afet inan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
afet inan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2017 Pazar

Mısır, Osiris ve Tamarisk




Mısır Üçlüsü: Horus, Osiris, İsis
Kral II.Osorkon adına yapılmış
22.Hanedanlık dönemi, MÖ 874-850



İsis - Osiris (asıl adı; As-ar / Us-ar)* efsanesinde, kardeşi Set Osiris'i kandırarak bir tabutun içine hapseder ve Nil'in sularına bırakır. Akıntı Osiris'i Babil sahillerinde büyümekte olan bir ağacın (Tamarisk ağacı) önüne getirir ve tabutu gövdesinin içine alır. Ağacı sütun olarak kullanmak isteyen Babil kralı ağacı kestirtir, o sırada güzel bir koku yayılır ve İsis'e ulaşır. İsis saraya dadı olarak girer ve Osiris'in içinde bulunduğu tabutu ağacın gövdesinden çıkararak kurtarır, ama Set bunu duyar ve Osiris'i parçalara ayırıp, her bir parçasını farklı yerlere gömer.... Osiris yeniden doğuşun ve öteki dünyanın tanrısıdır...


Osiris heykellerinde bir elinde kraliyet kırbacı varken diğer elinde baston tutar. Bu bastonun üzerinde Sirius Yıldızı'nın köpek ve yay sembolleri bulunur. Sirius'un diğer adları Büyük Köpek Takımyıldızı, Ak Yıldız ve Demir Kazık'tır. Küçük olan Akyıldız–B bir tür yoğun demirden oluşmaktadır. Mısırlılara ziraatçılığı, icat etmeyi ve Demirciliği öğreten de Osiris'tir...


Tamarisk dedikleri ağaç Sedir ağacıdır, çabuk büyüyebilmesi için de demire ihtiyaç duyar (1). Sedir ağacının adı bu sebeple mi Tamarisk olarak kayıtlara geçmiştir? Yoksa, Demirciliği öğreten As-Ar'ın Tamarisk ağacının gövdesinde bütünleşip, sonradan Demir-Kazık'a dönüştürülmesinden midir bilemem, ama hepsi de demirle ilgilidir...  ;)


Demir Kazık'ın sembolleri Köpek/Kurt, Yay-Ok ve Üçlü Yaba dır... Göksel sarayın bekçisi bu Kurt iken, yıldızın mavi ışık saçmasıyla Gök-Kurt olarak anılması da, tüm bunları Türk mitolojinde görmekte şaşırtıcı olmamalıdır... Hatta, bugün niye "elit"lere "mavi kan soyundan geliyorlar" dediklerini de anlayabiliriz; "Tanrısal Güç/Soy"...


Afet İnan'la bitirelim: 
" Asya'dan gelen Turaniler Mısır'ın ilk sakinleridir......Nil vadisinin delta kısmını ilk işgal edenler, Orta Asya'dan muhtelif yollarla ve birbiri ardısıra gelmiş olan Türk kabileleridir.....Bu malumattan ve Türk tarihine methalde Türklerin umumi muhaceretlerine dair verilen tafsilatın ihtiva ettiği delillerden Mısır deltasına yerleşerek ilk Mısır medeniyetini kuranların Türkler olduğu anlaşılır..... Bundan başka Mısır kral/allahlarına verilen eski isimler DEMİRCİ manasına olarak tercüme edilmiştir.. " (Türk Tarihinin Anahatları)


SB
(*) AS-AR , US-AR bile Türkçe ile açıklanabilir.
(1) "Topraktaki ve iğne yapraklıklardaki bitki besin maddesi içerikleri üzerinde yaptıkları araştırmalar sonunda, potasyum, demir ve mangan ile sedir boy büyümesi arasında pozitif; kalsiyum, bor, magnezyum ve aliminyum ile ise negatif bir ilişki olduğunu ortaya koymuşlardır." sayfa 70
SEDiR - ed.Doç. Dr. ÜNAL ELER 






ilgili:





Tamarisk - Tamar - Temir - Tamir - Timur - Demir



19 Mayıs 2017 Cuma

TÜRK TARİH KURUMU - AFET İNAN







Afet İnan albümünden:
Sol üst: Atatürk 1935 yazında Florya 'da inşaatı başlayan ve beş hafta içinde tamamlanan Cumhurbaşkanlığı Köşkü 'nün inşa edileceği platformdan 
Kılıç Ali ve Afet İnan'la sahili seyrederken.
Sol alt: Atatürk Cenevre Üniversitesi profesörlerniden Eugene Pittard ve eşi ile bir çalışma sırasında.
Sağ üst: Atatürk 1937'de düzenlenen Trakya Askeri Manevraları'nda.(soldan) Fahrettin Altay, Cevat Abbas Gürer, Cevdet Kerim İncedayı ve Afet İnan'la beraber.
Sağ alt: Behçet Kemal Çağlar, Afet İnan, Fahrettin Altay ve Salih Bozok ile.








Nisan 193l'de Türk Tarih Kurumu (TTK) bağımsız bir dernek olarak kurulmuştur. Türk Dil Kurumu'nun (TDK) dernek olarak çalışmaya başlaması ise Temmuz 1932'ye rastlar. Bu iki kurumun çalışmalarıyla yakından ilgilenen ve her ikisinin de kurucu ve koruyucu başkanı olan Atatürk, 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin açılması için TBMM'den kanun çıkarılmasını istemiş ve 1936 yılının ilk ayında fakültemiz resmen öğretime başlamıştır. Bu kurumlar ile fakültemizin kuruluş hazırlıklarında ve çalışmalarında görev aldığım için, bunlar hakkındaki bildiklerimin bir kısmını burada topladım.


Türk Tarih Kurumu'nun Tarihçesi


Türk Tarih Kurumu'nun kuruluş ve ilk gelişme devreleri Atatürk'ün düşünce hayatı ile yakından ilgilidir. Bu bakımdan tanığı olduğum konuları saptamak istedim. Atatürk, tarih konularına çok önem verirdi. Kendi deyişine göre, okul sıralarındaki derslerinden itibaren tarih okumasını sevmiş ve hayatının her devrinde çeşitli tarih kitapları ve konuları ile meşgul olmuştur.


Özellikle siyasi hayatının çeşitli evrelerinde tarih bilgisinden daima en geniş anlamıyla yararlanmış ve gerek Büyük Millet Meclisi'nde gerekse, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular en heyecanlı hitabelerini oluşturmuştur. İstiklal Savaşımız sıralarında türlü nedenlerle söz söylerken tarihten getirdiği örnekler, bazen ulusal bir heyecan kaynağı, bazen de ilmi bir konu halinde olmuştur. Özellikle devrim hareketlerinde, Büyük Millet Meclisi'nde kanunlaştırmak istediği konular için, tarihten örnekler getirmek, eski kurumları dile getirirken, tarihi sonuçlarını inandırıcı kanıtlarla göstermek, onun başvurduğu metotlardır. 


Büyük Millet Meclisi'nin zabıtları ve Atatürk'ün diğer nutuklarında bunların örnekleri vardır. Bu belgeleri incelemekle, dünya çapında ün salmış büyük devrimci Türk devlet adamının, tarih bilgisinden ne şekilde yararlanmış olduğunu anlamak mümkündür. Atatürk, bunlardan başka, ayrıca tarih araştırmalarıyla bizzat meşgul olmuş, Türk ve yabancı tarihçilerle yıllarca beraber çalışmıştır. Bu çalışmalarda ben de görev almıştım.


1928 yılında İstanbul'da Fransız Notre Dame de Sion okulunda okuduğum derslerin arasında, bir coğrafya kitabında, resimlerle de gösterildikten sonra, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve 'secondaire', yani ikinci derecede kabul edildiği yazılı idi. Bu resim ve bilgiye göre etrafıma bakıyor ve bunun gerçeğe uygun olmadığını görüyordum. Atatürk'e kitabı gösterdim. O, sırada Prof. E. Pittard'ın "Irklar ve Tarih" (Les Races et l'Histoire, Paris: 1924) adlı kitabını da almıştım. Ondaki bilgiler de bu coğrafya kitabına uymuyordu.


Bir de ikinci konu, Türklerin uygarlık alanında vücuda getirmiş oldukları eserlerin incelenmesi ve tanıtılması idi. Çünkü Avrupa tarihleri, 'barbar' lakabını verdikleri Türkleri sadece bir istilacı kavim olarak kaydediyorlardı.


Atatürk, bu iki endişeli sorum karşısında, "Hayır, böyle olamaz. Bunların üzerinde meşgul olalım " dernekle kalmamış, derhal yeni kitaplar getirterek bizzat çalışmaya ve çalıştırmaya başlamıştı. Esas konu "Türklerin dünya tarihinde hakiki yeri ve medeniyet alemindeki rolleri ne olmuştur" konusu idi. Bu çalışmaların yoğunluğu 1929 yılından sonradır. Atatürk, o sıralarda İstanbul Üniversitesi'nde verilen tarih notlarını da okumakta idi. Daha evvelce de, H.G. Wells'in Dünya Tarihi ile ilgilenmiş ve onları tercüme ettirmişti. (86 [ Bu kitap Milli Eğitim Bakanlığı'nın kurduğu bir heyet tarafından çevrilerek 1927-28 yıllarında beş cilt halinde ve Cihan Tarihinin Umumi Hatları adıyla yayımlanmıştır (e.n.).]


Fakat asıl 1930 yılı, yeni kitapların getirtilmesiyle ve etrafındaki devlet ve bilim adamlarının da Türk tarihi üzerine ilgisini çekmek suretiyle geniş bir tarih araştırmaları devri açılmıştır. Atatürk, Türk tarihine ait konuları bizzat okuyor ve etrafındakilere görevler veriyordu.


23 Nisan 1930'da, Türk Ocakları'nın VI. Kurultayı, Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşunun ilk çekirdeğini oluşturur. Kurumun ilk günlerinden itibaren baş sekreteri, sonradan da uzun yıllar genel müdürü olan Uluğ İğdemir tarafından "Türk Tarih Kururnu'nun Kısa Tarihi" başlığı altında belgelere dayanan bir yazı çıkmıştır. Bu yazıda kurumumuzun kısa tarihinin birinci kısmı yayınlanmış bulunuyor ve o yazıda kuruluş için şöyle deniyor:


"23 Nisan 1 930'da Ankara'da Türk Ocakları Merkez Heyeti'nin yeni binasında [şimdiki Resim ve Heykel Müzesi] toplanmış olan Altıncı Türk Ocakları Kurultayı, Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşuna ilk temel taşını atması bakımından önem taşır. Atatürk'ün işaretleriyle Aksaray Murahhası ve Musiki Muallim Mektebi Tarih Muallimi Afet Hanım, Atatürk'ün de hazır bulunduğu 28 Nisan Pazartesi günkü Kurultay toplantısında söz alarak, Türk Tarihi'nin eskiliğinden, Türk milletinin kurduğu büyük medeniyetlerden bahseden bir konuşma yaptı ve kırk imzalı bir takrir verdi." (87[Ülkü dergisi, yeni seri no: 75, s. 19-20, 1 Ekim 1944]


Bu konular ile ilgili olarak benim anılarım ise şöyledir: Türk Ocakları'nın VI. Kurultayı'na Aksaray delegesi olarak katılmıştım. Kurultay'da o vakte kadar isimlerini işitip de yakından tanımadığım kişilerle karşılaşmıştım. Birçoğu yaşlı, muhterem ve ülkemizde bilim ve edebiyat çevrelerinde tanınmış kimselerdi. Ben bu toplantılara katılıp görüşmeleri dinlerken, Türk Ocakları'nın faaliyeti hakkında büyük bir bilgiye sahip değildim. Çünkü bu teşekkülün yeni bir üyesi idim. Kurultay'da da benim o sıralarda heyecanla meşgul olduğum "kadın hakları" konusunda, benimle konuşacak bir akran bulamıyordum. 


Kurultay görüşmelerinde türlü konular üzerinde konuşanlar oluyor ve özellikle Hamdullah Suphi Tanrıöver ile Dr. Reşit Galip arasında şiddetli tartışmalar devam edip gidiyordu. Birisinin güzel hitabetini, diğerinin sükunet içindeki açıklamalarını dinliyorduk. Tabii bu konular, oturum aralarında üyeler arasında da konuşuluyordu. Ben bunlara ancak kulak misafiri oluyor ve bilmediğim bu işlere karışmıyordum.


Bir gün toplantıdan çıkınca Orman Çiftliği'nde Marmara Köşkü'ne gittim. Atatürk de orada idi. Uzun gün boyunca konferans dinlemekten yorulmuştum. Elimde Türk Ocakları'na ait kitaplar ve kağıtlar vardı. Atatürk, Kurultay'da ne yapıldığını sordu, sonra, "Sen bir faaliyet göstermeyecek misin? " deyince, düşüncemi şu şekilde açıkladım: "Türk Ocakları'nda, kadın üyelerin daha çok çoğalması ve çalışması için girişimde bulunmak ve kadın hakları konusunu bu çevrede de yaymak istiyorum. "


Atatürk, bu düşünceme olumlu veya olumsuz bir yanıt vermeden önce, benden Türk Ocakları'nın yasasını istedi. İkinci ve üçüncü maddeleri bana göstererek bunlardan ne anladığımı ve Türk Ocağı'nda bunun gerçekleşmesi için ne yapmak gerektiğini sordu. Düşünce, isteğimin başka bir evresine geçmişti. Okutmakta olduğum tarih dersleri imdadıma yetişti. Tarih, bütün ulusal varlığın asıl kaynağı değil miydi? Bu ulusal konuda "kadın hakları" konusunu ulus birlik çerçevesi içinde düşünmek lazımdı. Yasanın "Esaslar" kısmındaki iki maddeyi not ettim:


Madde 2: Türk Ocağı'nın maksadı, milli şuurun kuwetlenmesi, medeni ve sıhhi tekamül ve milli iktisadın inkişafıdır. [Türk Ocağı'nın amacı ulusal bilincin kuwetlenmesi, uygar ve sağlıklı olgunlaşma ve ulusal ekonominin gelişmesidir]


Madde 3: Cumhuriyet, milliyet, muasır medeniyet ve halkçılık mefkurelerini (ülküleri) takip eden Türk Ocağı, bu mefkureleri tahakkuk ettirmekte olan Cumhuriyet Halk Fırkası ile devlet siyasetinde beraberdir. Türk Ocağı, bu mefkureleri neşir ve telkin için ilim, hars ve içtimaiyat sahasında mücadele ve mücahede eder. [Cumhuriyet, ulus, çağdaş uygarlık ve halkçılık ideallerini izleyen Türk Ocağ, bu idealleri hayat geçirmekte olan Cumhuriyet Halk Partisi ile devlet siyasetinde beraberdir. Türk Ocağı bu idealleri yaymak ve propagandasını yapmak için bilim, kültür ve sosyoloji alanlarında mücadele ve uğraşı verir.]


Atatürk, "Bunları tahlil edecek ve tatbikatını Kurultay'dan isteyeceksin" dedi.


İtiraf edeyim ki bu gibi işlerde henüz deneyimsizdim. Nasıl konuşmak gerektiğini dahi kestiremiyordum. Kurultay'da benden o kadar yaşlı ve deneyimli kimseler vardı ki, Atatürk'ün emrini dinlerken, o çevreyi göz önüne getirmiştim. Gerçekten öğretim hayatına başladığımın ilk yılı idi. Tarih derslerinde basılmış belirli bir kitaptan okutmuyordum. Her ders için yeni yeni kitaplar okuyarak onlardan çıkan notları Hakimiyet-i Milliye ( Ulus) matbaasında bastırıyor ve derse o basılmış notları götürüyordum.


Atatürk, bu notların bana bu konu için esas olabileceğini anlatmaya başladı. Zamanın azlığını ve Kurultay'ın bitmek üzere olduğunu anımsatarak, "Hiçbir şey söylememeyi tercih ederim" demem üzerine Atatürk'ün kesin emriyle karşılaştım: "Bu mesele üzerinde çalışacak ve Türk tarihinden bahsedeceksin " dedi. Görev verilmişti, başarmak gerekiyordu.


Türk'ün uygarlık niteliği üzerinde, öteden beri çok hassasiyetle dururdum. Vereceğim nutkun esaslarını kaleme aldıktan sonra Kurultay'da bulunanlardan bazı kimseleri o akşam Atatürk Çankaya Köşkü'ne davet etti. Eski Köşk'ün yemek salonu Kurultay'ın bir komisyonu haline gelmişti. Nutkumu okudum, dinleyenler görüşlerini bildirdiler, onayladılar. Benden sonra aynı konuda söz söyleyecek olan Prof. Sadri Maksudi ve Dr. Reşit Galip beyler görev aldılar. Önerilecek önerge de hazırlanmıştı.


28 Nisan 1 930'da kurultayın dördüncü ve son toplantısında söz aldım ve nutku okudum. Kürsüden inerken de öneriyi verdim. Beyanatım iki kısımdı: Türk Ocakları yasasının ikinci ve üçüncü maddelerinin açıklanması.


Yeni yayınlara göre uygarlığın kökeninde Türklerin yeri nedir ve ne olmalıdır?


Yasanın ikinci ve üçüncü maddelerini şöyle açıklıyordum:


Türk Ocağı'nın maksadı ve milli şuurun kuvvetlenmesi ifadelerinden, hata etmiyorsam, benim anladığım şudur: Türk'ün, Türklüğün ne olduğunu anlamak ve bu anlayışı kuvvetlendirmeye çalışmaktır. Bence bu gayenin aydınlatılması için en nurlu güneş Türk'ün menşeini, medeniyetini, azametini tanıtan tarihtir. Bunu biliş ve cihana bildiriştir. Dünden gafil olan bir insan bugününü bilmez ve yarına intikal eyleyemez [erişemez] . 


Aslını bilmeyen bir mevcudiyet, içinde yaşadığı cihana yeniden kendini tanıtacak hayat eserleri gösterinceye kadar meçhul varlık halinde kalmaya mahkumdur. Tarih hocalığı yaptığım için hissediyorum ki, Türk milletinin yüksek tarihi hakkındaki bilgi noksandır. Bize, hepimize geçmişin mekteplerinde bu hususta öğretilmiş şeyler hem noksandır, hem de yanlıştır. 


Yazık ki, bu yanlış yol bugüne kadar önümüzdeki nesli yetiştiren bilgi ocaklarında da takip olunmuştur. Geçmişten miras kalan bu sisli yolu aydınlatmak Türk milletini, Türk çocuklarını yeni bir nurlu tarih yolundan yürüterek, atinin (geleceğin] parlak ufuklarına eriştirmek mühimdir. İlim ve Sanat Heyeti'nin raporunda bu maksadı temine matuf [yönelik] üçüncü ve altıncı maddelerindeki düşünüş teşekküre şayandır [değer]. 


Ancak, yüksek Kurultay'ın buna daha çok ehemmiyet vermesi muvafık olur. Bunun için Profesör Sadri Maksudi Bey'in dünkü teklifine iştirak ederim [katılırım]. Hakikaten Türk tarihini bilmek ve bildirmek için Kurultay tarafından, mahsus surette radikal tedbirler bulunmasını ve tespit edilmesini teklif ederim.


Üçüncü maddede, Türk Ocağının "Cumhuriyet, Milliyet, muasır medeniyet ve halkçılık mefkurelerini" takip ettiği yazılıdır. Aynı maddede 'Türk Ocağı bu mefkureleri neşir ve telkin için ilim, hars ve içtimaiyat sahasında mücadele ve mücahede eder sözleri de vardır. Bu maksadın temini için Türk'ün doğru tarihini bilmek şarttır. Bu bilgiden uzak kalındıkça kime ve ne esasa dayanarak mücahede edilebilir? 


Şunu da arz etmeliyim ki, maddede yazılı olan 'muasır medeniyet'i anlayabilmek, kavrayabilmek; kadim medeniyeti dünya yüzünde, bütün beşeriyette, ilk medeniyetleri doğru tanıyabilmekle mümkündür. Nutkun ikinci kısmının özeti ise şudur: 'Beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta Asya olan Türklerdir. Türk medeniyettir. Türk tarihtir." (88[Türk Tarihi Hakkında Mütalaalar, 1930, s. 4-5.]


Bundan sonra söz alan Prof. Sadri Maksudi, bu düşüncelere katıldığını şöyle açıklamıştı:


"Kadim medeniyetlerin menşeleri [eski uygarlıkların kökenleri] arandığı zaman birçok medeniyetlerin ucunda Türk olduğu tahmin olunan bir kavim görüyoruz. Eski medeni kavimlerden, en eski medeniyetlerden misal alalım. Eski medeniyet, Mezopotamya'da teessüs eden [kurulan] medeniyettir. Bu medeniyetin müessisleri [kurucuları] kimlerdir? Efendiler, bu medeniyetin müessisleri Sümerlerdir. İkinci misali alalım. Latin medeniyetinin müessisleri kimlerdir? Bu medeniyetin unsurlarını İtalya'ya getiren halk Etrüsklerdir. Eski Anadolu'da da kablelmilat [milattan önce] binlerce sene evvel yüksek medeniyet tesis eden kimlerdi? Hititlerdi. Bütün bu halkların Türk olduklarına dair olan fikrin Avrupa alimleri arasında taraftarları vardır. Bu suretle kadim medeniyetlerden birçoğunun müessisleri, banileri [kurucuları] Türkler olmuş olduğu anlaşılıyor."


Merhum Profesör "Türk medeniyettir" sözünü ise, örnekler vererek şöyle açıklamıştır: "Türkler, nerede müsait şerait [koşullar] bulmuşlarsa, orada mutlaka müstakil bir medeniyet tesis etmişlerdir. "(89[Türk Tarihi Hakkında Mütalaalar, s.12-13.]


Aynı gün Dr. Reşit Galip de güzel bir konuşma ve açıklama yapmıştır. Sözlerinin sonunda, heyecanlı üslup ve hitabetiyle şunları belirtmiştir:


"Türk milleti kendisini birkaç asır geri bıraktıran eski hurafelerin tesiri altında mıdır? O, tazyik [baskı] çemberini ilahi, kuwetli bilekleriyle paralar, karanlıkları inkılap güneşinin ışıktan elleriyle sıyırır, açar. Türk tarihi inkar mı olunuyor? O kum tepelerinin altında asırlarca örtülü kalmış medeniyetleri çıkaran mütebahhir [engin bilgi sahibi] arkeologlar gibi, derin denizlerin yosun ormanları içinde inci arayan geniş nefesli efsanevi dalgıçlar gibi, büyük Türk tarihinin yüksek hakikatlerini meydana çıkarır. Dehasının kuwetli ışıklarıyla aydınlatarak dünyaya gösterir. Muhterem arkadaşlar, büyük rehberin Türk milletine ilhamıyla gösterdiğini arkadaşların teklifleriyle formül haline koymak ve o esas üzerine çalışmak Türk Ocağı'nın mukaddes bir vazifesi olacaktır. Bu vazife mukaddes olduğu kadar şereflidir."(90[Türk Tarihi Hakkında Mütalaalar, s. 23-24.]


Bu sözlerden sonra müşterek verilen önergemiz şu idi:


"Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir surette tetkik etmek [incelemek, araştırmak] için, hususi ve daimi [özel ve sürekli] bir heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu heyetin azasını [üyelerini] seçmek salahiyetinin [yetkisinin] Merkez Heyeti'ne bırakılmasını teklif ederiz."


Aynı günkü toplantıda Yasa Encümeni'nden gelen bir raporla yasaya 84'üncü madde olarak eklenen metin de şudur: Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir 'Türk Tarih Heyeti' teşkil eder.(91[Türk Yurdu, no: 29-233, s. 93.]


Bu· Türk Tarih Heyeti'nin 4 Haziran 1930 tarihindeki ilk toplantısında üye olarak bulunduğum zaman ayrı bir heyecan duymuştum. İlk toplantı zabıtları aynen şöyledir:


"Heyet, ilk içtimaını [toplantısını] 4 Haziran 1930 Çarşamba günü Merkez Heyeti binasında akdetti. İçtimaı, Türk Ocakları Reisi Hamdullah Suphi Bey, Kurultay kararından, Heyet'in üzerinde çalışacağı mevzuun [konunun] kıymet ve ehemmiyetinden ve Heyet azasının tanınmış şahsiyetlerinin mesaide muvaffakiyetli [başarılı] neticelere varılacağı hakkında itminan [güven] verdiğinden bahseden nutku ile açmıştır. Bundan sonra intihap [seçim] yapılmış ve Cumhur Reisliği"


Umumi Katibi Tevfik Bey (Bıyıkoğlu) birinci reisliğe, Akçuraoğlu Yusuf ve Samih Rifat beyler ikinci reisliklere, Dr. Reşit Galip Bey umumi katipliğe seçilmişlerdir. Reis, seçilen arkadaşlar namına Heyet'e teşekkür etmiş ve sarf edilecek mesai etrafında beyanatta bulunarak, yeni ve milli bir Türk tarihi yazılması ve tespiti lüzumundan, Gazi Hazretleri'nin milli tarihimizle bizzat meşgul olan Heyet'i yüksek himayeleri altına almalarının, mesaide muvaffakiyete kati bir teminat teşkil eylediğinden [çalışmaların başarısına kesin bir güvence oluşturmasından dolayı] kurulduğu zamandan beri milli şuurun uyanmasına, milli harsın inkişafına [kültürün gelişmesine] çalışmış olan Ocak'ın Milli Tarih için gösterdiği alaka ile de şükrana değer bir hizmette bulunduğundan bahsetmiş ve 'Büyük Gazi'nin himaye ve irşadları [yol göstermeleri] ve sizler gibi pek kıymetli vatanperver ve ilim aşığı zevatın mesaisi ile milli tarihimizin hakiki çehresi ile ve bütün parlaklığı ile meydana çıkacağına eminim' demiştir.


Bundan sonra Sadri Maksudi ve Samih Rifat beyler söz alarak Heyet'in mesai tarzının [çalışma şeklinin] nasıl olması icap edeceği hakkında beyanatta bulunmuşlar ve cereyan eden müzakere [görüşmeler] neticesinde, mesai planı hakkında umumi bir taslağın idare Heyet'ince ikinci içtimaa kadar hazırlanması ve Heyeti yüksek himayelerine mazhar buyuran Gazi hazretlerine arz-ı şükran edilmesi takarrür eylemiştir [kararı alınmıştır].(92[Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Zabıtları I, s. 1-3.]


Bundan sonra Türk Tarihi Heyeti üyelerinden bazıları daima, Gazi M. Kemal'in yanında bulunuyorlardı. Heyet'te üye olmayıp da tarih ile ve özellikle uygarlık tarihi ile ilgili yayınları bilinenlerin, belli konular hakkında çalışmaları rica ediliyordu. 1930'da temelleri atılan Türk Tarih Kurumu 1931 senesinde resmen dernek olduktan sonra ilk toplantı tutanağı aynen şöyledir:


"Türk Tarihi Tetkik Heyeti 1 2 Mart 1931 'de saat 3.30'daki toplantısının ikinci celsesinde, Türk Ocakları'nın Cumhuriyet Halk Fırkası'na intikal etmeleri üzerine, Türk Ocakları Türk Tarih Heyeti ismini taşıyan ve 1930 senesi 23 Nisan Kurultayı kararı ile teşkil edilen Heyetimizin hukuki vaziyeti kalmadığından, yeni bir isimle müstakil bir cemiyet halinde yeniden teşekkülü için bir nizamname tertibi ile Hükümet'e müracaat edilmesi."


Bundan sonra ise, "Hami [koruyucu] Reis Gazi Hazretleri'nin tasvipleri [onayları] alındıktan sonra, resmi müsaadenin alınması" kararı geliyor. Bu işler gelişirken aynı heyetin 15 ve 29 Mart tarihlerindeki toplantıları yine "Türk Tarihi Tetkik Heyeti" adı altında olmuştur. Bu heyet 4 Haziran 1930'dan 29 Mart 1931'e kadar sekiz resmi toplantı yapmıştır. Bu zaman zarfında daima tarihi konular Gazi M. Kemal'in çevresinde ve toplantılarında konuşulmuş, çalışmalar ilerlemiştir. Heyet'in, "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" unvanı ile ilk toplantısı 26 Nisan 1931 tarihinde olmuştur. Toplantı Tevfik Bıyıklıoğlu'nun başkanlığında yapılmıştır. ...


Atatürk, 1 930 yılının Ağustos ayında "medeniyet" kelimesinin anlam ve kapsamını şöyle tarif etmişti:


"Bir insan cemiyetinin Devlet hayatında, Fikir hayatında yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda, İktisadi hayatta yani ziraatta, sanatta, ticarette, kara, deniz ve hava münakalatçılığında [ulaştırmacılığında] yapabildiği şeylerin muhassalasıdır [sonucudur]. Bir milletin medeniyeti denildiği zaman hars namı [kültür adı] altında saydığımız üç nevi faaliyet muhassalasından [sonuçlarından] hariç ve başka bir şey olamayacağını zannederim. Şüphesiz her insan cemiyetinin harsı, yani medeniyet derecesi bir olmaz. Bu farklar, devlet, fikir, iktisadi hayatların her birinde ayrı ayrı göze çarptığı gibi, bu fark üçünün muhassalası üzerinde de görünür. Mühim olan muhassalalar üzerindeki farktır. Yüksek bir hars, onun sahibi olan millette kalmaz, diğer milletlere de tesirini gösterir, büyük kıtalara şamil olur [yayılır]. Belki bu itibarla olacak, bazı milletler yüksek ve şamil [yaygın] harsa [kültüre] medeniyet diyorlar."


Bu tarif ve açıklamalar Atatürk'ün sözleridir. İşte bu düşünceye göre Türk Tarih Kurumu çalışma programının ilk planlarında "Türklerin medeniyete hizmetleri" diye geniş bir çalışma programı saptanmış, üyeler ve üye olmayanlar arasında bir iş bölümü yapılmıştı. Burada uygarlık için akla gelebilen her konu işleniyordu. Taslak metinler halinde, okuyanın not etmesi ve görüşünü yazması için yarı yerleri boş bırakılmış olan broşürler sadece ilgililere dağıtılmak üzere sınırlı sayıda basılmış idi.


Bunlardan gelişigüzel birkaç örnek vereyim... Örneğin VIII. bölümün II. serisinden 24 numaralı yazı, Türklerde sanayi; 8 . numara, boyacılık tarihinde Türkler; 40 numara, Türklerde haritacılık ve coğrafya; 27 numara, Türklerin eğitime hizmetleri; 15 numara, matematik tarihi; 26 numara, Müslüman Türk filozofları ve 41 numara, Anadolu'da Türk dil ve edebiyatının gelişmesine bir bakış; 7 numara, Türklerde resim, tezhip ve minyatür tarihi ve bunlardan başka daha pek çok konular işlenmeye başlanmıştı. Atatürk bizzat bunları alıyor okuyor ve görüşünü bizlere aktarıyordu.


Türk Tarih Kurumu merkezinde ise, görüşmeler, hep bu ilmi konular üzerinde yapılıyordu. Herkes muntazaman bu toplantılarda bulunup çetin ve ayrıntılı tartışmalara katılıyordu. Öyle ki saatler geçiyor, heyecan genişliyor, konuşmalardan ve düşüncelerin çarpışmasından yepyeni bilgiler ortaya çıkıyordu. Bazen yemek saatleri ihmal edildiğinden, hemen aldırılan ekmek ve peynir tepsiler içinde masa başında olanlara dağıtılıyor ve görüşmeler hararetini kaybetmeden geç vakitlere kadar devam ettiği oluyordu. Bu masa başında şimdi rahmete kavuşan benim iki komşum vardı. Bir tarafımda Yusuf Akçura, diğerinde Samih Rifat. Samih Rifat'ın kağıtlara ve sigara paketi üzerine bana anlatmak için yazdığı yazıları hala birer ders gibi hatırlarım. Rahmete kavuşanlardan Dr. Reşit Galip, Ağaoğlu Ahmet, Halil Ethem'in sözlerini masanın diğer bir ucundan dinlemek için kulak kesilirdim. Bu toplantılar pek sık ve çoklukla hararetli olurdu.


Atatürk de zaman zaman Türk Tarih Kurumu merkezine gelir ve bu tartışmaları izlerdi. Yaz aylarında Dolmabahçe Sarayı'nda özel dairesinde çalışan Türk Tarih Kurumu'nda bazen sayısı 70'i bulan kalabalık bir heyet ile ilmi tartışma ve incelemelere devam edilirdi. Türk Tarih Kurumu'nun ilk kuruluş yıllarında hatıra gelen sorulara cevaplar verilmeye başlanmıştı. Tarih incelemeleri şüphe yok ki Türkiye'de bu kurum ile başlamamıştı. Ondan evvel de bu çeşit kuruluşlar olmuş ve kişisel çalışmalarla çıkarılan kitaplar bulunmuştur. Fakat bence, Türk Tarih Kurumu'nun büyük şansı, Atatürk gibi bir devlet adamının bu kurumu kurmasının manevi değerinin büyüklüğüdür. Bu düşüncelerin gelişmesini sağlamak için de maddi imkanları kendisi sağlamıştır.


O, ulusu kurtardığı ve yeni bir Türkiye Cumhuriyeti devleti kurduğu zaman, onun yaşaması için ulusunun tarih temelini sağlamlaştırmak gayesini gütmüştür. Anadolu, Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması'nda parçalanmak istenirken, Türk ulusunun tarih ve uygarlığı da inkar edilmişti. İşte Atatürk bu acıyı en derinden hissettiği için, sulh ve sükun devrine kavuşan Türk ulusunu, Türk topraklarındaki uygarlığa haklı olarak sahip olduğunu tarih ilminin yeni yöntemleri ile ortaya koymak istemiştir.


Çünkü Anadolu'ya türlü devirlerde göçler ve istilalar, tarihi devirlerde olduğu gibi daha eski çağlarda da olmuştu. O halde bu göçler zincirinin halkalarını tamamlamak ve Türk kavmi ile ilgisini bulmak lazımdı. Özellikle Anadolu'daki tarihi temelimizi derinliklerde aramak gerekiyordu. İşte bütün bunların mantıki ve bilimsel yanıtlarını bulacak bir bilim heyetinin ve fakültesinin de olması gerekiyordu. Tarihimizi sadece yabancılardan öğrenmeyecektik ve fakat ayın zamanda, kendi uzmanlarımızın da incelemeler yapması gerekecekti.


2 Temmuz 1932'de ilk kongresini, Ankara Halkevi'nde [eski Türk Ocağı] yapan "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" üyeleri, bir yıl müddetle, hemen daimi olarak Atatürk'ün yakın ilgisi ve bazen de onunla beraber Ankara, İstanbul ve Yalova'da çalışmışlardır. Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı ile orta ve liseler için basılan tarih kitapları bu çalışmalar sonucunda hazırlanmıştır.


1935 yılında "Türk Tarih Kurumu" adını alan dernek, özellikle Türk uygarlık tarihini araştırmak ve yayınlamak göreviyle yükümlü olmuştur. Türk Tarih Kurumu çalışmalarında, Atatürk'ün özellikle istediği, yurdumuzun en eski uygarlıklarını meydana çıkarmak, bu suretle bugünkü Türkiye halkının ve genellikle Türk kavminin, tarih boyunca birbirleriyle ilgisini ortaya çıkararak, genel Türk tarih ve uygarlığını, yeni ilmi araştırmalara göre tutarlı bir şekilde yazabilmektir. 


Atatürk'ün bütün konuşmalarında tekrarladığı bu esasların gerçekleşmesi için, gençlerin bu alanda yetişmesini sağlamak amacı ile Avrupa ve Amerika'ya, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından eğitime gönderilmesi Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşu ve gayesi ile özellikle. ilgilidir. Çünkü o sıralarda Atatürk'ün bu konulara değer vermesi sayesinde, kültür işleri yanında, tarih çalışmaları da ön planda ele alınmış ve Türk Tarih Kurumu'nun özellikle uzman yetiştirme isteği böylece gerçekleşmiştir.


Atatürk, 1 Kasım 1937'de diyor ki:


"Türk Tarih ve Dil kurumlarının, Türk milli varlığını aydınlatan çok kıymetli ve önemli birer ilim kurumu mahiyetini aldığını görmek hepimizi sevindirici bir hadisedir. Tarih Kurumu, yaptığı kongre, kurduğu sergi, yurt içindeki hafirler [kazılar] ortaya çıkardığı eserlerle şimdiden bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini ifaya [yerine getirmeye] başlamış bulunuyor."


Atatürk'ün bahsettiği kongre, Türk Tarih Kurumu'nun 1937'de İstanbul'da toplanan ikinci kongresi idi. Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşunun 25. yılında ise V. Kongresi toplanmıştır. Tarih Kurumu kuruluş seneleri ile hesaplanan yaşta bulunan gençler bu kongrenin dinleyicileri arasına katıldılar. Türk Tarih Kurumu'nun fikir hareketi neticesinde çeşitli sahalarda yetişmiş uzmanlar ise bu kongremizin çalışmalarında görev almışlardır. Herkes kendi sahasında bir yenilik getirmek için uğraşmıştır. Bunun bir ulusal kültür işi olduğuna inanan Türk aydınları yabancı arkadaşları ile boy ölçüşecek tarzda ilerliyorlar. İdealler evvela fikir halinde ortaya atıldığı vakit, onların gerçekleşmesini görmek ekseriya biz fanilere pek nasip olmaz. 


Tarih Kurumu için o zaman, Türk elemanlarla gerçekleşmesi olanaksız görünen bazı düşünceleri, örneğin arkeolojik kazılar yapılabileceğini önerdiğim zaman başkanımız merhum Prof. Yusuf Akçura, sakalını tutarak bana bakmış, üyelerin de bu işe itirazlarına rağmen, "Böyle bir fikri koyalım, biz belki göremeyiz amma, sizler görürsünüz" demişti. (95[TTK İlk Nizamname, 4. madde, C fıkrası.]


Bizlerin de, milletimizin medeniyeti için bütün ideallerimizin hayata geçtiğini görmek mümkün olmayacaktır. Fakat Türk Tarih Kurumu'nda yıllarca önce ortaya atılan düşüncelerin kısmen gelişmesini bugün görmek ve tanık olmakla, bütün bu işte çalışanları, rahmete kavuşmuş olanları ve çalışmaya gayret sarf edenleri saygı ile anarım.





AFET İNAN
ATATÜRK HAKKINDA HATIRALAR VE BELGELER
Gözden geçirilmiş 5.baskıdan itibaren yayına hazırlayan 
ARI İNAN
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2007


Annem Prof. Dr. Afet İnan'ın yazdığı Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş bankası Kültür Yayınları tarafından 1959 tarihinde basılmıştır. Basıldığı tarihte büyük ilgi gören bu anı kitabının, ikinci ( 1968), üçüncü ( 1980) ve dördüncü ( 1984) baskıları yapılmıştır.

İş Bankası Kültür Yayınları 2007'de beşinci baskısını yapmayı planlamış ve kitabın tekrar gözden geçirilmesi için bana başvurmuştur. Seve seve yaptığım bu çalışmada, özellikle kitabın dilinin genç kuşaklarca daha anlaşılır bir hale getirilmesine gayret ettim. Bu arada özgün metinlerdeki anlaşılması zor kelimelerin yanına, köşeli parantez içinde bugünkü anlamlarını koydum. Ayrıca kitapta zaten var olan resimlere arşivimde bulunan diğer resimlerden de katarak zenginleştirmeye çalıştım.

Atatürk'ün kendi ifadeleri olan metinlerin yanı sıra, anneme anlattıkları veya annemin not ettiği ve tanık olduğu olaylar bu kitapta yer alıyor. Örneğin Atatürk'ün doğum günü -ki bazı yayınlarda yanlış anlatılmaktadır- veya mezarının nerede olmasını istediğinin kendisi ile konuşulduğu bir toplantı gibi.

İlk elden kaynak olduğu için, okumamış olanların ve özellikle genç kuşakların da faydalanmaları ümidiyle.

ARI İNAN
BODRUM, 2007





EK:
Osman Karatay
Genel Türk Tarihi Çalıştayı -I-, 13 Mayıs 2017, Tuzla.











3 Ekim 2015 Cumartesi

MISIR VE TÜRK TARİHİ







Afet İnan "Asya'dan gelen Turaniler Mısır'ın ilk sakinleri" derse, Fergusson'un Tree and Serpent kitabında Tamarisk Osiris ve İsis mitolojisinde önemli bir yer tutuyorsa, ve Tamarisk Temir/Demir kelimesinin bir başka söyleniş şekli ise, o zaman;
Mısır'dan Hellenler'e geçen;
Trakya ve Anadolu'daki Kimmer ve İskitlerden Hellenler'e geçen;
Avrupa'daki diğer Türk kavimlerinden Avrupa'nın eski kavimlerine geçen
Kültürel
Mitolojik
Dil+Yazı
ve 
Ordu Sisteminde
Dip Kültür olarak 
Türk Etkisi inkar edilemez.
SB




Orta Asya halklarının ülken anası, akıllı, ferasetli, cesur, yürekli ve vatansever Turan kızlarının idolü olan Tomars'ın, Tonga Alp'ın torunu olduğu söylenmektedir. Paul Wittek'e göre Tomars'ın asıl adı Tömür'dür. Yunan tarihçileri ise onu Tomaris ve Tömürs şeklinde kaydetmişlerdir.

Saklar tarihte en ihtişamlı dönemlerini MÖ.7.yüzyılda Tonga Alp zamanında yaşamıştır. Sakların Fars kökenli olduğunu ileri sürmektedirler, ama bu doğru değildir. Nitekim miladı Romalı tarihçi Attalata "İskitler (Saklar) ile Türkler aynı soydandır" demektedir.


UYGURLAR
Turgun ALMAS (1924-2001), Kaşgar
Selenge Yayınları,2013




Mısır; 
silindir mühür, tuğlalarla inşaat tekniğini, 
birçok sanatsal ögeyi ve özellikle de 
Birinci Hanedanın başlarında (y.MÖ.3000) 
birdenbire, hiçbir öncülü olmaksızın beliriveren 
yazıyı SUMER'den aldı.


Firavun tanrı olarak kabul edildiğinde veya 
giderek tanrıya dönüştüğünde....

Mezopotamya'da kralın yalnızca 
tanrının temsilcisi olduğunu.....
bilelim.


Priamit Metinleri : MÖ.2500-2300
Lahit Metinleri : MÖ.2300-2000
Ölüler Kitabı : MÖ.1500 den sonra

Orta Krallık, aşağı yukarı hepsi 12.Hanedandan gelme bir dizi mükemmel hükümdar tarafından yönetildi. Onların egemenliğinde Mısır bir ekonomik büyüme ve uluslararası büyük saygınlık dönemi yaşadı. Firavunların taç giyme törenleri sırasında seçtikleri isimler, onların insanlara ve tanrılara karşı adaletle davranma isteğini yansıtmaktadır. 

Hermopolis'te tapılan sekiz tanrıdan biri olan Amon 12. Hanedan döneminde Amon-Re adıyla en üstün tanrı konumuna yükseldi. (Hanedanın kurucusunun adı Amennemhet "Amon en başta" idi). "Gizli" tanrı tam anlamıyla "görünür" tanrı olan güneşle özdeşleştirildi. Amon "güneşleştirilme" sayesinde İmparatorluk'un evrensel tanrısı oldu.

Bu imparatorluk - aslında bu adı almaya layık tek dönem - çelişkili gözükse de 12.Hanedanın sona erişinden sonra patlak veren ikinci bir krizin gecikmiş ama kaçınılmaz sonucuydu. Hyksosların MÖ.1674'teki istilasına kadar çok sayıda hükümdar hızla birbirini izledi. 

Devleti Hyksos saldırısında daha iki kuşak önce parçalanmasının nedenleri bilinmiyor. Ama her ne olursa olsun Mısırlılar, at, savaş arabası, zırh ve gelişmiş yaylar kullanan bu korkutucu savaşçıların saldırısına zaten uzun süre dayanamazlardı. Hyksosların tarihi yeterince bilinmiyor, ama Mısır'a doğru ilerlemelerinin MÖ.17.yüzyılda Yakındoğu'yu sarsan göçlerin bir sonucu olduğuna kuşku yok. 

(Bilinen isimlerin çoğu Sami kökenlidir, ama Hurri kökenli isimlere de rastlanmıştır. O çağa ait hiçbir Mısır belgesinde Hyksoslardan söz edilmemektedir. Müstahkem şehirleri Tanis'in adı 19.Hanedan dönemine ait bir metinde ve aynı döneme doğru yazılmış bir halk masalında geçmektedir. Tahmin edilebileceği gibi, fatihler - Mısırlıların gözünde "barbarlar"- Kaos'un simgesi yılan Apophis'le özdeşleştirilmişti.)

Mircea Eliade
Dinsel İnançlar Tarihi,cilt 1

* * *

Hyksos'lar Turani dil konuşan Mitannilerdir. 
Kassiler ve Hititler ile aynı soydandır.


....The Hyksos called themselves Min , coming from a country east of Syria and near Assyria. They appear therefore to have been Minni, or Minyas from near Lake Van: and the Minyans of this region (Matiene or Mitanni) in the 15th century BC. spoke a Turanian language, being apparently of the same stock with the Kassites of Babylon and the Hittites, which agrees with the worship of Sutekh. 


....The original civilising race came apparently from Asia, before the age of the Pyramids.....

.....(the carved slates, supposed to be as old as the 1st dynasty, represent hunting scenes, and wars with negroes ; and the writer regards them as showing invaders from Asia Minor; for they are armed with the double axe of Karians and Kretans, found also on Hittite monuments, and at Behistun as well as in Etruria as used by Turanians....)

....The people of Lukopolis (wolf town) propitiated the wolf that tore their sheep; other shepherds adored the bull and the ram.....

....5th dynasty , at Memphis (or at Elephanta) say 3950 to 3700 BC. The Turin copy of the Ritual belonged to this age, with various proverbial treatises. The skulls are long, like those of modern Egyptian peasants, whereas those of the first four dynasties are round, suggesting a Turanian race.....

....14th dynasty at Xois (Sakha) :say 2400 to 2000 BC. The Turanian fondness for confederacies of tribes instead of kingdoms (seen also among Hittites and Etruskans).....

....The Hyksos called themselves Min , coming from a country east of Syria and near Assyria. They appear therefore to have been Minni, or Minyas from near Lake Van: and the Minyans of this region (Matiene or Mitanni) in the 15th century BC. spoke a Turanian language, being apparently of the same stock with the Kassites of Babylon and the Hittites, which agrees with the worship of Sutekh. (Between the 12th and 18th dynasties also, foreign pottery like that found in Palestine, Kappadokia and on the shores of the Eagean Sea, appears in Egypt and is marked with emblems of the "Asianic syllabary" which was used by Hittites, Karians, Kretans and Kuprians......

Egypt - 18th Dynasty

...Thus for three generations, Semitic and Turanian influence began to reassert itself in Egypt....

...The Kassites were then ruling in Babylon and the whole Turanian power, from Asia Minor and Syria to Mesopotamia.....

....Kadesh and Karkemish are named with the Masu (Mysians) , Pidasa (Pedasos) Leka (Lycians or Ligyes) Dardani (Dardanos) and others. (The Kassites were then ruling in Babylon, and the whole Turanian power, from Asia Minor and Syria to Mesopotamia- perhaps aided by Aryans (see Rameses III,below)- was leagued against Egypt-ED)....

....Rameses II was a great builder, and constructed the Ramesseum at Thebes, and the beautiful rock temples of Abu Simbel. He completed the Hall of Columns at KArnak; and from its bas reliefs we learn much as to his conquest of Kadesh and other cities. He died in old age, and his mummu presents a very stiking countenance more Asiatic than Egyptian, with a powerful aquiline nose.....

.....(Among the names of tribes allied to the Libyans we find Akausha (supposed to be Achaeans) Tursba or Tulsha (people of Tros, Thrace or Tlos) Shartana (Sardians) and others "of the lands of the sea"....




Forlong - Faits of Man II
(EK: Hyksoslar Hurri ve Kassitilerin bir koludur. Hyksos döneminde Mısır'da atlı kurganlar görülür-SB)


* * * 

This acoors with the westward drift of races in the earliest times and historic race of the Egyptians to the Lower Nile, for from its origin Egypt was rather Asiatic than African....(page 94)

We have seen indications that the mixture and even fusion of races, so characteristic of the Chaldaean country had extended itself in the tideway of migration through Mesopotamia, Syria, Canaan and even into the Delta. We shall not be surprised to find if so be, even a Turanian element in Egypt when we treat of the "shepherd-kings"....(page 104)

This is a most important contrast and would lead to the conclusion that the pristine Turanian religion of Chaldaea, in respect at least of the worship of elemental spirits ,had not formed any portion of the complicated system which grew up in Egypt....(page 118)

The best picture we can produce must be tessellated with fragments from the most various sources. We have already brought many together and arranged them in a rough outline. We have seen the western migration of different races, Turanian, Hamitci, Semitic ; have traced the line of their smouldering camp-fires from the Persian Gulf to the eastern branches of the Nile, the names of their stations, the titles of their gods, the records of their conquests and, last of all, their very presence with living tradition on their lips from point, along their old time-honoured highway....(page 131)

The name Hyksos, by which they were known to the Egyptian priestly historian Manetho is generally believed to be compounded of Shasu, the usual word for the Arab hordes, and hyk king ; and may have been a mere nickname used after their expulsion. But the Egyptians call them in their records Menti (Syrians), Sati ,the roving Asiatics armed with bows, or by a word of hatred or contempt. Manetho, says they wre of ignoble race, "some say Arabians ;" and also uses the term Phoenicians for the earlier monarchs. Africanus calls them Phoenicians.

It is clear enough from what quarter they came. As we have seen, the few sculptures yet discovered show a type, most strongly-marked common to all the royal heads. Mr.Lenormant has suggested more than once that this may display a Turanian element ; "a race which is not even purely Semitic, and must be pretty strongly mixed with those Truanian elements which science reveals to-day as having borne so large a part in the population of Chaldaea and Babylonia".... (page 143)

The subject of marriage in Egypt has been treated by Prof.Ebers. The wife held a very honourable place in the oldest times, as the monuments clearly show. This agrees well with the Pharaoh's view of the matter, which indeed was quite as characteristic of the old Turanian people of Chaldaea and also guided the conduct of Abimelech king of Gerar....(page 154)

The word used in Genesis xii, for the officers of Pharaoh's court, is the correct Egyptian title (Sar), which is in fact common to the Turanian and Semitic Babylonia, Egyptian and Hebrew languages...(page 155)


Studies on the times of Abraham - Henry George Tomkins, 
Member of the Society of Biblical Archaeology


* * * 

..Bundan başka Mısır kral/allahlarına verilen eski isimler DEMİRCİ manasına olarak tercüme edilmiştir. 
Bunlar hem muharip hem maden sanatlarını yapan insanlardı....


Bugün muhakkaktır ki, ilk Mısır ahalisi milattan 5000 sene eveline doğru Asya'dan gelmiş olan beyaz ırktır; bu ırk Nil vadisinde yerleşti. Kabileler halinde kümeler teşkil etti. Herbir kümenin reisi, dini ve kanunları vardı.


Bu malumattan ve Türk tarihine methalde Türklerin umumi muhaceretlerine dair verilen tafsilatın ihtiva ettiği delillerden Mısır deltasına yerleşerek ilk Mısır medeniyetini kuranların Türkler olduğu anlaşılır.....


...Nil vadisinin delta kısmını ilk işgal edenler , Orta Asya'dan muhtelif yollarla ve birbiri ardı sıra gelmiş olan Türk kabileleridir.....


AFET İNAN




Mısır'daki Tarkhan Mezarlığı yabancılara tahsis edilmiş mezarlıktır.
Toorsha veya Tursha olarak adlandırılan Deniz İnsanları (Sea People) diğer bir değişle Etrüsklerin atalarına ait mezarlığın adı olan Tarkan, MÖ.509'a kadar Roma kurup yöneten Etrüsklerin liderlerine de verdiği addır. Resimde de görüldüğü gibi mezarlıktan çıkan buluntularda Türk tamgalarına benzer tamgalar mevcuttur.


"Bir şehirde Türk Binici", 1863 (Mısır Memluk Türkü)
"Turkse ruiter in een stad"* 
Willem de Famars Testas, 1863
Rijksmuseum - Amsterdam
* De stad is in Egypte en de Turk is een Mamlukse Turk.









26 Eylül 2014 Cuma

MISIR / SUMER / TÜRK







Mısır; 
silindir mühür, tuğlalarla inşaat tekniğini, 
birçok sanatsal ögeyi ve özellikle de 
Birinci Hanedanın başlarında (y.MÖ.3000) 
birdenbire, hiçbir öncülü olmaksızın beliriveren 
yazıyı SUMER'den aldı.



Firavun tanrı olarak kabul edildiğinde veya 
giderek tanrıya dönüştüğünde....

Mezopotamya'da kralın yalnızca 
tanrının temsilcisi olduğunu.....
bilelim.


Priamit Metinleri : MÖ.2500-2300
Lahit Metinleri : MÖ.2300-2000
Ölüler Kitabı : MÖ.1500 den sonra



Orta Krallık, aşağı yukarı hepsi 12.Hanedandan gelme bir dizi mükemmel hükümdar tarafından yönetildi. Onların egemenliğinde Mısır bir ekonomik büyüme ve uluslararası büyük saygınlık dönemi yaşadı. Firavunların taç giyme törenleri sırasında seçtikleri isimler, onların insanlara ve tanrılara karşı adaletle davranma isteğini yansıtmaktadır. 

Hermopolis'te tapılan sekiz tanrıdan biri olan Amon 12. Hanedan döneminde Amon-Re adıyla en üstün tanrı konumuna yükseldi. (Hanedanın kurucusunun adı Amennemhet "Amon en başta" idi). "Gizli" tanrı tam anlamıyla "görünür" tanrı olan güneşle özdeşleştirildi. Amon "güneşleştirilme" sayesinde İmparatorluk'un evrensel tanrısı oldu.

Bu imparatorluk - aslında bu adı almaya layık tek dönem - çelişkili gözükse de 12.Hanedanın sona erişinden sonra patlak veren ikinci bir krizin gecikmiş ama kaçınılmaz sonucuydu. Hyksosların MÖ.1674'teki istilasına kadar çok sayıda hükümdar hızla birbirini izledi. 

Devleti Hyksos saldırısında daha iki kuşak önce parçalanmasının nedenleri bilinmiyor. Ama her ne olursa olsun Mısırlılar, at, savaş arabası, zırh ve gelişmiş yaylar kullanan bu korkutucu savaşçıların saldırısına zaten uzun süre dayanamazlardı. Hyksosların tarihi yeterince bilinmiyor, ama Mısır'a doğru ilerlemelerinin MÖ.17.yüzyılda Yakındoğu'yu sarsan göçlerin bir sonucu olduğuna kuşku yok. 

(Bilinen isimlerin çoğu Sami kökenlidir, ama Hurri kökenli isimlere de rastlanmıştır. O çağa ait hiçbir Mısır belgesinde Hyksoslardan söz edilmemektedir. Müstahkem şehirleri Tanis'in adı 19.Hanedan dönemine ait bir metinde ve aynı döneme doğru yazılmış bir halk masalında geçmektedir. Tahmin edilebileceği gibi, fatihler - Mısırlıların gözünde "barbarlar"- Kaos'un simgesi yılan Apophis'le özdeşleştirilmişti.)



Mircea Eliade
Dinsel İnançlar Tarihi,cilt 1



*


Hyksos'lar Turani dil konuşan Mitannilerdir. 
Kassiler ve Hititler ile aynı soydandır.


....The Hyksos called themselves Min , coming from a country east of Syria and near Assyria. They appear therefore to have been Minni, or Minyas from near Lake Van: and the Minyans of this region (Matiene or Mitanni) in the 15th century BC. spoke a Turanian language, being apparently of the same stock with the Kassites of Babylon and the Hittites, which agrees with the worship of Sutekh. 

FORLONG





..Bundan başka Mısır kral/allahlarına verilen eski isimler DEMİRCİ manasına olarak tercüme edilmiştir. 
Bunlar hem muharip hem maden sanatlarını yapan insanlardı....

Bugün muhakkaktır ki, ilk Mısır ahalisi milattan 5000 sene eveline doğru Asya'dan gelmiş olan beyaz ırktır; bu ırk Nil vadisinde yerleşti. Kabileler halinde kümeler teşkil etti. Herbir kümenin reisi, dini ve kanunları vardı.

Bu malumattan ve Türk tarihine methalde Türklerin umumi muhaceretlerine dair verilen tafsilatın ihtiva ettiği delillerden Mısır deltasına yerleşerek ilk Mısır medeniyerini kuranların Türkler olduğu anlaşılır.....

...Nil vadisinin delta kısmını ilk işgal edenler , Orta Asya'dan muhtelif yollarla ve birbiri ardısıra gelmiş olan Türk kabileleridir.....


AFET İNAN



Mısır'ın İlk Sakinleri Türklerdir:

_____

7 Temmuz 2014 Pazartesi

MISIR'IN İLK SAKİNLERİ TÜRKLERDİR.



18.Hanedan dönemi - MÖ.1400-1300 / Mısır.

walters museum









...Bundan başka Mısır kral/allahlarına verilen eski isimler DEMİRCİ manasına olarak tercüme edilmiştir. Bunlar hem muharip hem maden sanatlarını yapan insanlardı....

Bugün muhakkaktır ki, ilk Mısır ahalisi milattan 5000 sene eveline doğru Asya'dan gelmiş olan beyaz ırktır; bu ırk Nil vadisinde yerleşti. Kabileler halinde kümeler teşkil etti. Herbir kümenin reisi, dini ve kanunları vardı.

Bu malumattan ve Türk tarihine methalde Türklerin umumi muhaceretlerine dair verilen tafsilatın ihtiva ettiği delillerden Mısır deltasına yerleşerek ilk Mısır medeniyerini kuranların Türkler olduğu anlaşılır.....

...Nil vadisinin delta kısmını ilk işgal edenler , Orta Asya'dan muhtelif yollarla ve birbiri ardısıra gelmiş olan Türk kabileleridir.....









*




Mısır; silindir mühür, tuğlalarla inşaat tekniğini, birçok sanatsal ögeyi ve özellikle de Birinci Hanedanın başlarında (y.MÖ.3000) birdenbire, hiçbir öncülü olmaksızın beliriveren yazıyı SUMER'den aldı.

Firavun tanrı olarak kabul edildiğinde veya giderek tanrıya dönüştüğünde....
Mezopotamya'da kralın yalnızca tanrının temsilcisi olduğunu.....bilelim.

Priamit Metinleri : MÖ.2500-2300
Lahit Metinleri : MÖ.2300-2000
Ölüler Kitabı : MÖ.1500 den sonra

Orta Krallık, aşağı yukarı hepsi 12.Hanedandan gelme bir dizi mükemmel hükümdar tarafından yönetildi. Onların egemenliğinde Mısır bir ekonomik büyüme ve uluslararası büyük saygınlık dönemi yaşadı. Firavunların taç giyme törenleri sırasında seçtikleri isimler, onların insanlara ve tanrılara karşı adaletle davranma isteğini yansıtmaktadır. 

Hermopolis'te tapılan sekiz tanrıdan biri olan Amon 12. Hanedan döneminde Amon-Re adıyla en üstün tanrı konumuna yükseldi. (Hanedanın kurucusunun adı Amennemhet "Amon en başta" idi). "Gizli" tanrı tam anlamıyla "görünür" tanrı olan güneşle özdeşleştirildi. Amon "güneşleştirilme" sayesinde İmparatorluk'un evrensel tanrısı oldu.

Bu imparatorluk - aslında bu adı almaya layık tek dönem - çelişkili gözükse de 12.Hanedanın sona erişinden sonra patlak veren ikinci bir krizin gecikmiş ama kaçınılmaz sonucuydu. Hyksosların MÖ.1674'teki istilasına kadar çok sayıda hükümdar hızla birbirini izledi. 

Devleti Hyksos saldırısında daha iki kuşak önce parçalanmasının nedenleri bilinmiyor. Ama her ne olursa olsun Mısırlılar, at, savaş arabası, zırh ve gelişmiş yaylar kullanan bu korkutucu savaşçıların saldırısına zaten uzun süre dayanamazlardı. Hyksosların tarihi yeterince bilinmiyor, ama Mısır'a doğru ilerlemelerinin MÖ.17.yüzyılda Yakındoğu'yu sarsan göçlerin bir sonucu olduğuna kuşku yok. 

(Bilinen isimlerin çoğu Sami kökenlidir, ama Hurri kökenli isimlere de rastlanmıştır. O çağa ait hiçbir Mısır belgesinde Hyksoslardan söz edilmemektedir. Müstahkem şehirleri Tanis'in adı 19.Hanedan dönemine ait bir metinde ve aynı döneme doğru yazılmış bir halk masalında geçmektedir. Tahmin edilebileceği gibi, fatihler - Mısırlıların gözünde "barbarlar"- Kaos'un simgesi yılan Apophis'le özdeşleştirilmişti.)

Mircea Eliade

Dinsel İnançlar Tarihi,cilt 1







A granite statue of Amon in the form of a Ram 
Protecting King Taharqa, was made in the 25th dynasty of ancient Egypt, 690-664 BC. 
The British Museum

KOÇ HEYKELLER TÜRK KÜLTÜRÜNDE GÖRÜLÜR


*



EGYPT

....The original civilising race came apparently from Asia, before the age of the Pyramids.....

.....(the carved slates, supposed to be as old as the 1st dynasty, represent hunting scenes, and wars with negroes ; and the writer regards them as showing invaders from Asia Minor; for they are armed with the double axe of Karians and Kretans, found also on Hittite monuments, and at Behistun as well as in Etruria as used by Turanians....)

....The people of Lukopolis (wolf town) propitiated the wolf that tore their sheep; other shepherds adored the bull and the ram.....

....5th dynasty , at Memphis (or at Elephanta) say 3950 to 3700 BC. The Turin copy of the Ritual belonged to this age, with various proverbial treatises. The skulls are long, like those of modern Egyptian peasants, whereas those of the first four dynasties are round, suggesting a Turanian race.....

....14th dynasty at Xois (Sakha) :say 2400 to 2000 BC. The Turanian fondness for confederacies of tribes instead of kingdoms (seen also among Hittites and Etruskans).....

....The Hyksos called themselves Min , coming from a country east of Syria and near Assyria. They appear therefore to have been Minni, or Minyas from near Lake Van: and the Minyans of this region (Matiene or Mitanni) in the 15th century BC. spoke a Turanian language, being apparently of the same stock with the Kassites of Babylon and the Hittites, which agrees with the worship of Sutekh. (Between the 12th and 18th dynasties also, foreign pottery like that found in Palestine, Kappadokia and on the shores of the Eagean Sea, appears in Egypt and is marked with emblems of the "Asianic syllabary" which was used by Hittites, Karians, Kretans and Kuprians......

...Thus for three generations, Semitic and Turanian influence began to reassert itself in Egypt....

...The Kassites were then ruling in Babylon and the whole Turanian power, from Asia Minor and Syria to Mesopotamia.....

....Kadesh and Karkemish are named with the Masu (Mysians) , Pidasa (Pedasos) Leka (Lycians or Ligyes) Dardani (Dardanos) and others. (The Kassites were then ruling in Babylon, and the whole Turanian power, from Asia Minor and Syria to Mesopotamia- perhaps aided by Aryans (see Rameses III,below)- was leagued against Egypt-ED)....

....Rameses II was a great builder, and constructed the Ramesseum at Thebes, and the beautiful rock temples of Abu Simbel. He completed the Hall of Columns at KArnak; and from its bas reliefs we learn much as to his conquest of Kadesh and other cities. He died in old age, and his mummu presents a very stiking countenance more Asiatic than Egyptian, with a powerful aquiline nose.....

.....(Among the names of tribes allied to the Libyans we find Akausha (supposed to be Achaeans) Tursba or Tulsha (people of Tros, Thrace or Tlos) Shartana (Sardians) and others "of the lands of the sea"....



Forlong - Faits of Man II




_____________/____________



This acoors with the westward drift of races in the earliest times and historic race of the Egyptians to the Lower Nile, for from its origin Egypt was rather Asiatic than African....(page 94)

We have seen indications that the mixture and even fusion of races, so characteristic of the Chaldaean country had extended itself in the tideway of migration through Mesopotamia, Syria, Canaan and even into the Delta. We shall not be surprised to find if so be, even a Turanian element in Egypt when we treat of the "shepherd-kings"....(page 104)

This is a most important contrast and would lead to the conclusion that the pristine Turanian religion of Chaldaea, in respect at least of the worship of elemental spirits ,had not formed any portion of the complicated system which grew up in Egypt....(page 118)

The best picture we can produce must be tessellated with fragments from the most various sources. We have already brought many together and arranged them in a rough outline. We have seen the western migration of different races, Turanian, Hamitci, Semitic ; have traced the line of their smouldering camp-fires from the Persian Gulf to the eastern branches of the Nile, the names of their stations, the titles of their gods, the records of their conquests and, last of all, their very presence with living tradition on their lips from point, along their old time-honoured highway....(page 131)

The name Hyksos, by which they were known to the Egyptian priestly historian Manetho is generally believed to be compounded of Shasu, the usual word for the Arab hordes, and hyk king ; and may have been a mere nickname used after their expulsion. But the Egyptians call them in their records Menti (Syrians), Sati ,the roving Asiatics armed with bows, or by a word of hatred or contempt. Manetho, says they wre of ignoble race, "some say Arabians ;" and also uses the term Phoenicians for the earlier monarchs. Africanus calls them Phoenicians.

It is clear enough from what quarter they came. As we have seen, the few sculptures yet discovered show a type, most strongly-marked common to all the royal heads. Mr.Lenormant has suggested more than once that this may display a Turanian element ; "a race which is not even purely Semitic, and must be pretty strongly mixed with those Truanian elements which science reveals to-day as having borne so large a part in the population of Chaldaea and Babylonia".... (page 143)

The subject of marriage in Egypt has been treated by Prof.Ebers. The wife held a very honourable place in the oldest times, as the monuments clearly show. This agrees well with the Pharaoh's view of the matter, which indeed was quite as characteristic of the old Turanian people of Chaldaea and also guided the conduct of Abimelech king of Gerar....(page 154)

The word used in Genesis xii, for the officers of Pharaoh's court, is the correct Egyptian title (Sar), which is in fact common to the Turanian and Semitic Babylonia, Egyptian and Hebrew languages...(page 155)

Studies on the times of Abraham - Henry George Tomkins, 
Member of the Society of Biblical Archaeology











Akrep Kral MENES..Firavunların ilki..(M.Ö. 3100)
Manas, yani Akrep Gözlü Er
Manas Kırgızların Destanında anlatılan 
Kahraman Arketipi
Campbell'ın dediği gibi, 
"Mitolojilerin Ne Zaman Oluştuğunu Ancak Tanrı Bilir"

"Firavunların gözlerine çektikleri sürmeler, çekik göze öykünmelerinden dolayıdır."
aktaran Nuray Bilgili








Mavi gözler : 
Tanrı gökyüzünde yaşar, gökyüzü mavidir, mavi koruyucudur.

"Mavi Gözlü ve Sarışın Türkler"







 The Early Neolithic Offering Tumuli from Sacred Mountain 
in Nabta (Western Desert of Egypt)...
On this all area 224 tumuli were noted ...



SAQQARA - SAKKARA (SAKA?!)

The earliest burials of nobles can be traced back to the 
First Dynasty, at the north side of the Saqqara plateau. 
During this time, the royal burial ground was at Abydos. 
The first royal burials at Saqqara, comprising underground galleries, date to the Second Dynasty









Fig 1. First-Third Dynasty cemetery on the plateau edge of North Saqqara (after Lehner 1997).

The Mastaba of Sabu (Tomb 3111, c. 3100-3000 BC) was excavated by Walter B. Emery on January, 10th of 1936 at the plateau edge of North Saqqara, approximately 1.7 km north of Djoser's Step Pyramid (Fig. 1). Sabu was a high official or administrator of a town or province possibly called "Star of the family of Horus" during the reign of the First Dynasty Kings Udima (Den) and Enezib (Anedjib) (Emery 1949).

General Description of Tomb 3111

   The superstructure of Tomb 3111 was surrounded by a palace facade made of mud brick, which exhibited the deeply recessed, niched walls indicative of Sabu's high social status (Fig. 2). Early 1st Dynasty mastaba facades were originally plastered and the recessed panels painted yellow to imitate wood, and the broadest forward faces painted in a variety of square, cross, and lozenge patterns to imitate woven reed-mats. This may have represented the wood frame and woven reed-mats structures of Predynastic shrines that became characteristic of archaic Upper and Lower Egypt (Lehner 1997). In the south corner of the superstructure was located a platform of roughly dressed limestone blocks. Emery (1949) suggests that this is likely a temporary structure possibly used during the funerary ceremony of Sabu.    The interior of the mastaba consisted of a seven roomed substructure located in a pit cut to a depth of 2.55 m into the gravel substrate and limestone bedrock (Fig. 2). The rooms were separated by mud brick walls. The mud bricks were made of a dark black earth mixed with straw and averaged about 0.26 by 0.12 by 0.07 meters in size.




Fig 2. Tomb 3111 (after Emery 1949).


Room A was found intact and exhibited walls with traces of mud plaster and a roof made of wooden planks. The room was filled with 96 pottery vessels, some of which had domed and conical seals bearing the names of King Den and Sabu.

Room B was similar in design to room A. The room contained many articulated ox bones and the remains of what was originally large pieces of meat in proximity to 5 pottery bowls.

Room C exhibited walls with traces of mud plaster and a roof made of wooden planks supported by a socketed wooden beam positioned on the east and west facing walls. The room contained 71 pottery vessels, some of which had conical seals, but none bore names or impressions.

Room D was similar in design to room C. The room was found to be almost empty, containing only a few fragments of stone vessels and pottery.


Room E was the burial chamber. The brick walls were covered in mud plaster, which also exhibited traces of white stucco. The roof of wood planks was supported by three wooden beams socketed into the east and west facing walls. The burial chamber contained the remains of Sabu, which was the first time a noble of the First Dynasty was found in the position that it was originally placed at the time of burial. His body was positioned on its right side in a slightly flexed position with the head in a northerly direction (Fig. 3). The tomb was ransacked at some time it its history, but still exhibited some semblance to the original placement of objects. These objects consisted of copper and flint implements, 77 pottery vessels, ivory boxes, bones of 2 oxen, arrows, and stone vessels.



Fig 3. Burial chamber of Sabu (after Emery 1949).


Most of the 48 stone vessels in the burial chamber were found broken and represented 20 different types of stone vessel forms. The material used for these vessels consisted of travertine (39), metasiltstone (7), and volcanic tuff (2). One of the stone vessels was the elaborately designed metasiltstone ornamental tri-lobe bowl (Fig. 4) which was originally found crushed and scattered around the center of the tomb. The flint implements consisted of many small knives (85) and a few triangular scrappers (5).

Room F and G are similar in design to rooms A and B. Room F contained pottery fragments and a number of sealings bearing the name of King Anedjib. Room G contained scattered fragments of stone vessels and pottery.The Ornamental Tri-lobed "schist" Bowl


   The ornamental tri-lobed bowl has a maximum diameter of 61 cm and a maximum height of 10 cm (Emery 1949). Since originally found crushed it has been restored, and is now on display in the Cairo Museum (JE71295, Fig. 4).



Fig. 4. Ornamental bowl from the 1st Dynasty tomb of Sabu (Tomb 3111). (d. 61 cm, Cairo Museum, Photograph by Jon Bodsworth The Egypt Archive)

The vessel consists of a flat, round-bottomed bowl with 3 thinly carved, curved lobes orientated at 120 degrees around the periphery. Very flat and wide bowls are known from the 1st to 3rd Dynasties, but none have been found from the Predynastic Period (El-Khouli 1978). The lobes are separated from the rim by 3 biconvex-shaped perforations . The center of the vessel contains a thinly carved tube approximately 10 cm in diameter . When viewed edge on the vessel's flat bowl shape does not show perfect symmetry .

In the past, some Egyptologists have use the term "schist" to describe this artifact (Emery 1949, Aldred 1981); others have identified the object as a slate (Smith 1981). The term schist was not being used in a modern geologic context (i.e. a medium- to coarse-grained foliated metamorphic rock), but was being used to describe a metasedimentary rock called a metasiltstone. This rock is essentially the sedimentary rock siltstone that has been very weakly metamorphosed. It still retains its clastic sedimentary texture and has no visible schistosity. Metasiltstone is similar to slate, but is more coarse-grained and has no fissisity or slaty cleavage, making it a solid rock that does not easily fracture along discreet planes when struck. The weak metamorphism of siltstone indurates the rock and increases the cohesiveness of the mineral grains (i.e. rock hardness), making the rock less susceptible to fracture during carving. This allows for fine detail and intricate shapes to be carved into vessels, statues, palettes, and other such objects. Metasiltstone as a material for vessel manufacturing came into use during the middle Predynastic and was used extensively during the Early Dynastic Period (Aston 1994). Besides the tri-lobed bowl there are a number of intricately carved metasiltstone objects known from the Early Dynastic, such as a very ornate toilet tray (Fig. 8), flower-shaped vessels (e.g. 1st Dynasty, UC37063 (Note: identified as greywacke but more likely metasiltstone, metagreywacke was not used until the Old Kingdom and not for vessels (Nicholson & Shaw 2000))), vessels shaped as leaves (e.g. 1st-2nd Dynasty, UC35653), vessels shaped to imitate basket-work (e.g. 1st-2nd Dynasty, UC35654), vessels shaped as hieroglyphic symbols (e.g. 1st Dynasty, libation dish), and even used to imitate metal vessels (e.g. a stone vessel with simulated rivet-heads (Lauer 1976, pl. 109). Many of these sophisticated and creative designs are unique to the Early Dynastic Period, showing a high degree of experimentation in artistic expression during this time. 


Possible Usage for Tri-lobed Bowl
   Emery (1972) suggests that the artifact may have been carved in the imitation of a metal vessel's form, with a center hole that was originally designed to fit on a pedestal. Possible competition between metal and stone vessel artisans may have been one of the reasons for the development of artistic expression in ornamental stone vessel forms during the Early Dynastic Period (El-Khouli 1978). William Kay (Link) has suggested that the vessel was a ritualistic tri-flamed oil lamp, in which bundles of rushes, immersed in oil, acted as the wicks. These bundles of rushes were held in place by the lobes, and the vessel was suspended on a pedestal inserted through the center. Whether it was actually used for this purpose is uncertain. The fragile nature of such an intricately carved stone object greatly limits is practical usage and suggests a purely ornamental function, being of a religious or other such ritualistic purpose.


   Although it has been suggested the vessel was meant to be held on a pedestal, the center tube may also have been used as a stand for holding another vessel or object. Smith (1981) has suggested that the center tube was a container. Tubes of rock were used by the ancient Egyptians to hold round-bottomed vessels, and there are many examples of these throughout the dynastic Egypt, including from the Early Dynastic Period (El-Khouli 1978).



The tomb of Sabu and the tri-lobed "schist" bowl 






SB.
________________________