Kaybolan Cennetin Peşinde
Sümer ve Akad: Ütopya mı? Gerçek mi?
Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU
Yunanca Mezopotamya diye adlandırılan Dicle ve Fırat
ırmakları arasındaki bölgede milâttan önceki 5200 yıllarında ortaya çıkan ilk devletlerden biri de Sümer
devletidir.
Dünya uygarlığının ve kültürünün beşiği, ilk defa bütün dil
kanunlarına dayanan yazının keşfedildiği ve devlet yönetimi; sulama, tarım, mimarlık, gemicilik
sahasında bugünkünden çok az fark gösteren usullerin keşfedildiği ve ilk sanat eserlerinin yaratıldığı
Sümer devleti hakkında düşünceler, münazaralar bir buçuk asırdan beri devam ede gelmektedir.
Sümer ve Akadlar’ın yüksek uygarlığından haber veren ilk
arkeolojik yadigârların bulunmasının üzerinden bugüne kadar 150 yıl geçmiş olsa da âlimler, henüz Sümer
ve Akad devletini oluşturan halkın kimlikleri hakkında bir sonuca varamamışlardır.
Çeşitli görüşler taşıyan âlimler, sadece “Sümer devletini
meydana getiren halkın yerli ahali olmadığı” fikrinde aynı görüşteler. İşte bu halkın hangi kavme mensup
olduğu konusunda çeşitli fikirler açıklanmıştır. Bu fikirlere göre, Akad devletinin temelini
kurmuş olan Sümerler, doğudan veya kuzeyden gelmiş; beraberlerinde yazı, demircilik,sulama usulleri ve
devlet kurma geleneğini de alıp getirmişlerdir.
Bu, bizi şu fikre götürmektedir: “Sümer ve Akad'dan da önce
olan kuzeydeki ya da doğudaki (Kuzey denildiği zaman Kafkasya, İdil Boyu, Batı Sibirya; doğu
denildiğinde de merkezî Asya, Hindistan, Moğolistan, Altay, Çin göz önünde bulundurulmalıdır.)
medeniyet, burada terakki ederek devlet olmuştur.”
'Şümer' ya da 'Sümer'
kelimelerinin etimolojisini, bir tek batılı âlim dahi ilmî esaslara dayanarak veremedi. Bilinen anlamda bu kelimeleri açıklayan Olcas
Süleymanov “'Şümer' ya da 'Sümer' adını, 'su' ve 'yer' kelimelerine dayandıran bir varsayım ileri sürer (
Süläymanov, 1975).
Eski Türkler, Ural ile Altay arasını "sulu yer",
"su yeri" (Sibirya kelimesi de bundan gelmiştir.) diye adlandırırlardı. Sümerler/Şümerler de iki nehir arasında
yerleşmiştir. Bu yerlerin evvelâ "sulu yer"olduğu düşünülmüş olabilir.
Sibirya yerleri gibi buralar da önceden bataklıktan
ibaretti. Onlar, işte bu bataklığı kurutarak tarıma elverişli hâle getirmişlerdir. Sümerler, çiviyazısında dağ,
kır, yer adlarını “h”şeklinde yazmıştır. Eski Türk yazısında da yer “u”şeklinde yazılmıştır. Bunlar, yer ve
dağı anlatan hiyerogliflerdir.
Şümer/Sümer, Subyer,Sibir, “sub” kelimeleri, birbirine ses
bakımından benzer. Bizce de Şümer/Sümer’in“Subyer”den gelmesi hakikate daha yakındır.
Çünkü, Sümer efsanelerinde “op- su”(çuçuksub) hakkında efsane vardır.
Bu efsaneye göre Op-Su, dünyayı ve insanı yaratan tanrıdır
(Uraz, 1991). Bu tanrının aynısına Altay ve Yakut mitlerinde de rastlanır. Eğer tetkiklerde şu varsayıma
dayanırsak -meselenin başka yönlerini görme, dil ve çiviyazısını mukayese etme- Sümer ve Akad
devletinin kökenini oluşturan halkın Türk kavmi olduğu konusundaki fikrin hakikate daha yakın olduğunu
görürüz.
Bunu, bir tek batılı âlim yapmak istemedi. Çünkü eğer
Sümerler’in Türk kavmi olduğu ispatlanırsa, o zaman Babil, İsrail, Yunanistan ve Roma’daki büyük
uyanışları etkileyen, onların oluşumuyla yükselişine büyük ölçüde tesir eden Sümer kültürü ve medeniyeti de Türk
halklarına mahsus olacaktır. Bu da ne kadar gerçek olursa olsun, Avrupalı âlimlerin kıskançlığına
sebep olur.
Oysa ki biz yeni yeni delillere de rastlıyoruz. Bunun
sonucunda da Avrupalı âlimlerin garezleri, gittikçe azalacak ve faraziyeler daha çok ilmî renk alacaktır.
Sümerlerin “Baş Tanrı”sı hakkındaki düşünceler, Olcas
Süleyman'ın varsayımını gerçeğe yaklaştırır. Baş tanrı Enlil “Tanrılar Tanrısı”, “gök ve yer padişahı”,
“bütün memleketlerin yaratıcısı” dır.
Sümerlerin “Yaz ve Kış ” efsanesinde (çömlek yazısında)
Enlil tanrıların yardımcısı, “ürün, üretim tanrısı” özelliğiyle karşımıza çıkar. Bu mite göre "kış",
bütün ekip dikme, ürün, hayat, yeşillik, su, yağmur ve karın yaratıcısıdır. Ürünün bol olması ona bağlıdır.
Eğer Fırat ve Dicle nehirlerinin yer aldığı coğrafyayı göz
önünde bulundurursak, o yer tabiî duruma göre kışı tanrı derecesinde yücelten memleket olamaz. Bunun tam
tersine, buraya sıcak ve güneş hâkimdir. Kış, sadece Sibirya’da değil uygun başka yerlerde de
kendisinin uzun sürmesi, soğuk olması, herşeyi yine hayat için güneşle birlikte kendine bağlamasıyla tanrı
sıfatında tasavvur edilmiş olabilir.
Keza Yakut ve Tuva mitlerinde de kış, tanrı sıfatında
tasavvur edilmiştir. Daha sonraki yıllarda yapılmış olan birçok incelemede, bu mesele açıklanmaya çalışılmıştır.
Çünkü Altay, Orta Asya’daki Türk halklarının mitleri
Orhun,Yenisey Yazıtları, Uygur metinleri ve daha sonraki zamanlara yönelik değerlendirmeler buna esas
olmaktadır.
Milâttan önceki III. yüzyıla ait Çin el yazmalarında
Qañlılar (Çince kargüy) da, Çinyazısına ters tarzda (bilindiği gibi Çin hiyeroglifi dikine yazılır) yan
yazıların yazıldığı hakkında bilgilere rastlanır ( Süläymanov,1975).
Bu bilgiler, Türkologlarca öteden beri bilinmektedir. Buna
göre Türk yazısının milâttan önceki III. yüzyıla kadar Çin tarafından bilindiği söylenebilir. O, bu devre
kadar, birkaç basamaktan, yani yan tertip ve sıra ile yazılma derecesine kadar ulaşan basamaklardan geçmiştir.
Bundan şunu anlıyoruz: “Türk yazısı milâttan önceki III.
yüzyıldan daha da eskidir”. Bizim, ihtimal olan bu eskiliğin kökünü Sümer çivi yazısıyla denk tutmamız yanlış
değildir. Orhun,Yenisey ve başka yazıtlardaki yazıların şekli birçok yönden Sümer yazılarına benzer. Bu
benzerlik, dil benzerliği ile birleşir. Bu noktada varsayımların ilme yaklaştığını hissedersiniz.
Çünkü Türk dilinin Sümer diline etkisi, Mançularla aslı Türk
kavminden olan Moğolların diline etkisi gibi yakın da değildir. Bunu dikkate aldığımızda “Sümerdili, Türk
dilinin tesiri altında kalan başka bir dildir.” demek için bu iki sınır ve halkı birleştiren kaynağın olması
gerekir. Bu zamana kadar böyle bir kaynağa rastlanamamıştır. Biz, bu yakınlık hakkında düşünceler
üretmek için kıyaslamalar yapacağız. Aşağıdaki kelimelerin ses ve anlam bakımlarından karşılaştırılmasından
da anlaşılacağı gibi, Sümerce ile Türkçenin birbirine yakın olduğu açıktır.
SÜMERCE=>TÜRKÇE
1. ada, (ata) => ata, yaşlılara hürmet amacıyla söylenen
söz
2. eme (anne) => ana
3. kür (dağ) => kır (dağ toprak)
4. şube, (sine) => çoban
5. yeş (ev) => eşik, kapı
6. uş (üç) => üç
7. gu (ses, avaz) => kü (ses, avaz)
8. emek (dil) => em-,ye- (dil)
9. me, ze, ene => ben, sen, o
10. geş (kuş) => kuş
11. ğiş, giç (ağaç) => ağaç, ığaç
12. kır (yer) => kır
13. tir (hayat) => tirig, diri
14. tu => tut-
15. sıg (vur-) => sok-
16. yed (od, ateş) => od
17. işi (az, kiçik) => kiçi
18. geştuke=> işiten
19. yeren (er kişi, cenkçi) => eren
20. geg (ek-) => ek-
21. teg (değmek) => değ-
22. tum (nesil)=> tohum,nesil
23. dingir, demer (gökyüzü) => tengri
24. yen (âli, yüksek, en) => en
25. ken (geniş) => keñ-gen-geniş
26. uzun=> uzun, uzak
27. ud (ateş) => od
28. udun (ocak, yanıcı madde) => otun-odun
29. tuş, şuş => düş
Görüldüğü gibi Sümerce ve Türkçe kelimeler semantik ve morfolojik
bakımdan birbirlerine benziyor. Doğrusu, bazı sesler değişmiş, ama bu değişme asıl manaya
zarar vermemiştir. Bu benzerlik birçok bakımdan dilcilere bol malzeme verir.
Dünyadaki bütün diller, art zamanda belirli bir fark
gösterir. Eski İngilizce, Almanca, Hintçe, Avrupa dillerini tercümesiz anlamak mümkün değildir. Ama beş bin
yıl önceki Sümerce kelimeleri kendi kelimelerimiz gibi anlıyoruz. Bu mukayeseye şunu da eklemek
gerekir. Sümerce ile bugün kullanılan Türkçe kelimeler arasında 4500-5000 yıllık fark var.
Bunu anlamak için, bundan bin yıl önceyazılan Kâşgarlı
Mahmut’un, Edip A. Yüknekî’nin eserlerindeki kelimeler ile bugünkü kelimeler arasındaki farkları ve bu
kelimelerin diğer devrelere geçmesiyle ortaya çıkan seslerin farklılıklarını kıyaslamak yeterlidir. Ama
aradaki zaman ne kadar uzun olursa olsun ses ve kelimelerin morfolojik durumları sayı, sıfat, zamirlerin
benzerliği; kelime birleşmelerinin belirli bir kurala uyması bu kelimelerin aynı dilden olduğunu gösterir.
Sümer dil etimolojisini tespit edebilmek için Türk dilinin
(Türkçe’nin) bütün lehçelerinden haberdar olmak gerekir. Buna göre, Türk dilcilerinin önünde büyük birvazife
olduğu söylenebilir. Bu vazife Sümerce’nin tesirinde şekillenecektir.
Babil,Yahudî, Yunanlılar vasıtasıyla bütün dünyaya medeniyet
veren halkın, Türk halkı olduğu konusundaki faraziyeler ilmî esasa dayanır. Benzerlik sadece
isim, sayı vesıfatlarda değil; fiillere ve ilâhî düşünceleri ifade eden kelimelere de aksediyor.
Bilinmektedir ki, çeşitli dillerde fiilin benzerliği, çok
nadir rastlanan hâdisedir. Ünlü âlim V. İ. Avdiyev'in vardığı sonuca göre Sümerce de Türkçe gibi eklemeli bir
dildir.” (Avdiyev, 1948a).
Sümer destanı Gılgameş'teki (Sümer varyantı Bılgames,
Bılgamış) isimlerin Türk halklarının destanlarındaki kahramanlara (Alpamış, Alpomis, Alpmanas)
ses bakımından benzer olması da, büyük ve ciddî bir inceleme konusu olmalıdır.
Gılgamış’a, Sümer varyantında, Bılga‘meş, Bılgames
(Bılgamiş) şeklinde de rastlanırki, “Bilge” kelimesi eski Türkçe'de “bilgili”, “deha”; Sümerce’de ise
“bege”,“danışman, deha, baba” manalarına gelir.
Türk destanlarında Bilgebek, Bilge Kağan,Bilge Hakan,
Bilgames (bilgili, kahraman, pehlivan) ismindeki kahramanlara çok rastlanır. Bilge Kağan yazıtı “bilge”
kelimesinin Türklerde önceden mevcut olduğunu gösterir. Bilge Hakan, kahramandır, her şeyi bilen bir
hakandır. Bu hakan, sadece cismen değil, ruhen de güçlü bir şahıstır. O, hakanlık derecesine ulaşıncaya kadar
şamanlığın bütün makamlarını geçer. Kendisinde şamanlığın her özelliği bulunur.
Şaman, tanrı ile insanı bağlayıcı köprüdür. O, zalim ve kötü
ruhlarla mücadale ederek galip gelir. Bazen de, koruyucu ruh rolüyle kötü ruhların sultanlığı olan yer
altı dünyasına yolculuk eder. Orada kötü ruhların eli altındaki tutsakları azat eder. Altın elma,
altın kuş, ab-ı hayat ve başkalarını alıp döner. Altay ve Sibirya şamanları hakkındaki tetkiklerde şamanın bu
vazifesi detaylı olarak incelenmiştir.
Bilgemiş de yeraltı dünyasına yolculuk eder, yurdunun kötü
düşmanlarını öldürür, ebedî hayat suyu aramak için “gidip de dönülmeyen” ülkesinin yolunu tutar.
Sümer mitolojisinde İştar; aşk, muhabbet, mahsul ve üretim
yaratıcısı anlamında kullanılır. Divanü Lûgati’t-Türk'te Kaşgârlı Mahmut “işler” ﺮﻼﺸإ kelimesinin “hatun,hanım”
manasına geldiğini ve adlandırılma tarihinin çok eskilere gittiğini söyler. (1)
Türk halklarında "kadın yaratıcılar" mukaddes
sayılmıştır. Onlar için kurbanlar adanmış ve tütsüler çıkarılmıştır. Büyük ihtimalle “is” شإ Türklerin geleneğinde çeşitli kokuların mistik
bir nesne olarak kullanılması yahut da hastalıklarda tedavi olarak
kullanılması da Sümerlerdeki bu tasavvurda çıkmış olsa gerektir. Bu anlamıyla ateş, alev ve tütsü mukaddes
sayılmıştır. Bunlar, ilk önce kadın mabudelerle sembolleştirilmiştir.
Sümer mitolojisindeki Enü, gökyüzü tanrısıdır. O, Uruk
(Sümerce Unug, yani Uluğ manasındandır.) şehrinin gökyüzündeki koruyucusu sayılır. Enü, Tükçedeki
"ana"(anne) kelimesine benzer.
Eski yazılarda da Umay Ana ismi dile getirilir. Türk
halkları arasında ürün yaratıcısı sayılır. Kaşgârlı Mahmut onu “kahraman erlerin koruyucusu”şeklinde tarif eder.
Dummûzî (Tammuz), Sümer mitolojisinde “İştar'un sevgilisi;
yeraltına, cehenneme mahkûm edilen” kişidir. Tammu-Tammuz kelimesi, Divanü Lûgati't-Türk'te de “cehennem”
manasında kullanılır (Kaşkarlı, 1960a). Alişir Nevaî bu cehennem manasında bu kelimeyi kullanır
(Kaşgarlı, 1960b).
Görüldüğü gibi Sümer mitolojisindeki esas kahramanların
isimleri Türkçedir. Bunun dışında “Bılgamış”destanıyla “Alpamış”
destanının son bölümlerindeki olaylar birbirine benzer.
Bu,Bilgemiş (Gilgemiş) ve Alpamış'ın öteki dünyaya seferi,
Bilgemiş-Enkidü, Alpamış-Kultay münasebetlerinde görülür. Hatta bu iki destandaki rüya
motifi de çok benzer. “Alpamış” destanında Karacan, Alpamış'ı rüyasında görür. Onun arkadaşı ve
yardımcısı olur. “Alpamış, çobanların evinde yattığında bir rüya görür. Aradığı sevgilisi Barçın da bir
rüya görür. Kaşal arasında doksan Kalımak'ın içinde Karaşan Alp da bir rüya görür.” (2) “Bilgemiş” destanında da Gılgamış Enkidü'yü rüyasında görür. Onun arkadaşı ve en yakın yardımcısına dönüşür (Alpåmiş,
1998).
Mit, örf ve âdetlerin karşılaştırılması da Sümer meselesinde
bize zengin bir bilgi verir.Sümerlerin asıl vatanlarını tespit etmek için Türk kavimlerinin oluşmaları,
çoğalmaları ve büyük göçleri hakkındaki mitlerine müracaat etmek zorundayız.
Şunu hatırlatmak gerekir ki, Sümer devleti Yeni Neolit devrinde,
Mezopotamya’da kurulmuştur. Sümerler, evvelâ, üzerine kamış örtülü kulübelerde ve yer altı
evlerinde yaşadılar. Bu hayat tarzları ve muhafaza ettikleri gelenekler Sümerlerin dağlı halk olduğunu
gösterir. Sümerlerin aslının dağlı oldukları konusunda, âlimlerin aynı fikirde olmaları ilginçtir.
Sümerler göç ettikten sonra bakırdan eşya yapmaya başlarlar ki, bu zanaat medeniyettarihinde büyük bir inkılâp
idi.
Bakırcılık ve demircilik, Türklerin temel zanaatıdır.
Buna bağlı olarak Türk kavminin ilk mesleklerinden biri de
“demircilik” olmuştur. Demircilikle ilgili mitler başka milletlerde de vardır.
Türklerde en yaygın olanı“Ergenekon” destanındaki mitlerdir.
Bu destandaki hikâyeye göre Türkler düşmanlarına yenilir. Yapılan savaşta Elhan'ın oğlu Kıyan ve
Noguz’un aile üyelerinin hepsi ölür. Kıyan ve Noğuz mal ve mülklerini, ailelerini yanlarına alarak
kaçarlar. Büyük zorluklar çektikten sonra, Tanrının merhametiyle dağların arasındaki cennet gibi bir mekâna
gelip yerleşirler. Etrafı dağlarla kuşatılan bu yere bir tek kişinin ve düşmanın gelmesi hiç de mümkün
değildir. Bu yer cennet kadar güzeldir. Ergenekon yeri, suyu, havası ve bol nimetleriyle şahane bir
yerdir. Bu iki aile burada yaşamaya başlarlar. Bunlar, burada ziraat, bağcılık, bostancılık ve demircilikle
meşgul olurlar. Burasını mamur bir yurda çevirirler. Onlar burada 400 yıl yaşarlar.
Kavim cennet kadar güzel olan bu yurda sığmayacak kadar
çoğalırlar. O zaman kurultay yaparak kendi yurtlarını genişletmek isterler. Etrafı aşılmaz sarp
kayalarla çevrili olan Ergenekon'dan çıkmak hiç de kolay değildir. İçlerinden bir demirci ustası bu kayaları
büyük bir maharetle eritip geçit açar.Yol açıp Ergenekon'dan yeni dünyaya çıktıkları güne atfen (3) her yıl
ilkbaharın ilk gününde, Türk hakanları şölen yaparlardı.
Onlar çekiçle örste demir döverek Ergenekon'dan çıkışı
sembolize ederlerdi. Sonra bu kutlamalarda büyük toy verilirdi. Divanü Lûgati't-Türk'ün 1. cildinde şu
bilgi vardır:
Kırgız, Yabom, Kıpçak ve başka kavimlerin halkı yemin veya
anlaşma merasimlerinde demiri ululamak için kılıcı çıkarıp, gözlerini kapatarak öne doğru yürür ve “Gök
girsin, kızıl çıksın.” (Yani sözümde durmazsam, kılıç kanıma bulansın, demir senden öç alsın.) derlerdi
(Epos).
Çünkü onlar demiri kutsal sayarlardı. Altay Türklerinin
tanrısı Erlik Han’ın sarayının damı da kılıcı da kalkanı da demirdendir. Demirle, Şaman kavramları buradan
çıkmıştır. (Şaman, kavmin yol göstericisi, ilâhîyatçısı, onlara yardım edicidir.) Anlaşıldığı gibi
Altaylarda da demir mukaddestir. Türkler kayayı eritip, yeni dünyalara yol açarlar ve çeşitli yerlere doğru giderek,
tıpkı Ergenekon gibi cennet yurtlar aramaya koyulurlar.
“Demirci” lâkabı,Türklere işte bu
efsaneden kalmış olabilir. Kaynakların ve yadigârların gösterdiği cennet gibi mekân Altay'da dağlar arasında bulunmuştur. Destanda bu
ahali mert,marifetli, hüner sahibi, varlıklı ve cesurdur. Yurtları ise müreffehtir. Destanda, düşmandan
gizlenerek tılsımlı yurda gidip, orada kalma konusundaki anlayışın kökleri çok eskiye dayanmaktadır.
Türklerin kozmogonik görüşlerine göre insanlar, Tanrılara
dağlar üstünde rastlamış ve onlara tapmışlardır. Tanrıya gökyüzüne, dağlara ve tepelerin üstüne çıkılarak
ulaşılır diye inanıyorlardı.
Eski Yunan kaynaklarında da doğuda; mutlu,güzel, müreffeh
Giperlera halkının yaşadığı hakkında kayıtlara rastlanır (Kaşgarlı,1991).
Milâttan önce VII. yüzyılda doğuya seyahat eden Yunan
Aristey'in hatıralarında da bunun gibi bilgilere rastlanır (Änoxin). Aristey, bu seyahatini destan olarak
anlatmıştır. Bu destan, Türklerin yurdu hakkındaki en eski yazma kaynaklardan biridir.
Aristey, “Arimaspeya” destanındaki Arimasplar için
"Onlar, sıradan insanlar değil, ilâhî güç ve kuvvete sahip halktırlar." der. Destanda bu halk, demirciliği,
büyücülüğü, aleve hâkim olmayı bilir. Yurtları cennet gibidir ve insanları tek gözlüdür.
Kaynaklarda tekgözlüler hakkındaki mitlerin tarihî esasa
dayandığı yazılmıştır (Sülåymånovä, 1991).Özellikle Türk kavimleri, başlarına demirden miğfer
giymişlerdir. Bunu yanlış yorumlayan Yunanlılara Arimasplar, bir gözlü devler şeklinde tecessüm
etmişti.
Umumî olarak Aristey'in doğu hakkındaki destanı, Yunan
edebiyatına büyük bir ölçüde nüfuz etmiştir. Orada Arimaspların sihirli güce sahip olduklarından
bahseder. Cennet gibi yurt hakkındaki bu kaynak, demirciliğin ve medeniyetin vatanının Orta Asya ve Altay
etrafındaki yerler olduğunu belgelemektedir.
Kuzeyde bulunan "cennet gibi yurt" hakkındaki
rivayetlere Çin kaynaklarında da rastlanır. Eski Çin mitlerinde; "kuzeybatıda çok zengin, müreffeh ve güçlü
İmu memleketi vardır" denir. İmu, tıpkı Aristey'in tasvir ettiği gibi tek gözlüler memleketidir.
Bunun dışında Hint mitlerinde de kuzeydeki tekgözlü insanlar
hakkında bilgiler vardır. Demek ki tek gözlü insanların memleketi gerçektir. Buradaki halk demirden
miğfer giydikleri için böyle tasvir edilmişlerdir.Bahsedilen bu halk Baktriya ve Hindistan'ın
kuzeyinde, Çin'in kuzeybatısında, Yunanistan'da ve Uzakdoğu'da yaşamıştır.
Haritaya bakarsak bunun Orta Asya, Sibirya ve Altay ülkeleri
olduklarını görürüz. "Cennet gibi yurdun" aynen bu sınırda olduğuna Yunan, Çin ve Hint kaynakları
şahitlik eder.
Bunun dışında, dağ arasındaki tılsımlı yurt anlayışı Özbek
sözlü edebiyatında da muhafaza edilmiştir. Özellikle, Malike-i Ayar(Ayar, “kurmay” demektir.) destanı
tılsımlı ve güçlü Türkistan hakkındadır.
Avaz,Malike-i Ayar'ı (kurmayı) bu memleketten kaçırarak
gelir. (4) Türkistan'da destan kahramanları altından, metalden arslan yaparlar. Bu bölüm, Türklerin
demircilikle eskiden beri uğraştığını teyit eder.
Sibirya Türklerinin etnografisini araştıran V.Radlof’un
yazdığına göre, Altay ve Sayan dağları altın ve bakır yönünden zengindir. Buna göre söyleyebiliriz ki; bu yerin
eski ahalisi bakır ve altın gibi çeşitli metalleri kendileri kazarak çıkarmış, bunlardan çeşitli eşyalar
yapmışlardır (Pyankov, 1978).
Radloff, Altayların 180 türde bronz eşyanın yanında, küpe,
yüzük, boncuk yaptıklarınıda söyler. Keza Altayların eski mezarlarında da metal, altın, bakır, gümüş,
bronze şyaları bulunmuştur. Milâttan önce 3000 yılının başıyla ilgili kazıda Malike Şubad’ın mezarında
çok ince ve sanatkârane işlenen mücevherler ve metal eşyalar bulunmuştur (Arxialogiçeskix, 1961).
Altaylar ve Sümerlerin gümüş bir masa üstünde, mezara demir eşyalar koyma âdetleri aynıdır. Bazı âlimler bu
benzerliğe dayanarak, eskiden bu halkların dininin aynı olduğu fikrindedirler.
Rus âlimi I. Ragozine, çok içtenlikle elindeki Sümer ve Türk
kaynaklarına dayanarak şöyle der: Bunlar topraktan yararlanmayı, madenciliği, demiri işlemeyi
bu yere getirdiler. Ayrıca onlar bataklık yerleri kurutup kanallar kazarak buraları verimli hâle getirdiler.
Taşlardan ve tuğladan evler yaptılar.
Bu tip evleri ilk yapanlar Sümerlerdir. Akad yani “dağ”,
“kaya”kelimeleri bile bu halkın dağlı yurtlardan geldiğini belirtmektedir. Asıl vatanları olan Dicle ve Fırat
ırmaklarının kuzeydoğusunda yerleşerek, kendilerini Elâm diye adlandırmalarına rağmen onların esasen
eski Türk kavmine mensup oldukları gerçeğe daha yakındır.
Sibirya'daki Altay (dolayısıyla Ural) sıradağlarının eskiden demir madeni/ocağı olduğu bilinir. Bu ülkede Turan kavimlerinin yaşadığı, sonra
güneye ve kuzeye doğru dağıldıkları, ayrıca onların bir kısmının orada da göçebe hayat sürdürdükleri
dikkate alınırsa, Sümer ve Akadların ilk önce bu ülkede yaşadıklarını anlamak da kolay olur. Ural-Altay
halklarının sözlü kaynakları ve yadigârları da bunu teyit eder.
Castren, inceleme ve araştırma sonuçlarına göre, onların
(Sümerlerin) dünya yaratıldığından ve büyük felâketlerden beri, (yeryüzünü suların basması
kastediliyor.) bu güne kadar dedeleri, babaları Altay'ın derya ve ırmaklarından su içerdi. Onların tılsımlı vadide
(cennet gibi yurt) yaşadıklarını göstermek için güzel efsaneyi örnek olarak verir.
Efsaneye göre bu vadi, dört taraftan geçilemez kayalarla
çevrilidir. Onların ecdatları nice yüzyıllar bu vadide yaşadılar. Neticede vadiden çıkıp gitme, onu
genişletme yolunu aramışlar, ama bulamamışlardır. O zaman kavmin nalcılarından biri kayayı inceler bakar, onun
baştan sona demir olduğunu tespit eder. Onun teklifiyle büyük bir ateş yakarlar, çekiçlerle kayayı
eritirler. Böylece aşılmaz kayadan kendilerine yol açarlar. Bu efsane, demiri işlemenin sarı kavmin temel
uğraşı, işi olduğu hakkındaki görüşleri tasdik eder.
Sümer ve Akadlar da bu konuda mahirdirler. Keza, bu onların
mezarlarında bulunan altın ve sanatkârane bir şekilde demirden yapılmış eşyalarda da görülür (Ayår,
1998).
E. Ragozina'nın örnek olarak verdiği efsane daha önce
bahsedilen efsanenin aynısıdır.Aslında demirciliğin keşfedilmesi ve işlenmesi medeniyetin
başlangıcıdır. Altay ve Ural sıra dağları arasında yaşayan Türk kavimlerinin kendilerine yurt arayarak, dağ
sıralarını aşıp Kafkasya’yla Mezopotamya'ya gelmesi ve oradan da dünya uygarlığını başlatması hakikattir.
Altay ve Ural dağları arasında yapılan arkeolojik keşifler
de eskiden buralarda uygarlığın ilk unsurlarının mevcut olduğunu göstermektedir.
Asıl Altaylı kavimlerin Ural'la Kafkasya'ya, oradan Ağrı
dağından başlayan Dicle ve Fırat deryaları boyunca uzanan düz, ekin ekmeye elverişli yerlere kadar
gitmeleri gerçeklere uzak değildir. Çünkü Türklerin büyük göçleri hakkında çeşitli efsaneler, masal ve
destanlar mevcuttur.
Yazılı kaynaklar, “Alpamış” destanında da bunun gibi göçten
bahseder.Gerçi destanın yazıya geçirilmesi IX.-X. yüzyılda olsa da göç olayı muhtemelen çok eskiden
vuku bulmuştur.
Avrupa'ya göç eden Hunların, Bulgaristan’a ve Macaristan'a
yerleşen Bulgarlarla Macarların ve Anadolu Türklerinin göçmen kavimler olduğu bugün için sır değildir.
Bunların sulak yer aradıklarını (su-yer, Sümer) ve Mezopotamya'ya doğru gittiklerini tasavvur etmek
için büyük bir deha olmaya gerek yoktur. Çünkü nehirlerin doğduğu yerler ve uzunlukları Sibirya
ırmaklarını hatırlatmaktadır. Onların bu
yerlerde kendilerinin ata yurtlarının tabiatına has manzaraya
rastlayabilmeleri tabiî idi.
E.Rogozina, Castren
incelemesinde dünyanın yaradılışından, yahut da umumî bir afetten bahseder. Burada anlatılan su baskını, onların ecdatlarının Altay
civarında yaşadığı yer hakkındaki efsane için kıymetli sayılır. Bu, Sümerlerin “Gılgamış”ı daha
doğrusu“Bılgames”idir.
Esasında bu, Akadlarca yaratılmışlar, baş kahramanı da
Gılgamış/Bilgamış (Ölmeyen Adam/Herkesi Gören Adam) olmuştur. Destanda da umumî afet olan subaskını hakkında
rivayetler vardır.
Ötnapistum'un Gılgamış'a söylediği su tufanı hakkındaki
kaynak, eski bir yazmadır. Bilgamış'a göre bu tufanla ilgili Nuh Aleyhisselâm hakkındaki rivayet,
Yahudîlere “Tevrat”la malûm olmuştur. Su tufanı hakkında “Tevrat”tan daha eski kaynak olarak 1960'lı yıllara
kadar bu destan kabul edilmiştir.
Babildeki Anişurbinapli kütüphanesinin bir kısmı bulununca,
en eski kaynağın Bilgamış destanı olduğu kesinleşti. Burada dikkati çeken şey, E.Ragozino'nun da
muhtemelen buna dayanarak Sümerleri Türk kavmi olarak kabul etmesidir. Su tufanı hakkındaki
efsaneleri mukayese edildiğinde, bunlardaki benzerlik artık tesadüfî bir benzerlik olmaktan çıkar.
İlk önce su tufanıyla ilgili Altayların efsanelerini ele
alalım:
Tufan olacağını ilk önce demir şoklu, mavi tüylü bir teke
haber vermiştir. Mavi teke yeryüzünü yedi gün dolaşarak bağırır. (Demir şoklu, mavi teke bize göre
totemlerdeki tanrılardan biri olmalıdır.)
Sonra da müthiş bir soğuk başlar. Yedi aziz kardeş
vardır.Onlara tufan olacağı haber verilir. Erlik, Ölgen'de (tufandan sonra tanrı huzuruna geçerler.) olan
ağabeyiyle bir gemi yapar. Her tür hayvandan bir çift alıp gemiye koyarlar. Tufan bittikten sonra Ölgen,
bir horoz gönderir. Horoz soğuktan ölür, sonra da bir kaz gönderir. Kaz da gemiye dönmez. Üçüncü defa bir
şahin (kuzgun) gönderir. O da gemiye dönmez. Çünkü o, bir leş bulup yemeye başlamıştır. Kaz
karanın görüldüğünü fark eder. Bu yedi kardeş gemiden çıkarlar.
Bir başka Altay efsanesinde tufan şöyle tasvir edilir:
“Ölüler dünyasındaki Namo adlı adama
tufan olacağı söylenir. Ondan bir gemi yapması istenir. Namo'nun Boliksa, Sorul, Saozunul adlı üç oğlu vardır. Hepsi bir
araya gelerek bir dağın tepesinde gemi yapar. Onlar, gemiye insanlardan ve diğer canlılardan birer çift
alırlar. Daha sonra tufan başlar. Namo'nun gözleri iyi görmemektedir. Gemidekilere “Bir şey görüyor
musunuz?”diye sorar.
Efsanedeki söylenişe göre Namo'nun gemisi tufana dayanır. Nihayet su azalınca gemi,
Jumalay (Gimalay) ve Tulutti dağlarına oturur. Namo da birinci efsanede olduğu gibi karayı bulmak
için ilk önce şahini (kuzgunu), sonra kargayı, daha sonra da saksağanı gönderir. Dördüncü defa da bir
güvercin uçurur. O da karayı gördüğünün müjdesiyle döner. Tufandan sonra Namo, tanrıların yanında
yerini alır (Radloff ve İz Sibiri, 1989).
Tufan hakkında diğer Türk boylarının da efsaneleri vardır.
Ama burada Sümerlerin su tufanıyla ilgili efsaneleriyle karşılaştırılmak üzere Altayların efsaneleri
esas alındı. Sümerlilerin su tufanı hakkındaki efsanesiyle Altay efsanelerinde sadece sanat manzaraları,
kahramanları ve hareketlerinin netliğiyle dikkat çeker.
Bu da şuna bağlıdır; Bilgamış hakkındaki destan Sümer
Ra'ları tarafından tekrar tekrar söylenmiştir. Sonuçtada yazılı hâle getirildiği zaman icracıların güzel
ifadeleri karışmıştır.
Milâttan önceki 2100 yılından daha da önce bir çömleğe
yazılmış olan ve Pensilvanya Üniversitesi profesörü Gilpreht tarafından tetkik edilen Sümerce su
tufanı efsanesi, Bilgamış/Gılgamış'ın ya da başka bir eserin bir kısmı olabilir. Belki de bu, Bilgamış/Gılgamış hakkında bulunan
beş koşuğun devamıdır. Bu konuda hâlâ ortak bir görüşe varılamamıştır.
Ana efsane, Sümerce yazılması yönüyle de kıymetlidir.
Efsaneye göre Zingiddu veya Zinzuddu tanrılarının huzurundaki itaati, ibadetinden dolayı tufan
olacağını haber alır ve büyük bir gemi yapar. Tufandan da bu sayede kurtulur. Çömleğe yazılmış olan efsane
şöyledir:
“Tipi ve tufan, yeryüzünde yedi gece
yedi gündüz sel şeklinde devam eder. Gemi ise azgın dalgalara çarparak yüzmeye devam eder. Sonra Tanrı-Güneş görülür. Bu,
aleve ve güneşe sığınan, onları tanrı bilen ecdatlarımızı hatırlatır. Sonra Zinzuddu güneş
tanrısına, koyun ve öküzü kurban eder. Zinzuddu, tanrıların ebedî yaşama mükâfatına nail olur (Avdiyev,
1948b).
Akadların “Ölmeyen Adam” destanında da bu Sümer destanıyla
benzerlikler görülür. Ab-ı hayat içerek, ebedî hayata erişen Ötnapiştum'un ebedî hayatı arayışı, Bilgamış/Gılgamış'taki su tufanını andırır.
Biz, burada efsaneyi tam vermek yerine onun kısa bir özetini
veriyoruz:
Tanrılara itaat ve ibadet eden Ötnapiştum, tanrıların
yardımıyla bir gemi yapar ve ona bütün canlılardan birer çift yerleştirir. Tufan başlar. Gemi yedinci gün bir
dağın yanında durur. Ötnapiştum karanın görünüp görünmediğini öğrenmek için önce bir güvercin, sonra
kırlangıç, daha sonra da bir karga uçurur. Karga, karanın gözüktüğünü haber verir. Dağda Ötnapiştum, tanrılar
adıyla kurban keser. Tanrılar da ona, ebedî hayatı bağışlarlar.
Bu efsanenin metni Babil kütüphanesinde muhafaza
edilmektedir.
Bilgamış/Gılgamış hakkındaki Sümer ve Akad destanlarının Küçük
Asya'daki mitlerin tamamında, dolayısıyla Yahudî, Yunan mitlerinin meydana gelmesinde de,
tesiri vardır. Bunları göz önünde bulundurarak Ötnapiştum efsanesiyle “İncil”deki Nuh (Noy)
peygamber hakkında anlatılanları karşılaştırırsak, bu iki efsane arasında hiç bir fark
olmadığını görürüz.
Hatta şunu da söyleyebiliriz: “İncil”deki Nuh (Noy)
peygamber hakkındaki bölüm, “Ölmeyen Adam” destanının kelimesi kelimesine tekrar edilen nüshasıdır.
Kur'an'da geçen bazı ayetlerde ve Muhammed Aleyhisselâmın hadislerinde, Musa peygambere indirilen
mukaddes kitabın sonradan bozulduğu ve değiştirildiği geçmektedir.
“İncil”in su tufanıyla ilgili
bölümünü okuduğumuzda, hem Sümerlerin maddî ve manevî başarılarına, hem de bunun yazılı kaynaklarının varisleri olan Babillilerin
tesirinde şekillenen Yahudî mitolojisinin ifadesi olduğuna şahit oluruz.
C. Frezer ise bu benzerliği doğrudan doğruya “aynen tekrarı”
diye değerlendirir (Ragozina, 1903).
Sümer ve Akad efsanelerini örnek almamızdaki gaye; aslı Sami
dilleri grubuna mensup olan Akadlar’ın M.Ö. 5000 yılından 2000 yılına kadar geçmişteki binlerce yıl
içinde Sümerler’in tesirinde şekillenerek, devletlerinin adını da Sümerce adlandırarak Sümer
tanrılarını ve mitolojisini kendilerininki gibi benimsemeleridir.
Bundan dolayı Akad kaynakları, Sami dilindeki halkların
mitolojisi olarak değil, Sümerler mitolojisi niteliğinde değerlendirilmelidir.
Altay ve Sümerlerin su tufanı hakkındaki efsanelerinin umumî
benzerliklerinin dışında hareket, olay, hatta bazı ayrıntıları bile aynen tekrarlanır ki, buna da
"tesadüftür." demek çok zordur.
Kuşun uçuruluşu, uçurulan kuşların birbirine benzer olması,
her iki efsanede de geminin dağa ulaşarak durması ve neticede her iki efsanede de ebedî
hayata/tanrılığa ulaşılması -ebedî hayatın sadece tanrılara has özellik olduğunu da dikkate alırsak, Namo, Ölgen,
Erlik’in tanrı olmasıyla Zinzuddu ve Ötnapiştum’un ebedî hayata ulaşmaları arasında fark olmadığını, belki de
aynı şey olduğunu anlarız- iki efsanenin kaynaklarının aynı olduğunu gösterir.
Bunun dışında her iki efsane Türklerde Nuh peygamber
hakkındaki rivayetin “İncil”e kadar da malûm olduğunu gösterir. Binlerce yıl boyunca sözlü gelenekte
ağızdan ağıza dolaştığı için isimlerin değişmiş olması tabiîdir.
Her iki efsaneyi de birleştiren bir başka kaynak
da“Kısasü’l-Razguzî”dir. Bu eserde Türk kavminin kökünün Nuh peygambere bağlanması, bu meselenin açıklığa
kavuşturulmasında bize yardımcı olur.
“Kısasü’l-Razguzî, Şecere-i
Terakime, Oğuzname” ve benzeri birçok eserde Türklerin atasının Nuh'un oğlu Yafes olduğu geçer. Su tufanından sonra Nuh, en küçük
ve çok sevdiği oğlu Yafes'e, Turan yerini verir. Orada Yafes’in evlâtları dünyaya gelir.
Türk şeceresinde bütün asırlarda işte bu soy ağacı örnek
alınır. Eğer Türk, Yafes’in oğlu ise Nuh peygamber hakkındaki efsanenin Türklerde ağızdan ağıza
dolaşarak günümüze ulaşması doğaldır. İşte bu dönemlerde isimlerin değişmesi de tabiîdir.
Tufan hakkındaki efsanelerin benzerliği, bize mitolojik
tasavvur ve düşünceleri mukayese etmeye imkân sağlar. Olcas Süleymanov, Sümerlerin mezarından bulunan
eşyaları, Altayların mezarlarından bulunan eşyalarla karşılaştırarak, bunların birbirine çok benzediğini
tespit etmiştir.
Özellikle, Sümerlerin hayat veren tanrıçası İştar hakkındaki
tasavvurlar Türk boylarınınkine çok yakındır. Moğolistan’dan Macaristan'a kadar kadın tanrıçaların
heykelleri bulunmuştur.
Onların mitolojik vazifeleri İştar'un vazifesiyle
aynıdır.Türklerin bereket/üretim tanrıçası Umay'ın, hem hanedanın hem de çocukların tanrıçası sayılmasını da buna
ekleyebiliriz.
Çocuk görme, ölümden kurtarma, Umay’ın vazifelerindendir. O,
hayat veren İştar’u hatırlatır.
Altay mitlerinde Ölgen, gök ; Erlik Han yeryüzü tanrısıdır.
Sümer mitlerinde Enlil, gök tanrısı; Enki ise yeraltı tanrısıdır.
Türkler eskiden dünya üç âlemden ibarettir diye tasavvur
etmişlerdir: gökyüzü, yeryüzüve yeraltı...
Sümerlerde de aynı şey söz konusudur.
Türkler güneşi mukaddes sayarlar,ona tanrı derler.
Sümerlerde de güneşe tanrı denir.
Hatta Ötnapiştum’la ilgili efsanede Güneş-Tanrı’ya kurban
kesildiğini bile okumuştuk.
Türkler yeraltı dünyasına “Gidilse Dönülmez Ülkesi”
demişlerdir.
Aynı adlandırma Sümerlerde de vardır.
Sümerce ve Türkçe arasındaki benzerlikler, efsaneleri,
kozmogonik bakışları, dünya hakkındaki düşünceleri, örf-âdetleri mukayese edildikçe çok daha açık
bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla, Türk âlimleri “Sümer-Türk Devleti”,
“Sümerce-Türkçe”konusundaki görüşleri çoktan kabul etmişlerdir.
Murat Uraz, Sümer efsaneleri eski Türk efsaneleriyle
karşılaştırdığında söz konusu efsanelerin kaynaklarının bu olduğu kanaatine varmıştır.
O, Türk boylarının efsanelerindeki mağara, dağ, Tanrı
benzerlikleri ve kötü ruhlar, yeraltı dünyası, gökyüzü (felek), dünyanın yaratılışı, tabiatla olan
münasebetlerindeki benzerlikleri ortaya koymuştur.
Biz, Türklerin ve Sümerlerin âlem hakkındaki düşünce ve
tasavvurlarını, onların mitolojisi hakkında ayrı bir makale yazacağımız için bu yazımızı mitlerdeki genel
benzerliklerle sınırlıyoruz. Çünkü elimizdeki belgeler, Sümerlerin Türk kavmi olduğu konusundaki
faraziyenin hakikate yakın olduğuna dair esas belgelerdir.
Doç.Dr. Cabbar IŞANKULU
Aktaran: V. Savaş YELOK
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili Bölümü Ankara-TÜRKİYE
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 3 (2002)
183-197
DİPNOTLAR:
1) Sümer ve Türk mitolojisinin mukayesesini sonraki
makalemizde inceleme düşüncesinde olduğumuz için burada geniş bir şekilde ele alınmamıştır.
2) Age.
3) Bugüne Murat Uraz 9 Mart diyor. Anlaşılan o, ay ve güneş
yıllarına göre hesaplama yaparken yanılmıştır. Çoğuna göre bugün 19-21 Marta tekabül eder.
Yani yeni gün önceden 21 Mart, yani Nevruz günü sayıla gelmiştir.
4) Age., s. 16
KAYNAKLAR
Süläymanov, U., 1975, Azi Ya, Alma-Ata. - ebook
Uraz, M., 1991, Türk Äsåtirläri, Sirli Åläm Curnäli, s.
1-17.
Ävdiyev, V. İ., 1948a, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL,
Gospolitizdat, s. 41.
Kâşgarlı Mahmut, 1960a, Divanü Lugati’t-Türk, c. I, s. 40.
Kâşgarlı Mahmut, 1960b, Divanü Lugati’t-Türk,c. III, s. 252.
Alpåmiş Dåstånı, 1998, Tåşkent, s. 97.
Epos O Gılgameşe, s. 12.
Kâşgarlı Mahmut, 1991, Divanü Lugati’t-Türk, c. I.
Änoxin Ä. V., Materialı Po fiamanstvu Altaytsev, Sb. MAE.,
c. IV.
Sülåymånovä F., 1991, fiarq va ⁄arb, Fan., Tåşkent, s. 11.
Pyankov İ. V., 1978, Antiçnost İ Antiçnie Tarditsii V
Kulture İ İskustve Narodov Sov.Vostoka M., s. 184.
Arxialogiçeskix S. L., 1961.
Ayyår, M., 1988, Özbek Xalk İcådi, T.
Radloff V. V., İz Sibiri, M., 1989, s. 421.
Ävdiyev, V. İ., 1948b, İstoria Drevnogo Vostoka, OGİL,
Gospolitizdat, s. 23.
Ragozina, Z., 1903, İstoriya Xaldei, Spb., s. 160-170
Özbek Türkçesinden aktarılan bu makalede Türk dili ile Sümer
dili arasındaki ilişkiden yola çıkılmıştır.Yazar sadece ortak kelimeleri değil Türk boylarının
destanları ile Sümer destanları arasından benzerlikleri esas alarak, Sümerler ile Türkler arasındaki akrabalığı tespite
farklı bir yönden yaklaşmıştır.
(...) Altayların güneyinde , Tiyenşan'da Çinliler ve
müslüman yazarlarca korunan bütün töreler,
burada hatırlanmayacak kadar eski zamanlarda oturan
TÜRK-TATAR
TOPLULUKLARIN EN ESKİ TARİHLERDEN İTİBAREN DEMİR İMALATIYLA MEŞGUL OLDUKLARINI VE YÖNTEMLERİNİ
ÇOK İLERİ AŞAMALARA GETİRDİKLERİNİ GÖSTERMEKTEDİR.
Bunlar, Çindeki Miao-tseu'lerin ve Yunan ve Latin yazarların
Seres (Kuzey Çin Halkları) dedikleri grubun bir kısmını oluşturan Tibetli kabileler içinde yer
almaktadır.
Bahsettiğimiz Miao-tseu'ler Çin göçünün ulaşmasından önce,
yani İSA'nın DOĞUMUNDAN EN AZ YİRMİBEŞ
ASIR ÖNCE, DEMİRİ İŞLİYORLARDI
.
Lenormant
Arimaspiler, Dağlı Altaylı İskitler
İlk antik Yunan kaynaklarına göre bizim merak ettiğimiz topraklarda İssedonlar, bir gözlü Arimaspiler, ve
"Altını Muhafaza Eden Akbabalar" yaşıyordu.
İlmi araştırmalara dayalı olarak Arimaspilerin
Doğu Kazakistan'da oturan göçebeler olduğu bilinmektedir, efsanevi "Altını Muhafaza Eden Akbabalar" ise
dağlı Altay İskitleridir.
Eski zamanlarda Dağlı Altay'da altın çok miktarlarda çıkarılmıştır. Arimaspiler, hem arkeolojik hem de antropolojik açıdan
Pazırık kültürüne sahip göçebelerdir ve
Dağlı Altay İskitleri ile aynı köktendir.
Dr. Kılıç OSMANOV
Kırgız Devlet Pedegoji Üniversitesi, Şarkiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
BOZKIR KAVİMLERİNDEN AZLAR
Kalathos (Wonan’s Headdress). Battle of the Arimaspoi and the Gryphons
330-300s BC
Bosporan Kingdom, Bolshaya (Large)
Bliznitsa Barrow, Taman Peninsula
Hyperboreanlı Abaris : İskit Efsanesi
YAZILIKAYA KILIÇ TANRISI NEGRAL,
İSKİT ve KRAL ARTHUR