllirya ve güneyde Korint’e kadar olan her yer yağmalandı (Charanis, 1952, s. 348; Vryonis, 1967, s. 68). Bulgar saldırısının 544 yılında tekrarlandığı ve bu saldırıdan bilhassa İllirya’nın büyük zarar gördüğü anlaşılmaktadır. Zira bu sırada, İtalya’da Vitalius’un ordusunda bulunan İlliryalılar, bu saldırıları sebep göstererek orduyu terk etmişlerdir (Hodgkin, 2001, C. 4, s. 310; Mangaltepe, 2013, s. 209). 578-585 yılları arasında, Bulgar Türklerinin Slavlarla birlikte, Avarlar adına, Selanik civarlarına ve Yunanistan’ın geriye kalanına akınlar düzenlediği görülmektedir (Charanis, 1952, s. 346). VII. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, birçok Bulgar Türkünün Trakya’ya yerleşmiş olduğuna şahit olunur (Treadgold, 2002, s. 134–135). 711 yılında İmparator Justinien’in ordusunda, Thrace (10) ve Opsikion (11) Temalarında (12) konuşlandırılmış 3000 Bulgar askerinin olduğu görülmektedir (Anzerlioğlu, 2002, s. 220). VIII. yüzyılda, Bulgarların Makedonya üzerinden nüfuzlarını günümüz Yunanistan toprakları içine doğru yaymaya başladıkları görülür. Telering Han (768-777) Orta Makedonya’ya 12.000 kişilik bir ordu gönderip burada yaşayan Bulgar Türklerini ve Slavları kendine bağlamaya çalışmış ve Kardam Han (777-804) da Struma bölgesinde yaşayan kabileleri kendine bağlamak için bölgeyi işgal etmiştir (Feher, 1984, s. 51–52). 812 yılında Makedonya’daki kaleler Kurum Han önderliğindeki Bulgar Türklerine teslim oldu. Ertesi yıl ise Edirne alındı ve bütün Trakya yakıldı (Karatay, 2013b, s. 287–289). 846 yılında, Malamir Han döneminde, Kavkan İsbules kumandasındaki Bulgarlar, StrumaKarasu (Strimonas) ve Mesta Karasu (Nestos) nehirleri civarını istila ettiler. Bu istilaya karşılık olarak Bizanslıların Trakya’yı tahrip etmesi üzerine geriye dönen İsbules, dönüş yolu üzerinde, Doğu Makedonya’daki Kavala yakınlarında bulunan Filippi şehrini ve bugün Bulgaristan’da yer alan Filibe’yi Bulgar topraklarına katmıştır (Runciman, 1930, s. 88). X. Yüzyılın başlarında Bulgar toprakları Trakya ve Makedonya’nın derinliklerine, Selanik yakınlarına kadar uzanmakta idi (Levtchenko, 2007, s. 188)

1014 yılında Bulgar Hanlığının II. Basil tarafından yıkılmasından sonra, pek çok Bulgar’ın Teselya’daki kalelere yerleştirildiği bilinmektedir (Charanis, 1961, s. 148). Malamir Han’ın (831-836) Selanik seferi neticesinde Bulgarların Yukarı Makedonya’ya (aşağı yukarı bugünkü Yunan Batı Makedonyası ve Makedonya Cumhuriyeti’nin güneydoğu köşesi) yerleşmeye başladıkları görülmektedir (Runciman, 1930, s. 87). Malamir’in Bulgar sınırlarını güneye doğru genişletme çabalarının bir devamı olarak Persiyan Kavala’ya kadar ilerlemiş, 860 yılında ise Boris Han, sınırlarını Mora Yarımadasının hemen kuzeyinde yer alan Pindos Dağlarına kadar genişletmiştir (Feher, 1984, s. 54–55; Runciman, 1930, s. 92). Çar Simeon’un ölümüne kadar Kuzey Yunanistan’ın Bulgarların elinde kaldığı ve buradan Adriyatik kıyıları ile Mora Yarımadasına akınlar düzenleyip istila hareketlerinde bulundukları bilinmektedir (Runciman, 1930, s.174). Yunanistan’daki Bulgar hâkimiyetinin Çar Samuel (997-1014) zamanında da devam ettiği görülmektedir. Ancak Samuel, daha çar olmadan önce, Komutopuli adı altında ülkeyi kardeşleri ile birlikte yönettiği sırada, Yunanistan coğrafyasında faal olmuştur. Daha 976 yılında Serez’e bir başarısız saldırıda bulunduklarını kaynaklar kaydeder. Edessa / Vodena’yı kendine merkez olarak seçen Samuel, buradan Trakya, Makedonya ve Adriyatik kıyılarına akınlarda bulunmuştur. 980’den itibaren ise Teselya’ya yöneldiği görülmektedir. Bilhassa Larissa’yı hedef almış ve 986 yılında bu şehirle birlikte bütün Teselya’yı ele geçirmiştir. Larissa’yı (Yenişehr-i Fener) üs olarak kullanan Samuel, buradan Tempe Vadisi, Termopil Geçidi ve Boeotia üzerinden Korint Kıstağına ve Mora Yarımadasına saldırılar düzenleyerek Bulgar hâkimiyetini Güney Yunanistan’a kadar genişletmiştir. Yunanistan’daki Bulgar hâkimiyeti, 1001 yılında, II. Basil’in başlattığı ve 1014 yılında Samuel’in ölümüyle neticelenen saldırılara kadar devam etmiştir (Runciman, 1930, s. 219–242).


6. Tarihî Olayların Muhtemel Dillik Neticeleri

Hunların siyasi ağırlığının daha kuzeyde, Pannonia’da olduğu dikkate alındığı zaman, Hunlar devrinde, Türkçenin genelde Balkan, özelde ise Yunanistan coğrafyasında pek etkin olmadığı, sadece akın ve istila dönemlerinde müstevlilerle birlikte bölgeye girip çıkan bir dil olduğu düşünülebilir. Hunların günümüzde Yunanistan olarak adlandırılan bölgelerde görülmeye başlandığı Balamir ve Uldız dönemlerinde bunun böyle olmuş olması pek muhtemeldir. Ancak daha 377 yılında, Balkan Dağlarındaki limeslerde Hun-Alan kıtalarının bulunmuş olması, Hun Türkçesinin en azından asker dili olarak bölgede bulunduğuna delalet eder. Tabii ki bu durum, aynı zamanda daha güneyde de Romalılar tarafından yerleştirilmiş Hun topluluklarının veya konuşlandırılmış Hun askerlerinin olabileceğine işarettir. Ancak bu ihtimalin tarihî gerçeklikle ne kadar uyuştuğunu tespit etmek, günümüz itibarıyla pek mümkün görülmemektedir. Yine de Antakyalı İoannes’in kaydettiği, Eugenius’a karşı I. Theodosius’u desteklemek için Trakya’dan gelen Hun savaşçıları meselesi ve özellikle Rufinus’un 392 yılında Trakya’ya yerleştirdiği Hunlar gerçeği bu ihtimali güçlendirmektedir. Meanchen-Helfen (1973, s. 51), Trakya’ya yerleştirilen bu Hunların yalnız yaşamak istemeyecekleri için, ailelerini ve sürülerini de getirttiklerini düşünmektedir ki; bu akla yatkın ihtimal, Trakya’da Türkçeyi sadece bir asker dili olmaktan çıkarıp cemiyet dili hâline getirmektedir. Hunların bölgedeki nüfuzlarını artırmaya başladıkları Rua döneminde ve bilhassa bölgeye iyice yerleştikleri Atilla’nın II. Balkan Seferinden sonra, siyasi ve askerî gelişmelere koşut olarak Türkçenin de bölgedeki etkinliğinin artmış olması gerekir ki kayıtlarda bunun böyle olduğuna dair bazı işaretler mevcuttur. Mesela, Hun bürokrasisinin tepesinde bulunan iki kardeş olan ve Pontus çevresinden gelen Helenleşmiş barbar oldukları düşünülen Onegesios ve Scottas’ın Latince ve Yunancanın yanında Hun dilini de çok iyi biliyor (Ahmetbeyolu, 2013a, s. 111) olmaları, Hun Türkçesinin bu devirde Yunanca ve Latince gibi uluslararası etkinliğe sahip bir dil hâline geldiğinin bir delili olmalıdır. 

Uluslararası etkinliğe sahip Hun Türkçesinin, Hun devletinin hâkimiyeti ve nüfuzu altındaki bölgelerde yaşayanlar üzerinde etki yapmamış olması düşünülemez. Bu iki kardeşin istisna olmadığı da anlaşılmaktadır. 448 yılında Atilla tarafından Doğu Roma’ya gönderilen elçilik heyetinde bir Hun olan Edekon ile birlikte Roma kökenli olup Atilla’nın hizmetinde çalışan Orestes de bulunmaktadır (Ahmetbeyoğlu, 1995, s. 29; Hodgkin, 2001, C. 2, s. 35). Bu elçilik heyetinin dillik açıdan bir diğer dikkate şayan yönü, Orestes’in varlığına rağmen, Edekon’un meramını Hun dilinde aktarmış olması ve söylediklerinin Bigila tarafından tercüme edilmesidir (Ahmetbeyoğlu, 1995, s. 30) ki bu durum Hun devletinin Doğu Roma karşısındaki siyasi üstünlüğünün neticesinde Hun Türkçesinin de uluslararası anlaşma dili olarak Yunancanın ve Latincenin önüne geçtiğine işaret eder. Hun dilinin yabancılar tarafından konuşulduğuna dair bir diğer misal, yine Priskos tarafından kaydedilen İtalya’dan gelmiş olan Rusticus’tur (Ahmetbeyoğlu, 1995, s. 34). Yine Priskos’un kaydettiği Hun merkezindeki saçını Hunlar gibi kesmiş, Hun yöneticileri gibi giyinmiş Yunanlı örneği de oldukça ilginçtir (Ahmetbeyoğlu,1995, s. 41; Thompson, 2008, s. 145). Bu durum, en azından Hun hâkimiyeti altındaki bölgelerde Hun Türkçesinin konuşma dili olarak Yunancanın önüne geçmiş olduğuna delalet eder. Zira Hun topraklarında, sadece Yunanistan’dan getirilen esirler tarafından konuşulan bir dil olduğu yine Priskos tarafından ifade edilen Yunancayı konuşarak bu Yunanlının Hun devletinde yöneticilik yapmış olması düşünülemez. Bu Yunanlının saçlarını Hunlar gibi kestirip Hunlar gibi giyinmesi de dikkate alınması gereken bir husustur. Zira bu tavır, tarih kitaplarında yaygın bir şekilde zikredildiği gibi, Hunların muhatap oldukları herkes tarafından insan dışı vahşi varlıklar olarak görülmediğine, bilakis Hun hayat tarzının imrenilip taklit edilen bir hayat tarzı olduğuna işaret eder.

Tekrar dil konusuna dönülecek olursa bilhassa Hun yönetimi altındaki bölgelerde yaşayan soylular üzerinde Hun Türkçesinin oldukça etkili olmuş olması gerekir. Zira soylu sınıf Hun devlet mekanizması ile istilaya uğramış halk arasında aracı rolünü görmüş olmalıdır. Bu, Hun Türkçesinin Yunanistan coğrafyasında Yunancayı ve Latinceyi ortadan kaldırdığı manasında yorumlanmamalıdır. Zira gerek demografik gerekse dinî ve siyasi askerî sebeplerle bu iki dilin yerinin oldukça sağlam olduğuna şüphe yoktur. Ancak, yukarıda zikredilen örneklerden de anlaşılabileceği gibi, en azından yönetilenlerle yönetenler arasındaki bağı oluşturan soylu kesimler arasında Hun Türkçesi yayılmıştır. Hem de bu yayılmanın Latince ve Yunanca gibi çok köklü yazılı ve siyasi geleneğe sahip iki dile rağmen gerçekleşmiş olduğu, Hun siyasi gücünün ve dolayısı ile Hun Türkçesinin kazandığı itibarı anlayabilmek bakımından gözden kaçırılmaması gereken ehemmiyetli bir husustur.

Hun devletinin askerî ve dolayısıyla siyasi gücünün zayıflamasından veya devletin dağılmasından sonra, Hun Türkçesinin durumunun ne olduğu meselesi akla gelebilecek sorulardan biridir. Hun merkezî gücünün zayıflamasının ardından birtakım Hun kümelerinin Bizans’ın hizmetine girdiği veya günümüzde Yunanistan’ı oluşturan coğrafyayı da kapsayan Bizans arazisine iskân edildikleri yukarıda zikredilmişti. Bu Hun kümelerinin hızlı bir şekilde dillerini kaybedip Hristiyanlaştıkları ve eridikleri düşünülebilir. Zaten, tarih boyunca Bizanslılaşmanın veya Helenleşmenin en önemli üç unsurunun Rum Ortodoks Kilisesi, ordu ve bu iki kurumun kullandığı dil olan Yunanca olduğu kanısı mevcuttur (Mango, 2005, s. 26– 27; Vryonis, 1986). Özellikle Ortodoks Kilisesi, Yunancanın birçok topluluğa nüfuz etmesine sebep olmuştur. O yüzden durumun bu Hunlar için de aynı olmuş olması akla yakın gelmektedir. Meseleyle alakalı doğrudan kaynak bulunmamakla birlikte, var olan bilgilere dikkatlice bakıldığı zaman, durumun hiç de böyle olmadığına dair önemli işaretler vardır.

Mesela, 536 yılında, merkezde konuşlanmış olan Bizans hizmetindeki Hun askerlerinin dahi İstanbul sokaklarında yollarını bulabilecek kadar bile Yunanca konuşamadıklarına dair kayıtlar mevcuttur (Hodgkin, 2001, C. 4, s. 16–17). Bu durum göz önünde bulundurulduğu zaman, Hun devleti güçten düşüp dağıldıktan sonra, Hun Türkçesinin, uluslararası etkinliğini kaybetmiş olmakla birlikte, daha uzun süre varlığını devam ettirdiği anlaşılır. Keza, kendisi Ortodoks olan Belisarius’un ordusunda bulunan Hunların Hristiyan olmayıp kendi dinlerini korudukları da kayıtlıdır (Hodgkin, 2001, C. 4, s. 40, 148–149) ki bu durum dil kaybının önündeki en büyük engel olmuş olmalı. Zaten, Ortodokslaşmanın da asimilasyon yönünde ehemmiyetli bir aşama olmakla birlikte, iddia edildiği kadar dil üzerinde etkili olmadığına işaret eden durumlar mevcuttur. Mesela, 518 yılında, İstanbul’da bulunan bir manastırın baş keşişinin Yunanca bilmediği için bir dilekçeyi imzalayamadığı kayıtları mevcuttur (Mango, 2005, s. 23) ve bunun bir istisna olduğunu düşünmeyi gerektirecek herhangi bir durum da yoktur. Zira Yunancanın en güçlü olduğu yapılardan biri, belki de birincisi, olan Ortodoks kilisesine ait bir kurumda, hem de Elen kültürünün en güçlü olduğu yerlerden birisi olan başkentte bile Yunanca bilmeyen bir baş keşişin bulunuyor olması, başlı başına bir olgunun yansımasıdır zaten. İstanbul’da dahi Hunların dillerini korudukları düşünülecek olursa Trakya, Makedonya ve İllirya gibi merkeze daha uzak ve sık sık istilaya uğrayan eyaletlerde Hun Türkçesinin daha uzun süre varlığını devam ettirdiğini ileri sürmek çok iddialı olmayacaktır. Hele eyalet merkezlerinden uzak, Hunların aileleri ile birlikte cemiyet hâlinde yaşadıkları bölgelerde, muhtemelen dil kaybı hiç gerçekleşmemiş ve Bulgar Türkleri bölgeye hâkim olana kadar Hun Türkçesi konuşulmaya devam etmiştir. Zaten kendisi de Bulgar Türkçesi türünden bir lehçe olan Hun Türkçesi muhtemelen daha sonra Bulgar Türkçesi ile aynı kaderi paylaşmıştır. 


Avar döneminde Türk dilinin durumunun ne olduğunu tespit etmek, Hun dönemine göre çok daha çetrefilli görünmektedir. Avarlar, Hunlara göre Balkan Yarımadasında ve bilhassa Yunanistan’da daha etkin olmakla birlikte, kaynakların eksikliği bu konuda bir hüküm vermeyi çok zor hâle getirmektedir. Mesela, Avarların sadece Bizans’la değil Lombardlar ve Franklarla da diplomatik ilişkiler içerisinde bulunduğu (Szadecky-Kardoss, 2000, s.290), hatta kısa süreliğine de olsa Bizans ile Avarlar arasında bir ittifakın kurulmuş olduğu ve bu ittifakın bir neticesi olarak 578 yılında 60.000 Avar askerinin kağana vergi vermeyi reddeden Slavların Aşağı Tuna bölgesindeki yurtlarına sefer yaparken Bizans gemileri ile taşındığı (Obelensky, 1997, s. 74; Szadeczky-Kardoss, 2000, s. 286) bilinmektedir. Ancak, Hunların sosyal hayatı ve Hun – Doğu Roma ilişkileri hakkında çok değerli bilgiler sağlayan Priskos gibi bir kaynağın bu dönemde bulunmaması, dönemin dillik açıdan manzarasının karanlık kalmasına sebep olmaktadır. Yine de Efesli İoannes’in Kilise Tarihi’nde, Menandros Protektor’un eserinin bazı kısımlarında ve Theophylakos Simokattes’in eserinde yeri geldikçe Avarlardan bahsetmesi, araştırmacıları tamamen karanlıkta kalmaktan kurtarmaktadır. Biri 558 yılında, diğeri 562 yılında olmak üzere Avarların Bizans’a iki elçilik heyeti gönderdiği bilinmektedir (Karatay, 2004, s. 28–30). Ancak bu elçilik heyetinin diplomatik ilişiklerini hangi dilde yürüttüğünü tespit etmek mümkün değil. 

Gelenlerin kılıklarının tarifinden Avar oldukları anlaşılmakla beraber, ilişkilerin Avar dilinde yürütüldüğünü düşünmek doğru olmaz. Zira bu tarihlerde Avarlar, Bizans’tan yerleşmek için toprak talep etmektedirler. Ancak Avarların Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları ile Türkçenin durumunun da değiştiği düşünülebilir. 588 yılında ele geçirilen Mora Yarımadasından yerli halkın sürüldüğü ve yerlerine Avarların ve Slavların yerleştiği anlaşılmaktadır. Vryonis (1967, s. 69–79) bu istila neticesinde Trakya ve Yunanistan’ın esaslı bir etnografik değişim geçirdiği, Bizans ve Hristiyan medeniyetine dair her şeyin yok olduğu görüşündedir. Gerçekten de Monemvasia Kroniği “İyi Rumların” sürüldüğünü, imha edildiğini, yerlerine kendilerinin yerleştiğini, “katillerin” ellerinden kaçabilenlerin çeşitli yerlere dağıldıklarını kaydeder. Yine aynı kronik, sadece Slavların elinde olan yarımadanın doğu kesimlerinin ulaşılması zor olduğu için özgür olduğunu kaydetmektedir (Davidson ve Horvath, 1937, s. 228). Bu istila neticesinde Mora Yarımadasının nüfusunun Slavlaştığı kanısı yaygındır. Ancak bu ifadeden yarımadanın batı kesimlerinin Avarların ellerinde olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de bu istila sebebiyle İtalya ve Sicilya’ya kaçan Rumlar, kendilerini sürenlerin Avarlar olduğunu ifade etmişler, Slavlardan bahsetmemişlerdir (Curta, 2004, s. 68) (13).

Fakat IX. ve X. yüzyıllarda Mora Yarımadasının tekrar Hristiyanlaşmasını konu alan kaynaklar, Avarlardan hiç bahsetmezler ve yarımadanın batısında “Slavlardan, tanassur yolu ile Rumlar yaratıldığından” bahsederler (Dunn, 1977, s. 71-86). Bundan hareketle iki üç asır içerisinde Avarların Slavlaştığı sonucuna varılabilir. Ancak bazı Yunan kaynaklarında Avarların Slavlarla karıştırıldıkları görülmektedir. Mesela Aziz Pankraitos’un Biyografisinde 750’li yıllarda Atina civarında yaşayan Avarların Slavlar olarak adlandırıldığı yazmaktadır (Rasonyi, 1984, s. 11). Bu kayıtlardan anlaşılmaktadır ki 588 yılındaki istiladan sonra Yunanistan coğrafyasına Avar grupları yerleşmiştir. Bu da Avarların konuştuğu Türkçenin bir cemiyet dili olarak bu coğrafyada kullanıldığı anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, Slavların yerleştiği bölgelerde de Avar Türkçesinin yönetim dili olduğu düşünülebilir. Gerçekten de Avarların işgal ettikleri bazı bölgelerde toprakların işlenmesi için Slavları iskân ettiklerini kaynaklar kaydeder (Rasonyi, 1984, s. 9). Nitekim 587- 88 sonrasında Mora Yarımadasında meydana gelen istiladan bahseden kaynaklar, bunun Avar – Slav istilası ya da Avarlar tarafından yönlendirilen Slavların bir istilası olarak zikrederler (Charanis, 1952, s. 343; Mango, 1980, s. 24, 97; Vryonis, 1981). 

Bu durumdan da Slavların en azından yönetici sınıflarının Avar Türkçesini anlayıp konuştukları sonucu çıkarılabilir. Netice olarak anlaşılmaktadır ki Avar Türkçesi VI. yüzyıldan itibaren Yunanistan coğrafyasında hem yönetim dili hem de cemiyet dili olarak kullanılmıştır. Ancak bu dilin varlığını ne zamana kadar devam ettirdiğini söylemek mümkün değil. Yine de bilgi kırıntıları üzerinde düşünüldüğü zaman Avar Türkçesinin en azından VIII. yüzyıla kadar Yunanistan’da varlığını devam ettirdiği düşünülebilir. Mesela 750 yılında Atina civarında Avarlardan bahsedilmesi, Avar dilinin de bu tarihte hâlâ konuşulduğu şeklinde yorumlanabilir. Keza kaynakların Telering Han’ın (768-777) Orta Makedonya’da bulunan Bulgarları ve Slavları kendine bağlamak için sefer düzenlediğinden bahsetmesi, bu Bulgarların hâlâ Slavlaşmadığını gösterir. Bu da Türkçe konuşan toplulukların Slavlar arasında varlıklarını bu tarihte hâlâ devam ettirdiklerinin bir işaretidir. Dolayısıyla pek muhtemeldir ki en azından bazı bölgelerde aynı Hun Türkçesi gibi Avar Türkçesi de dil kaybı olmaksızın Bulgar Türkçesi ile birleşmiştir.

VI. ve VII. yüzyıllarda Ogur Türklerinin Balkan coğrafyasında Yunanistan’a kadar uzanan birçok istila hareketine girişmiş olmasına rağmen, dillerinin umumi olarak Balkanlar’da ve hususi olarak Yunanistan’da ne gibi etkiler yaptığını tespit etmek çok zordur. Bu zorluğun birkaç sebebi vardır. Her şeyden önce kaynak yetersizliği bu konuda sağlıklı bir yorum yapmaya izin vermemektedir. Bir diğer önemli sebep ise, daha önce de zikredildiği üzere, Hunları, Avarları, Ogurları ve Bulgarları dil bakımından ayırt etmenin pek mümkün olmamasıdır. Ancak şüphesiz bu benzerlik, en azından mahalli olarak bu coğrafyada bulunan Ogur öncesi Hun varlığını pekiştirirken kendileri ile eş zamanlı ve kendilerinden sonra cereyan eden Avar ve Bulgar istilalarının dil bakımından etkilerinin pekişmesine zemin hazırlamıştır. Yine de kırıntı hâlindeki tarihî kayıtlar birtakım ipuçları sağlamaktadır.

Mesela 551 yılında cereyan eden olaylar neticesinde 2000 Kutrigur ailesinin Trakya’ya yerleşmesi sonucunda Ogur Türkçesinin Kutrigurlar tarafından konuşulan şeklinin burada en azından bir cemiyet dili olarak kullanılmaya başladığının bir delili olarak kabul edilebilir. Aynı on yılın sonunda cereyan eden Zabergan komutasındaki Kutrigur istilasının bu durumu pekiştirdiği ve Ogur Türkçesinin toplumluk itibarını ve işlevini artırdığı düşünülebilir. Ancak şüphesiz Ogur Türkçesi Yunanistan’daki en etkin konumuna 641-642 yıllarında gerçekleşen birleşik Ogur saldırısı neticesinde kavuşmuştur. Bu istila hareketi neticesinde günümüz Yunanistan coğrafyasının tamamı Onogurların eline geçerken bilhassa Korint şehrinin yirmi yıla yakın Onogurların elinde kaldığı düşünülürse Ogur Türkçesinin burada yönetim dili hâline geldiği görülmektedir. Fakat bu şehrin Ogurların eline geçmesinin esas önemini bulunduğu yer teşkil etmektedir. Bu şehrin 587-805 yılları arasında Avarların elinde bulunan Mora Yarımadası ile anakara Yunanistan’ı birbirinden ayıran noktada bulunduğu unutulmamalıdır. Yani 220 yıldan fazla Türkçenin yönetim ve muhtemelen cemiyet dili olduğu bir coğrafyanın hemen sınırındaki bir şehirde de Türkçe yönetim dili hâline gelmiştir. Üstelik hem Mora’daki hem de Korint’teki Türkçenin aynı lehçe özelliklerini (r-l Türkçesi) gösteren Türkçeler olduğu düşünüldüğü zaman meydana gelen toplumluk etki daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu dönemde Balkanlar’da cereyan eden Türk fetih ve istilalarının en etkilisi şüphesiz Bulgar Türklerininkidir. Bulgarlar Balkanlar’ı sadece istila etmekle kalmamış, sonuçları günümüze kadar etki edecek şekilde bu coğrafyayı vatan hâline getirmişlerdir. 540 yılında Balkan Yarımadası’nda ilk görülmelerinden itibaren 1014 yılında yıkılana kadar ve yıkıldıktan sonra bu coğrafyanın etnik yapısına ve dolayısıyla dillik manzarasına birçok kere farklı derecelerde etki yapmışlardır. 540 ve 544 yıllarında cereyan eden istila hareketlerinin kalıcı sonuçları olmaması sebebiyle bölgeye dil bakımından bir etki yaptıklarını söylemek zordur. Ancak 578-585 yılları arasında Slavlarla birlikte Avarlar adına gerçekleştirdikleri saldırıların bir sonucu olarak Yunanistan’ın Bizans ile bağının kopması neticesinde, birtakım Slavlarla birlikte Bulgar Türklerinin de Yunanistan’ın çeşitli bölgelerine yerleştikleri düşünülebilir. Eğer bu varsayım doğru ise VI. yüzyıldan itibaren Bulgar Türkçesi Yunanistan’da bir cemiyet dili hâline gelmiş demektir. Fakat bunu doğrulayacak veriler elde yoktur.

Ancak VII. yüzyılın ikinci yarısında birçok Bulgar Türkünün Teselya’ya yerleştiğinin kaydı mevcuttur. Bu demektir ki bu tarihten itibaren Bulgar Türkçesi Yunanistan’da bir cemiyet dili olmuştur. 711 yılında ise 3000 Bulgar askerinin Thrace ve Opsikion Temalarında konuşlandırılması üzerine, Bulgar Türkçesi, Bizans sınırları dâhilindeki Yunanistan coğrafyasında ordu dili hâline de gelmiştir. Müteakip yüzyıllarda Tuna Bulgar Hanlığının hâkimiyetinin Yunanistan’a yayılmasına koşut olarak Bulgar Türk nüfusunun da arttığı ve dolayısıyla Bulgar Türkçesinin hem konuşulduğu alanın büyüdüğü hem de toplumluk itibarının arttığı düşünülebilir. 

Nitekim 831-836 yılları arasında Malamir Han’ın gerçekleştirdiği Selanik seferi neticesinde bugünkü Yunan Makedonyası’nın batısını da içine alan Yukarı Makedonya’ya birçok Bulgar yerleşmiştir. Boris Han’ın Yunanistan’daki Bulgar hâkimiyetini Mora sınırına kadar genişletmesi ve bu durumun 1014 yılında Tuna Bulgar Hanlığının yıkılmasına kadar devam etmesi sonucunda, Bulgar nüfusunun da Mora sınırına kadar yayıldığı düşünülebilir. Hatta Yunanistan’da Bulgar yayılmasının Bulgar Hanlığının 1014 yılında yıkılmasından sonra da devam ettiği görülmektedir. 1014 sonrasında birçok Bulgar’ın Teselya’daki kalelere yerleştikleri daha önce zikredilmişti. Ancak maalesef Bulgar nüfusunun yayılmasına koşut olarak Türkçenin nüfuzunun da yayıldığını söylemek mümkün değil. Zira Bulgarların arasında Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte Slavlaşmanın da başladığı ve IX. yüzyıldan itibaren Bulgarların tamamen Slavlaştığı görüşü genel kabul görmektedir (Golden, 2006, s. 297–298; Feher, 1984, s. 87; Kafesoğlu, 1985, s. 32; Karatay, 2013b, s. 294; Kayapınar, 2013, s. 111; Rasonyi, 1984, s. 27). Ancak bunun umumi bir durum olmadığına dair ciddi işaretler mevcuttur. Dimitrov (1993), bir Bulgar kroniğine dayanarak XII. yüzyıla kadar Tuna nehri boyunca Türkçe konuşan bir Bulgar tabakasının mevcudiyetini ortaya koymuştur. 

Keza Hristiyan olup Knez Mihail adını alan Boris Han’ın oğlu Vladimir, muhtemelen kendini destekleyen bir nüfusa güvenerek tahta geçtikten sonra Hristiyanlığı bırakıp eski Türk dinine dönmüştür (Karatay, 2013b, s. 294). Bu durum, Slavlaşmanın genel kanının aksine umumi bir durum olmadığını göstermektedir ki bu da Türk dilinin de birtakım Bulgarlar arasında yaşıyor olması gerektiği manasına gelir. Görülmektedir ki birtakım Bulgarlar Slavlaşırken birtakım Bulgarlar eski Türk geleneklerini ve Türk dilini XII. yüzyıla kadar yaşatmışlardır. 


Hakeza, Yunanistan coğrafyasında da bazı Bulgar gruplarının Türkçeyi koruduklarını varsaymak yanlış olmayacaktır. Bilhassa önceki Hun, Avar ve Ogur istilaları neticesinde Yunanistan coğrafyasına yerleşen Türklerin bulunduğu bölgelerde Bulgar Türkçesinin bir süre daha cemiyet dili veya en azından hane içi konuşma dili olarak varlığını devam ettirdiği düşünülebilir.



SONUÇ

IV.-X. yüzyıllar arasında dalgalar hâlinde, umumi olarak Balkanlara ve hususi olarak Yunanistan’a, önce akınlar düzenleyip sonra gelip yerleşen Hun, Avar, Ogur ve Bulgar Türkleri hiç şüphesiz kendileri ile birlikte dillerini de getirmişlerdir. Her dört topluluğun dili de (Eski) Bulgar Türkçesi, Hun-Bulgar Türkçesi veya Eski Batı Türkçesi adlarıyla anılması adet hâline gelmiş Türk lehçe grubuna mensup değişkeler olması sebebiyle birbirine zemin hazırlamış veya birbirini pekiştirmiştir. Bu dönemde Türkçe, Yunanistan’a bazen istilacı dili olarak girmiş, bazen de sığınmacı veya yerleşimci dili olarak girmiştir. Bazen cemiyet dili olurken bazen sadece ordu dili olarak kalmıştır, bazen ise yönetim dili hâline gelmiştir. 

Hun devrinde, devletin gücüne koşut olarak Türkçenin Latince ve Yunancayı geride bırakarak uluslararası iletişim ve diplomasi dili hâline geldiği görülmektedir. Hun devleti gücünü kaybedip dağıldıktan sonra ise bu sefer Türkçenin varlığını Yunanistan coğrafyasında yerleşimci ve ordu dili olarak devam ettirdiği tarihî kayıtların ortaya koyduğu delillerle sabittir. Elde Hun devrine göre verilerin daha az olmasına rağmen, Avarların Yunanistan’daki hâkimiyetlerinin Hun devrine nazaran daha sağlam ve daha uzun olması sebebiyle, Türk dilinin de daha sağlam bir yere sahip olduğu düşünülebilir. Bilhassa Mora Yarımadası uzun süre Avarların elinde kalmıştır. Avarlardan kalan yer isimleri de Avar döneminde Hun dönemine kıyasla daha etkin bir Türk unsurunun ve dolayısıyla Türk dilinin mevcut olduğunun bir delilidir. Muhtemelen Avarlar kendi dillerine benzer bir Türkçe konuşan Hun kalıntılarını da Yunanistan’da bulup bünyelerine almışlardır. Üstelik Hun devleti dağıldıktan sonra Avarlardan hemen önce bazı Ogur grupları Yunanistan’a gelip yerleştiği gibi Avarlarla birlikte de birtakım Ogur ve Bulgar gruplarının Yunanistan’a girip yerleştiği bilinmektedir. Bütün bunlar Avar döneminde Yunanistan’da zaten yönetim dili olan Türk dilinin durumunu cemiyet dili olarak da takviye etmiş olmalı. Avarların Slavların içerisinde eridikleri kanısı yaygın olmakla birlikte en azından mahalli olarak bunun gerçekleşmediğine dair bazı deliller mevcuttur. Pek muhtemeldir ki Yunanistan’ın bazı bölgelerinde Avarlar dillerini kaybetmeden kendilerini müteakip bütün Balkanları hâkimiyetleri altına alan Bulgar Türklerine katılmışlardır. Bulgar Türklerinin Avarlardan devraldıkları bütün Slavları yönetme hedefleri neticede beş-altı asır boyunca tekâmül etmiş olan bir Türk topluluğunun, dolayısıyla Türk dilinin, ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Hun – Avar – Bulgar devrinin Yunanistan Türkleri önce Slavlaşmış sonra da Yunanistan’ın yeniden Bizans hâkimiyetine girmesiyle büyük oranda Rumlaşmıştır.





Dipnotlar:
1) Konuştukları dil bakımından oldukça büyük tartışmalara sebep olan Avrupa Avarlarının dillerinin bir Bulgar Türkçesi lehçesi olduğunu Rona-Tas (1996) sarih bir şekilde ortaya koymaktadır.
2) Roma İmparatorluğunda sınırları savunmakla görevli birliklerin bulunduğu müstahkem mevkiler (https://www.britannica.com/technology/limes) (31 Ağustos 2018).
3) Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan ve Romanya’nın Tuna nehrinin güneyinde kalan topraklarından oluşan Roma eyaleti (https://www.britannica.com/place/Moesia) (31 Ağustos 2018).
4) Balkan Yarımadasının batısında kalan Roma eyaleti (https://www.britannica.com/place/Illyria) (31 Ağustos 2018).
5) Trakya Ordusu Başkomutanı (Levtchenko, 2007, s. 90)
6) Askerî hizmet karşılığında yarı bağımsız olarak yaşayan topluluklar. Bunlar Bizans devletine anlaşma ile bağlı olup ne Roma kolonisi ne de Roma vatandaşı olarak kabul edilmekte idiler. Ancak savaş zamanında askerî birlikler sağlamakla mükelleftiler. (https://www.princeton.edu/~achaney/tmve/wiki100k/docs/Foederati.html) (31 Ağustos 2018)
7) Bazı tarihçiler bu akının 589 yılında olduğunu söyler (Mangaltepe, 2013, s. 219).
8) Makedonya Cumhuriyeti ve Güney Sırbistan (https://www.britannica.com/place/Moesia) (31 Ağustos 2018).
9) Çoğunluğu bugünkü Macaristan’da olmak üzere Doğu Avusturya ve kısmen Hırvatistan, Sırbistan (Voyvodina), Slovenya ve Bosna-Hersek gibi Balkan ülkelerini içine alan Roma eyaleti (https://www.britannica.com/place/Pannonia) (31 Ağustos 2018).
10) Güney Batı Balkanlarda bir Bizans themesi (https://wikivisually.com/wiki/Thrace_%28theme%29) (31 Ağustos 2018).
11) Kuzeybatı Anadolu’da bir Bizans themesi (https://wikivisually.com/wiki/Opsikion) (31 Ağustos 2018).

12) Mark Whittow, theme kelimesinin Türkçedeki 10,000 manasına gelen tümen kelimesinden geldiğini, kelimenin önceleri askerî birliği, X. yüzyıldan itibaren ise askerî birliklerin yerleştiği yerleri ifade ettiğini belirtmektedir (Whittow, 1996, s. 120–121).
13) Bu bölgede yoğun bir Avar nüfusunun olduğunu ispatlayan birtakım yer adları da mevcuttur. Mesela günümüzdeki adı Pylos olan Mora Yarımadasındaki şehrin eski ismi olan Navarin/Navarino adının Yunanca Eis Tôn Avarinon “Avarlardan gelme” deyiminden çıktığı kaydedilmektedir. Yine bugün Karadağ’da kalan daha kuzeydeki Antivari şehrinin eski adı Civtas Avarorum “Avarların şehri” idi (Rasonyi, 1984, s. 11).







"Yaşadıkları dönemi Batılı kaynakların Altın Çağ olarak adlandıkları Avarlar, bu adlandırmaya layık çok güzel eserler bırakmışlardır. Örneğin kemer tokaları. Bilindiği üzere Kemer tokalarının üzerindeki sembol veya figürler hem bulunulan makamı, hem de mesleğini gösteriyordu."
Prof. Dr. Mualla Uydu Yücel
Avar Turks in Europe
Fleur de Lys was first used by Turkish Tribes, even in Pazyryk kurgans to be seen.





There is no doubt that Turkic groups like the Huns, Avars, Oghurs, and Bulghars, who surged into the Balkans between the 4th and 10th centuries initially carrying out raids but then settling into the Balkans in general and Greece in particular, had brought their language with them. The languages of all four groups were varieties belonging to Turkic languages, which are universally called (Old) Bulghar Turkic, Hun-Bulghar Turkic, or Old Western Turkic. Therefore, they either provided a basis for or consolidated with each other. In this period, Turkic entered Greece in various forms. It was sometimes used as the language of the invader, sometimes as the language of refugees or settlers, and sometimes it merely remained as a community language, whereas sometimes it had become the language of the administration.

In parallel with the military and political powers of the Hunnic state, Turkic became the language of international communication and diplomacy, surpassing Latin and Greek during the Hunnic period. Historical records provide evidence that the Turkic language survived in Greece as a language of refugees and soldiery after the collapse and disintegration of the Hunnic state. Despite the small amount of data on hand when compared to the Hunnic period, it could be assumed that the Turkic language had a firmer status during the Avaric period, as the Avar dominance in Greece had lasted longer and was more entrenched than that of the Huns. The Peloponnese, in particular, had remained in the hands of the Avars for a very long period. Historical records provide information that the institutions of the Byzantine civilization and culture were erased from the surface of the peninsula, and “barbarism” ruled for more than two centuries. The Avaric names of places among the Greek and Balkanic toponymy could be considered as evidence that a more influential Turkic element existed during the Avar period than that of the Hunnic period. Clearly, a more influential population meant a more influential language. Most probably, the Avars had encountered Hunnic residues in Greece, who had spoken a language similar to theirs, and absorbed them, strengthening their linguistic basis. Additionally, some Oghur groups arrived and settled in Greece shortly before the Avars and after the collapse of the Hunnic state. On the other hand a number of Oghur and Bulghar groups entered and settled in Greece together with the Avars. All of these factors must had consolidated Turkic as a community language, which was already serving as the language of the administration during the Avar period.

It is a widespread view that the Avars were absorbed by the Slavonic groups. However, there is evidence that this did not happen, at least in some regions. There is a great possibility that in some regions of Greece, the Avars were incorporated into the Bulghar state, which domineered the whole of the Balkans after them, without losing their language. Layers of Turkic peoples, who had poured into the Balkans in general and Greece in particular, entrenched and enrooted the Turkic language in the region. However, the Bulghars inherited the mission of dominating and ruling all of the Slavonic peoples from the Avars, and this mission eventually paved the way to the disappearance of a Turkic community, which evolved over five to six centuries. The Turkic language disappeared together, perhaps before the people, as they were outnumbered by the Slavs and absorbed by them. The Turkic groups of the Hunnic–Avaric–Bulghar period in

Greece were initially Slavicized and later Grecified to a great extent after Byzantine rule was reestablished in Greece.


30'larında ölmüş bir Avar Kağanın Atlı Kurganı - 7.yy - Deri Müzesi-Macaristan
Avar-Turk Kagan - 7th c
Died in his 30's and buried with his horse. Found in 2017.

* Kurgan and horse burials is a Turkish tradition.
(The word Kurgan is not Russian of origin as some scholars claim!)
* Kagan (Kağan) = Etymology Turkish; A title used by rulers-leaders, the meaning can be accepted as king or emperor.
(The word Kagan is not Jewish or Russian of origin as some scholars claim!.. The Surname Kagan is used by many Jewish people, but that does not make them "Jewish ethnicity", or maybe not even Turkish, because of the common use. However, many of them are Turkish, i.e. Khazar Turks. Eventually, the origin of this surname 'Kagan' is Turkish. Turkish ethnicity is not limited with the country Turkey... No... Turk is the surname of all the Turkish tribes (Avars, Huns, Khazars, Kazakhs, Kyrgyz, Uzbeks, Azerbaijans, Oghuzes, Seljuks, Nogays, Karachay Turks, Kipchaks, Cumans, Artiquids, etc.), Turk is the name of the ethnicity, the nation. (for example; Ottoman is not an ethnicity, it's a dynasty name, the name of the leader who establish the Ottoman Empire was Atman, which became Otman, and they belong to Oghuz Group). And the statement of wikipedia about "Kagan (surname)" > "Kagan" is a primarily Russian-Jewish surname which could be derived from the surname Cohen (in Russian the consonant h is replaced with the consonant g)"... is absolutely NONSENSE!



SB