timur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
timur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2017 Salı

Türklerin İlk Ataları: Pelasglar, Etrüskler, İskitler


Adile Ayda:
Roma'dan ayrılmama yakın günlerden bir gün Vatikan Kütüphanesinde "fichier" dedikleri katalog kutularını karıştırırken, şu adı taşıyan bir eser çıktı karşıma: MAGNİ TAMERLANİS SCYTHORUM İMPERATORİS VİTA. Latince olan bu eserin adının türkçesi şöyle: "İSKİTLERİN İMPARATORU TİMURLENK'İN HAYATI". 


British müzesinde baskısı mevcut.



Tabii eseri hemen istedim. Petrus Perondinus adlı biri tarafından 1553 yılında yazılmış, yani 400 şu kadar yıl önce! O zamanki İskenderiye Patriğine ithaf edilmiş. Okumağa başlayınca, gördüm ki, kitapta Timurlen'e ve onun milletine bazen İskit, bazen Tartar deniyor. Nasıl ki, Yıldırım Beyazid'e ve onun milletine bazen Ottomani, bazen de Turci adı veriliyor. İskit adı ile de Moğollar veya başka millet değil, Orta Asya Türkleri kastediliyor. Bunun delili kitabın 10 uncu sahifesindeki şu cümledir:

"TEMİRUS GUTHLUS fuit appellatus, quae vox Scythia lingua fortunatu gladiu exprimit"

Bu cümlenin türkçesi: "Ona Kutlu Temir denmiştir ki, bu İSKİT DİLİNDE Kutlu Kılıç sahibi anlamını ifade eder."




Kitap Timurlenk için bir medhiye olmaktan uzaktır. Fırsat düştükçe onun zulmünden acımasızlığından söz ediliyor. Fakat Petrus Perondinus'un bu latince eseri bizim için her şeyden önce şu bakımdan önemlidir: Onaltıncı yüzyıl Batılılarına göre, Orta Asya Türklerinin adı İskit imiş. Kitap bunu şüphe götürmez bir şekilde isbat etmektedir.

Bu kitabın hayretle okuduğum bir sahifesi de 19 uncu sahifesidir. Burada Yıldırım Beyazid'in İstanbul'u zaptetme teşebbüslerinden ve o dönemdeki İstanbul'dan yani Bizans'tan söz edildikten sonra, Theodorus Spanduginus adlı bir Bizanslı yazarın kitabına geçiliyor ve bu kitabın Dominicus Ludovicus tarafından ETRÜSKÇEYE çevrilerek, bastırılmış olduğu söyleniyordu.

Bu ne demekti? O dönemde etrüskçe bin şu kadar yıldan beri ölü bir idi. Acaba 16.yüzyılda hangi dilli etrüskçe sayıyorlardı? Elbette Petrus Perondinus'un kitabı fransızcaya ve almancaya falan çevirilmiş olmalı idi. Bu çevirilerin dipnotlarında şüphesiz bu konuda bilgi verilmişti. Ne yazık ki, bunları araştırmağa vakit ve imkan bulamadım. Bunu Türkiye'de yetişecek etrüskologların yapacaklarını umarım.




* İskitler için: 

- Sovyet bilimadamları Batılılardaki İranizmi hem ölçüsüz, hem temelsiz bulmaktadırlar.

- Fransızların Gallimard Yayınevinin İlyada çevirisini yapan R.Flaceliere, Notlar bölümünde "At sütü içenler" kelimesi için şu açıklamada bulunyor: İskit kabileleri : Biliniyor ki kısrak sütünden yapılan Kımızı da, yoğurdu da Türkler icad etmişlerdir.

Şu halde en basit muhakeme ile anlaşılıyor ki, Homeros zamanında Hippomolg denen ve Flaceliere'in İskit adını verdiği millet Türklerdi.

- Fransız bilim adamı Eduard Chavannes'in Menander'in eserinden yararlanarak, Batı Göktürkleri hakkında yazmış olduğu eserde, İskitlerle Türklerin aynı kavim olduklarını, Bizanslıların gayet iyi bildiklerini gösteren cümleler vardır. Bunlardan ikisi:

1- Zemarkos, Bizansa döndkten sonra kendi İmparatoruna şunları söyler: "Bugün Türk adını verdiğimiz millete eskiden İskit denirdi."

2- Türk Hakanının Orhon harfleriyle yazılmış mektubunu İmparatoruna sunarken de , Zemarkos şöyle der: "Bu mektup İskit harfleriyle yazılmıştır."

Ve birçok sanat tarihçisinin farkında olmadığı şu gerçek vardır ki, İSKİT sanatı, Batı dünyasının hayran olduğu ETRÜSK sanatı ile tıpatıp aynıdır. Dikkat edilirse 'benziyor' demiyorum 'aynı' diyorum. Fakat uzmanlaşma belası yüzünden ne etrüskologların bundan haberi vardır, ne de İskit sanatı uzmanlarının... Tahminime göre, bazı Rus bilginlerinin haberi vardır amma, onlar da susmayı uygun görmektedirler. ...


1971 de adı soru şeklinde olan "Les Etrusques etaient-ils des Turcs?" (Etrüskler Türk mü idiler?) diye fransızca bir küçük kitap yayınlamıştım. Artık bugün, 16 yıl sürmüş çetin araştırmalardan sonra, bu kitaba "Etrüskler Türk İdiler" adını koymak suretiyle, kendi sorumu cevaplandırabileceğim kanaatindeyim.

Elbette ki, "Etrüskler Proto-Türk İdiler" demiş olsa idim, daha ilmi bir deyim kullanmış olurdum. Fakat gerek Türk ırkı, gerek Türk dili zaman içinde öyle bir süreklilik göstermişlerdir ki, sadece Yüzyıllara değil, Binyıllara meydan okumuşlardır.

Etrüsklerin Türkiye Türklerinin doğrudan doğruya ataları olduklarını söylememiz şüphesiz mümkün değildir. Bununla beraber, Etrüsklerle bizim müşterek atalara sahip olduğumuz da muhakkaktır.

Şunu da söyleyim ki, Anglo-Sakson Türkologların kullandığı, ne idüğü belirsiz "Turkic" kelimesini ben doğrudan doğruya yok farzediyorum.

Etrüskler üzerindeki incelemelerimin daha başında, Fransız etrüskologu Raymond Bloch'un bir görüşü beni çok etkiledi. Herkesin arkeolojiye ve arkeologlara taptığı bir sırada, bu bilgin aşağıdaki isabetli sözleri söylemek cesaretini gösteriyordu:

"...karışık nitelikteki tarihi problemlerle karşılaştığımız zaman, arkeolojinin sağladığı bilgileri yorumlamak ancak lengüistik gibi, dinler tarihi gibi bilimlerin yardımı ile mümkün olmaktadır. Şu veya bu kavmin özelliklerini ve başka kavimler ile ilişkilerini belirtmek için din ve dil alanındaki bilgiler birinci derecede önemlidir." (L'ancienne civilisasion des Etrusques - İngilizceye çevirisi,s.71)

Etrüsklerin Türk soyundan olduklarına dair görüş yeni değildir. Yani bu görüşü ilk defa ortaya atan asla ben değilimdir. Tarih ve tarihi araştırmalara merakı bulunduğu herkesçe bilinen Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk Etrüsklerin Türk soyundan oldukları görüşünde idi.

Fakat bu görüş, yani bu teori çok daha eski dönemlere dayanır. Söz konusu teori Ondokuzuncu yüzyılda Batılı bilginler tarafından ortaya atılmıştır. Şurası gariptir ki, dünyanın Etrüskoloji uzmanları bu bilginlerin adlarını da, eserlerini de anmamak için büyük özen gösterirler.

Etrüsklerin Türk soyundan olduklarına inanan Batılı tarihçiler bir tane iki tane de değildir. Ben burada aralarından bir İngilizi, bir Fransızı, bir de bir Avusturyalıyı zikretmekle yetineceğim: 

"Etruscan Researches" adlı eserin yazarı İsaac Taylor; (ingilizce)
"La Langue Etrusque" yazarı Baron Carra de Vaux; (fransızca)
bir de "Die Herkunft der Etrusker" in yazarı Wilhelm Brandenstein; (almanca-maalesef bu kitabın tamamı yok-SB) ...




Solda: Selçuklu dönemi İbrik'ten detay - 13.yy / Seljuk Turks 13th AD

Sağda: İskitler dönemi MÖ 4.yy - Scythian 4th c BC


Latin imparatorlar tarafından Etrüsklerin tarih kitapları da, vekayinameleri de yok edilmiştir. İmparatorların bıraktıklarını da, daha sonra Papalar yakmıştır. Çünkü Papalarda Etrüsklerin dine dayalı sosyal kural ve adetlerinin Hıristiyanlığın yayılmasını engelleyebileceği korkusu vardı. Bu arada Latin yazarlar tarafından yazıldığı halde, Etrüsklerin dininden söz eden kitaplar da yakılmıştır. Mesela, ünlü bilgin Varron'un adını "Etrüsklerin tanrılar hakkındaki inanışları" diye çevirebileceğimiz eseri de, Etrüsk kaynaklarına dayandığı için, Kilise tarafından imha edilmiştir.

Burada ilgi çekici bir durumu zikretmeliyim:

Roma imparatorluğunun çok karışık bir politik döneminde, Roma'nın Yeniçerileri diyebileceğimiz Saray muhafızları, Claudius adlı birini seçip İmparatorluk tahtına oturturlar (MS 41). Claudius bir Etrüsk'tür. Hem de milli şuur sahibi bir Etrüsk... Devlet işlerini yardımcılarına bırakıp, oturur 20 bölümden oluşan bir "Etrüsk Tarihi" yazar. Her halde kendisine gizli olarak alıkonulmuş" "Tuscae Historiae" de vardır.

(Etrüsklerin kendi milli hayatları hakkında yazmış oldukları ve Latinlerin "Tuscae Historiae" adını verdikleri kitaplar August ve ondan sonra gelen imparatorlar tarafından imha edilmiştir.)

Suetonius'a göre, Claudius zamanında, onun yazmış olduğu tarih kitabı, İskenderiye'nin meşhur kütüphanesinde konferans şeklinde, yılda bir defa, bir kaç seferde başından sonuna kadar, halka okunurmuş... Bugün Claudius'a 'tarihteki ilk etrüskolog' ünvanı verilmektedir. Gelgelelim, Claudius ölür ölmez, onun eseri de ortadan kaldırılmıştır....




Türklerin İlk Ataları - PELASGLAR


..Tarihçilerin sadece Etrüsk veya bu adın yunancası olan Tyrrhen diye adlandırdıkları tarihi milletin eski Yunan yazarlarının pek çoğunun eserlerinde Tyrrhen-Pelasg veya Pelasg-Tyrrhen olarak zikredildiklerini gördüm. Bu Pelasg adı veya milleti de nereden çıkıyordu?

Bu sorunun cevabını Almanların Eski Çağ ile ilgili en ciddi ve önemli Ansiklopedisi olan Pauly ve Wissova'da buldum. Bu Ansiklopedide deniyor ki: "O zamanlar, büyük ölçüde, Tyrrhenlerle Pelasglar birbirleriyle karıştırılırlardı." Başka deyimle, Eski Çağ yazarlarının çoğu Tyrrhenlerle, yani Etrüsklerle Pelasgları bir tutuyor, onları aynı millet sayıyorlarmış. 

Pelasglar hakkında bulduğumuz bilgi ve neticeler şunlardır:

1) Pelasglar kuzeyden gelip Yunanistan'da yerleşmiş bir kavim idi.
2) Bu kavim durmadan yer değiştirirdi, yani göçebe idi.
3) Pelasglar oturdukları bölgenin veya kendilerini yöneten önderin adına göre, kolayca ad değiştirirlerdi.
4) Pelasglar inşaatçı ve imarcı bir millet idi. Yunanistan'daki bir çok meşhur eski kentleri onlar kurmuşlardır.
5) Pelasglar MÖ 3000 civarında Yunanistanı istila edip oranın çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. (yani Yunanlılardan 1000 yıl önce)

Yukarıdaki beş noktaya tarihçiler tarafından işaret edilmeyen, fakat dilcilerin kesin bir şekilde isbat ettikleri şu gerçeği de ilave edelim:

Etrüskçeye çok benzeyen Pelasgca HİNT-AVRUPALI OLMAYAN, AGGLUTİNATİF BİR DİL İDİ.

Pelasgların Türklerde de bulunan yukarıdaki özelliklerini öğrendikten sonra, onlar hakkındaki incelemelerimi derinleştirmek lüzumunu duydum. Derinleştirdikçe de bu kavmin Proto-Türk bir kavim olduğuna yeni deliller karşıma çıktı.

Mesela Limni adasında Pelasglar tarafından bırakılmış Hint-Avrupalı olmayan ve Etrükçeye çok benzeyen yazıtların bulunmuş olması... Ve Limni Adası Yunanlıların eline MÖ 510 da geçmiştir, ondan önce Pelasglara aitti.

Ve mesela, Latin bilim adamı Varron'un "Pelasgların dilinde küçük dağların adı TEPAE'dir" demiş olması...

Yukarıdaki sebeplerle 1970 yılının Mayıs ayında Roma Arkeoloji Enstitüsünde verdiğim konferansta Pelasglar üzerinde önemle durdum. On yıl sonra 1980 de Belleten dergisine verdiğim "Pelasglar kim idiler?" başlıklı yazı, büüyk gecikme ile, derginin Temmuz 1982 tarihini taşıyan sayısında yayınlandı. Söz konusu yazı bu kitabın sonunda okuyucuya sunulmuştur.

1985 yılının Mayıs ayında Ankara'da toplanmış olan "Tarihte Türk Devletleri" Sempozyumunda okuduğum "Tarihin şafağında iki Türk Devleti" adlı bildirimde de , kaynaklar göstererek, Pelasglardan söz ettim. Bu bildiri de kitabın sonuna eklenmiştir. (15)

Pelasglar, Hunlar, Avarlar, Kumanlar, Peçenekler Balkanlara gelmek için hangi yollardan geçmişlerse, o yollardan geçerek geldiler. Yerleştikleri bölge Tesalya'dır, yani bugünkü Selanik şehrinin bulunduğu havali.

Çeşitli kaynaklara göre: Pelasglar, daha sonra şu bölgeleri işgal etmişlerdir: Boetya, Argolis, Attika ve Arkadya, Arkadyalıların Pelasg olduklarını Herodot da söyler.

Bilindiği gibi, Yunanistanın hemen kuzeyinde Makedonya vardır. Makedonya'ya eski Yunanlılar Pela(s)gonya derlermiş, yani Pelasglar ülkesi... Öyle anlaşılıyorki, Pelasgların bir kısmı Yunanistan'a girip yerleşirken, bir kısmı da Makedonya'da kalmıştır. (17)

Pelasglar Yunanistan'a gelirken elbette ki, tek bir önderin tek bir şefin kumandası altında idiler. Bunun neticesi olarak Yunanistan'a yerleştikten sonra da, merkezi bir idareye bağlı bulunmuş olduklarını düşünmek tabiidir. Heredot'un "Bir zamanlar Yunanistan'a Pelasgia denirdi" şeklindeki ifadesi ise, Pelasgların siyasi bakımdan Yunanistan'ın tamamına, hem de uzun yüzyıllar boyunca, hakim olmuş olduklarını göstermektedir. Bu sebeple bir Pelasg devletinden söz edebildiğimiz gibi, bu devleti tarihteki ilk Türk Devleti olarak kabul edebileceğimiz de şüphesizdir.

Bu konuda bir İtalyan bilim adamı bakınız ne diyor:

"Yunanlılar bu taihi bölgelere geldiklerinde, kendine mahsus dini olan ve DEVLET OLARAK ORGANİZE OLMUŞ, başka ırktan olanlarla (Pelasglarla) karşılaşmışlardır."

Pelasg dilinden Hellenlerin diline pek çok kelime geçmiştir. Hint-Avrupalı olmayan bu kelimeleri bugünkü Batılı dilciler ne yapacaklarını bilemiyorlar. Başka çare bulamayınca, bu kelimere uygulamak için "pre-hellenique" (Hellen öncesi), "mediterraneen" (Akdenizli), "asianique" (Anadolulu?) , "egeen" (Egeli) gibi acayip ve anlamsız sıfatlar icad etmişlerdir.

"Egeli" sıfatını icad eden Albert Severyns adlı Belçikalı bilim adamıdır. Severyns kullandığı bu anlamsız sıfata rağmen bizim görüşümüzü doğrulayan aşağıdaki satırların sahibidir:

"Yunanlılar, kendilerinden DAHA KÜLTÜRLÜ olan EGELİLERDEN bronz, kalay, kurşun, demir ve hatta "maden" anlamındaki kelimeleri almışlardır."

Albert Severyns bu kelimelerin Hint-Avrupalı olmadığını söylemekten de çekinmiyor. Ayrıca "egeli" sıfatından arada bir vazgeçip Paul Kretschmer'in 1925 den önceki görüşüne katılarak "pelasgique" sıfatını kullandığı da oluyor. Ve etrüskçenin Pelasg dilinin bir lehçesi olabileceğini kabul ediyor.

Hammerström, Devoto, Chaskin gibi dil bilginleri Yunan dilindeki Hint-Avrupalı olamyan kelimeleri etrükçe kelimelerle karşılaştırmışlar ve büyük benzerlikler bulmuşlardır. Hatta bazı saf araştırmacılar bundan Etrüsklerin Yunanlı oldukları neticesini bile çıkarmağa kalkmışlardır.

Yunan dilindeki Hint-Avrupalı olmayan kelimelerin hepsi Pelasgca'dır, yani Proto-Türkçedir.

Roma kurulmadan önce Yunanistan'ın Arkadya bölgesinden İtalya'ya gelip yerleşmiş EVANDER adlı çok kültürlü bir Pelasg karşımıza çıkar.

Batılı bilim adamlarının işine gelmeyen bir sürü şey söylediği için, hiç bir zaman adı anılmayan veya kendisine iftira atılmak için anılan, ondokuzuncu yüzyıl etrüskologlarından Fransız Noel des Vergers'den bir cümle:

"Gerek İtalya gerek Yunanistan hakkında edinebildiğimiz en eski bilgiler gösteriyor ki, bu iki ülkeyi ilk zamanlarda etkilemiş medenileştirici amil PELASGLARDIR."


Adile Ayda (1912-1992) - Türklerin İlk Ataları (1986)
Diplomat, Akademisyen
dipnotlar:
(15) Sempozyumun düzenleyecileri, milliyetçi geçinen bazı Profesörlerde yaygın bir eğilim olan ANADOLUCULUK sebebiyle olsa gerek, tutanakların basılması sırasında benim bildirimin metnini yırtıp atmaktan çekinmemişlerdir.
(17) O Makedonya ki, orada Büyük İskender doğacak ve Yunanlılarla savaşıp onları esir haline getirecektir.






 TEPE - HILL

* TEPAE - Pelasg dilinde TEPE demektir.
* Meksika - CHAPULTEPEC'deki TEPEC - Aztek dilinde TEPE demektir.; "Çekirge Tepesi" demektir, Çekirge'de çapulçu değil midir? ;)
* Nikaragua'daki OMETEPE; Ome (iki) Tepetl (Dağ-Tepe) demektir.
TEPE'nin kökeni Türkçedir.
* TEPAE in Pelasgian means Hill
* TEPEC in CHAPULTEPEC-Mexico - in Aztec language; Hill
* TEPE in OMETEPE-Nicaragua - means also Hill

* The Origin and Etymology of TEPE is TURKİSH, means HİLL



Batılılar Etrüsklere büyük değer veriyorlar...
Batılılar Türklere hiç değer vermiyorlar...
Ah, Etrüsklerin Türk oldukları isbat edilebilse! - 1967 
demiş Adile Ayda...
İsbat ediliyor, lakin sindiremiyorlar.... SB



"Bir süre önce basına yansıyan haberlerde de, kimi DNA analizlerinin de aynı sonucu verdiği belirtilmişti. 
Ancak, basındaki haberler çok önemli bir nüansı kaçırmıştı:

Mesele, Batı Anadolu'dan giden kişilerin kim oldukları konusuydu. Sonuçta Aristoteles Onassis ile Yorgo Seferis de İzmir'den gitme... Yani Türk gazetelerindeki, üzerinde pek düşünülmeden yazılan haberlerde, bugün Türkiye olan topraklardan gitmek, Türk olmakla özdeşleştirilmişti. Ama İtalyanlar ve genelde Batılılar böyle bir özdeşleştirmeyi saçma buluyor, 10 000 yıl öncesinin Batı Anadolusunu Antik Yunan'ın bir parçası olarak görmek istiyorlar - dı 
bu sempozyuma kadar.

Oysa, Etrüsklerin kökeni konusuna eğilmiş, diplomat olarak Roma'da görev yaparken— gereğinde, işinden izin alarak—bu kentte ve genelde İtalya'da araştırmalarda bulunmuş olan Ayda, 1970'lerin başından, vefat ettiği 1990'ların başına kadar yayımladığı gittikçe hacmi artan yapıtlarda, Etrüsklerin “Tursakalar” denilen proto Türklerden olduğunu saptamış, hatta bulgularını Fransızca olarak (Les Étrusques Étaient des Turcs. Preuves, 1985) da yayımlamıştı."

Gönül Pultar (Adile Ayda'nın kızı)
“Tarihten Bir Kesit: Etrüskler” - Bodrum Sempozyumu, 2007


ilgili:


Magni Tamerlanis Scytharum Imperatoris Vita
* Life of Tamerlane, Emperor of the Scythians
by Petrus Perondinus, 1553

Nomine a cotubernalibus Temirus Guthlus fuit appellatus; quae vox Scythica lingua fortunatu gladiu exprimit.
* He was called Blessed Temir, which means in the Scythian language 'the owner of the Blessed sword.

Temirus = Temir / Demir / Tamar / Timur;  Tr. etymology, İron. 
Swords were from iron, so the word Temir here represents also the sword; Blessed İron.
Guthlus = Gutlu / Kutlu ; Blessed, Holy
Gut / Kut = Holy
Scythian language = Turkish.

Hac inclyta in vrbe tunc temporis Hemanuellem Paleologum regnaffe Theodorus Spanduginus ciuis Byzantius Turchaicae non imperitus linguae rerumque no ignarus ab Ottomannis terra marique geftarum fuis incommentariis tellatur; vt quo rundam opinionem confutemus qui Iohannem tunc Graeciae imperitalle affirmarunt, quae nunc commentaria miro Ludouici Dominici ftudio apprime eruditi, atque omniu quae memoratu maxime digna cenfentur cumulatoris indefefsi atque affidua lectione clarifsimi, in Etrufcam lingua verfa, impreffa exftat.

Theodore Spanduginus, who was famous at that time in the word of Hemanuel Palaeologus, reigned, was not ignorant of the language of Byzantium Turchaica, nor was he ignorant of the things of the land and sea of the Ottomans. Let us refute the general opinion which at that time affirmed that John was ignorant of Greece, which now the commentaries of the wonderful Ludouicus Dominicus, highly learned, and all that is most worthy of remembrance, are praised by the tireless and faithful collector of the most clear reading, in the Etruscan language.
p.19


12 Şubat 2016 Cuma

Islak Çarıklar - Yörükler





Gazeteci Yusuf Yavuz ve Biyomühendis H. Çağlar İnce'nin hazırlayıp sunduğu KanalV'de yayınlanan belgesel-haber programı Islak Çarıklar'da bu hafta 600 yıldır Yörüklerin hafızasında yaşayarak bugüne ulaşan bir isyan öyküsü ekranlara geldi.


Antalya merkezli yayın yapan KanalV Televizyonunda, "Dinleyin, anlatılan sizin öykünüzdür" sloganıyla yayına başlayan Islak Çarıklar programının ikinci bölümünde yer alan 'Kazana Kapanan' öyküsü, yaklaşık 600 yıl önce Osmanlı'nın fetret döneminde yaşanan Şeyh Bedreddin ve Börklüce isyanları sırasında Osmanlı ordusunun zulmünde kurtulan bir ailenin dramını anlatıyor.


Antalya Döşemealtı'nda yaşamını sürdüren Honamlı Yörüklerinden biri olan Aydın İbrahim İnce'nin, program ekibiyle röportajı sırasında ortaya çıkan çıkan sır, asırlardır kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze ulaşmış.



HONAMLI YÖRÜĞÜ İBRAHİM İNCE: 'BEDELLERİ HEP YÖRÜKLER ÖDÜYOR BU ÜLKEDE'


Islak Çarıklar ekibine verdiği röportajda, ailesinin köklerinin Aydın havalisinden geldiğini dile getiren Honamlı Yörüğü Aydın İbrahim İnce, yüzlerce yıl kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze ulaşan "Kazana Kapanan" öyküsünü şöyle anlatıyor:


"1957 civarında iskan olunca Polatlı'ya yerleşmiş ailemiz. Yakacak odunun bulunmadığı bozkırın ortasına yerleştirilmişler. Salgın hastalıklar yüzünden toplu ölümler olmuş Geven köklerini kazıp yakıyorlar. Daha sonra tezeği öğrenmişler. Hakikaten büyük sıkıntı çekmişler. Kışın mallarına verecek yem bulamamışlar hayvanların yarısı kırılmış. Alt yapılar hazırlanmadan yapılıyor bunlar. Asıl sıkıntı bu. Ağır bedeller ödeniyor bu ülkede. Hep de bedelleri Yörükler ödüyor bu ülkede. En büyük suçları her halde vatanlarını sevmek.



'BÖRKLÜCE İSYANI DÖNEMİNDE BİZİM NESLİMİZİ KURUTMAK İSTEMİŞLER'


Bizim geçmişimizi atalarmız anlatırken duyardık; Aydın havalisinden gelmişiz biz. Bir kavga olmuş, kavgadan sonra erkek neslini keselim bu sülalenin denilmiş. O arada bir kadın çocuğunu kazanın altına saklıyor. Erkek neslini yok edecekler, zaten zürriyeti yok etmek asıl amaç. O çocuktan türediğimizi söylerler de o tarihi incelediğimizde Börklüce isyanı dönemine denk geliyor. Büyük ihtimalle padişahlık döneminde bizleri, Yörük kısmını isyana teşvik ettiğimiz suçuyla yok etmeye girişmişler."



BÖRKLÜCE KİMDİ, 6 ASIR ÖNCE YÖRÜKLER NEDEN İSYAN ETMİŞTİ?


Yörüklerin toplumsal hafızalarında kim bilir ne çok sırlar var, kökleri yüzlerce yıl eskiye dayanan. Islak Çarıklar programında anlatılan Kazana Kapanan öyküsü de bunlardan yalnızca biri.


Peki Honamlı Yörüğü Aydın İbrahim İnce’nin adını andığı Börklüce kimdi, ne yapmıştı da koca bir halka bunca acı yaşatılmıştı?


Bu sorunun yanıtını bulmak için gelin o zaman hep birlikte bundan yaklaşık 600 yıl öncesine, Haymana Ovası’nın, Timur ordularının atlarının nallarıyla toz duman olduğu günlere gidelim…


Dünü bilmeden bugüne tanık olmak, geleceği düşlemek mümkün mü?


Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin derler, Osmanlı’nın fetret devrinde Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi’nin Kazaskerliğini yapan bir gönül eri geldi geçti bu topraklardan…


Adı, mazlumların, yoksulların gönüllerine yazıldı, kaldı...


Bugün bile Anadolu insanına “ben de halimce Bedreddinem” dedirten bu gönül eri kimdi?



BİR YANDA TİMUR ORDULARI BİR YANDA TAHT KAVGALARIYLA EZİLEN YOKSULLARIN İSYANI


Yıl 1402… Osmanlı ordusunun Timur karşısında yaşadığı Ankara bozgunundan sonra Musa ve Mehmet Çelebi kardeşler arasında bir taht kavgasıdır başladı. Musa Çelebi bu taht kavgasında yoksulların ve halkın çıkarını savunduğu için dönemin beyleri ve aristokratlar kendisine yüz çevirdiler…


Musa Çelebi'nin İstanbul'u kuşatması üzerine ise temsil ettiği ya da temsil etmek zorunda kaldığı halk ve ideoloji karşısında egemen güçlerin; etnik köken, din, hatta ayrı devletlerden olma ayrılıklarına bir yana bırakarak Mehmet Çelebi'nin çevresinde sımsıkı kenetlenmeleri hiç de uzun sürmedi.


Bu birliktelik, egemen çevrelerin sınıfsal çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuklarının tarihsel bir kanıtı olarak kaydoldu zamanın belleğine…


Öyle ki Bizans imparatoru, Musa Çelebi'ye karşı Mehmet Çelebi'yi yardıma çağıracak, o da bu çağrıyı hemen kabul ederek İstanbul'a gelecek, kentte eğlence ile geçirilen üç günün sonunda yanına bir Bizans birliğini de alarak kardeşi üzerine gidecekti…


Ne var ki bu girişiminde Mehmet Çelebi, İnceyiz'de yenik düşerek Anadolu'ya geri çekilmek zorunda kalacaktı.



HALKA KARŞI KRALLARIN VE SULTANLARIN ORDUSU


Mehmet Çelebi, Anadolu'da yeniden toparlanıp hazırlanarak kardeşi üzerine bir sefer daha yapmayı amaçlamaktaydı. Dulkadiroğlu ve Sırp Kralı'ndan yardım sağladıktan sonra Rumeli'ye geçti. Evranos Bey ve başka beyler de Mehmet Çelebi'ye katıldı.


Böylelikle Mehmet Çelebi'nin ordusu, Sırp Kralı'nın, Bizans imparatorunun ve Osmanlı beylerinin katılmasıyla iyice güçlendi. Bu ordu, Musa Çelebi'yi sonunda yenilgiye uğrattı. Musa Çelebi öldürüldü. Ama halk arasında onun yaktığı umut ateşi hiçbir zaman sönmeyecekti…



MUSA ÇELEBİ ŞEYH BEDREDDİN'İN KAZASKERLİĞE GETİRDİ


Musa Çelebi'nin bayrağı altında toplananların başında, egemenlerin baskısından bunalmış olan köylüler ve yoksul halk geliyordu.


Musa Çelebi, 1411’de, çağının ötesinde ve insanları birleştirici düşünceleri olan Şeyh Bedreddin'i kazaskerliğe getirmişti.


Tarihçi Hammer, Mehmet Çelebi için, "Bütün hayatı boyunca Bizans imparatoru'nun sadık müttefiki, Türkmen asilerinin korkunç düşmanı, Osmanlı saltanat tahtının dayanağı idi" diye yazıyor.


Musa Çelebi'nin öldürülmesinden sonra Mehmet Çelebi'ye karşı Şeyh Bedreddin'in müridlerinin, arkasından da Şeyh'in başkaldıracak olması ise iki kardeş arasındaki savaşımın salt bir taht kavgası olmadığının en azından Musa Çelebi'nin halk kitlelerinin tepkilerini ve duygularını dile getirdiğinin açık bir kanıtıydı.


Çünkü Timur ordularının Anadolu'yu yağmalamaları, Beyazit'in oğulları arasındaki çatışmalar ve bu kargaşadan yararlanan eşkıyanın halka yönelik saldırıları, zaten ezilmekte olan halkı büsbütün maddi ve manevi sıkıntı içine düşürüyordu.


Diğer yandan da saray çevrelerinin, yöneticilerin, medreselilerin ve tarikat yandaşlarının üretmeksizin tüketen asalaklar olarak halkın karşısında yer alması da halkı büsbütün bunaltıyordu.


Yıldırım Beyazit'ten başlayarak yönetici kadronun ahlak açısından da düşkünlük göstermesi, Osmanlı sarayının Avrupa’daki saray yaşamına özenmesi de aynı döneme rastlaması halk üzerindeki olumsuz etkiler bırakıyordu.



BÖRKLÜCE'NİN YOLDAŞLARINA 'APTAL TÜRKLER' DİYEN SARAYIN YARDAKÇISI


Osmanlı tarihini sarayın gözünden yazan Hayrullah Efendi, Şeyh Bedreddin eylemine katılan Türkleri, 'idraksız Türkler' olarak niteleyip, "Börklüce Mustafa nam şahıs Aydın tarafına geçip orada bulunan etrak-i bi- idraki (kafasız, aptal Türkler)'i adı geçen şeyhin meslek ve mezhebini tasdike davet eyledi" diye yazarak ezilen halkı küçümseyen ifadeler kullanması, yönetici sınıfın halka nasıl baktığının açık bir göstergesiydi.


Osmanlı yönetiminin Hıristiyan aristokratlara gösterdiği hoşgörüye karşılık Türkler'e her olanakta acımasızca, gaddarca davrandığı tarihsel bir gerçekti. Örneğin Devşirme Yörgüç Paşa, Kızıl Koca Türkmenleri'nden eşkıyalık ettiği öne sürülen 4 kardeşi ve onların 400 kadar yandaşını bir hile ile yakalamış ve 4 kardeşi öldürdükten sonra, bu 400 kişiyi de bir mağaraya kapatıp dumanla boğdurarak öldürmüş, mallarını yağmalatmıştı. 



İLK ÖNEMLİ KALKIŞMA BAŞLIYOR...


Musa Çelebi'nin kardeşi tarafından öldürülmesinden sonra Bedreddin'e 1000 akçe aylık bağlanarak İznik'e sürgün edildi. Bedreddin’in izinden Giden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal Aydın ve Manisa'da isyan bayrağı açtıklarında Bedreddin İznik’teydi.


Olaylar, bütün Anadolu'da halkın padişaha karşı ayaklanmaya hazır bulunduğu bir ortamda patlak verdi. Bu sırada Mehmet Çelebi, Saruhan Valisi Süleyman Bey'e asker toplayarak Aydın yöresinde bulunan Börklüce Mustafa'nın üzerine gitmesini emretti.



ZULME KARŞI BİRLEŞEN YIĞINLARIN ARASINDA YAHUDİ ÖNDERLER DE VARDI


Oysa Börklüce Mustafa, o ana kadar bir kalkışmada bulunmamıştı. Bunun üzerine Börklüce, kimi tarihçilere göre 1415 yılında Şeyh'e inananlardan 6 bin kişilik bir güç topladı. Börklüce’nin yoldaşları arasında Hıristiyan ve Yahudi olan tebaadan insanlar da vardı. Öyle ki ayaklanmanın önderlerinden biri olan Torlak Kemal’in asıl adı Samuel’di Manisalı bir Yahudi aileden geliyordu.


Kendilerini savunmak durumunda kalan Börklüce ve yanındakiler, o zamanlar Stilarion Dağı olarak anılan Karaburun geçitlerini tutup, burada Süleyman Bey ve ordusunu yenilgiye uğratarak kendisini de öldürdüler. Bunun üzerine Mehmet Çelebi aynı görevi, Saruhan ve Aydın'a vali olarak atanan Ali Bey'e verdi. Ali Bey de aynı yerde Börklüce ve yanındakilere yenilince yanında kalan az sayıdaki güçle Manisa'ya zorlukla çekilebildi.



MEHMET ÇELEBİ BÜTÜN ORDUYU BÖRKLÜCE VE YOLDAŞLARI ÜZERİNE GÖNDERİYOR


Bu yenilgiden sonra çok öfkelenen Mehmet Çelebi, bütün Anadolu ve Rumeli askerini henüz çocuk yaşta Amasya valisi olan oğlu Murat'ın emrine vererek Börklüce ve yoldaşlarının üzerine amansız bir güç gönderdi. Ancak gerçekte veziriazam Beyazit Paşa yön verdiği bu acımasız ordu, yolda rast geldiği ihtiyar ve çocukları, erkek ve kadınları, yaş ve cins farkı gözetmeksizin, merhametsizce kılıçtan geçiriyordu.


Sonunda Börklüce Mustafa ve yanındakilerin çoğu öldürüldü…


Börklüce'nin tutsak alınarak Efes'e götürüldüğü, orada işkence yapılarak inancından dönmesinin istendiği, onun ise sonuna kadar direndiği, bunun üzerine de asılarak öldürüldüğü, ardından da cesedinin çivilerle çarmıha çakıldığı, böylece kentin içinde dolaştırıldığını yazıyor kimi kaynaklar.



İRİŞ DEDE SULTAN İRİŞ...


Börklüce öldürülmeden önce adamları onun önünde idam ediliyorlarmış ve ölüm anlarında 'Dede Sultan eriş' diyorlarmış.


Torlak Kemal de daha sonra Manisa'da asıldı…


Bu sırada İznik'te bulunan Şeyh Bedreddin, önce İsfendiyaroğlu'nun yanına gitti. Daha sonra Türkmenlerin yoğun olduğu Deliorman bölgesine geçti. Ancak bir baskın sonucunda yakalanan Bedreddin, yargılanmak üzere Serez'e getirildi. I. Mehmet Çelebi’nin huzurunda toplanan özel bir mahkemede ulema tarafından yargılanan Şeyh Bedreddin, uzun uzun sorgulandı, düşüncelerini uzun uzun anlattı.



BEDREDDİN, 'KANI HELAL, MALI HARAM' FETVASIYLA SEREZ'DE ÇIPLAK OLARAK ASILDI


Sonunda devlete isyan etmekten suçlu bulundu ve alınan ‘kanı helal, malı haram’ fetvasıyla 1420'de Serez çarşısının içinde çıplak olarak asıldı.


Uzunca bir süre asılı kalan şeyhin cesedi, izdeşleri tarafından indirilerek gömüldü.


Onun kişiliği, düşünceleri ve eylemleri üzerine pek çok tartışmalar yapıldı. Prof. Dr. Çetin Yetkin, Bedreddin'in bir halk adamı, bilinçli bir devrimci olduğunun altını çizerek, halk arasında bugün bile söylenegelen 'Ben de halümce Bedreddinem' sözünün, Şeyh Bedreddin'in tarihteki yerini belirlemeye yeteceğini savunuyor.


Şeyh Bedrettin’in mezarı, 1924’te gerçekleşen mübadelede, Simavna’daki tekkesinin bahçesinden alınarak çinko bir kutuda Topkapı Sarayı’nda muhafaza edildi. 1961’de de İstanbul Divanyolu’ndaki 2. Mahmud türbesine gömüldü.




Yusuf Yavuz, 25 Ocak 2016 ,odatv - TV
Kaynakça: Prof. Dr. Çetin Yetkin, 'İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri', Yeniden Anadolu ve Müdafaai Hukuk Yayınları-1. Cilt, 6. Basım







Belgesel:








Ek: Kitap








8 Kasım 2015 Pazar

Ali Şir Nevai / Türk Dili






Men Türkçe başlaban rivayet
Qıldım bu fesâneni hikâyet.
Kim, şuhreti çün cahânga tolgay,
Türk eliğe dağı behre bolgay.
Nev çünki bükün cahânda etrâk
Köptür huştab'u safı idrâk.

A.Nevâî, 
"Mükemmel Eserler Toplamı", 9. Cilt, Taşkent 1992






Nevai'nin yaşadığı dönemde Farsça Edebiyat, Arapça'ysa Bilim diliydi. Bunu bilmek bile yaptığı işin büyüklüğü hakkında bir fikir verir. Nevai'nin başlattığı çığır bütün Orta Asya ve Anadolu'da yankılarını buldu. İran ve Hindistan saraylarında eserleri okundu, öyleki Çağatay lehçesine "Nevai Dili" denildi. 4 Türkçe 1 Farsça divan hazırladı, ayrıyeten 18 eseri daha var.



* 15 yy'da yaşamış olan Ali Şir Nevai, 1488 yılında Esterabad valisiyken yazdığı “Târîh-i Mülûk-i ‘Acem” (İran Memleketleri Tarihi) eserinde “Arjasp Binni Efrasiyab kim, Türk Padişahi erdi", derken Avesta'da geçen Arjasp'ın Alp Er Tunga olduğunu söyler. Kaşgarlı Mahmut‘dan sonra Türk diline hizmet eden en büyük Türk edebiyatçılarından biridir......


Nevali mesela,  Türkçe'de atın muhtelif yaşlarda olanlarına ayrı ayrı isimler verildiği halde Farsça'da sadece bir kelimeyle bunlar karşılanmaktadır demektedir. Nevali daha da ileri giderek Türklerin daha da zeki olduğunu, daha kolay dil öğrendiklerini ileri sürmüştür. Halbuki Farslar Türkçe'yi aynı kolaylıkla öğrenemezler, demektedir. 

Eserinde Türk dilinin üstünlüğünüde ispat ediyor. Burda yüz tane fiili alıyor, ve bu yüz fiil sizin övdüğünüz Fars dilinde bulunmamaktadır, bu Türk dilinin zenginliğinin ispatıdır, siz Fars dilinde şiir yazan şairler neden kendi dilinizi beğenmiyorsunuz? Oysa Türk dili zengin bir dil ve bu dilde eserler verin,  diyor. Bununla birlikte herhangi bir şairin kendi ustalığını Türk dilinde daha kolay göstereceğini söylüyor.






VE 








Ali Şîr Nevaî’nin doğumunun 550. yılı anısına 1991 yılında Rusya Merkez Bankası'nca basılan hatıra parası. Bu para ile ilgili Dünya Para Kataloğu'nda Almanca olarak şöyle yazmaktadır: "Alişer Navoi: tschagatai-türkicher Dichter aus Herat heute Afghanistan, Begründer der tschagataischen Literatur sprache und Dichtung Turkestans."










Ali-Shir Nava'i  
one of the biggest Turkish poet, man of letters
who lived in the 15th century.



 "A Tournament at Arms", Folio from a Divan (Collected Works) of Mir 'Ali Shir Nava'i 
(metropolitan museum: and again nothing about Turks-Turkish culture : the info is given "islamic"," iran"???)
Why are te "West" so afraid to use these words; 
Turkish Culture or Turkish, Turks?





Mir 'Ali Shir Nava'i - 1499–1500
photo:Divan (Collected Works) of Nava'i (Ali Şir Nevai)


"Horses in various ages have separately names in Turkish, but in Persian language just one. The Turks can learn another language easier than the Persians, however they can not learn Turkish so easily"





"A Scene of Conviviality at Court", 
Folio from a Divan (Collected Works) of Mir 'Ali Shir Nava'i





"Hunting Scene", Folio from a Divan (Collected Works) of Mir 'Ali Shir Nava'i



"A Contest of Skill in Archery on Horseback", Folio from a Divan (Collected Works) of Mir 'Ali Shir Nava'i



"Preparation For a Noon-Day Meal," Folio from a Divan (Collected Works) of Mir 'Ali Shir Nava'i







ek bilgi:


Türklere Arapçanın kutsal bir dil olduğunun benimsetilmesinde ne yazık ki Türk seçkinlerinin de etkisi büyük olmuştur. Türk dilcisi Ali Şir Nevai, Farsçanın biricik yazı dili olarak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle Farsçayı kötüleyip Türkçeyi yüceltmeye çalışmış, ancak söz Arapçaya gelince Farsçaya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince akan sular durmuştur. Nevai, Arap dilininn üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak, Kur'an'ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta Kur'an ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu kutsal buyruklara da, Tanrı'nın elçisi Muhammed'e de, yine o Arap diliyle sövdüklerini unutuvermiştir. Türkçenin üstünlüğünü savunurken; öte yandan Arapçanın Türkçeden de , bütün dillerden de üstün olduğunu söylemiştir. Arapların öteki uluslara, Arapçanın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları cahillikle (bilgisizlikle), kafirlikle suçlandıran İbn Kuteybe'ye karşı çıkan Biruni, gerçekte Arapların daha cahil olup, İslam'a ayak diremede öteki uluslardan daha şiddetli olduklarını, Kur'an'dan alıntılarla kanıtlamıştır. Biruni'ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük taslamaları, 
boş bir davranıştır, kötüdür.

Tanrının elçisi Musa, Yusuf, İsa, İbrahim ve Nuh Arapça falan konuşmuyordu. Tanrı Arapçadan başka dillerle bildirimde bulunduğuna göre, Tanrı'nın Arap dilini diğer dillerden daha üstün, diğer dillerden daha kutsal saymadığı apaçıktır.

Prof.Naim Onat'ın Arapçanın Türk diliyle Kuruluşu adlı kitabında şunlar yazılı:

"Arapça dünyanın en zengin lisanı sayılıyor. Kelime çok. Ancak lugat toplanırken muhtelif kabilelerin şive ve lehçeleri hep tesbit olunarak - hatta peltek söyleyenlerin telaffuzları bile sanki ayrı bir kelime imiş gibi gösterilerek- bunlar sanki ayrı ve başlı başına birer sözcük imişler gibi, madde başı yapılmışlardır. Lugatın hacmi işte böyle bölye yapay olarak şişirilmiştir. Arap filologları da bu hakikati belirtiyorlar."

Cengiz Özakıncı
Dil ve Din; Kur'an'ı Doğru Anlamak,2007






Farsçadaki Türkçe sözler

Farsça yabancı kelimelerin çok olduğu bir dildir ve bu dilde binlerce Türkçe kelime vardır. 1942’de Fuad Köprülü yazdığı bir makalede Farsçadaki Türkçe kelimelere dikkati çekmiş, 280 Türkçe kelime tesbit etmiştir (Fuad Köprülü, “Yeni Fariside Türkçe unsurlar”, Türkiyat mecmuası, 1942-45, 7-8, sayı, 1-6.).

Alman alimi Gerhard Doerfer, Farsçanın yüzde seksenini Arapça kelimelerin oluşturduğunu, lakin bu yüzden Farsçanın bir Sami dili sayılamayacağını söyler. F. K. Timurtaş da Farsçadaki Arapça kelimelerin Farsçadan fazla olduğunu kaydeder (F. K. Timurtaş, Osmanlıca Grameri, İstanbul 1964, 248. s.). Doerfer, Yeni Farsçada Türkçe ve Moğolca Unsurlar (Turkische und Mongolische elemente im Neupersischen, Wiesbaden, 1963, 1965, 1967, 1975) isimli 4 ciltlik eserinde bunlardan binlercesini tesbit etmiştir.

Doerfer’in kitabının 1. cildi Moğolca kelimelere ayrılmıştır. Burada Farsçaya giren 409 Moğolca söz yer almaktadır. 2, 3 ve 4. ciltler ise Farsçadaki Türkçe kelimelere ayrılmıştır. Burada da 2.000’e yakın Türkçe kelimeye yer verilmiştir. Ne yazık ki 4 ciltlik bu eser halen Türkçeye tercüme edilmeyi beklemektedir.


Arapçadaki Türkçe sözler

Türkçe en çok etkilendiği dil olan Arapçaya da binlerce kelime vermiştir. Cezayirli bir bilim adamı olan Mohammed ben Cheneb, 1922’de yaptığı “Cezayir konuşma dilinde muhafaza edilen Türkçe ve Türkçe aracılığı ile gelen Farsça kelimeler” adlı araştırmasında (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1966, 157-213. s.) isimli çalışmasında Cezayir Arapçasında 634 Türkçe kelime tesbit etmiştir.

Bu kelimelerin 72’si askerî, 31’i denizcilik, 39’u besin maddelerine ait kelimeler, 59’u alet ve kap kacak kelimeleri, 55‘i giyecek, 65’i sanatlarla alakalı, 313’ü ise çeşitli sahalara ait kelimelerdir. Cheneb, Türkçe özel adları çalışmasına dahil etmemiştir.

Ahmet Ateş, Cheneb’den müstakil olarak yaptığı bir araştırmada Arap edebî dilinde 539 Türkçe kelime tesbit etmiştir. Ateş Türkçe örnek kelimesinin dahi urnîk şeklinde ve “örnek, model, şekil” manasında Arapçaya geçtiğini de (çoğulu arânîk) kaydetmiştir (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler üzerine bir deneme”, Türk Kültürü Araştırmaları, 1965, 2. yıl, 1-2. sayı, 5-25. s.).

Hüseyin Ali Mahfuz, Bağdad Arapçasındaki 500 Türkçe kelimenin listesini yayımlamıştır (Ahmet Ateş, “Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler, 10. yüzyıla kadar”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, 26. s.).

Erich Prokosch adında bir Alman alimi de Sudan Arapçasına 259 Türkçe kelimenin geçtiğini tesbit etmiştir. Bunların içinde ağa, balta, baklava, basma, bastırma, başıbozuk, binbaşı, birinci, bohça, boru, bölük, burma, burgu, damga, demir, doğru, dolap, dondurma, cebehana, çizme, gümrük, hekimbaşı, kanca, karakol, kavun, kavurma, kazan, kılavuz, kışlak, orta, sancak, şiş, tabur, temelli, topçu, yüzbaşı gibi kelimelerle –cı eki de vardır (Erich Prokosch, Osmanisches Wortgut in Sudan-Arabischen [Sudan Arapçasında Osmanlı Kelimeleri],Klaus Schwarz verlag,Berlin 1983,75 s.).

Son zamanlarda bu mevzuda çalışan Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerindeki Türkçe Kelimeler (İstanbul 1994) isimli eserinde Arapçaya şimdilik 941 kelimenin geçtiğini meydana koymuştur (Bedrettin Aytaç, Arap Lehçelerinde Türkçe Kelimeler,TDAV y.,İstanbul 1994,159 s.).

Aytacın çalışmasında Arapçaya geçen kelimelerin 179’unun meslek ismi, 75’inin yiyecek içecek ismi, 97’sinin çeşitli sıfatlar, 45’inin askerlikle ilgili kelimeler, 24’ünün özel isim, lakap ve unvan, 40’ının mekân ismi, 89’unun araç gereç ismi, 15’inin fiil, 52’sinin giyim kuşam ve dokumacılıkla ilgili isimler, 8’inin akrabalıkla, 6’sının madenlerle, 7’sinin hayvanlarla ilgili olduğu görülmektedir. (Toplamı 657’dir). Geri kalan 284’ü sair isimlerdir. Bunların içinde çavuş (çaviş veya şaviş şeklinde), topçu gibi çok kullanılan kelimelerle beraber, çapçak (kulplu ve madeni bir kap, eski Türkçede çamçak) ile sagu (ağıt), sagucu (ağıtçı) gibi günümüz lisanında kullanılmayan eski Türkçe kelimeler bile vardır.

Dr. Yusuf Gedikli - link









Sinan Meydan "El Cevap"



Prof.Dr.Firudin Ağasıoğlu "Etrüsk-Türk Bağı"











// TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
________________________
________________________




















6 Ağustos 2014 Çarşamba

TİMUR - CENGİZHAN - ULUĞ BEY - BABÜR ŞAH






"Timur Türkçe konuşurdu... Timur Türkleşmiş Moğoldu... Diğer görüş ise, Timur tamamen Türktür, Barlas aşiretindendir....
Uluğ Bey torunudur... Cengiz Han soyundan gelmiyor, özellikle kendisini ona bağlıyor, Türkler de Emir , Moğollarda Han denir.  Saygı görebilmek hükümdar olabilmek için soy önemli bu yüzden Timur soyunu Cengiz Han'a bağlıyor... Moğollar ile Türkler arasında ayrım yok...  13.yüzyıla kadar Türkçe Moğolca ayrımı yapamıyorlar,  orada yaşayanlar için aynı dil gibi görünüyordu. Çin kaynaklarında Moğollar Türkler gibidirler diye geçer. Moğollar daha doğuda yaşıyordu, Türkler terkedince  o bölgeye geliyorlar. Cengiz Han Moğoldur, devlet geleneği Türk yapısıdır... Ordusunun büyük bir kesimi Türklerden oluşuyor... Zaman içinde Cengiz Han Türkleşiyor ve Türk olarak kabul edilir. Yalnız Cengizhan'ın mensup olduğu Börteçine (kurt prensliği) sülalesinin Türk olma ihtimali vardır. "Türkler bin boydur, bu bin boyun biri de Moğoldur." Moğollara farklı dillerde mongol denilmesi haksızlıktır. Cengizhan'ın oğlu Çağatay, biz dilciler arasında Çağatay Türkçesi deriz. Çağatay Türkçesi ile yazılmış bir sürü yazıtlar çıkıyor.  Alfabe olarak arapça kullanılmış. Hindistan'daki Babür imparatorluğu'nun soyu hem Cengiz Han  (oğlu Çağatay Han yoluyla) hem de Timur'a dayanır. 

Prof.Dr.Ahmet Taşağıl


***


Babür ve evlatları, son Timurlulardır. Onların Şeybarıller karşısında tutunamıyarak, Türkistan'ı terkedip, şanslarını Hindistan'da denemeleri, Türk tarihinde ender rastlanan bir olay değildir. Ama oniki bin kişilik orduyla yaklaşık yüzbin kişilik bir orduyu yenip, 300 yıl ayakta kalan büyük bir imparatorluk kurma"ıarı, çeşitli Türk kabilelerinin değişik ülkelerde devlet kurma denemesinden çok farklıdır. Eyrıca Oğuzların Türkiye'de kurdukları devletten sonra, Türkistan sınırları ötesinde kurulan en uzun ömürlü imparatorluktur. Gerek Batı literatüründe ve gerekse Türkiye'de Batıyı taklit eden bazı kişilerin yanlışlıkla "Moğol" veya "Büyük Moğollar" dedikleri Babürlüler'in doğru adı, "Büyük Mugallar"dır. Yine işin uzmanı olmayan bazı kişiler Moğol, Moğul ve Mugal'ı birbirine karıştırmaktadırlar. Moğollar'ın kim oldukları bilinmektedir. Moğul veya Moğıllar, Türkistan'da Şeybanllerden koparak Kazak halkının şekillenme arefesinde Yedisu ve civarında yaşayan Türkler'dir. Mugallar ise, Hindistan'a geçerek orada bir Türk devleti kuran Timurlulardır. ...

Babür, Türk hükümdarlar arasında divanı olan tek şair sultan değildir. Ama hatıralarını kaleme alan tek Türk hükümdardır. Onun bir diğer ve daha önemli özelliği ise, kitapta da okuyacağınız gibi, Türk halkının kendine özgü bir alfabesi olması gerektiğini düşünen, bu amaçla Sığnak runik alfabesini modernize ederek yeni bir alfabe geliştiren tek Türk hükümdan olmasıdır. Onun dışında tarih boyunca, bu milletin de kendine ait bir alfabesi olması gerektiği görüşünü savunan bir padişah çıkmamıştır.

D. Ahsen Batur
Son Timurlu-Pirim Kadirov (2004) kitabının önsözünden




***


Uluğ Bey Gözlemevi 1428-1429.... 
İlkler dahil bütün gözlemevleri Mezopotamya ve Doğu'dadır
"Avrupa'ya ilk kez Uraniborg adasında Danimarka 
Kralı II.Frederick tarafından 1576 da kurulmuştur" 
der Britannica Ansiklopedisi, 
lakin 
Avrupa'nın ilk gözlemevi 1467-71 yıllarında 
Oradea Romanya'da kurulmuştur. 
Türklerin yoğun olarak gittiği yerlerdir; 
İskitler-Hunlar-Avarlar-Kıpçaklar- Osmanlılar





***





Uzay ve zamanda bir yolculuk...

İnsanoğlu önce, yaptığı işlere değer verdi, sonra bunlar için süre oluşturdu. Mevsimlerin değişimini, Güneş ve Ay’ın evrelerini, yıldızların hareketlerini takip etti. Bunlara bakarak, zamanı saatlere, günlere, aylara, yıllara böldü; ve bir takvim yaptı..!


Semerkant’ta Uluğ Bey’in başlattığı yolculuk 3 asır sonra Londra’da, Greenwich’te sona erdi. Uluğ Bey’in hazırladığı “Zic”, modern zamanların en kapsamlı gökyüzü atlasıydı. Onun sayesinde takvimler yapıldı, müneccimler geleceği okudu. Zic, dünyayı değiştirdi.

Eski çağlardan Osmanlı’ya, güneş saatlerinden günümüze uzanan bir yolculuk...

Uluğ Bey'in 1420'de Semerkant'ta kurduğu rasathane dönemin saygın gökbilim merkeziydi. Buradaki gözlem sonuçlarına göre hazırlanan Zic, 1800'lere kadar, zaman ölçümünün temel kaynaklarından biri oldu. Semerkant rasathanesi yıkılırken Uluğ Bey'in değerli mirasını Ali Kuşçu İstanbul'a taşıyacak, ardından Takiyüddin'in kurduğu rasathane bu mirasın rehberliğinde gökbilim çalışmalarına devam edecekti. O dönemlerde İstanbul kabul edilen “Sıfır Meridyeni” 400 yıl sonra Greenwich'e taşınırken, Uluğ Bey'in ölümsüz eseri önemini hiçbir zaman yitirmedi.

“Zamanın Efendileri” isimli belgesel Uluğ Bey’in çizdiği “Yıldızlar Kataloğu”nun izlerini takip ediyor. Gökyüzüne ilk defa “bilimsel merakla” bakan gözlerin olağanüstü öykülerini anlatıyor. “Zaman”, “uzay”ve “yaşam” arasındaki kesişme noktalarını keşfediyor. Takvimlerin ve müneccimlerin gizemli dünyasına giriyor. 



Orhan İktu’nun hazırladığı, Ahmet Yeşiltepe’nin sunduğu “Zamanın Efendileri” belgeselinin birinci bölümünde Uluğ Bey;
İkinci bölümünde Ali Kuşçu ve Fatih dönemi İstanbul ; Üçüncü bölümünde Greenwich....




(in this book they called him as an Arabian! more lies..!  He is Turkish.
Bu kitapta onu Arap diye tanıtıyorlar ama Uluğ Bey'in ölçümlerini veriyor)




To create Greenwich, they used ULUGH BEG "ZIC"



"Greenwich tasarısında Uluğ Bey'in "ZİC" ölçütleri  ve 
Ahmet Rüstem Bey ya da Alfred Bilinski (1862 - 1935), diplomat, siyaset adamı, gazeteci, yazar, Türklerin soykırım yaptığını reddeden Osmanı Devleti’nin ilk Washington Büyükelçisi, TBMM 1.Dönem milletvekili)


"Uluslararası Meridyen Konferansı"na , ABD Başkanı Chester A. Arthur’un davetlisi olarak dünyanın büyük bölümünü oluşturan 25 ülkeden 41 delege katılmıştır ve bu resmi toplantının kayıtlarında ‘Turkey’ olarak yazılan Osmanlı İmparatorluğu’nu, Ahmet Rüstem Efendi temsil etmiştir.


Kendini hep ‘cihan’ devleti kabul eden Osmanlı Devleti Washington Konferansı’nda da yerini ilk alanlardan biridir. Osmanlı Devleti, genel olarak uluslararası saate ve bir başlangıç meridyenine itiraz etmedi. Ancak bazı şerhleri vardı. 21 Ekim 1884 günü Rüstem Efendi, toplantı notlarını okuyacak herkesin hayran kalacağı diplomatik ve zarif üslubuyla Osmanlı’nın şerhini kayıtlara özetle şöyle geçirmişti:


"Sayın Başkan, herkesin faydasına olacak bu kadar önemli bir konu olan evrensel saat uygulaması ile ilgili değerli tartışmaları dinledim. Hükümetimin görüşlerini net olarak kaydetmek için bazı hususlara vurgu yapma ihtiyacı duyuyorum. Mevzuyu bilimsel cihetiyle tartışmayacağımı da hususan vurgulamak isterim.’’


Rüstem Efendi büyük ülkeler için evrensel saat uygulamasının gerekli küçük ülkeler için uluslararası ticaret hariç çok da gerekli olmadığını vurguladıktan sonra  şöyle devam etti; 


"Bizim ülkemizde biz iki zaman konsepti kullanırız. Biri, günün gece yarısından gece yarısına sürdüğü Frenk saati (heure à lafranque), diğeri ise günün günbatımından(mağrib) günbatımına sürdüğü Türk saati (heure à la turque). Öğle saati güneşe göre mevsime göre değişir. İstanbul’da saatler, bir günde en fazla 3 dakika olmak üzere mevsimine göre farklılıklar sergiler. Milli ve dini karakterimiz, bu saat anlayışımızı tamamen terk etmemize müsaade etmez. Ahalimizin büyük bölümü tarımla iştigal eder ve zamanlarını günbatımına göre ayarlamayı tercih eder. Kaldı ki Müslüman ibadetleri de günü günbatımına göre tanzim eder. Donanmamız her ne kadar Frenk saatine tabi olsa da ülke olarak dahili yaşantımızda kadim saat anlayışımızı terk etmemiz mümkün değildir. Bu minvalde reyimi, ‘uluslararası ilişkilerle sınırlı olmak kaydıyla’ evrensel saatin kabulünden yana kullanacağımı ilan ederim. Sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.’’ 


Başlangıç meridyeni olarak Greenwich’in seçilmesinin bilimsel hiçbir sebebi yoktur. Bu seçim tamamen politik ve daha çok da ekonomik nedenlerle yapılmıştır. Zira, 1884 yılı itibarı ile dünya deniz ticaretinin % 72’si, dünyanın o anki süper gücü olan İngiltere’nin Kraliyet Gözlemevini saat olarak baz almaktadır. Birleşik Krallık heyetinde yer alan Fleming, Greenwich’ in dünya saatinin ayarlanacağı nokta olması için bastırınca başlangıçta delegelerden epey direniş görmüştü. Fransa ve Almanya delegeleri bu konunun konferans gündemine alınmasını bile istemiyorlardı. Rüstem Efendi de ‘Greenwich’ merkezli küresel saatin, İngiltere, ABD, Kanada, Rusya gibi endüstriyel ve emperyal güçlere yarayacağını, küçük ülkelerin kendi kültürel ritimlerini ve yaşamlarını düzenleme güçlerini eriteceği tezini birkaç kez kayda geçirmiştir.


Sonunda, Greenwich’in ‘başlangıç meridyeni’ olması, Osmanlı’nın istediği şekilde -bilimsel çalışmalarda kullanılmakla sınırlı olması kaydıyla- 1’e karşı 22 oyla kabul edildi. 25 ülkeden sadece San Domingo red oyu kullanmış, Fransa ve Brezilya çekimser kalmıştı.


Greenwich’in temel saat olmasının, günlük hayata adapte olması on yılları buldu. James Joyce’un o yıllarda yazdığı ‘’Ulysses’’ romanındaki Leopold Bloom’un sürekli saatle sorun yaşaması bundandır.


Greenwich, kısa zamanda ‘küresel sistemin’ sembollerinden birine dönüşünce, 20. yüzyılın başındaki anarşist hareketlerin de hedeflerinden biri oldu. Washington Konferansından 10 yıl sonra 1894 senesine Fransız anarşist Martial Bourdin, Greenwich Gözlemevine bombayla saldırıp kendini havaya uçurdu. Roman yazarı Joseph Conrad’ ın 1907 tarihli ‘The Secret Agent’ romanı bu bombalı saldırıdan ilham aldı. Romanda, bir gizli ajanın, İngiliz orta sınıfını aptal hayat-mesai düzenlerinden uyandırmak için Başlangıç Meridyenine bombalı saldırısı anlatılmaktadır.


Zaman içinde Washington Konferansında katılan 25 ülkeden 24’ü, konferansta her ne kadar ‘bilimsel çalışmalarla sınırlı olmak üzere’ kaydı olsa da GMT’yi evrensel saat düzeni olarak kendi ülkelerinde de kabul ettiler. Son ülke yani Türkiye ise Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra 1926 yılında, Greenwich’i saat düzeni olarak kabul edip, Greenwich’e göre 30’ncu derecede bulunan meridyeni de Türkiye’nin ulusal dahili saati olarak kabul etti. Gün batımını ‘gece 12’ yani günün son saati kabul eden kadim saat tarih oldu. Greenwich, dünyanın doğasına ait değil ya da bilimsel bir kabule dayanmıyor. İngiltere’nin sözünün geçtiği bir dünyanın ürünüdür.


ayrıntılar için:







Osmanlı biliminin öncülerinden olan Takîyüddîn (1521-1585) matematik, astronomi, fizik, optik, mekanik ve tıp konularında pek çok yapıt kaleme almış çok yönlü bir bilim insanıdır. Bilim tarihinde dikkat çeken diğer bir başarısı ise İstanbul Gözlemevi’ni kurmasıdır. 


Türk bilim tarihinin dönüm noktalarından biri olan bu girişim ne yazık ki basit siyasi çekişmelere alet edilerek kısa süre içerisinde başarısızlığa uğradı. Özellikle de gerektiğinde siyasilerin beceriksizliklerine dinsel gerekçeler hazırlamakta tereddüt etmeyen Şeyhülislâm Kadızâde’nin “gözlemevleri, bulundukları ülkeleri felakete sürükler” şeklinde fetva vermesi Türk bilim tarihinin gelişimi açısından tam bir şanssızlık olmuş, bugünkü Kandilli Gözlemevi’nden önce Osmanlı Devleti’nin tarihindeki tek gözlemevi olan İstanbul Gözlemevi 1583’te yıkılmıştır. Böylece yaklaşık bir yüzyıl öncesinden başlayarak gittikçe yükselen entelektüel kültür hareketi hız kesmeye başlamış, Osmanlı topraklarındaki bilim ve felsefe rüzgârı dinmiştir.


Prof.Hüseyin Gazi Topdemir, PDF
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 





"Chief Astronomer Taqi al-Din was born in 1526 to a family of Turkish descent in Damascus. " 


Died in İstanbul-1585
source:Hoffmann, Dieter; İhsanoğlu, Ekmeleddin; Djebbar, Ahmed; Günergun, Feza. Science, technology, and industry in the Ottoman world in Volume 6 of Proceedings of the XXth International Congress of History of Science s. 19. Publisher Brepols, 2000. ISBN 2-503-51095-7








Taqī al‐Dīn was the founder and the director of the Istanbul Observatory and worked in the fields of mathematics, astronomy, optics, and mechanics. He made various astronomical instruments and was the first astronomer to use an automatic–mechanical clock for his astronomical observations. He advanced the arithmetic of decimal fractions and used them in the calculation of astronomical tables.

Taqī al‐Dīn Abū Bakr Muḥammad ibn Zayn al‐Dīn Maʿrūf al‐Dimashqī al‐Ḥanafī
İhsan Fazlıoğlu - PDF





 " Bu tip olaylar bir ulusun medeniyet ölçüsüdür."

Türk Tarihi konuşulmadan Dünya tarihi anlaşılmaz.
Dünya tarihinden Türk çıkarılırsa da Tarih kalmaz !

SB.