28 Mart 2015 Cumartesi

LİKYA ; GÜNEŞ İLE DENİZİN BÜYÜLÜ BULUŞMASI






“…bu toprakların şimdiki yoksulluğu ve terk edilmişliği bir yana, sahip olduğu birçok antik dönem kalıntısı; onun bir zamanlar antik dünyanın en kalabalık ve en bahtiyar bölgelerinden birisi olduğunu anlatır…” - William Martin Leake, 1800


“25 yıllık keşiflerime baktığımda en zevkli yolculuklarımı Likya’da yaptığımı anımsıyorum. Bu ülke başka yerlerde dengi olmayan bir etkiye sahiptir Manzara muhteşemdir. Ay ışığında başka bir evren olur…” - George E. Bean, 1952 – 1966.


“Tanrı ve insan bir olup Likya’yı yaratmış. İnsana boşluğu duvarlarla sınırlamak mekanlar yapmak düşmüş. İstemiş ki evinde kendisi, kamu binalarında yönetimi, tapınakta tanrısı, onurlansın. Tanrı da tüm bunlar için cömertçe malzeme sunmuş insanına: taş sunmuş, çamur sunmuş, ağaçların en iyisini sunmuş. Üstüne üstlük eksilmez ışık düşürmüş üstlerine. En mavi denizi de değdirmiş eteklerine. Tanrı ve insan bir olup Likya’yı yaratmış” - Nevzat Çevik 2000






LUKKİ ÜLKESİ HALKI


"Likya ismi ilk kez ‘Lukka’ olarak Albright’ın, Mısır’ın Orta Krallık Dönemi Byblos metinlerinde görülür. Sonra da, Kıbrıs Kralı’nın Mısır Firavunu Akhenaton’a Lukka halkını şikayet ettiği Amarna arşivinde bulunan 1375 tarihli mektupta, halktan “Lukki Ülkesi halkı” olarak bahsedilir. Bölgeden ve bazı kentlerinden Hititçe adlarıyla bahseden Yalburt metinleri ile ilk kez Lukka’nın yeri tam olarak belirlenmiş olur. Bu dönemde Lukka ülkesi ve bölgenin Bronz Çağ halkı Trmmililer, Hitit kontrolü altına girmiştir. Yazılı belgelerin yardımıyla ‘Lukki’ ya da ‘Lukka’nın, Hititçe’de ‘ışıldamak’ anlamına gelen erken isim olduğu artık bilinmektedir. Bu ismin kökeni, Latince’deki ‘lux’-‘ışık’a kadar gitmektedir (*). Hellenlerin Likyalıları ‘Lykoioi’ olarak adlandırması da bundan kaynaklanır. Luvice kaynaklı Lukka ismi, yerini Likya’ya bırakır. Dünyanın her yerindeki kural bir kez daha çalışmış, toprak ve üstündekilerden önce ad değişmiştir." Prof.Dr.Nevzat Çevik



* "Aslında klasik bakımdan LUKİYA şekli daha doğrudur. Sözün kökünde LUK-os KURT kelimesi vardır."  Elşad Alili - Institution of Linguistics, Azerbaijan)



"Tesadüfen Tlos’ta bulunan balta yanında, 1989’da Kyneai’da bulunan taş balta ve Patara’da en dip kazı katmanında ortaya çıkarılan taş balta, merkezi Likya’nın Bronz Çağa kadar indiğini göstermektedir. Karataş-Semahöyük bulguları da 3. bin yayla kültürlerine ilişkin önemli belgeler sunar. Gelidonya Burnu ve Uluburun’da bulunan 14. ve 12. yüzyıllara tarihlenen batıklar, büyük limanlara sahip önemli kıyı kentlerinin Bronz Çağındaki işlerliğine tanıklık etse de, Klasik Çağ ve öncesinde denizciliğin ve dolayısıyla limanların ve de liman kentlerinin çok da önemli olmadığı düşünülmektedir. 

Buna rağmen Likya kıyılarında mutlaka yerleşimler kurulmuş olmalıdır. Çünkü denizdeki tekneler, Bronz Çağ gemiciliğinde günlük menziller kat edebiliyorlardı ve bu nedenle de sık sık sahildeki yerleşimlere demir atmak zorundaydılar. 
Gagai–Mavikent yüzey araştırmalarında, mağara içinde in situ olarak korunmuş bir şekilde bulduğumuz İlk Tunç Çağı seramiği, ilk kez, Gelidonya Burnu için en geç Bronz Çağın yerleşim başlangıcı olarak gösterilmesi gerektiğini kesinlikle ortaya koymaktadır. Ksanthos, Patara, Limyra ve Rhodiapolis gibi yerleşimlerde, kazılarda elde edilen seramik veriler MÖ 8. yüzyılı çoktan geçmiştir.

Rodos kolonizasyonunun etkin olduğu MÖ 7. yüzyılda Likya’da da Phaselis gibi bazı kentlerin önem kazandığını biliyoruz. Bu dönemde Anadolu’da Lidya egemenliği söz konusudur. Ancak, Herodotos’un bildirdiğine göre Likya ve Kilikya topraklarının büyük kısmı, bu yeni egemenden kurtulacak kadar da güçlüdür. Anlaşılan Kroisos’un işgal alanı içerisinde bulunmamaktadır. Likya’nın Demir Çağı şimdilik tam aydınlanamamıştır. Kazıların sürmesiyle bu dönem de belgelenecektir. Bu dönem karanlığında sorun, özellikle seramik kriterlerinin tam oturmamış olmasından kaynaklanır. Toprak altından öte, kazı depolarındaki soru işaretli birçok örnek bile, belki de, ileride bu döneme verilecektir. 

Likya’nın bağımsız günleri, 540’da İonia’dan başlayan Pers işgali ile biter: Tarih yeniden yazılmaya başlar. Yıl 545’tir. Artık, ülkenin tek egemeni Harpagos’tur. Bazı kentlerin sadece ölüsüne egemen olabilmiştir Satraplar:  Başkent Ksanthos’un kent ve insanlarıyla birlikte intiharı seçişinde destanlaşmıştır Likyalı direnişi.

Persler’in başlangıçta kanla ve baskıyla egemenlik sağladığı izlense de, bazı Likya kentlerinin Pers düşmanlarıyla birlik olup savaşmaları bu egemenliğin sonradan zayıfladığını gösterir. Anlaşılan, tek başına karşısında duramadıkları bu yeni gücün sınırsız hakimiyetini, yandaş bularak azaltmışlardır. MÖ 540’tan itibaren Akhamenid Krallığına vergi ödeyen ve MÖ 480’de Kserkses’in Yunanistan işgali için başlattığı sefere 50 gemiyle katkıda bulunarak kimin yanında olduğunu açıkça gösteren Likya, bu dönemde Pers egemenliğindeydi. 
Herodotos, bu sefere katılan Likya askerlerinin göğüs ve bacak zırhı, kızılcık yaylar, kamıştan oklar ve mızraklar ile kama ve palalar kullandıklarını, omuzlarında postlar ve kuş tüyünden başlıkları bulunduğunu yazar. (! - Altın Adam kurganından çıkan yüzük üzerindeki betimleme ya da Mısır'a saldıran "Deniz İnsanları"nın başlarındaki gibi...SB)


Bilinen en erken Pers hanedanı (dinastı) Kheziga’dır (MÖ 526-525). Bu hanedan, MÖ 526’dan MÖ 380’e kadar Ksanthos’un egemen ailesidir. Son hanedan Kherei (MÖ 410 – MÖ 390) ile birlikte Ksanthos, Likya üzerindeki söz sahipliğini yitirmeye başlar. 
Erbbina’nın (MÖ 390 - MÖ 380) atandığı Telmessos, batıda egemenlik merkezi olur. Pers egemenliğinde bazı Likya prensleri kendi adına sikke basmaya devam ederler. Kuprilii bunların içerisinde hanedanlığını en uzun sürdürendir. Bu prens, olasılıkla, Pers ordusuna yol gösteren Kybernikos olmalıdır. 

Takvimler MÖ 370-360’ı gösterdiğinde, Büyük Satrap Ayaklanması yaşanır. Likyalılar krala başkaldıran satraplarla aynı cephede yer alırlar. Bu arada Karia Satrabı Maussollos usta bir manevrayla kazanacak gücün yanında yer alır. Bu çıkarcı manevrası sayesinde Kral Artakserkses’ten Likya armağanı sözü alınır. 
Kimon’la birlikte Likya tarihi tekrar değişir. Attikalı komutan, Eurymedon Savaşı’nı kazanıp Karia ve Likya’yı Perslerin elinden alır ve Attika-Delos Deniz Birliğine katar. Tarih ilerledikçe – tüm güçsüz küçük bölgeler gibi - Likya’nın sahipleri sürekli değişmektedir. Ama Likya’nın durumu aslında değişmemektedir: Vergiler Persler’e değil artık Yunanlılara verilmektedir. Bu dönemde değişen yönetim biçimidir: Kent meclisleri ortak kararların alındığı karar makamı rolünü egemen feodal güçlerden almıştı. Likya iki büyük egemen güç arasında sıkışmıştı.

MÖ 449’da Kalias Barışı ile bu sıkışma biraz da bölünmeye dönmüştü: Artık Pers gemileri Gelidonya Burnu’na kadar ilerleyebiliyorlardı. Batı Anadolu kıyılarının işgali için kurulan Delos Deniz Birliğine ödenen vergilerin MÖ 446’dan itibaren kayıtları bulunmaktadır. 
Kimon aracılığıyla Birliğe dahil olan Likya’nın birlik üyeliği kısa ömürlü olur (MÖ 452-445). Zaten, Birlik üyeliği de ekonomik birlikten öteye gitmez. Peloponnes Savaşı’na katılmayarak bunu gösterir. Peloponnes Savaşı’nın giderlerini karşılamak için Likya’ya gelen Melesandros, Likya’da ölür.

Atina’nın Sparta’ya karşı yenilgiye uğradığı Peloponnes Savaşı sonrasında artan birlikten ayrılma eğilimi nedeniyle Likya’yı cezalandırmaya gelen komutanın ölümüyle, Likya üzerindeki Atina etkisi MÖ 429’da kaybolur ve Delos Birliği de biter. Perslere ikinci kez egemenlik sırası gelmiştir. Likya tekrar Pers egemenliğine girer: MÖ 358’e kadar sürecek bu dönemde, Likya’da imar ve sanat yoğun bir süreç yaşar. Şaşırtıcı olan, Yunan ve Pers arasında sürekli el değiştiren Likya’nın bu baskı altında nasıl bu denli yüksek ve özgün bir sanat yarattığıdır. 

Çünkü sanatına bakıldığında, kattıklarının aldıklarından daha az olduğunu söylemek zordur. Bu sanatsal zenginliği yaratan olgu, belki de geliş gidiş zenginliğidir. Özgürlüğün güzelliği ve değeri zorluğundadır; kolay ele geçmeyişindedir.  Çünkü bağımlı olan herkes, aynı zamanda tepedeki bağımsız azınlığın gücünü oluşturduğu için, özgürlüğün ve buna karşı durmanın yolları hep kanla çizilmiştir. Bu sonuçtandır, Tlos’un Ortaçağ beyine Kanlı Ali Ağa denmesinin nedeni. Beşkaza’ya ayrı emniyet atamak zorunda kalan Osmanlı yönetimine dek sürer bu zapt edilmezlik. 
Belki de sadece bu nedenle doğru olabilir, Atinalı İsokrates’in söyledikleri: “Persler hiç bir zaman Likya üzerinde sürekli egemen olamamıştır”. 

Harpagos sonrası dönemin seramik bulgularının Pers geleneğinde görünmemesi nedeniyle, Likya’daki Pers varlığı hep azımsanmıştır. Perikle’nin, Pers Satrabı Arrtumpara’yı Ksanthos vadisinden atmasıyla yerli egemenliği tekrar kazanılır. Ancak “yabancı” kimdir bilinmez.  Çünkü Mausollos’tan İskender’e ve Rodos’a kadar sık sık el değiştirir Likya. Ta ki, Likya Birliği sürecindeki ayrıcalıklı bağımsızlığa kadar… 
Likya’nın bağımsızlık savaşının ilk etkileyici lideri Perikle’dir. Karia satrapı Mausollos’a karşı, dağınık Likya güçlerini bir araya getirerek verdiği savaşla Likya Birliği, hayallerini gerçeğe dönüştürmek isterse de, kaybeden taraftadır. Pers Kralı Artakserkses Likya topraklarını ödül olarak işbirlikçisi Karia kralına verir. Artık dinastik (hanedanlık) düzenin sonu gelmiş ve Pers gücü çözülmüştür.

İskender Likya’ya girdiğinde hemen hemen hiçbir önemli Pers direnişi ile karşılaşmadan kentlere sahip olmuştur. Büyük İskender, yandaşı Nearkhos’u atayarak eski satrap yönetim biçimini sürdürmüştür. İdari olarak bir yenilik getirilmemesine karşın, yarımadanın kültürü, bu yeni dönemde yeni değişiklikler yaşamıştır. Bunların en radikali kültürel işgaldir: İskender, Anadolu halklarına Eski Yunanca konuşma ve yazma zorunluluğunu getirmiştir. Ardılları da bu kültür politikasını sürdürmüştür. Küçük Asya’daki Hellenizasyon, İskender’in askeri işgaliyle değil, aslında dil ve yazı mecburiyeti getirmesiyle söz konusu olmuştur. Ve öylesine de kalıcı olmuştur ki, Roma dönemi yazıtlarının çok büyük çoğunluğu da Latince değil, Eski Yunanca yazılmaya devam etmiştir. 


"Likya topraklarına yönelik egemenlik isteklerinin ardı arkası kesilmez. Çünkü Ege ve Akdeniz’e sahip olmanın yolları, Likya limanlarından geçer. Dahası, Elmalı sedirleri ve çamlar diğer değerli ürünlerle birlikte Likya dağlarının vadilerinden sahile indirilip limanlardan sevk ediliyordu. Bu limanların güney-doğu Likya’daki en önemlilerinden ikisi, bugünkü Rhodiapolis’in bulunduğu bölgede Finike Limanı ve Melanippe (Karaöz) limanlarıydı. Rhodiapolis’in en yakınındaki önemli liman, Finike (Phonikus) idi. Ancak Melanippe ve Atrasas limanları da diğer pek çok liman gibi bölgeye hizmet vermekte ve trafik yanında zenginliği de arttırıcı unsurlar olarak önem taşımaktaydılar.

Akdeniz sahillerinin en önemlileri ise Patara ve Andriake limanlarıydı. Limanlar zinciri ve doğu ile batısındaki limanlarla güçlü bağlantıları Likya’yı geniş bir egemenlik için vazgeçilmez kılmaktaydı. Likya sahillerinin egemenlik yolu olduğunu fark eden Büyük İskender, tüm Likya’ya egemen oldu. Artık Likya’nın kendi kendini yönetebilme şansı bitmişti.


İskender’in Babil’de ölümünden (MÖ 323) sonra Likya topraklarına önce Makedonlar girer. Daha sonra 310’da Likya topraklarına giren Ptolemaioslar 309’da güçlü filosuyla önce Phaselis’i ardından da Likya’yı fetheder. Burada, Diodoros’un, Phaselis’i Likya’dan ayrı olarak anmış olması ilginçtir. 


MÖ 301’de de Lysimakhos egemen olur.  Egemenlik sık sık el değiştirir:  Likya MÖ 279-78’de Antiokhos I’in,  MÖ 278-77’de Ptolemaios II. Philadelphos’un kontrolündedir.  MÖ 197’de ise sırada Seleukoslar egemenliği vardır. 


Antiokhos III, Likya’nın özellikle de Myra, Andriake, Patara, Phaselis ve Limyra’nın alınması üzerinde durur. Çünkü bunlar en önemli limanlardır. Temeli ekonomiye dayalı bir memuri yönetim anlayışıyla Hellenistik Dönem Likya’sında aristokrasi yeniden güç kazanır. Suriye Kralı III. Antiokhos’un Anadolu’yu ele geçirme serüveni, MÖ 189’daki Magnesia Savaşı’nda yenilmesiyle son bulur.


Savaşın ardından imzalanan Apameia Barışı (MÖ 188) sonrasında Romalılar (Telmessos hariç) tüm Likya’yı Rodos’a armağan eder. Ancak, bu dönemde Likya’da büyüyen şiddetli hoşnutsuzluk, 22 yıl sürecek bir başkaldırı dönemini başlatır. Rodos Kongresi’nde Likyalılar, Rodos’a boyun eğmektense her şeye katlanacaklarını bildirmişlerdir. Anlaşılan bir eşya gibi armağan edilmiş olmak hoşlarına gitmemişti. Bunun bedelini Rodos’la yaptıkları ilk savaşı (MÖ 187) kaybederek öderler. Rodos’un Likya işgali karşısında da ilk kez MÖ 168/167’de Likya Birliği kurulmuş oldu. Bu dönemde Rodos’un Roma nezdinde gözden düşmesi ve topraklarını kaybetmesi ile düştüğü ekonomik çöküş Likya’nın palazlanmasına yorulur.


Anadolu’nun her bir yanı Roma eyaleti olurken Likya MS 43 yılına kadar bağımsızlığını sürdürür. Likya, Anadolu’da en son Roma eyaleti olan bölgedir. Gerçek bağımsızlık ise MÖ 81’de Sulla tarafından verilir ve Likya ilk kez “Hür Devlet” konumunu ancak kazanır. Bunu da Mithridates Savaşı’nda Roma’yı desteklemesiyle kazanmıştır. Anadolu’nun belki de ilk bağımsızlık savaşlarını veren Pontos Kralı Mithridates VI. Eupator MÖ 88-89’da Anadolu’nun büyük bölümünü egemenliği altına alır.


Anadolu kentlerinin çoğu Pontos kralına isteyerek kapılarını açar. Hatta Efes gibi bazı kentlerde Mithridates’e yaranmak için Roma onuruna dikilen heykel ve anıtları yıkmışlardır. Likya gibi bazı özerk bölgelerdeki az sayıdaki bazı kentler ise, müttefik Roma gücüne sığınarak direnmekteydiler.


Roma’nın Doğu Akdeniz’deki en büyük donanma gücü olan Rodos Adasıydı. Ancak Rodos tarihsel dersini iyi almış ve Mithridates’e karşı bayrak açmıştı. Rodos MÖ 88 yılındaki ada seferine karşı Likyalıların yardımıyla savunma hazırlıklarını yapmıştı.


Likya’dan gönderilen Pataralı Artapatos’un oğlu Amiral Kreinolaos komutasındaki gücün ilk görevi, Mithridates’in yola çıktığı Kos Adası’nı gözetlemekti. Şiddetli savaş sürecinde, Rodos’un yüksek deniz yeteneğinden öte iki önemli olay Mithridates’in kaderini ve Rodos’un şansını belirlemişti. 


Bunlardan biri, krala yardıma gönderilen güçleri taşıyan nakliye gemilerinin Kaunos açıklarında fırtınaya yakalanması, diğeri ise kuşatmada saldırı kulesi dev sambukenin devrilmesi idi. Kuşatma gücü bırakıp Rodos’tan Likya’ya hareket eden Mithridates, Likya Birliği donanmasının bulunduğu, Birliğin başkenti Patara’ya hareket eder. Bu mücadelede Rodos’un yanında Mithridates’e karşı savaşan Likya, Roma tarafından, Sulla’nın zaferinden sonra “Roma’nın dostu ve müttefiki” olarak ödüllendirilir. MÖ 82’de Balbura, Bubon ve Oinoanda’nın birliğe katılması bu ödüllerden biridir.



MÖ 1. yüzyıl başlarında bölgenin başına dert olan Zeniketes, Romalı bir komutan olan Servilius İsauricus yardımıyla MÖ 78-77’deki savaşlar sonucu Likya’dan atılır. Bunun sonucunda korsanlık döneminde Zeniketes’in yuvaları olan Olympos ve Phaselis Likya Birliğinden atılır. Korsanlığa karşı savaşan ve uygar davranışları nedeniyle Roma kaynaklarınca övülmüştür.


Brutus’la bağlantılı olarak sancılı dönemler geçiren Likya, Augustus ve Tiberius zamanında Roma’yla ilişkilerin oldukça iyi olduğu bu imparatorlara adanan anıtlardan anlaşılmaktadır. Hatta Tiberius, Myra halkı tarafından yaşamı boyunca “tanrı” ilan edilerek onurlandırılmıştır. Aynı biçimde Germanicus da heykellerle onurlandırılmıştır. 


Myra halkı Germanicus ve Agrippina için “kurtarıcı, velinimet” olarak anmışlardır. Likya ilginç bir şekilde imparatorluk sınırlarına dâhil edilmekte çevresine göre çok gecikmiştir. Oysa deniz taşımacılığının alternatifsiz olduğu o dönemlerde çok önemli limanlarıyla Likya, İmparatorluk için de önemli olmalıydı. 


Bunun nedeni, bir Roma eyaleti olmadan önce de güvenilir ve sorun yaratmayan bir müttefik olarak bir eyalet gibi davranmış olmasındadır. Ancak bu “sorunsuzluk” bittiğinde bölgede iç karışıklıklar başladığında Roma’nın Likya’ya el atma zamanı da gelmişti. Güvenlik için kurulmuş olan Likya Birliği artık çalışmıyordu.


Ekonomiyi ve politikayı ellerinde bulunduran zengin ve güçlü Likya aileleri ile güçten pay alamayan diğer aristokratlar arasında çıkan çatışmalar yaygın bir iç anarşiye dönüşür. Resmi yetkilerin tümünü ellerinde bulunduran ileri gelenler, İmparator kültüne de büyük önem vererek İmparatorluktan güç almaktaydılar. Bunların karşısında da Roma karşıtı olan ve tabandan destek bulan diğer üst sınıf bulunmaktaydı. Bu büyük iç karışıklıkta ölümler, talan ve gasp en yoğun biçimde yaşanmaktaydı. Ölenler de –her ne kadar Roma vatandaşı olarak anılsalar da- Roma vatandaşlığını almış yerlilerdi. 


Zaten Likya, yabancı azınlığın çok az olduğu bir bölgeydi. Korsanlık sürecinde Likya’yı uygarlığıyla Kilikyalılardan ayıran özellikleri bu dönemde kaybolmuştu. Artık iç savaş vardı. İmparator Claudius, en iyi komutanı Quintius Veranus komutasındaki askeri müdahaleyle bu duruma son verdi ve MS 43 yılıyla birlikte Likya Roma’nın bir eyaleti oldu. 


Artık Birlik kararları Roma’nın bölge valisi tarafından onaylanmadan uygulanamıyordu. Likya’ya verilen ayrıcalıklı bağımsız haklar çoğunlukla ellerinden alınarak yüksek bir kontrol mekanizması uygulanmaya konulmuştu.


Sezar’ın öldürülmesinden sonra, Senato Brutus’u Girit Adası’na sürer. Brutus da güçlenmek üzere kentlere baskınlar düzenler. Hedefte Likya’nın metropolleri de vardır. Oinoanda gibi gönüllüce Brutus’tan yana olanların olmasının yanı sıra çoğunlukla ya zorla ya da gönülsüzce teslimiyetler yaşanır. Rodoslular gibi Likyalılar da Sezar’a olan saygılarından Brutus’a karşı cephe almışlar ve Naukrates liderliğinde ayaklanmışlardır. 


Ama özellikle Ksanthos vadisinde gerçekleşen bu karşı koyuş başarısız olur. Sikkeler üzerinde Brutus’un zaferini simgeleyen tropaion ve esir alınan Likyalılar vardır. 


Bir Brutus sikkesinin arka yüzünde, trophaion altında betimlenmiş olan iki gemi pruvasından biri, Cassius’un Rodos işgalini diğeri de Lentulus Spinther’in Myra-Andriake işgalini simgeler.


MÖ 46 yılında Roma ile Likya arasında yapılan anlaşmaya göre, Likyalılar Roma düşmanlarını sınırlarında barındırmayacak, birbirlerinin düşmanlarına hiçbir yardımda bulunmayacak, savaşta ise yardımlaşılacaktı. Bunlar dışında Sezar, Likya’dan ayrılmış olan Phaselis, Khoma, Telmessos gibi yerleri Likyalılara geri vermiştir. Likya, İskenderiye savaşında Sezar’a yardıma gönderdiği 5 geminin karşılığını fazlasıyla almıştı. Çok daha önemli bir karşılığı da Brutus’un Roma’ya karşı başlattığı isyana destek vermemesiydi. Brutus, istediği silahları ve parasal yardımı Likya’dan yeterince alamamıştı. Ancak Likya, Brutus’a karşı direnişin bedelini ağır ödemişti. En ağır bedel ödeyen kent de Ksanthos’du. Ksanthos’un perişan halini gören Patara doğrudan teslim olmayı tercih eder. Patara’nın tüm altın ve diğer değerli mallarını alan Brutus, Myra’ya yönelir.


Brutus’un komutanı Lentulus Spinther, Andriake liman girişi zincirlerini kırıp kenti işgal edince Myra da teslim olmak zorunda kalır. Plutarkhos, Brutus’un Likya’dan 150 talent topladığını belirtir. Likya ve Pamfilya’nın (Pamphylia), idari nedenlerle birleştirilerek tek eyalete dönüştürülmesinin ise Rhodiapolis’te bulunan yeni bir yazıtla, MS 68-69 yılında Galba döneminde gerçekleştiği artık kesin olarak bilinmektedir. Daha önce bunu belirten Suetonius doğru çıkmıştır.


MS 1. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan hareketlenme, 2. yüzyılda Likya’ya en parlak dönemini yaşatan alt yapıyı oluşturmuştu. Traian’dan (98-117) Markus Aurelius’a (161-180) kadarki yaklaşık 100 yıllık süreçte, özelikle de barış ve birleşme sürecini gerçekleştiren Hadrian ve Antonius Pius dönemlerinde kent -tüm imparatorluk gibi- en parlak ve güçlü dönemlerini yaşamıştır.


Pax Romana (Barış Dönemi) tüm bölgeyle birlikte Rhodiapolis’e de yaramıştır. Traian, 113 yılında Partlara karşı sefere çıktığında Likya’ya uğramıştır. MS 130’larda Laodikeia ve Kibyra üzerinden Koridalla’ya inen Hadrianus Likya kentlerinin bazılarını ziyaret etmiştir. Bu süreçte Rhodiapolis’te Sebasteion ve içinde dikilen Hadrianus ve Sabina heykelleriyle onurlandırılmış ve imparator kültü tapınımı görmüştür.


Commodos dönemi ve sonrasında Likya, prokonsüller tarafından idare edilmiştir. MS 3. yüzyılın başlarında Caracalla’nın öldürülmesiyle iniş ve kaos dönemi başlar. Bu karışıklıklar ve İmparatorluğun eski gücünü yitirişi Likya’ya da yansır. Barış ve imar yılları geride kalmıştır. Gordianus III döneminde (238-244) Likya’da sikke basan ve basmayan kentler bir araya getirilerek, tekrar bir birleştirme çabasına girilmiştir. 


Valerianus döneminde (253-260) Myra ile Side arasında ekonomik işbirliği ve dinsel birliğin olduğunu gösteren sikke, şehirlerin bir başına da işlerini yürüttüklerini göstermektedir. İmparator Probus (276-282) Likya’da barışın ve düzenin korunması için başkaldırıları bastırırsa da bu dinginlik uzun sürmez. 313 yılına kadar Likya ve Pamfilya aynı vali tarafından idare edilmektedir. 325 yılı meclis kayıtlarında ise Likya ve Pamfilya piskoposlukları ayrı ayrı anılmıştır: Galba dönemindeki birleşme son bulmuştur ve zaten İmparatorluğun ikiye ayrılmasıyla Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve dini Likya’nın yeni resmini oluşturmaktaydı.


Likya’nın başkenti II. Theodosious (MS 408-450) döneminden itibaren Myra’dır. Bu dönem St. Nikolaos’la simgelenen dönemdir. Myra toprakları St. Nikolaos’un Myra’yı ünlendirmesinden yüzlerce yıl önce MS 60’da St. Paulus’un ayak basmasıyla Hıristiyanlıkta önemli bir yer olacağını belli etmişti.


Patara’da doğan Aziz, Likya metropolü olan Myra’da dinsel okulunu kurmuş, yetkinleşmiş ve misyonunun doruğundayken asal kilisesini kurup Hıristiyanlık dinini yayarak ünlenmiş ve aynı yerde ölmüştür. Myra’nın asıl ünlenişi ise 6. yüzyılda olur. Sionlu (Demre-Karabel) Nikolaos’un, Myralı St. Nikolaos’un martyrionunu ziyareti ve Rosallia gününde din adamlarını bir araya getiren Sinod’un Myra’da toplanmasıyla daha da ünlenip gelişen Myra, o gün bu gündür turistlerin/hacıların ilgi odağı olmuş, kutsal bir merkez sayılmıştır.


6. yüzyıl, Likya’da felaketler dönemidir. MS 529-530’da Myra merkezli büyük deprem ve tsunami. MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası: Veba salgını. Büyük depremler ve Arap baskınları sonucu büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık bir dönemdir. İnanılmaz sayıda ölümler Likya nüfusunu azaltmış, gücünü tüketmiştir.


7. ve 8. yüzyılda, bu kez Araplar Likya’nın sahibi olmak ister. Teke sahillerinde üs edinmenin nihai amacı İstanbul’a sahip olmaktı. İstanbul’un kuşatılmasının ardından yapılan malzeme sevkleri de Likya kıyılarından yapılmaktaydı ve bu rota boyunca Arap filosu sık sık Likya kentlerine baskın vermekteydi.


İslam-Bizans savaşlarının en büyüğü 655 yılında Finike limanında yaşanır. Finike sahilinde demirleyen 30 bin kişilik İslam ordusu ve denizlerde yankılayan ezan sesleri İmparator Konstantin’in rüyalarına girer. Diğer gemilerden yükselen çan sesleriyle de bu psikolojik savaşa yanıt veriliyordu. Ve deniz savaşını kara savaşına dönüştüren Arap ordusu galip gelir. 9. ve 10. yüzyıllarda kendini biraz toparlayıp tekrar şapel ve bazilikalar yapacak kadar sakinleşen bölgedeki Bizans varlığı 11. yüzyıllarda Türklerin gelişiyle bir anda yok olur. (! - Milattan önceki dönem ile Hıristiyan Türk boylarının varlığından bahsetmemek bir eksikliktir!-SB)


Artık, tamamen farklı bir kültür ve yönetimin söz konusu olduğu yeni bir dönem başlamış, Hazar bölgesinden gelip yöreye yerleşen Teke aşiretiyle birlikte adı da artık Teke olmuştur. Ancak, kendi içinde de olsa değişim sürer: Selçukluların yıkılışıyla Menteşoğulları egemen olur. Bu dönem 90 yıl sürer. Selçuklu ve Beylikler dönemlerine ilişkin ele geçen verilerden biri, Rhodiapolis kilise kazılarında bulunan gümüş bir sikkedir.


Hamitoğullarına ait sikke 1322 tarihlidir. 1390’da Sultan Beyazıt ilk Osmanlı bayrağını Likya’ya diker. Tüm Likya sahillerinin Osmanlı egemenliğine geçmesi için ise yaklaşık bir yüzyıllık mücadele Osmanlıları beklemektedir. Çünkü tüm deniz kurtları, Venedikliler, Cenevizliler ve St. John Şövalyeleri’ni de temizlemek gerekecektir. Bu mücadeleler 1479’da çoğunlukla kırılır ve Osmanlı güneybatı sahillerine sorunsuz yerleşir. Bu kez sırada iç isyanlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri, 1510’daki Şahkulu Baba isyanıdır.


Likya’da alışkın olduğumuz bir direniş destanı daha yaşanır 1606’da. Aziz Stephanos Şövalyeleri Finike’ye saldırdıklarında, neye uğradıklarını şaşıran Türkler kaybedeceklerini anlayınca topluca intihar etmeyi seçerler. Aslında sular hiç bir zaman ebediyen durulmayacaktır. Teke Mütesellimi İbrahim Bey, 1807’lerde 29 ay boyunca güçlü Osmanlı’ya karşı direnecektir. Son bayrağı yine halklar birliğinin son versiyonuyla ve yine destansı bir mücadeleyle diken Mustafa Kemal’le de tüm Anadolu gibi Likya da büyük devrimlerle yeni bir çağa girer: Cumhuriyet Türkiye’sine."


Prof. Dr. Nevzat Çevik

Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü,Myra-Andriake Kazıları Başkanı,aktuelarkeoloji,2011
Bu çabada Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün Myra-Andriake kazılarıyla N. Çevik ve ekibi,
Patara kazılarıyla F. Işık - H. İşkan Işık ve ekibi, Rhodiapolis kazılarıyla İ. Kızgut ve ekibi, Tlos kazılarıyla T. Korkut ve ekibi ; hem kazı ve araştırmaları hem de yoğun yayınlarıyla Likya Uygarlığı’nın aydınlatılması amacına yönelik olarak 22 yıldır yoğun bir gayret göstermiştir.




Myra / Tiyatro, 11 bin 500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında gömülü kentin Roma Döneminde bölgenin en büyük merkezlerinden biri olduğunu göstermektedir.

Likya’nın en kapasiteli tiyatrolarından biri olan Myra Tiyatrosu’nun batı duvarında “Gezici esnaf Gaius’un yeri” yazılıdır. Duvara kazınmış harfler, sessizce duran dev tiyatroda bir zamanlar yapılan gösterilerde izleyicilere çerez satan satıcıdan sıcak sesler taşır. Başka biri ise, resmi ve yazısıyla bir dilek içerir: Zafer Tanrıçası’nın figürü önünde, “kente şans getir ve sürekli galip ol” yazılıdır.


Likya’nın Mür soluyan kenti - Myra / Andriake

Adonis’in güzeller güzeli annesi Myrhha’ya adını veren Likçe’deki yerel ismi ile “Muri”, ünlü Myra yağının da üretildiği mersin bitkisinden kök alır. Günümüzdeki adı olan “Demre”ye kadar da çok değişmeden bugüne dek yaşar. Myra kazılarından çıkan mür yağı şişeleri, kilise çevresindeki yağ işlikleri ve hala bu alanda bulunan mersin ağaçları, her dönemde kentin adına yansır.

Tüm Likya’nın en etkileyici kaya mezarlarından biri olan tapınak cepheli mezar, mimarisiyle, bitkilerden çıkan tanrıça (Artemis/Myrrh) dizisiyle, aslan boğa kabartmalarıyla ve tam ortada betimlenen mezar sahibi aile “fotoğrafıyla” muhteşemdir. Kabartmada ve sikkede görünen “Tanrıça Myra”dır, “Myra Artemisi”dir. 

MS 4. yüzyıl başlarında, Hristiyan İmparator’un başa geçmesi ile birlikte yerel piskoposlar kötülüklerin kaynağını yok ettiklerine inanarak antik tapınakları ve heykelleri yok etmişlerdir. “Likya’nın en güzel Artemis Tapınağı” da olasılıkla Myra Piskoposu tarafından temellerine kadar yıkılmış olmalıdır.












"Alfabenin toplam 29’dan “Hellence’den alınmıştır”denilen 19 harfi de, Hellence’de yazılan Fenike kopyası harflerden farklı olarak, M.Ö. 402’de Atina’da Hellen dünyasına ortak bir alfabeye dönüştürülen, özgün Milet alfabesinin bir ürünüdür... Ve onların Atina’dan göçle gelmedikleri, yarattıkları uygarlık gibi Anadolu’da yerli oldukları görüşünün artık eskiçağ biliminin gündemine oturmaya başlaması, eskiçağ biliminde konulara tek yanlı “Hellas/Atina” önyargısıyla değil, “Anadolu/Milet” seçeneğiyle de çok yönlü yaklaşımın doğal sonucu olarak şaşırtmamalıdır."

"Eskiçağ Bilimi’nin yüzelli yıldan buyana “Hellenliğini” sorgulama gereği bile duymadığı bir uygarlığı kendi “Anadolu”köküne bağlamanın kolay olmayacağı belliydi. Çünkü Anadolu arkeolojisinin dünyaca tanınmış saygın adı Akurgal ayrıca doktora çalışmasının bağlığına taşımıştı Lykia sanatının “Hellenliği”ni, “M.Ö. 6.yüzyıl Lykia Yunan Kabartmaları” diye. Karşı bir görüşü öncelikle kendi halkımıza inandırmak kolay olmayacaktı. Ayrıca, bir taraftan İonlar bağlamında, “sanatı ve kültürü Doğu/Anadolu olan ve Anadolu mayasıyla yarattıkları Batı Uygarlığı’nı Ege’nin batı yakasındaki ‘anayurda’ aşılayan sömürgeciler Atinalılar’dır, çünkü yazı ve dil Hellence’dir” denecekti.

Öteyandan, her nasıl oluyorsa, “yazısı ve dili yerli olan” bir halkın, Lykia’nın, uygarlığı da “Hellen” olabilecekti, çünkü bu kez “sanatları Hellen etkili” olacaktı. Karşıt iki gerekçeyle aynı hedefe varabilme mucizesini(!) içeren bu görüşler Batılılar gibi Akurgal’ındır da. Bir uygarlığın kimliğini yazı ve dil mi belirler, yoksa sanatın, düşüncenin niceliği mi?; bunu anılan mantık temelinde anlayabilmek mümkün değildir. Anlaşılan tek şey, Batı Anadolu’daher uygarlığın her durumda mutlaka “Hellen” olması gerektiğidir (!).

Acıdır ki genç kuşak eskiçağ bilimcilerimiz de Lykia’da Hellen etkisini yazı temelinde görme kolaycılığından sıyrılamamış; yerli yazı yerine Hellence’nin toplumun iradesi dışında, Makedon İskender buyruğuyla yazdırıldığı unutularak ve bunu arkeolojik bulgularla birlikte değerlendirme gereği bir yana bırakılarak, bu etkiyi “Pers egemenliği altında çift dilli yazıtlarda fark etmeye” dek indirgemişlerdir. Sanki resmi dili ve yazısı Farsça olan Selçuklu Türkleri, bununla “Persleşmiş”lerdir!!!" - Prof.Dr.Fahri Işık






Bölgede pek çok doğal felaket yaşanmıştır. Bunlar genellikle salgın hastalıklar ve depremlerdir. Deniz merkezli bazı depremlerin tsunami de oluşturmuş olabileceği varsayılabilirse de bunun kanıtını bulmak zordur. 

MÖ 227 : Likya, Karia ve Rodos
MÖ 199 : Rodos
MS 68 : Myra ve Patara depremi ve tsunami.
MS 141 : Tüm Likya’yı büyük oranda etkilemiş
MS 240 : 5 Ağustos depremi. Arykanda tiyatrosu ve stadiumu ile Lykiarkhın mezarında tahribata yol açan depremde bazı Likya sahil şehirleri su baskınlarına uğramıştır. Bu korkunç deprem sonrası İmparator Gordianus III yerle bir olan Likya şehirlerinin tekrar ayağa kalkabilmeleri için, zarar gören şehirlere sikke basma hakkı tanımıştır.
MS 344 : Rodos merkezli şiddetli deprem.
MS 365 : 21 Haziran veya 370 depremi.
MS 474 : Rodos büyük deprem.
MS 515 : Rodos. Büyük deprem.
MS 529 : Myra büyük deprem.
MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası. Veba salgını. Büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık dönem…
MS 565 : Arykanda bazilikasının yerle bir olduğu ve arkasından Arif Köyü’nün ilk oluşumunun gerçekleştiği dönem.
MS 7. yüzyıl : Myra, Patara, Kekova, Phellos ve Ksanthos’un tahrip olduğu büyük deprem.





"Lykia’da konuların seçiminde, tarihsel içeriğinde, doğal ve gerçekçi betiminde “Hellas”yoktur, Anadolu vardır; “Hellenizm” yoktur, Doğululuk vardır. Lykia soylusu bile “Hellenleşmiş”olamaz, çünkü onun mezarı kent içindedir, agora’dadır, halkın yaşamından kopmaz; çünkü o ölünce tanrılaşır, “heros”laşmaz. İnancı Anadolu kökenlidir. Lykia Uygarlığı inançta da “Hellenleşmiş” olamaz. Cl.Bosch, daha Türk Tarih Kongresi’nin ikincisinde,“tümü Anadolu Anatanrıçası’ndan türemiştir” dediği -sözde- “Hellen” tanrıçaları arasında Leto da vardır, kızı Artemis de. Likçe’de “kadın” anlamında “lata”yla örtüşür adı Leto’nun; Hellence olmadığı bilinir; adını taşıyan tek antik yerleşim Lykia’dadır: Letoon." - Prof.Dr.Fahri Işık



"Aslında burada garip bi şey yox. Roma və Bizans arazilerində musəvilərin varlığı bilinəndir. Bi də gənəl olarak bunların çoğu devşirmə yəhudilərdilər ki, bu konu da bir az bilinməz və saklıdır. Bizans dönəmində xristianlığın ilk çağlarında yəhudilərə bi dönəm kölə almağı belə yasakladılar. Nədəni isə kölələrin sünnət edilib devşirilməsi, hətta köləsinə sünnət etdirən musəviylərə bir ara ölüm cəzası uyqulandı. Bu konular az da olsa Bizans səlnaməçiləri Menandr, Theofanın yazılarında keçər. Demək ki, o zaman artıq Romadaki yəhudilərin çoğu devşirmə idi. Bu da ki, yəhudilərin gənəl olaraq Fələstindən çıxışı tezinin masal olduğunun bir kanıtıdır." Elşad Alili - Dilbilim Enstitüsü Azerbaycan