Ana İttuşu Kanunları (MÖ. 2060-1960)
tablet 7, sütun 4, madde 1:
"Eğer bir kadın, kocasından nefret edip,
sen benim
kocam değilsin derse,
onu (kadını) nehre atacaklar. "
Madde 8'de ise, aynı durumda karısını reddeden erkeğin
cezası
“yarım mina gümüş” olarak belirlenmiştir.
Kadın ile erkeğin aynı suçtan farklı ceza alması
Ataerkil
halkların bölgedeki etkisinden kaynaklanmıştır,
onlarda Kadının "yeri" ve "adı" yoktur.
Suya atılma cezası daha sonraki devirlerde
Cadılar için
uygulanmış bir metodtur, ki ;
doktorluk yapan otacı kadınları hep cadılık ile suçlamışlardır.
Başlangıçta
doktorlar kadın iken, ileriki dönemlerde
sadece erkek mesleği olarak görülmüş ve
kadınların sadece ebelik
yapmasına müsaade edilmiştir.
***
Çivi Yazılı Kanun Metinlerinde İlginç Bir Suç Tespit ve
Cezalandırma Yöntemi:
Suya Atılma
Hukuk kurallarının ne zaman ve nasıl oluştukları hususu
yeterince açık olmamakla beraber, ilk defa bireylerin bir araya gelerek aile ve toplum kurmalarıyla
ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Aile ve toplum
düzeninin sağlıklı bir şekilde yapılanması, toplumun
bekasının sağlanması ve en önemlisi insanların haklarının korunması amacıyla çok erken dönemlerde toplumu bağlayıcı
bazı kuralların konulduğundan şüphe yoktur. Dolayısıyla başkalarının istismar ve
hakaretlerini yasaklamak veya bunu bertaraf ve kontrol etmek için bazı cezaların konulduğu düşünülmektedir. Böylece
ilk defa bazı davranışlar suç kabul edilmiş ve buna karşılık cezaî miktar tespit edilip uygulanmıştır.
İşte bu aşama, örfî hukukun ilk oluşum evresidir.
Örfî hukukun ne kadar süreyle varlığını sürdürdüğü ise
bilinmemektedir. Ancak yazılı hukukun ortaya çıktığı dönemlerde dahi örfî hukukun saklı kaldığına şüphe
yoktur. Bilinen tek şey, ilk defa Mezopotamya’da Sumerliler tarafından M.Ö. 2450 yıllarında
yazılı hukuk kurallarının oluşturulmuş olduğudur. Söz konusu kurallardan, toplumun her bireyinin
suç işleme zaafına müsait olduğu ve buna karşılık tedbir alındığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Eski
Mezopotamya ve Anadolu toplumlarının ortaya koymuş oldukları çivi yazılı hukuk metinlerinde çeşitli
suçların tasavvur edildiği ve bu suçlara verilecek cezaların tespit edildiği bir ceza hukukunun varlığı tespit
edilmektedir. Ancak bu düzenlemeler incelendiğinde, bilimsel bir sistem içerisinde oluşturulmuş
ve derlenmiş bir kanun niteliğinde olmayıp özel hukuktan ceza hukukuna kadar dağınık hükümlerden oluştuğu
görülmektedir .
Yani çivi yazılı hukukta ceza hukuku, modern hukukta olduğu
gibi, ayrı bir başlık altında bir bütün olarak ele alınmamıştır. Dolayısıyla ceza hukuku ile ilgili dağınık
bilgiler, bu konuda çalışanların özel çabaları ile tespit edilebilmekte ve toparlanabilmektedir.
Öte yandan, ortaya konulmuş olan çivi yazılı kanunların
genel karakteristiğine baktığımızda; “eğer bir insan şu suçu işlerse, şu cezayı çekecektir” şeklinde kalıp
halinde ifadeler olduğunu görürüz.
Birçok hususta etkileşim halinde olan Eski Mezopotamya ve
Anadolu toplumlarının ceza hukuku bağlamında, farklı uygulamaları olduğu anlaşılmaktadır.
Mezopotamya’da Sȃmi toplumları cezalandırmada büyük ölçüde
“kısasa kısas” prensibini benimserken, Anadolu’da Hitit devletinde daha çok para cezaları
verilmiştir. Ortak payda ise, adam öldürme, yaralama, hırsızlık, iftira atma, tecavüz ve zina gibi suçların büyük
ölçüde ele alınıp, bu suçlara ağır cezaların verilmiş olmasıdır. Her hukuk kuralının ihtiyaçtan doğduğu
göz önüne alınırsa, bu durum, söz konusu toplumlarda bu tür suçların yaygın olarak işlendiğine işaret
etmektedir.
Çivi yazılı hukuk kuralları incelendiği zaman, ilginç bir
suç tespiti yöntemi olarak “suya atılma” işleminin büyük ölçüde gerçekleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Kanun
metinlerinde “suya atılma”, “nehre atılma”“suya dalma” veya “nehre dalma” şeklinde yazılmış
olan bu suç tespit ve cezalandırma yöntemi (su ordali), özellikle Mezopotamya toplumlarının oluşturmuş
oldukları çivi yazılı kanunlarda kendini göstermektedir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, söz konusu uygulama,
çoğunlukla, bir suçun işlenip işlenmediğini tespit etmek amacıyla uygulanmıştır. Çalışmamızın ilerleyen
bölümlerinde de görüleceği üzere bu yöntem, bazı durumlarda, doğrudan bir cezalandırma yöntemi olarak da
karşımıza çıkmaktadır.
Ortaçağda da uygulanan bu yöntem, suyun kutsallığı ve
kötülükleri cezalandıracağı inancından kaynaklanmış olmalıdır. Ancak Ortaçağ’da kişi nehirde
boğulduğu takdirde, “suçsuzdu Tanrı onu bağrına bastı” inancı hâkimken, Eskiçağ’da kişi, suyun yüzüne
çıkmakla temize çıkmış olurdu. Gerçekten Ortaçağ’da Avrupa’da etkili olan cadı avları ile ilgili
olarak aşağıdaki kayıt dikkat çekicidir:
“Cadı olduğu düşünülen kişinin
elleri ve ayakları bağlanır, ayaklarına bağlanan bir ağırlıkla birlikte suya atılırdı. Şayet kişi kurtulabilirse (!) cadı olduğu
onaylanmış olurdu, zira sıkıca bağlanmış bir düğümden kimse kurtulamazdı”
. Dolayısıyla uygulama benzer olsa da, sonuçta meydana gelen
durum, farklı algılanmış ve yorumlanmıştır.
Eski Mezopotamya Hukuku’nda “Suya Atılma”
Çivi yazısının icadını başaran Sumerliler, hukukî bazı
işlemlerini de tabletlere yazmışlar ve günümüze ulaşmalarını sağlamışlardır. Sumer hukuku kendinden sonra
Mezopotamya’da oluşturulan hukuk metinlerine örnek teşkil ettiği gibi, diğer coğrafyalardaki
hukukî gelişime de katkıda bulunmuştur. Bu bağlamda Sumer hukukunun Hitit ve hatta daha sonra İbrani
yasalarını şekil ve muhteva açısından etkilediği anlaşılmaktadır.
Mezopotamya’da bugüne kadar ele geçirilmiş olan kanunlar
Sumerce ve Akadca yazılmış olup, aşağıda sıralanmıştır:
Sumerce Yazılı Kanunlar ..........Akadca Yazılı Kanunlar
Urukagina Kanunları ...............Eşnunna Kanunları
Ur-Nammu Kanunları................ Hammurabi Kanunları
Ana-İttišu Kanunları................ Orta Asur Kanunları
Lipit-İştar Kanunları................. Yeni Babil Kanunları
Kutsallık atfedilerek Tanrı olarak kabul edilen nehirlerin
hâkim rolünde olduğu “suya atılma” suç tespit yönteminin veya cezasının varlığını yukarıda sayılan hukuk
metinleri sayesinde tespit etmekteyiz. Dolayısıyla, Mezopotamya’da Dicle ve Fırat, Anadolu’da ise
Kızılırmak tarafından gerçekleştirilen bu tanrısal yargılama biçiminin en eski izlerine yaklaşık 5000
yıl öncesinde rastlanmıştır.
Suç Tespit Yöntemi Olarak “Suya Atılma” Mezopotamya toplumlarında Nehir tanrısının (dÍD:
DNârum/Nârim) hakemliğine başvurulması ve “suya atılma”nın bir suç tespit yöntemi olarak kullanılması,
kanunların özellikle büyü ve zina ile ilgili olan maddelerindekendini göstermektedir.
Maddelerde: “ana dÍD illak dÍD išalliamma: O nehre gidecek
(ve) nehre dalacaktır” ifadeleri net olarak okunabilmektedir.
Yeni Asur Dönemi’ne ait bir tablette ise “su ordali” için
“huršānu” terimi kullanılmış olup metnin, Esarhhadon döneminin sonlarına ya da Asurbanipal döneminin
başlarına tarihlenmesi gerektiği
vurgulanmıştır. Şu an British Museum’da sergilenen metinde,
bahsi geçen şahısların suçları net olarak anlaşılamamakta ancak nehirden sağ olarak çıktıkları tespit
edilmektedir.
Zina Suçunun Tespiti
Zina, yani evlilik dışı birliktelik, günümüzde olduğu gibi,
Eskiçağ toplumlarına ait kanun metinlerinde de ele alınmış olup yüz kızartıcı bir durum olarak kabul
edilmektedir. Kanunlarda çoğunlukla kadının yaptığı zinadan söz edilmektedir. Mezopotamya toplumlarına ait kanun
metinlerinde, zina yapmakla itham edilen kadının masum olup-olmadığının anlaşılabilmesi için “suya
atılma”sı öngörülmektedir.
Mezopotamya’da ilk yazılı yasa metni olan Ur-Nammu kanununda
bu hususa yer verilmektedir. Ur-Nammu Kanunları, III. Ur Sülalesinin kralı olan Ur-Nammu
tarafından oluşturulmuştur. Hammurabi kanunlarında gördüğümüz kıssas usulü burada yoktur, genelde
mağdur tarafın mağduriyetinin giderilmesine yönelik maddi cezalar verilmiştir.
Kanunlarda tanrısal yargılamayla ilgili olan maddeler 7. ve
11. maddelerdir. 7. maddeye göre evli bir kadının yabancı bir erkekle zina ederse bu kadın nehre
gitmek zorundadır, zina yaptığı adam ise serbest kalacaktır. 11.maddede şu ifadeler yer almaktadır:
“Eğer bir adamın eşi zina ile
(kucakta yatmakla) bir (başka) adam itham ederse nehre gidişle temize çıkarsa onu itham eden adam 1/3 mana gümüşten tartacaktır”.
Yani zina yapmakla suçlanan evli kadın suya atılmaktadır. Eşnunna kanununun 28.maddesine göre ise
zina yapan evli kadının cezası ölümdür.
Hammurabi kanunlarına baktığımızda ise, yapı itibariyle sert
yaptırımlarla donatılmış olan maddeler içerdiğini görürüz.
Babil kralı Hammurabi, kanunlarını tanrısı Šamaš’a ithaf
etmiştir. Suçu işleyen kişinin işlediği suçun aynısını ceza olarak çekmesi gibi bir sisteme sahiptir. Bu
kısas usulü cezaların ağır olmasına sebep olmuştur. Bunun yanında bir kadının zina ile suçlanması
durumunda, suçüstü yakalanmasa bile kocası için kendisini kanıtlaması gibi bir zorunluluğu vardır.132.
madde bununla ilgilidir.
Kadının evinin düzenini sağlamaması, kocasına kötü sözler
söylemesi ve sokağa düşkün olması da onun nehre atılması için yeterli sebepler arasında yerini
almıştır. 133. ve 143. maddelerde de bu konu işlenmiş ve “kadın suya atılacaktır” gibi kesin bir ifade
kullanılmıştır.
Orta Asur Kanunları’nın 17. ve 22. maddelerine baktığımız
zaman Asurlular’ın da bir suç tespit yöntemi olarak aynı uygulamayı kullandıklarını görmekteyiz. Bununla
birlikte “yemin etme” de suçun tespitinde rol oynayan başka bir faktör olarak yaygın olarak
kullanılmıştır. Ancak görgü tanığının olmadığı durumlarda “suya atılma” işleminin
gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
Konuya ilişkin olarak 17. madde de eğer bir adam evli bir
kadına zina suçu atarsa iftirayı atan ve kadın suya atılacaktır denmektedir. 22. maddede ise, yolculuğa
kocası ya da yakını ile değil de yabancı bir erkek ile çıkan kadının zina ile itham edilmesi konusu
işlenmektedir. Kadın nehre gidecek, eğer nehir onu yanına almazsa iftirayı atan adam kadının başına gelen şeyi
yaşamak zorunda kalacaktır, ifadeleriyle tanrısal yargılamaya maruz kalanın sadece zina ile suçlanan
kadının değil, suçlayan tarafında uğradığı anlaşılmaktadır.
Büyü Yapma Suçunun Tespiti
Eski Mezopotamya ve Anadolu toplumlarında insanlar büyüye
inanıyor ve onun kuvvetinden korkuyorlardı. Kanun maddelerinde büyüyle ilgili maddelerin
olması ve büyü yapana ölüm cezasının
öngörülmesi, toplumda bu hususa önem verildiğini ve
caydırıcı olması için tedbir alındığını göstermektedir. Maddelerin çalışmamızla ilgili olan kısmına
Hammurabi kanunlarında rastlanmakta ve kanunların 2. maddesinde büyü yaptığı iddia edilen kişinin
durumuna yer verilmektedir:
“Eğer bir adam, bir adam hakkında
(onun) büyü (yaptığını) iddia ederse ve onu ispat etmezse (edemezse), üzerine büyücülük iftirası atılan adam nehre
gidecek (nehre dalacaktır) Eğer nehir onu
çekerse (zaptederse) iftira eden onun evini (mülkünü )
alacak (sahiplenecektir) Eğer o adamı nehir temize çıkarırsa ve selamete çıkarırsa ona iftira eden adam
öldürülecektir. Nehrin selamete çıkardığı (adam) iftiracının malına mülküne sahip olacaktır”
Yargılama işlemi ise şu şekilde gerçekleşmiştir: Kişi nehre
atılmadan bir gün önce kendisine söylenen duaları okurdu, ardından eline kutsal su dökülürdü. Üzerine
atılan suçlar art arda sıralandıktan sonra nehre atılırdı. Suçlanan kişinin suçunun ispatı ya da
suçsuzluğunun kanıtı bu noktadan sonra nehrin insafına bırakılırdı. Eğer kişi suçsuzsa nehir onu yukarı
atar, suçluysa suyun dibini boylardı. Yargılama tapınak gözetiminde yapılır ve hâkimler tarafından
izlenirdi.
Kanun maddesinden anlaşıldığı kadarıyla iftira etmek de
büyük cesaret isteyen bir meseleydi; çünkü haksız çıkma durumunda nehre atılmak vardı. Suçlanan kişi
eğer nehirden kendisini kurtarırsa iftira eden ölüme gönderilirdi.
Cezalandırma Yöntemi Olarak “Suya Atılma” Zina Suçunun Cezası
Bir cezalandırma yöntemi olarak kişinin hâkimler huzurunda
“suya atılması”, çoğu zaman ise zorla atılması uygulamasına atıfta bulunan çivi yazılı metinlerin
en eski örneklerine, daha önce de belirttiğimiz üzere,Sumerliler’de rastlanmaktadır. Bu cümleden olmak
kaydıyla, Urugakina Kanunları’nın, Lagaş kralı Urugakina tarafından oluşturduğu bilinmektedir ve bu
kanunlar tarihte bilenen en eski Sumer kanunu olma özelliği taşımaktadır. Kanunların 6. maddesinde geçen:
“Evvelce kadınlar ceza görmeden iki
erkek tarafından sahip olunuyorlardı. Şimdi böyle kadınlar suya atılırlar” ifadesi tanrısal yargılamaya başvurulduğunu ve bu
uygulamanın sadece bir suç tespit yöntemi olmayıp aynı zamanda bir cezalandırma yöntemi olarak da
uygulandığını göstermektedir.
Hammurabi kanunlarına bakıldığında ise, ölüm cezalarının
oldukça fazla olduğu görülmektedir. 2. ,129. ,132. , 133a - 133b. ,143. ve 155. maddeler tanrısal
yargılamadan söz etmektedir. Maddelerin
çoğunluğunda zina konusu işlenmektedir. Hammurabi kanununun
129. maddesine göre kadın ve birlikte olduğu adam suya/nehre atılır ya da kadınının cezalandırılıp
cezalandırılmayacağı kocanın insiyatifine bırakılmaktadır. İlgili maddede:
“Eğer bir adamın karısı, bir başka
erkekle yatarken yakalanırsa, onları bağlayıp suya atacaklar. Eğer kadının sahibi (kocası) karısını yaşatırsa (hayatta
bırakırsa) kral da kölesini yaşatacaktır” denilmektedir. Aynı konuya ilişkin diğer maddelerde de yakın hükümler yer almaktadır.
Zina ile ilgili Hammurabi kanunlarında geçen 155. madde diğerlerinden biraz farklı
olarak dikkat çekmektedir. Bu maddede zina gibi ahlak dışı kabul edilen suçun yanında bir de günahın akraba ile
işlenmesi boyutu göz önünde tutulmuştur. Madde şöyledir:
“Eğer bir adam, oğluna gelin seçer,
oğlu onunla yatarsa ve sonra kendisi (kayınpeder) kadının koynunda yatarken yakalanırsa o adamı bağlayacaklar ve suya
atacaklardır”.
Eşi İnkâr Etme Suçunun Cezası
Kanun metinlerinde eşlerin birbirlerinden nefret edip,
birbirlerini inkar etme durumlarına da yer verilmiştir. Ana-İttuşu Kanunları’nın, zamanı ve kim tarafından
oluşturulduğu bilinmemekle birlikte konumuzla ilgili olarak kanunun 1.maddesinde geçen şu ifadeler dikkat
çekicidir:
“Eğer bir kadın, kocasından nefret
edip, sen benim kocam değilsin derse, onu (kadını) suya atacaklardır” denmektedir. Takip eden maddede erkek karısına “sen benim
karım değilsin” dediğinde ise para cezası verilmektedir. Burada dikkati çeken husus, suç aynı olmasına
rağmen cezalandırmanın farklı yapılmasıdır. Burada eşlerin birbirinden nefret etme sebebi
belirtilmediği için, cezalandırmada farklılık olmasını, ailenin ataerkil yapıda olmasına bağlıyoruz.
Burada “suya atılma” bir suç tespit aracı olmayıp, belirli bir suça verilen ceza olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hammurabi Kanunları’nın 142. ve 143. maddelerinde benzer bir
durum konu edinilmiştir. İlgili maddeler sırasıyla şöyledir:
“Eğer bir kadın, kocasından nefret edip
sen beni karılığa alamazsın derse, onun kayıtları, bölgesinden incelenecek. Eğer o kadın (evine ve kendine) dikkatli ise
(evini ve iffetini koruyorsa) ve kabahati yoksa ve kocası (evinden) çıkmaya düşkünse (evini ihmal edip, sokağa
çıkmağa düşkünse), onu çok küçültüyorsa, o kadının kabahati yoktur, çeyizini alıp babasının evine
gidecektir.”
“Eğer (kadın kendini ve evini)
gözetmezse ve sokağa düşkünse evini dağıtıyor, kocasını küçük düşürüyorsa o kadını suya atacaklardır” .
Yukarıdaki maddelerde ise eşlerin birbirlerine ve evlerine
karşı sorumsuzca davrandıkları durumlar dikkate alınmıştır. Ancak maddelerden de anlaşılacağı üzere,
kadının evine tam bağımlılığı, eşine sadakati ve saygısı esas alınmış olup, eve ve kocaya karşı
sorumsuzluk hatta sokağa düşkünlük ölümle sonuçlanabilecek bir cezayı öngörmekte ve bu konuda
kesinlikle taviz verilmemektedir. Aynı tavırları kocanın sergilediği durumlarda ne yapılacağı ise
belirtilmemiştir.
Eski Anadolu’da “Suya Atılma”
Anadolu’da yazılı hukuk kurallarının ortaya çıkması, yazının
bu bölgeye geç girişi ile alakalı olarak, Mezopotamya’ya kıyasla çok daha sonra olmuştur. Nitekim
Sumerliler’den itibaren gelişme gösteren ve Samilerce Anadolu’ya taşınan hukuk anlayışının Hititler’i
etkiledikleri görülmektedir.
Hitit uygarlığını Yakındoğu’daki komşularından ayıran en
önemli özelliği ise, insan haklarına büyük değer vermesidir. Nitekim, onur kırıcı cezalar, Asur kanunlarında
görülen acımasız yargılar Hitit hukukuna yabancıdır. Asurlular’ın uyguladığı düşman vücutlarının
parçalanması, ateşte yakılması, esirlerin kazıklara oturtulması ya da derilerinin yüzülmesi, kesilmiş
insan kafalarından piramitler yapılması gibi uygulamalar Hitit ülkesinde söz konusu değildir. Nitekim
bunun gibi işkencelerin yapılmış olduğunu gösteren tasvirlere Hitit sanatında rastlanmaması da, bu
fikri destekler mahiyettedir.
Anadolu’ya yerleşen ilk toplumların da ilk dönemlerde
gelenek ve görenekleri gereğince hareket ettikleri tahmin edilmektedir. Dolayısıyla yazılı hukukun olmadığı
dönemlerde-tıpkı Mezopotamya’da olduğu gibi burada da bir teamül hukukunun varlığından söz
edilebilir. Bu bağlamda toplum düzeninin sağlanmasında, işlenen suçlara verilen cezaların
niteliğinden daha dikkat çekici olan, suçun ortaya çıkışını sağlamak için yapılanlardır. Bu noktada sahneye
“suya atılma” cezasının yanında “yemin” çıkmaktadır.
Eski Anadolu’da yemin, tanrısal bir yargılama biçimiydi ve
yargılanan kişinin kendisini tanrının önünde hissetmesi ve yalandan çekinmesi için yapılıyordu. Yemin
eden kişi için doğruyu söylemek bir sorumluluktu, çünkü yemin bulunduğu coğrafyanın kutsal kabul
edilen varlıklarının önünde yapılıyordu.
Yemin işlemi, kralın huzurunda yemin ve Tanrı Assur’un
kılıcı önünde olmak üzere iki şekilde yapılırdı. Lehte veya aleyhte olan bir suçlamanın ispatlanması için
başvurulan yöntem olan yemin, tarafların kendi inançlarına göre ediliyordu. Yani her toplum kendi
tanrılarını yeminlerine şahit tutmaktaydı.
Koloniler Çağı’nda rastladığımız bir örnek hem Anadolu’ya ticaret için
gelen tüccarların Anadolu kralları önünde yemin ettiklerini, hem de gittikleri yerlerin kültürlerine
göre hareket ettiklerini bize göstermektedir. Kültepe’de ele geçen bir belge bu durumu açıkça ortaya
koymaktadır:
“Tawiniya karumu Kaniş karumuna
şöyle söylüyor: Durhumit karumunun elçileri Tawiniya kralına yemin etmek için gelip, ona hediye getirdiler. Tawiniyi kralı
elçilerine şöyle dedi. Kaniş karumunun babalarımın elçileri nerede. Buraya onlar gelsinler, onlardan da yemin alacağım”.
Eski Anadolu’da “yemin”e yüklenen bu kutsiyet “su”ya da
yüklenmiştir. Anadolu’ya gelip yerleşen toplumlar, genel olarak hayatlarını devam ettirmelerinde
kendilerine fayda sağlayacak alanlarda yaşamlarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Bu sebeple
yerleşilen bölgeler sulak alanlar veya nehir kenarları olmuştur.
Anadolu insanı belki bereketine inandığından suya ayrı bir
önem vermiştir. Anadolu’nun bronz çağları yaşadığı sırada insanlar ibadetlerini yaparken temizlenmek
için su kullanmışlardır. Tanrılar’ın gökyüzünde yaşadıklarına inanan ve yeryüzünün pis gökyüzünün temiz
olduğunu düşünen Anadolu insanı, tapındıkları tanrı heykellerini ve tapınaklarını temiz
tutmaya çalışmışlar, kendi temizliklerine de dikkat etmişlerdir.
Hititler ise, suyu yaşamlarının her alanına koymuşlardır.
Çünkü ibadet için temiz olmaları lazımdı ve temizlik için de su gerekliydi. Su, maddi ve manevi anlamda
kişinin temizlenmesi için kullanılmıştır.
Tapınaklara girebilmek için öncelikle kıyafetlerin
düzenlenmesi ve yıkanılması gerekiyordu. Temiz olmak tanrıya karşı bir saygı ifadesiydi ve ona dua edebilmek için
arınmış olmak şarttı. Aynı zamanda tapınak görevlileri de temizlik konusunda çok dikkatli olmak
zorundaydılar. Saç sakal temizliği, kıyafet düzeni, mutfak eşyalarının hijyeni gibi konular tapınak görevlileri için hazırlanmış bir metinde dile getirilmiş ve yapılmasının
gerekliliği vurgulanmıştır.
Hititler, başlarına gelen her türlü olayın tanrının öfkesi
veya lütfu sonucu kendilerine verildiğini ve tanrıları memnun etmenin, sonraki yaşantılarına iyi yönde etki
edeceğine düşündüklerinden, tanrılarına ritüeller düzenleyip kurbanlar kesmiş, dualar etmişlerdir. Tanrıları
için düzenledikleri törenlerde dualarla ağızlarını ve su ile de bedenlerini temizlemişlerdir.
Yine törenler esnasında kişinin üzerine kutsal su
dökülmüştür. Kutsal su bakımından Hititler’in önem verdiği yerlerin başında ise Ortaköy-Šapinuva gelmekte idi.
Kurban sunacak kişinin edeceği dualar burada hazırlanır ve kutsal su buradan temin edilirdi.
Su, Anadolu’da önemini nehirlere tanrı vasfı yüklenmesi ile
de göstermiş ve nehirler, tanrısal yargılama işlemlerinde hakim olarak kararlar vermiştir. Tanrı olarak
adlandırılan Kızılırmak, son sözü söyleyen konumuna getirilmiştir.
Anadolu’da nehir tanrısının varlığına Kültepe’de bulunan
tabletlerde geçen bir olayda şahit olunmuştur. Asurlu bir tüccarın tablette adına rastlanamayan bir
krallığın düşmanı olan Tawiniya kralıyla işbirliği ile suçlanarak hapse atılmıştır. Karum temsilcileri ise, tüccarı
tutuklatan kral ve kraliçeyi ikna edebilmek için onlara, tüccarın ya Tanrı Assur’un kılıcı önünde yemin
etmesini ya da onların kendi adetlerinde olan nehre gitme işlemini gerçekleştirmesini önermiştir:
“Aššur-tāklāku tanrı Aššur‟un
hançeri üzerine yemin etsin veya sizin şehrinizin bir yerlisi gibi nehre
gitsin. Onun hiçbir kötülük yapmadığına dair biz yemin edelim”.
Yukarıda verilen örnek, Anadolu toplumlarında da tanrısal
yargılama ile suçun ortaya çıkarılmaya çalışıldığının göstergesi olmuştur. Bunun yanında
Mezopotamya da oluşturulan kanunların çoğunda bu işleme rastlanırken, Hitit yasalarında tanrısal yargılamayla
ilgili herhangi bir ifadeye rastlanmamıştır.
Ancak diğer Hititçe metinlerde yer alan “ÍD-ya/ hapa pai:
Nehre Gitmek” deyimi, toplumda bu uygulamanın varlığına işaret etmektedir. Cahit Günbattı’ya
göre ise, Nehir tanrısının metinlerde yer almasına karşılık yasalarda bulunmamasının sebebi,
kanunların yazılı hale gelmesinden sonra bazı uygulamaların örfî olarak devam ettirilmiş olmasıdır.
Sonuç
Eski Mezopotamya ve Anadolu’da yaşayan toplumlar, büyük
ihtimalle, suyun bütün kötülükleri, pislikleri ortaya çıkardığını ve temizlediğini düşündüklerinden,
suçların ve günahların ortaya çıkarılmasında nehirlerin hakemliğine başvurmuşlardır. Nitekim, üzerine
suçlu gömleği giydirilen kişinin haklılığı veya haksızlığının nehirler tarafından ortaya çıkarılması için
“suya atılması”, bu inancın bir göstergesidir.
Nehrin zanlıyı selamete çıkarması durumunda ise, itham eden
kişinin cezalandırılmış olması yine çivi yazılı belgelerden tespit edilmektedir. Üstelik bu
uygulama, Mezopotamya’da yazılı kanun
maddelerinde veya Anadolu’da olduğu gibi teamül hukukunda
karşımıza çıkmakta ve uygulanma biçimiyle Eskiçağ ile sınırlı kalmayıp, Ortaçağ’a kadar
uzanmaktadır.
Bugün bizlere akıl almaz gelen bazı uygulamalar, Eski
Mezopotamya ve Anadolu insanı için oldukça önemli olmuş, kutsal kabul ettikleri suyu yani nehirleri
hakim olarak kabul eden bu insanlar, suçladıkları kişileri nehrin bağrına atarak gerçeği öğrenmeye
çalışmışlardır. Çalışmamızda gördük ki, bu yöntem, hem bir suç tespit hem de bir cezalandırma yöntemi olarak
uygulanmıştır. Özellikle Mezopotamya toplumlarının oluşturmuş oldukları çivi yazılı kanunlardan
bu durumu tespit etmek mümkün olmaktadır.
Bu hususta Hitit kanunları suskun kalsa da, Mezopotamya çivi
yazısının Anadolu’ya taşıyıcıları olan Asurlular’ın örfi hukuk bağlamında bu uygulamayı Anadolu’ya
getirdikleri de yine çivi yazılı belgelerden tespit edilmektedir.
Yrd.Doç.Dr.H.Hande Duymuş Florioti
Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih
Bölümü,
Gözde Demirci ,Yüksek Lisans Öğrencisi,
Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı, Denizli - pdf
*
NOT:
Asurların, Hurri etkisinde kaldıkları, kültür ve geleneklerini ona göre şekillendirdikleri ve bir çok "Hurrice" kelime barındırdıkları biliniyor. İleriki zamanda ise "Babil" etkisine giriyor, ve birçok Hurri kökenli kelimelerini de Babil diline dönüştürüyor....
NOT:
Asurların, Hurri etkisinde kaldıkları, kültür ve geleneklerini ona göre şekillendirdikleri ve bir çok "Hurrice" kelime barındırdıkları biliniyor. İleriki zamanda ise "Babil" etkisine giriyor, ve birçok Hurri kökenli kelimelerini de Babil diline dönüştürüyor....