16 Mart 2015 Pazartesi

Truva Canavarı ve İskitler Fosil Avcıları mıydı?











Troya Canavarı'nın fosili Çanakkale'de!


Çanakkale'nin Ezine ilçesine bağlı Kumburun köyü yakınlarında 11 yıl önce deniz kıyısında bulunan fosilin bulunduğu bölgeye ulaşan Troya Kazı Heyeti Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Rüstem Aslan, bu yıl yaz aylarında Troya Antik Kenti ile Bozköy-Hanaytepe ve çevresinde yüzey araştırması başlattıklarını söyledi.


Tübingen Üniversitesi ile birlikte gerçekleştirilen bu çalışmanın Tunç Çağı'nda Troya ve çevresindeki yerleşim sisteminin anlaşılmasına yönelik olduğuna işaret eden Doç. Dr.Aslan, araştırmanın ilerleyen safhalarında oldukça ilginç bir veriyle karşılaştıklarını belirtti.


Ezine'nin Kumburun köyü yakınlarında 11 yıl önce bir fosil bulunduğunu anımsatan Doç. Dr. Aslan, fosile oldukça yakın bir bölgede bulunan Beşik Koyu bölgesinde eski Troya Kazı Başkanı Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann'ın, 1982-1987 yılları arasında kazı yaptığını ve burada son Tunç Çağı'na ait bir mezarlık bulduğunu ifade etti.


Bölgede, Troya-1 ile Troya-6 dönemine kadar bir yerleşim yeri olduğunun bilindiğini kaydeden Doç. Dr. Aslan, ''Troya Antik Kenti'nden 4-5 kilometre uzaktayız, ancak Troya'nın etkisi buralara kadar geliyor. Yapılan çalışmalar artık bize Beşik Koyu'nun, Troya'nın limanı olduğunu gösteriyor'' dedi.


Doç. Dr. Aslan, Troya'ya yakın bir bölgede fosil buluntusunun anlamının ne olabileceği konusunda kendisine sorular sorduğunu ve soruların bir anlamda sonucuna ulaştığını bildirdi.


Fosilin kaya üzerindeki dişlerinin, milattan önce 6. yüzyılda bulunan ve üzerinde Herakles'in Troya Prensesi Hesione'yi Troya Ketosu'ndan (Canavar) kurtarma sahnesinin anlatıldığı betimlemeye oldukça benzediğine dikkati çeken Doç. Dr. Aslan, ''Özellikle fosil buluntularıyla en az 4 bin 500 yıllık Troya mitolojisinin oluşum evrelerinin yeniden anlatımında, Homeros dönemi ile bu dönemden önce, insanlarının mitolojiyle bütünleştirip, birleştirip yeniden yorumladıklarını artık daha net bir şekilde anlayabiliyoruz'' diye konuştu.


Doç. Dr. Aslan, son 20 yılda Troya Antik Kenti ile ilgili yapılan araştırmaların, özellikle Manfred Osman Korfmann'ın kazıları ve diğer Homeros uzmanlarının çabalarıyla Troya Savaşları'nın anlatıldığı İlyada Destanı'nın hayal ürünü olmadığının ortaya konduğunu, gerçek, öz ve bazı doğa özelliklerinin Troya mitolojisini biçimlendirip, bugüne kadar getirdiğini kaydetti.


Troya Kazı Heyetı Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Rüstem Aslan ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Görevlisi Arkeolog Reyhan Körpe bölgeye giderek fosili inceledi.


15-35 MİLYON YILLIK


Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) öğretim görevlisi arkeolog Reyhan Körpe ise yapılan araştırma ve incelemelerin ardından, söz konusu fosilin 15 ile 35 milyon yıllık olduğunun belirlendiğini söyledi.


Bu yıl bölgede Rüstem Aslan ile yeni bir çalışma başlattıklarını bildiren Körpe, özellikle 1998 yılından sonra yurt dışındaki kütüphane çalışmalarında fosille ilgili geniş çaplı araştırma yaptığını ifade etti.



3 BİN YILDIR GÖRÜLÜYOR


Körpe, fosilin bölgede yaklaşık 3 bin yıldan beri görüldüğünü ve insanlar tarafından bilindiğini belirlediğini belirterek ''Birçok antik kaynakta zaten bu fosilden ve bölgede çıkan fosillerden bahsediliyor. Bununla ilgili derinlemesine yaptığımız çalışmalarda, Troya bölgesindeki insanlar tarafından görüldüğü ve Troya mitolojisine girdiği anlaşıldı'' dedi.


Çeşitli vazo resimlerinde bu fosilin Troya Ketosu (Canavarı) olarak adladırıldığını savunan Körpe, şu bilgileri verdi:


''Antik kaynaklardan birisi, bu bölgeden bahsederken burasının antik adı olan Agammia'yı veriyor. Agammia'da, Troya mitolojisinde geçen Herakles'in Troyalı Prenses Hesione'yi kurtarması olayının burada geçtiğini söylüyor. Bu, mitolojide antik vazoda enteresan bir şekilde resmedilmiş. Bahsedilen bu canavar, kayadan çıkan bir fosil kemiği gibi gösterilmiş. Bu da antik kaynakların bahsettiği Troya mitolojisine giren, Troya Ketosu'nun bizim bu fosil kemikleri olduğunu gösterdi. Herakles'in Troyalı Prenses Hesione'yi kurtarmasının resmedildiği antik vazodaki canavar, bu fosildir.''


Körpe, fosilin ve bölgenin Çanakkale'nin en önemli kültür ve tabiat varlıklarından birisi olduğunu, bu nedenle çok kısa sürede koruma altına alınması gerektiğini söyledi.


basın 2009



*Lakin 19.yy'da Schliemann'da Truva kazısında fosillere rastlamış ve İngiltere'ye göndermiştir, Yani ilk bulanlar  bizimkiler değildir...... SB








Miyosen Dönem itibariyle Anadolu plakası ve Arap Yarımadası çarpışarak Bitlis Denizi'nde sular çekilmeye başlar, yükselir ve türler için kıtalar arası geçiş sağlanabilecek bir kara köprüsü konumuna ulaşır. Gerek 23 milyon yıl önceki Memeliler Göçü için gerekse 17 milyon yıl önceki Hominoid Göçü için bir geçiş hattıdır ve toprakları içerisinde Alt Miyosen Dönemden başlayan çok geniş yelpazede inanılmaz güzel korunmuş fosil yataklarıyla kendisini gösterir Anadolu. Bu fosil yatakları üzerinden araştırma yapacak olursak Anadolu üzerinde muazzam derecede geniş bir yelpazede fosil çeşitliliğiyle karşılaşırız.

Türkiye üzerinde Hominoid fosil yataklarından bahsedecek olursak 4 türle bu sınır çizilebilir. Alt - Orta Miyosen ile tarihlendirilen (15 milyon yıl önce) Paşalar bu fosil yataklarından en eskisidir. Paşalar'ı Orta Anadolu da Çandır takip eder. Bu iki yataktaki hominoid fosilleri 2 türle tanımlanırlar. Yaklaşık 10 milyon yıl öncesi ile Ankara Sinap Formasyonu da Ankarapithecus meteai ile karşımıza çıkar ve son olarak Çankırı Çorakyerler 8-7 milyon yıl öncesi fosilleri ile kendisini gösterir. 


Bu lokalitelerin yanında Muğla, Burdur- Elmacık, Sivas- Hayranlı ve Haliminhanı gibi fosil lokaliteleri de mevcuttur.


Bizler kazılarda bu fosil lokalitelerinde hominoid denen primat fosillerinin yanında; Hortumlugiller (Proboscidea), Otçullar (Ruminant), Etçiller (Carnivorlar), Gergedangiller (Rhinoceratidae), Küçük Memeliler (Kemirgenler, Tavşangiller, Böcekciller), Atgiller (Equidae), Domuzgiller (Suidae) gibi ailelere ait evrimsel atasal formlarının fosillerine rastlamaktayız. 


PAŞALAR KAZISI


1965–1969 yılları arasında gerçekleştirilen Türkiye Neojen Linyit Araştırmaları Programı sırasında Paşalar Fosil Lokalitesiyle orman yolu açılırken ortaya çıkmıştır. 1983’den beridir sistemli olarak yürütülen kazıların Kazı Başkanlığını Prof. Dr. Berna Alpagut yapmaktadır.


Paşalar Fosil Lokalitesi Kuzeybatı Anadolu’da Gönen Çanağı diye bilinen havzanın güneyinde, Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine bağlı Paşalar Köyü sınırları içerisindedir. Fosil yatağı köye paralel olarak kuzey-güney doğrultusunda uzanmaktadır.



Alt-Orta Miyosen döneme tarihlendirilen Paşalar Fosil Lokalitesi, Anadolu’nun Neojen sınıflandırmasına göre tanımlanmış, yaklaşık olarak günümüzden 15 milyon yıl eskiye tarihlendirilmiş 12 fauna grubundan birisidir. Bu yatağın tarihlendirmesi yapılırken biyokronolojik yaşlandırmasının yanı sıra ESR (Elektron Spin Rezonans), Doz Haritalama Yöntemi olarak bilinen Uranyum-Toryum değerlerinin ölçülmesi ve Jeokimyasal Yöntemlerden biri olan Paleomagnetizma ile tarihlenme teknikleri kullanılmıştır.


Fosil yatağında ilk kez 1969-1970 yıllarında ünlü Paleontolog H. Tobien sadece iki dönem kazı gerçekleştirmiş ve Primata takımına ait 100’ün üzerinde izole dişe rastlayarak 1977 de ilk yayını çıkarmıştır. 1983’den itibaren sistemli olarak her yıl kazılar Prof. Dr. Berna Alpagut başkanlığında devam etmektedir.


Paşalar fosil yatağının stratigrafisine göre en alttan başlayarak sırası ile konglomera, Alt kalkerli silt, Yeşilimsi Gri ince kum, Üst kalkerli silt katmalarının tabakalaştığı görülür. Fosiller alt ve üst kalkerli silt tabakaları arasına sıkışmış yeşilimsi gri ince-orta kum ünitesi içerisinde korunmuş durumdadır.


Paşalar tafonomisine değinecek olursak, fosillerin gömülmeden önce bir süre, açık bir havada kaldığını daha sonra bu üniteler arasında taşınarak depolandığı görülür.


Paleoekolojisi tropikal ya da yarı tropikal mevsimsel bir iklime bağlı Açık Habitat ve Afrika’nın tropikal ormanlarında yaşayan faunalar ile habitat benzerlik göstermektedir.


Paşalar Faunası, Avrupa, Asya, Afrika ve Kuzey Amerika kökenli 58 türü içeren en zengin bir faunalardandır. Etçillerden, küçük memelilere, Hortumlugillerden, Atgillere, Toynaklılara, Gergedangillere, Domuzgillere, Otçullara ve Hominoidea olarak bilinen Kuyruksuz Büyük Maymungillere ait fosil türler bulunmaktadır.


Carnivorlardan (Etçil) Ursidae (Ayıgiller), Mustelidae (Sansargiller), Hyaenidae (Sırtlangiller), Felidae (Kedigiller) ve Viverridae (Misk Kedisigiller) ailelerie ait örnekler bulunur. Küçük memeliler olarak bilinen Rodentia (Kemirgenler), Lagomorpha (Tavşangiller), Insectivora (Böcekciller) gibi takımlara ait ilk kez Paşalarda görülen örnekler izole dişlerden tanımlanmıştır. 


Daha da görkemlisi Proboscidea (Hortumlugiller) den Gomphotherium paşalerense Paşalar’a özgü bir fil türüdür ve burasıyla özdeşleştirilir. Proboscid takımına ait tanımlanan Deinotherium diye bilinen bir Fil türüyle daha Paşalar’da karşılaşılır. Gergedangiller Paşalar lokalitesinde 2 türle tanımlanır ve Begetherium tekkayai sadece Paşalar’dan bilinmektedir. Bu faunayı dört türüyle Suidae (Domuzgiller); Anhitherium türüyle Equid (Atgiller); sekiz türüyle Ruminantia (Otçullar) takip eder. Ungulata (Toynaklılar) takımına ait de Afroarabistan dışındaki en eski, Paşalardan bilinen toynaklı türlerle karşılaşılır.


Hominoidlere ait fosil kayıtlar da önemli ölçüde izole dişlerden oluşan ve sayısal olarak Dünya Primat Kuşağı üzerinde 1800 lere ulaşan ender örneklerden biridir. Dünya üzerinde böylesine zengin ve eşsiz bir lokaliteyle karşılaşmak ihtimaller dahilinde çok düşük bir derecededir. Ayrıca bu fosiller sadece izole dişlerden oluşmaz; Hominoidlere ait alt ve üst çene (maxilla ve mandibulae), vücut kemikleri örnekleriyle de bilinir.


Doğa Tarihi araştırmak öylesine eşsiz bir çalışma sahasıdır ki fosillerin gün ışığına çıkmasına şahit olmak hatta bir fiil etken olmak, insanın ve onunla birlikte evrilen türlerin varlığına ışık tutmak kelimelerle anlatılan türden değildir.



Gülşah Güler 

Ankara Üniversitesi Paleoantropoloji Anabilim Dalı,
Kaynakça
Prof. Dr. Alpagut, B. 23. Kazı Sonuçları Toplantısı 1. cilt 2001
Prof Dr. Alpagut, B.13. Kazı Sonuçları Toplantısı 1990
Yard. Doç. Demirel, A. “Tafonomik Analizlerde Taramalı Elektron Mikroskobu Kullanımı: Rudabanya ve Paşalar Küçük Memeli Kalıntıları Üzerinde Karşılaştırmalı Bir Analiz”
Gençtürk, İ. “Miyosen hominoidlerni̇n (Paşalar Kazısı) çi̇ğneme di̇şleri̇ni̇n aşinmasi ve kontak yüzleri̇ni̇n morfo-metri̇k etüdü”








Türkiye'de neden dinozor fosili ya da fosil yatakları yoktur? Tüm bu soruların cevabını almak için, jeoloji bilim alanında kabul gören ve her geçen yıl gittikçe geliştirilen, dinozorların yaşadığı geçmiş jeolojik dönemleri de kapsayan palinspastik Dünya haritalarına şöyle bir bakmamız ve incelememiz yeterli olacaktır.


Günümüzden yaklaşık 245 milyon yıl önce, yani dinozorların yeryüzünde ortaya çıkmaya başladığı dönemde kıtaların bugünkü gibi dağınık olmadığı, bir bütün halinde, birleşik olduğu biliniyor. O dönemin kıtasal alanları, Dünyanın batısında Gondvana adı verilen, kuzey-güney doğrultusunda uzanan bir anakara kütlesinden ve doğuda büyük bir iç denizi bir yüzük gibi çevreleyen büyük adalar zincirinden oluşuyordu. Tüm bu kıtasal alanı Pantalassa adı verilen büyük bir okyanus çevreliyordu.


Bunların dışında, karasal alanlar arasında kalan büyük su kütlesinin kuzeyinde, giderek yok olan Paleotetis Okyanusu, güneyinde de yeni oluşmaya ve genişlemeye başlayan Neotetis Okyanusu yer alıyordu. Bu iki okyanusu birbirinden ayıran, kuzeybatı güneydoğu uzanımlı bir okyanus ortası eşik yani yükselti alanı vardı. Kimmer Kıtası olarak adlandırılan adalar zinciri, günümüzdeki karasal alanlara (Anadolu, İran ve Tibet) karşılık gelen küçük adalar yani mikro kıtalar topluluğuydu. Bu adalar zincirine ve onun kuzeyinde ve güneyinde yer alan her iki okyanusa ait plakalar, levha tektoniği kuramına göre saat yönünün tersine, kuzeye doğru hareket halindeydi.


Günümüzden 195 milyon yıl önce Erken Jura Döneminde, Neotetis Okyanusunun daha da büyüdüğü, Paleotetis Okyanusunun ise kuzeyde gittikçe daraldığı ve ülkemizin de içinde yer aldığı adalar zincirinin kuzeydeki büyük kıtaya (Lavrasya) daha da yaklaştığı görülmektedir. Geç Jura Döneminde (152 milyon yıl önce) Paleotetis Okyanusunun tamamen yok olduğu ve Neotetis Okyanusunun bunun yerini aldığı görülmektedir. Gerek bu dönemde gerekse Erken Kretase Döneminde (94 milyon yıl önce) Anadolu'nun da içinde yer aldığı adalar zinciri hâlâ bu coğrafi özelliğini koruyordu.


Günümüzden 66 milyon yıl önce Geç Kretase Döneminde, Neotetis Okyanusu, gelişmeye ve büyümeye devam eden Atlas Okyanusu, Pantalassa Okyanusunun yerini alan ve günümüzde Dünyanın en büyük okyanusu olan Pasifik Okyanusu yerkürenin başlıca sucul alanlarıydı. Bu dönem aynı zamanda gittikçe birbirinden ayrılan ve neredeyse günümüzdeki Dünya coğrafyasının ilk örneği görünümündeki karasal alanların şekillenmeye başladığı bir dönemdir. Ülkemiz bu dönemde de hâlâ küçük çaplı bir ada/adalar zinciri (mikro kıta) olarak varlığını sür-dürmekteydi. Tüm bu süreç, yani dinozorların yeryüzünde hâkim olduğu 180 milyon yıllık dönem, palinspastik haritalar ile karşılaştırıldığında ve günümüzde yaygın olarak bilinen dinozor yatakları bu haritalar üzerine yerleştirildiğinde, dinozorların o dönemlerin büyük karasal alanlarında (Gondvana ve Lavrasya üzerinde) yayılım gösterdiği görülür. Bunun en büyük nedeni doğal olarak o tür geniş karasal alanların, bu tür devasa büyüklükteki canlıların dağılımı, çeşitlenmesi, beslenmesi açısından gerekli imkânları sunmasıdır.


180 milyon yıl boyunca sürekli çok küçük bir ada (mikro kıta) olarak kalan, çevresi okyanuslarla kaplı olan, başta dinozorların yoğun olarak yaşadığı büyük kıtasal alanlardan uzak ve bağlantısız ya da dönem dönem kısıtlı da olsa bağlantılı olan Anadolu coğrafyasında ise beslenme açısından da koşulların uygun ve yeterli olmadığı düşünülürse- dinozorların yaşayamamış olması son derece doğaldır. Bu nedenle günümüzde Anadolu'da, 180 milyon yıllık bu dönemi temsil eden sınırlı karasal depolanma ortamlarından ziyade denizel depolanma ortamlarına ait tortul kayaçlar baskındır. Böylece, yukarıdaki soruların cevabı kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Anadolu coğrafyasında dinozor fosili bulmak son derece zordur, hatta mümkün değildir.

Bilim ve Teknik Dergisi, Mart 2011


Kimmer Kıtası adını Jeolog Prof.Dr.Celal Şengör vermiştir.
Şengör, jeolojide bilhassa yapısal yerbilim ve tektonik dallarındaki çalışmaları ile ün yapmıştır. Şerit kıtaların dağ kuşaklarının yapısına etkisini ortaya koymuş ve Kimmer Kıtası adını verdiği bir şerit kıta keşfetmiştir. Orta Asya’nın jeolojik yapısını ortaya çıkarmış, Kıta-kıta çarpışmasının ön ülkeleri nasıl etkilediği meselesini çözmüştür. 











EKLER:
"TABİAT TARİHİ MÜZESİ EGE ÜNİVERSİTESİ İZMİR" - link
"Türkiye’de fosil araştırmaları ve sorunları" - pdf
"Türkiye’de bir ilk: Mersin ilinde omurgalı fosili Metaxytherium (Deniz İneği) bulgusu" - pdf
"Bitlis'teki mermer ocaklarının birinde, üzerinde çeşitli deniz canlılarına ait fosillerin bulunduğu mermer blokları çıkarıldı". - link
"Türkiye’nin İlk Fosil Ormanı" - link




Batı Karadeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü tarafından 2009 yılında başlatılan ve 2012 yılında sonuçlandırılan "Seben Fosil Ormanının Doğal ve Kültürel Değerlerinin Saptanması ve Uygun Yönetim Planının Geliştirilmesi" isimli proje çalışmalarında ülkemizde bir ilk olarak fosil ormanları ile ilgili geniş kapsamlı bir çalışma yapılmıştır.



Alanın “Fosil Araştırma Ormanı” olarak tefrik edilmesi maksadıyla hazırlanan rapor Bakanlık Makamına sunulmuş ve Bolu ili Seben ilçesinde yer alan toplam 597,48 hektarlık alan sayın Bakanımızın Olur’ları ile “Fosil Araştırma Ormanı” olarak tefrik edilmiştir.



Fosil ormanları doğa tarihinin keşfedilmesine hizmet eden, dünya mirası oluşumlardır. Fosillerin oluşum süreci milyon yılları alan bir süreç olup, yapılacak bilimsel çalışmalarla bizlere geçmiş jeolojik zamanlardaki iklim, bitki türleri gibi konular hakkında bilgiler verebilmektedir.



Ülkemizde ayakta kalabilmiş, yapısı bozulmamış fosil orman oluşumu Seben'de tespit edilmiştir. Seben fosil ormanı sahasında yer alan fosiller toprak erozyonu neticesinde ortaya çıkmıştır.


Ülkemizde, İç Anadolu ve çevresinde yatık vaziyette ve taşınmış fosil ağaçlar fosilleşmenin yoğun olduğu yerlerde bulunabilmektedir. Buna karşın, ülkemizde milyonlarca yıl önce yaşadıkları yerdeki orijinal konumlarını koruyan dikili durumdaki taşlaşmış ağaçlardan oluşan fosil ormanı, şu ana kadar sadece Bolu Seben’de bulunmaktadır.


Yaklaşık 18-20 milyon yıl öncesine tarihlenen ve palmiye, kavak, söğüt, sedir, çam ve sığla gibi ağaç türlerinin taşlaşmış, dikili gövdelere sahip olan bu fosil ormanı, mevcut durumuyla çok nadir bir oluşumdur. Günümüzde Akdeniz çevresi ormanlarının ve ikliminin 18-20 milyon yıl önce Bolu çevresinde yaşandığını gösteren önemli bir alandır.


Fosil Ormanı, turizm olanaklarına imkân sağlayan doğal kaynakların yanı sıra kültürel kaynaklara da katkı sağlayacaktır. Fosil ormanına çok yakın Kaya Evleri bulunmaktadır. Ayrıca Orta Bizans (MS 9.-13. yüzyıl) döneminden kalma kilise, kaya evleri ve peri bacalarıyla Çeltikdere kanyonu bakirliğini korumaktadır.


Bu gibi sahalar dünyanın birçok yerinde korunmaktadır. Ayrıca, yerel yönetimin ve halkın etkin katılımının sağlandığı, bilim ve eğitim faaliyetlerinin yapıldığı, araştırmacıların ve üniversitenin desteklediği ve AR-GE çalışmalarının yapıldığı alanlar olarak hizmet vermektedir.













GRİFFONLAR 

M.Ö. 3. binden itibaren Mezopotamya, Suriye ve Mısır sanatlarında rastlanan karışık yaratıklar tanrıların insan şeklinde görülmesiyle ortaya çıkarlar. Tanrısallıklarını vurgulamak için doğaüstü bir şekilde gösterilirler. Yeryüzü ve gökyüzünün en güçlü hayvanlarının birleşimiyle oluşurlar ve dayanılmaz bir güce sahiptirler. Grifon da bu yaratıklardan biridir. 



Aiskhylos’un ‘Prometheus’unda ve Heredot Tarihi'nde sözü geçen bu efsanevi varlığa Yunanca’da gryps denir. 



Hyberboreliler ülkesinde İskitlerin elinde bulunan kutsal altınlara bekçilik eden grifonlar tek gözlü Arimaspes tarafından saldırıya uğrar. Aiskhylos, ‘havlamaz, uzun gagalı, kanatlı köpek’ olarak tanımladığı grifonların Apollon’un ve diğer tanrıların takipçileri olduğunu yazar. Cteias’a göre kırmızı göğüslü, siyah kuştüylü grifonlar, Hindistan dağları üzerinde bulunan saklı hazineyi korurlar. Ayrıca grifon Yunan'da Nemesis’le birleştirilir ve Dionysos’un şarap çanağının muhafızıdır.



Hayali bir varlık olan grifon, kanatlı veya kanatsız aslan vücuduna, genellikle kartal olan büyük kuş başına, gagaya ve at veya eşek kulağına sahiptir. Korkulan, saygı duyulan, asil, uyanık, hızlı, güçlü ve sadık gibi iyi nitelikleri yanında günahkar, yırtıcı, hasis, vahşi, obur ve gaddar gibi olumsuz özellikleri de vardır. Diğer karışık hayvanlar gibi yaşayıp, çocuk yetiştiren ve ölen grifon kanatlarıyla kuş gibi uçup dört ayağıyla da yürüyebilir. Diğer bir çeşidi insan vücutlu, kuş başlı ve kanatlı grifon-demon’dur...



Grifonun ana yurdu Mezopotamya’dır ama Giritlilerin dini tasvirlerinde, Miken’de ve Yunan dekoratif sanatlarında ve Mısır’da, İran’da, Anadolu’da ve Suriye’de önemli bir şekilde yer alır. 



Mezopotamya’da kuş benzeri memeli hayvanlar M.Ö. 4. binden beri bilinir. Uruk ve Cemdet Nasr dönemlerine ait olan Susa’dan silindir mühürler arasında bilinen tek grifon erkek aslan yelesiyle bir kuş kafasına sahiptir ve bu dönemin diğer yaratıkları gibi iz bırakmadan kaybolmuştur. 



Ur’dan bir silindir mühürde Akad’ların tahta tekerlekli savaş arabasında hava tanrısı görülür. Buradaki kanatlı, kuyruklu ve ateş tıslayan ejderha pençeli yaratık Asur İmparatorluğu’nun sonuna kadar hava tanrısının yanındadır. Grifon savaş arabasını çeker ama savaşçı bir tip değildir. 



Orta Asur sanatında çok popüler olan grifon–demon M.Ö. 883-859 yılları arasında hüküm süren Asurnasirpal’in sarayının özel kısımlarında kabartmalarda görülür. Nimrud’dan bir taş rölyefte grifon-demon temizlik için elinde bir kova ve kozalak taşır. Kabartmanın ortasındaki yazıtta kralın fetihleri yazılıdır. Asur saraylarının duvarlarında ve mühürler üzerindeki bu grifon-demon kutsal ağaçta bulunan hayati gücün korunmasıyla görevlidir. 



Bazen kral Tukilti-ninurta’nın mühründe olduğu gibi bu görevi krala nakledip onun arkasında durur. 3. Tiglatpleser’in (M.Ö. 744-727) Suriye’de saraylar yaptırmasından sonra Asur duvar resimleri Kuzey Suriye sanatından izler taşır. Resimlerde ve kabartmalarda kapılarda muhafız yaratıklara yer verilir. 



Grifon ve grifon-demon muhafız görevini ellerinde tutmalarına rağmen daha az önemli durumlarda da -süsleyici unsur olarak- bulunurlar. Bu yaratığın Asur’da görevi açıkça anlaşılmadan önem kazanır. 



Asur’dan bir mühürdeki beş grifondan biri çift kartal başlıdır ve ateş solur. Diğer çift ayaklarıyla onların kanatlarını kaldırır. Dik duran komşu çift ise kanatlı bir güneş diskini kalkık kollarıyla desteklerler. 



İçlerinde yalnızca çift başlı yaratık insan vücutluyken (grifon-demon) diğerleri aslan vücutludur...



Artemis'in eteğinde, Apollo tapınağında griffonlar görülür. Bu Artemis ve Didim Apollo tapınaklarının (aynı zamanda banka) koruyuculuğunu yaptığını belirtir.




Kaynak: 

Azra Erat Mitoloji Sözlüğü








İSKİTLER FOSİL AVCILARI MIYDI?


2000 yılında Standford Üniversitesinden Adrienne Mayor'ın "The First Fossile Hunters- İlk Fosil Avcıları" kitabı yayımlandı. Kitapta dinozor fosiilerinden efsanevi grifon yaratıklarına bağlantılar kurdu.


Orta Asya'da MÖ.binlerde altın madenlerini işleten İskitler grifonlarla ilgili hikayeler anlatırdı, aslan heybetinde, kartal gagalı, pençeli grifonlar altın madenlerine bekçilik yapardı.



İskitler mutlaka bu fosillerle karşılaşmış olmalı, özellikle Protoceratops, Turanoceratops, Sinoceratops ile. İskitlerin doğu ve batı eksenindeki göçleri , ticari ilişkileri ve kültürel etkileşimleri ile bu hikayeler dilden dile dolaştı. MÖ.700 lere gelindiğinde artık eski kıta sakinlerinin hepsi bunlardan haberdardı.



İlk grifonlar ve diğer dinozor benzeri yaratıklar Sumerliler zamanından beri biliniyor. Fosiller uygarlıkların efsanelerine zenginlik katarak, tüm zanaatlarda kullanılmıştır.


















THE MONSTER OF TROY 

In a small glass case in the Boston Museum of Fine Arts , a strange creature lurks on an ancient Greek vase. This vase painting, made in the famous pottery center of Corinth in the sicth century BC. is known to art historians as the oldest illustration of the story of the Monster of Troy, a creature described in Homeric legends. But the animal on this particular vase troubles specialists in Greek art, because it doesn't fit the typical monster image.



The Monster of Troy was already an old tale when Homer retold iti n the eight century BC. In that legend a fearsome monster suddenly appeared on the Trojan coast after a flood. It preyed on the farmers in the neighborhood of Sogeum. The king's daughter, Hesione, was sent as a sacrifice to appease the beast, but Heracles arrived in time to kill it.



The vase painting shows Hesione and Heracles confronting the monster ; she hurls rocks from a pile at her feet while Heracles shoots arrows. Two of Hesione's rocks have struck home - there is one just under the eye and another lodged in the creature's maw- and one of Heracles' arrows is stuck in the jaw.



A Fossil Relic at Troy


In the course of his famous excavation of the burned ruins of Bronze Age Troy in 1870-80, Henrich Schliemann came upon "a very curious petrified bone" near area of human burials in carthenware urns. 
The fossil had been carried to the city in the thirteenth century BC., the time of the legendary Trojan War, and during Troy's earliest contacts with the rest of Anatolia, the Aegean, and north Syria.


Schliemann sent bone to William Davies of the Fossil Department of the British Museum in London. Davies identified it as the mineralized vertebra of an extinct Miocene cetacean. 
Noting that the ancients often transported such "objext of attraction" long distances, Davies concluede that the bone relic was obrained "from a Miocene tertiary deposit either in the Troad" or perhaps from further afield.


Schliemann's discovery that ancient Trojans collected an unusual petrified bone was eclipsed by his spectacular discoveries of gold jewelry and other precious Bronze Age artifacts. But for us, the material evidence of fossil gathering in Bronze Age Troy adds a new dimension to Pausanias's story of the enemy seer captured by the Greeks during the Trojan War. 



The Trojan seer predicted that the Greeks' fossil relic of their hero Pelops would prove to have magical power. Schliemann's find suggests that the concept of numinous fossil relics was indeed familiar to the Trojans of that era. 
More than a century after Schliemann shipped the fossil vertebra to the British Musuem's Fossil Department for identification, David Reese suggested to me that the Trojan relic might still be stored there. Sure enough, curator Andrew Currant confirmed that the bone was in London, available for further study.


Examination of the fossil might reveal the origin and species, allowing us to know whether it came from the vicinity of Troy, where huge Miocene fossils excited interest in antiquity, or from farther away, perhaps, recovered from a bone bed near the Black Sea or Ionian coast, an Aegean island, or even from the Ororntes Valley in Syria during Troy's earliest contacts with those places.






ARE THE SCYHTIANS THE FIRST FOSSILE HUNTER ?


In 2000, Adrienne Mayor, a historian at Stanford University, published a ground-breaking book The First Fossile Hunters, which makes the link between fossils of extinct animals (such as dinosaurs) and mythical animals (such as the griffin). More specifically, she states that Scythian nomads, who were mining gold in the Central Asian area in the first millenium BC told stories about the griffin, a fierce, eagle beaked, lion sized animal that wondered around in their mines, guarding the gold.



She states that these Scythian miners must have found skeletons of the Protoceratops dinosaur , and that these descriptions were known to Greek traders shortly before 675 BC (the Regolini-Galassi tomb was build around 675-650 BC). In the foreword of the second edition
(2010) of this book, she also notes that other similar dinosaurs have been excavated in the Central Asian region such as the Turanoceratops (published in 2009) and the Sinoceratops (published in 2010).  


When comparing the reconstructions of these animals with the Scythian, Greek and Etruscan depictions of griffins, we come to very interesting conclusions.



from, The First Fossil Hunters: Adrienne Mayor








ARİMASPİ'YE SALDIRAN GRİFON

"Herodot Skifler arasında arimaspi adında insanların olduğunu söyler ve bu sözün manasını "tek gözlü insanlar" diye tercüme eder, etimolojisini şöyle verir: 
Skiflerde arima - "bir" ve spu "göz" manasını verir (IV. 27). 

Malum olduğu gibi, tek gözlü insanlar tabiatta yoktur. Onlar iki gözü beraber dururmuşçasına kısık gözlü olmalılar. Bu şekilde, asimaspi Türkçe iki kısımdan oluşur: 
Arım "yarım" ve sepi "göz", "kısık göz" karşılaştır: cipi küz ~ sipiküz)."

Ya da; demircilikte çalışanlar maske kullandıkları için gözleri tekgöz gibi görünür....




























Pazırık Kurganından Keçe/Eyer










NOT: 
Schliemann daha önce bulmamış mıydı? 
Hatta British Müzesi'nin Fosil bölümüne gönderilmişti..... 
Memleket "Fosil" kaynıyor...
Doğru düzgün bir müzemiz bile yok !





The Scythians/Saka  = the Huns  = the Turks 




___________