ya da
ATAERKİLİN ANAERKİLE BASKISI...
Sümerlerde Ninhursag hayat tanrıçasıydı.
Asurlularda İştar hem ana tanrıça, hem de sağlık
tanrıçasıydı.
Mısırlıların ulu tanrıçası İsis aynı zamanda hekimdi.
Hititlerin Kubaba (veya Kubebe)'sı,
Friglerin Kibele'si,
Efeslilerin Artemis'i,
Yunanlıların Demeter'i hayat, bereket ve ölüm tanrıçalarıydı.
Minoslular, Mikeneliler, Giritliler de iyileşmek için
sağlık
ve hayat tanrıçalarından medet umarlardı.
Ölüm tanrıçası, aynı zamanda yeniden doğuş tanrıçasıydı.
Asurluların ölüm tanrıçası Gula "ulu hekim" olarak
da bilinirdi.
İsis de ölüm sembolleri taşırdı.
Varoluş çizgisinde hayat ve ölüm birbirinden ayrılmaz
gerçeklerdi.
Antik kültürlerde iyi ilahlar sağlık bilgileriyle mücehhez
ve sağlığı korumakla görevliyken, habis şeytanlar hastalık ve sağlıksız yaşamdan sorumluydular. Tarihte ilk
olarak Sümerler hastalık şeytanlarını tanımlamışlardı. Bu tanımlama daha sonra Mezopotamya, Mısır,
Yunan, Roma ve Kuzey kavimleri tarafından da benimsendi. Şeytanların gücünün hastalık
yaptığı inancı hristiyan eksorsizm ayinlerinin de temelini teşkil eder.
Sümer, Asur, Mısır ve eski Yunan'da M.Ö. 3000 yıllarına
kadar tedavi uygulamaları hemen hemen tamamiyle rahibelerin elindeydi. O dönemlerde rahibelik yani
tanrıçaların hizmetkarlığı kadınlara mahsustu. Tıbbi reçetelerde kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel maddeler hakkında da geniş bilgi sahibi olmaları gerekirdi.
Sümer'de ülkenin ekonomik, politik, kültürel ve sosyal
hayatı üzerinde etkisi olan çok çeşitli rahibeler mevcuttu. İşler tapınaklarda görülürdü. Dini liderlerle
politik liderler arasındaki ilişki de güçlüydü. Ur'da tanrı Nanner'in hemen hemen bütün yüksek rahibeleri kraliyet
ailesinin üyeleriydi. Asur ve Mısır'da da rahibeler kraliyet ailesinden veya asillerden geliyordu.
Yüksek rahibeler ve hükümdar arasındaki ilişki öylesine yakındı ki eski kültürlerde kraliçelerin çoğu aynı
zamanda tapınak hekimleriydi.
Ur'da M.Ö.3000 yılında yaşamış kraliçe Şubad'ın mezarı açıldığında sadece
gıda maddeleri değil, aynı zamanda ağrı kesici reçetelerle, bronz ve çakmak taşından yapılmış tıbbi
aletler de bulunmuştu.
M.Ö.2300 yılında yaşamış Mentuhetep, M.Ö.1500 yılında
yaşamış Hatşepsut ve M.Ö.100 yılında yaşamış Kleopatra gibi Mısır kraliçeleri'nin çoğu ünlü hekimlerdi.
Mısırdaki mabet ve mezarların duvarlarındaki resimler sık sık kadınları rahibe/hekim rolünde gösterir.
Ayrıca, Diodurus, Öripides, Pliny ve Herodot'un kitapları bu rolleri teyid eder. Zamanla, antik kültürlerde
kadın şifacılar arasında bazı rol dağılımları meydana gelmeye başladı.
Ebelik tamamen kadınlara ait bir fonksiyondu ancak bir
rahibe tarafından uygulanması gerekmezdi. Rahibelerin sayısı azdı ve mevkileri yüksekti. Sayıları
ancak tapınağa gelen hastaları tedavi etmeye yetiyordu. Ayrıca, doğum günlük, mekanik bir hadise, ebelik
ise pratikle kolayca kazanılabilecek bir yetenekti. Bu sebeplerden ebelik tapınak dışına çıkarıldı.
Bununla beraber, Sümerlerde ve Mısırlılarda ebeler eğitiliyorlardı.
Ebeler pratik bilgiler edinmek
yanında dua ve büyü de bilmek zorundaydılar. Zira, herşeye rağmen dini inkar edemezlerdi. Bu şekilde ebelik ile
bir sağlık sorununun çözümü ilk defa rahibelerden başkasına geçmiş oldu. Zamanla ebe ve rahibe
arasındaki rol ayrımı çok zayıflayacak ama ebeler rahibelere açıkça hasım olmayacaklardı. Bu rol ayrımı
gelecek için önemli olacak bir başlangıçtı.
Rahibelerin tıp üzerindeki tekeli zamanla ortadan kalktı ve
kadınlar tıbbın yetkili uygulayıcıları olmaktan çıkarılıp, tıbbı saptıran ve bilimsel olmayan uygulamalar
yapan kişiler olarak tanınmaya başlandılar.
Kadınların statüsünün kısıtlanmasındaki ilk adım dini fonksiyonlarının ellerinden alınması olmuştur. Sonuçta dini fonksiyonları ile birlikte tıbbi fonksiyonları
da elden gitmiştir.
Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmek mümkün olmamakla birlikte
M.Ö.2000 ila 3000 yıllarında yakın ve orta doğuya Hint-Avrupa kavimlerinden gelen istilalar sonucu olduğu söylenebilir. Hint-Avrupa kavimlerinin dinlerindeki güçlü erkek tanrı hakimiyeti, istila edilen
orta doğu kavimlerindeki dişi tanrı'nın yerini almaya başladı.
Asurlular ve Mısırlılarda yaradılış efsaneleri yeniden
kaleme alındı ve erkek ilahlar dişilerle eşit pozisyonlara kavuşturuldu. Önceleri doğurmak için bir erkeğe
ihtiyaç duymayan bakire ana tanrıçalar tanrılarla evlendirilmeye başlandı.
Ana tanrıça Kibele'nin
kocası Attis (diğer isimleri: Temmuz, Adon, Adonay, Adonis) Sakarya ırmağının kızı Nana'nın (ki bu Kibele'nin başka bir sıfatıydı) ak bir badem içini bağrına basmasıyla doğmuştu, kışın ölür, ilkbaharda yeniden
doğardı.
(Not: Suriye'de her yıl kışa doğru Adon'u bir yaban domuzu öldürüyordu. Bundan dolayı Samilerde
domuz eti'nin lanetlenip, yasaklandığı söylenir).(İncil'de "köpekler tarafından kanı yalanır" derken , Eski Ahit Yunancaya çevrilirken "...domuzlarında yaladığı..." eklenir ve Yahudilerin domuzu murdar olarak benimsedikleri yayılır....Jezebel hikayesinde)
Yani, zayıf bir kocalık rolü verilmişti. Matriyarkal
toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kibele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus'u (veya Jupiter) Girit'te
doğurmak şerefi verildi.
Böylece Kibele tanrının anası oldu. Efsanelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi bu
değişim büyük mücadelelere yol açtı.
(Not: Hıristiyanlığın yayıldığı dönemlerde "fotoğrafta" bir kadın figürü yoktu. İznik 325'te toplanan 1.Konsil'den sonra Hıristiyanlık resmi din ilan edildi, lakin anatanrıça tapkısı o kadar güçlüydü ki, halk anatanrıçayı bir kenara atamadı. Her ne kadar 431 Efes'te toplanan 3.Konsil İsa'nın hangi sıfata sahip olduğunu tartışmış olsa da , aslında "fotoğrafın" içine bir kadın sokuluyordu. Çünkü toplantı sonucunda Meryem Ana "Tanrının Anası- Theotokos" olarak ilan edilmişti, Aynı Kybele/Zeus gibi.....)
Yunan mitolojisinde, Miken devirlerinden beri tapınılan,
doğumun ve ebeliğin koruyucusu, tanrıça Hera ile sonraları evlendirildiği (kardeşi) tanrı Zeus arasındaki
mücadele, tanrıçanın gücünün azalıp yok olması ile sonuçlanır. Buna istilaların mı yoksa toplumlarda zaten
var olan değişimlerin mi sebep olduğunu bilemiyoruz ancak, sonuç, yaradılış sürecinde ve toplumsal
dünya görüşünde kadınlara verilen öncelikli rolün erkekler lehine sona ermesi olmuştur.
Mabetlerden çıkarılmakla kadınlar tıptan da çıkarılmış
oldular. M.Ö.2900'lerde Mısır'da İmhotep adlı bir adam saray doktoru olarak atandı. Bu kişi saray doktoru
olarak atanmış olduğu bilinen ilk erkektir. İmhotep bilimsel yöntemlere hakimiyeti ve bilgisi dolayısıyla kısa sürede ün kazandı, doktorların hamisi haline geldi ve tanrı Ptah'ın yanında ilah seviyesine yükseltildi.
Sonraları Yunanlılar onu kendi şifa tanrıları Eskülap
yaptılar. Adonis'in oğlu Bergama'lı Eskülap'ın iki kızı Hygea (Hijya) ve Panacea'nın isimleri bugün tıpta önemli
anlamları haizdir. Hijyen, koruyucu hekimlik; panacea ise her derde deva anlamındadır. M.Ö.7. yüzyıldan
itibaren Hygea, resimlerde, Eskülap'a hastaları sunan, onun tavsiyesiyle tedavi yapan, elinde
nadiren bir yılanla ya da daha çok şifalı bitki dolu bir sepetle tasvir edilen masum ve güzel bir kadın olarak
görünmeye başladı. Yani, kadın, hekimlikten hekim yardımcılığına ya da hemşireliğe geriledi.
Erkeklerin tıbba girişi ile Mısır tıbbında önemli
değişiklikler meydana geldi. Tıp dinden bağımsız olarak gelişmeye başladı. Mistik özelliğini kaybetme sürecine
girdi. Daha önemlisi rahibelerin iyileştirici ilahileri ve merhemlerinin yerini cerrahın bıçağı almaya başladı.
Mısır tıbbında erkek hakimiyeti ile birlikte mumyalama sanatı da gelişip M.Ö.2300 yıllarında mükemmelleşti. Mısır mumyacıları daima erkekti ve bu uygulama onlara derin anatomi ve cerrahlık bilgisi
kazandırdı. Gözlem ve bulgular hem mumyacılar hem de cerrahlar tarafından kaydedildi ve kullanıldı. Hastalık
sebepleri ilahi güçlerde değil insan vücudunda aranmaya başlandı.
"Erkek tıbbı" bilgi ve yeni buluşlar,
"kadın
tıbbı" ise hurafe anlamı kazanmaya başladı.
Yunan toplumunda hipokratik düşüncenin gelişip yerleşmesiyle yeni tıpçılar tarafından kadın şifacılar'a karşı tepkiler yaygınlaşmaya başladı. Atina'lı ebe Agnodice
M.Ö.4.yüzyılda erkek elbiseleri giyip hekimlik icra ettiği için halk mahkemesine çıkarılıp yargılandı,
ancak kadınların baskısıyla ceza verilmedi. Bu kadın çok başarılı sezaryen ameliyatlar yapmakla ünlüydü.
Romalılarda da Yunanlılardaki gibi hipokratik okulların
etkisiyle kadınlar tıptaki rollerini kaybetmeye başladılar. Ancak toplumun fakir kesimlerinde varlıklarını
sürdürdüler.
Roma'da ebeler Medica, Obstetrica veya Saga olarak anılıyordu. Pliny, saga olarak Elephantis,
Salpe ve Sotira'dan bahseder. Bunlar sadece ebe değil aynı zamanda pek çok hastalığın tedavisinde geleneksel reçetelerle başarı sağlayan şifacılardı.
M.S.1. yüzyılda yaşamış Africana adlı şifacı kadın sara ve
kısırlığı tedavi etmesiyle ünlüydü.
Augustus'un kızkardeşi ve Mark Antuan'ın karısı Octavia ile Messalina ev tababeti konusunda oldukça becerikliydiler.
Halk arasında ne kadar ünlü olurlarsa
olsunlar, kadın şifacılar devrin hipokratik hekimleri tarafından küçümseniyorlardı. Cato (M.S.150-230) onları
düşükçüler diye sıfatlandırıyor, Tertullian (M.S.150-230) yöntemleriyle alay ediyor, Galen (M.S.129-201)
ise geleneksel tıbbı kocakarı masalları ve Mısırlı şarlatanlığı diye nitelendiriyordu.
Başka pekçok
yazar onları ampirikçi, zehirci veya fahişe olarak isimlendiriyordu. Büyücü sıfatının da verilmesinden sonra sagalar idam edilmeye başlandılar. İlk hristiyanlar da büyücülükle itham edilip idam edildiler.
İlk hristiyan şehitlerinden Theodosia, Nicerata ve Thekla
kadın şifacılardı.
İngiltere'de 13. yüzyılda açılışından itibaren Oxford ve
Cambridge Üniversiteleri kadınları öğrenci olarak kabul etmedi. Buna rağmen, kadınlar sadece şifacı olarak
değil cerrah olarak da tıp uygulamalarına devam ettiler. Cerrahların, tıpçı sayılmadıkları için, dahil
olduğu Berberler Loncası'na kabul edildiler. 1389 yılında kurulan Cerrahlar Loncası da kadınları üyeliğe kabul
etti.
1421'de Üniversiteler Parlamentoya başvurarak Tıp okulunda okumamış olanların doktorluk
yapmasının ve kadınların tıp uygulamalarında bulunmalarının yasaklanmasını talep ettiler. Bu dilekleri
100 yıl sonra gerçekleşti. 1518'de Tıp Kolejine verilen imtiyaz beratında "Büyücülük, sihir ve biraz da
ilaç kullanarak cüretkarca tedavi yapmaya çalışan ve Tanrı'nın hoşnutsuzluğuna sebep olmaktan başka bir şey
yapmayan cahil kadınların" yetkisiz olduklarından bahsediliyordu. 1563 yılında çıkarılan bir yasa ile büyücülüğe ölüm cezası getirildi.
Eski Türk kavimlerinde inanılan din Şamanizm idi. İptidai şamanizmin temsilcileri kuzey ormanlarında yaşayan kavimlerden Uryankıt'lardı. Bu kavim Göktürk
yazıtlarındaki Kurıkan'ların torunları ve bugünkü Urenha ve Yakut Türklerinin ataları sayılmaktadır. Cengiz Han'ın sol kol beylerinden biri olan Odaçı, Uryankıtlardandı. Odaçı adı Uygurca ve başka Türk lehçelerinde eczacı anlamına gelen otacı ile aynı anlamdaydı. İptidai şamanizmde hekim veya eczacı ile şaman
aynı şahıstı.
Altay şamanistlerine göre en büyük tanrı Ülgen'dir. Ülgenin
7 oğlu ve 9 kızı vardı. Kızları özel ad taşımaz, hepsine Akkızlar veya Kıyanlar denir. Bunlar şamanların
ilham perileridir. Şamanist panteonunda Ülgen'in akkızlarından başka birkaç iyi dişi ruh vardır. Altaylarda
Umay, Ana Maygıl, Ak Ene; Yakutlarda ise Ayısıtlar bunların belli başlılarıdır.
Bazı şamanistlere göre en kuvvetli şamanlar kadın
şamanlardır. Eski devirlerde şamanlığın kadınlara mahsus bir sanat olduğunu gösteren emareler mevcuttur.
Yakutlarda erkek şamanlar özel cübbeleri olmadığı zaman kadın entarisi ile ayin yaparlar. Özel şaman
cübbesinin göğsünde kadın memelerini temsil eden yuvarlak madeni şeyler bulunur.
Büyücülükten yargılananların %85'i kadındı ve çoğu ilaçla
değil büyü ile tedavi yapmakla suçlanıyordu.
Binlerce kadının büyücülükle itham edilip öldürülmesine
rağmen kocakarılar ve temsil ettikleri tıp sistemi orta çağları aşıp 18. yüzyılın ortalarına kadar gelebildi.
Prof.Dr.K.Hüsnü Can Başer
(A.Ü.Farmakognozi Anabilimdalı Başkanlığı Eczacılık
Fakültesi Dekanlığı yapmıştır.)
***
YANİ TARİHTE CADILIK ANATANRIÇA
İLE BAŞLAMIŞ OLDU.
Taş çağı devrinde erkekler avlanmaya giderken, kadınlar
bitkiler toplardı. Bitkilerin hangisi zehirli hangisi kullanışlı, hangisi şifalı,vs... bu bilgilerin hepsi anneden
kızlarına aktarılırdı.
Kadınların bitkilerle transa geçtiği bu yüzden de toplumun OTACISI, EBESİ, BÜYÜCÜSÜ,
MEDYUMCUSU ve tabii ki CADISIYDI....
( Apollo tapınaklarındaki rahibe/rahiplerin defne yaprakları
çiğneyip transa geçtikleri gibi (bu arada Apollo orijin olarak ne Yunan Tanrısı ne de Yunanca bir kelimedir
!))
Ay Tanrısı Sümerlilerde NANNA dır , Asurlarda SIN . Ay
tanrı/tanrıçaları Cadılık sembolü olarak kullanılmıştır. Cadılar ay ışığında ayinlerini yapar ,kurban
verir ve dans ederlerdi. Bu gelenek Eleusis gizemlerinden geçmiştir. Kybele-Demeter-Hekate-İsis- İştar
,İnanna cadılık konsepti içindedir. Anaerkil bir çağdan Babaerkil bir çağa geçişte ve erkeklerin kadınlar
üzerindeki mutlak hakimiyetini korumaktan geçer , Cadılık ile suçlamalarda....
Cadıların kullandığı/cadılara karşı kullanılan tuz , kötü
ruhları kovmak için Roma döneminde cenaze töreni sonrasında evlerde kullanılırdı. Bugün bile bazı
yerlerde ,kötü olaylar takip etmesin diye omuz üzerinden tuz serpiştirilerek kovulduğu düşünülür.
Halkı sindirmeye çalışan bağnaz krallıklar,toprak sahipleri
ve çıkarcı kişiler , toprağını, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp korkutmak için Cadılık
suçlamalarını kullanmışlardır. Dini etkiden de yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması ,mal
varlıklarına el konulması ile "düşman" elimine edilmiştir.
Avrupa'da binlerce insan cadılık ve benzeri suçlardan
işkence görmüş ve diri diri yakılmıştır .
Ortaçağ'dan önemli birkaç dava :
İskoçya - Kuzey Berwick Cadı mahkemesi 1590 = 2000 kadar
dava 1560-1707 yıllarında 3000-4000 arası cadılık suçlaması ile ölüm...
İsveç - Torsaker Cadı mahkemesi 1675 = 6 erkek 65 kadın
başaşağı yakılarak 71 kişi. 1975 de Özür Anıtı dikildi.
Amerika- Salem Cadı mahkemesi 1692-1693 arası , 19 kişi
asıldı, biri preslenerek öldü, 50 kişi suçunu itiraf etti ve ölümden kurtuldu. 150 kişi hapse atıldı, 200
kişi suçlandı... Elizabeth Proctor çocuğunu hapishanede doğurdu,ölüme mahkum edilmişken serbest
bırakıldı. Malını mülkünü kaybetti, çünkü o var olmayan kişiydi. Tekrar evlendi ve daha sonraki mahkemelerle
çeyizini geri almayı başardı. Ölümlerinden 250 yıl sonra itibarları iade edildi, fakat Salem
"cadıları" hala intikamlarını alıyor gibi....
Trier Cadı mahkemesi 1581-1593 = 1000 kişi olduğu
söylentileri var , ama açıklanan rakam 368 kişi.
Fulda Cadı mahkemesi 1603-1606 = 250 kişi öldürüldü.
Würzburg Cadı mahkemesi 1626-1631 = Tüm bölgede 900 , şehrin
farklı yerlerinde 219 , Würzburg'ta 157 kadın,erkek ve çocuk (9-10-12 yaşlarında) kazıkta
yakıldı.
Bamber Cadı mahkemesi 1626-1631 = 300 ila 600 kişi
Engizisyon mahkemelerinden sonra hiç kadın kalmamıştı bu da
nüfus için tehlikeli bir durumdu.
En meşhur "cadı" 8.Henry'nin ( evlenebilmek için
Anglikan kilisesini kurduğu ) karısı Anne Boleyn'dir. Kanuni ile 3.Murad'ın çağdaşı ve "Altınçağ"
filminde " "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü edip küçümseyen I.Elizabeth'in de annesidir .
İngiltere'de 1735 Cadılık Yasası uyarınca , Cadılık ile
suçlanıp 1944 yılında mahkum olan en son kişi Helen Duncan'dır. 1945 te bir daha cadılık faaliyetleri
yapmamak üzere serbest bırakıldı, lakin 1956 da tekrar yakalandı ve kalp krizinden evinde öldü.
Cadılık
Yasası 1951 de Churchill tarafından kaldırıldı. Bu yasaya göre Cadılık, büyücülük ve medyumculuk yapmak
yasaktı.
.................
dipnot:
Birinci Efes Konsülü 431 yılında Efes Meryem Ana kilisesinde, İstanbul Patriği Nestorius'un tartışmalı öğretileri yüzünden toplanmıştır. İskenderiye Patriği Cyril, Nestorius'u sapkınla suçlayarak Papa I. Celestine'e başvurmuştur. Papa da aynı fikirde olup, Cyril'e Nestorius'un fikrini değiştirmesi için çalışmasını yoksa aforoz edileceğini bildirmesi için yetki vermiştir. Çağrı gelmeden önce, Nestorius İmparator II. Theodosius'u kendisinin karşı görüşlerini tartışabileceği genel bir konsil toplaması için ikna etmiştir. Konsil'de yaklaşık 250 piskopos bulunmuştur. Konferans, karşılıklı meydan okuma ve birbirini suçlama atmosferinde geçmiştir. Doğu ve Batı Ortodoksları, Roma Katolikleri ile bir çok diğer batı hristiyanlarının 3. ekümenik konsülü olarak kabul edilir. Diğer taraftan, Efes, Doğu Kilisesi (İngilizce: Church of the Orient) tarafından red edilmiştir.
Nestorius, İsa'ya 30 yaşındayken Kelam'ın indiğini, ancak o zamandan sonra İnsan ve Tanrı karakterlerini taşıdığını, Meryem'in, Tanrı olan İsa'nın değil, insan olan İsa'nın annesi olduğunu söylemiş ve dolayısıyla da, Meryem'e "Tanrı'nın annesi" (Theotokos) denmesine karşı çıkmış ve Tanrı'nın doğrulamayacağını, doğurulmadığını belirtmiştir. Nestorius'a göre İsa'nın insani kimliği ile tanrısal kimliği birbirinden ayrıdır; bu nedenle Nestorius öğretisi bazı kaynaklarda diofizit ("iki tabiatçı") olarak adlandırılır. Bu görüşe göre çarmıha gerilirken tanrısal tabiat İsa'dan ayrılmış, sadece insan olan İsa acı çekmiş, çektiği acılar Tanrı olan İsa'ya dokunmamıştır.