emperyalist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emperyalist etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2015 Salı

NİÇİN TÜRKOLOJİ ?




*Türkoloji alanında da elde edilen bilimsel materyaller manipule edilmiştir. 


*Yapılan kazılarda bulunanların tamamının yayınlanıp yayınlanmadığı ciddi bir spekülasyon konusudur. Meselâ üç yıl önce Moğolistan Karakurum‘da kazı yapan bir Alman Arkeoloji ekibinde part-time olarak çalışan bir kişinin Ulanbatur‘da bana gizlice verdiği bilgiye göre Çengizliler dönemini aydınlatmaya yönelik bu araştırmada bulunan bir Müslüman-Türk mezarlığı –bildiğim kadarıyla- aradan 4 yıl geçmesine rağmen bilim alemine duyurulmadı bile. Bu kadar önemli bir bilimsel keşif duyurulmayınca, insan belki de elde edilen buluntular tamamen ortadan kaldırılarak hiçbir zaman duyurulmayacak, diye "iyi niyet"ten şüphelenmeden edemiyor. 


*Bu kurumsallaşma modeli Atatürk tarafından Ankara Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi‘nde gerçekleştirilmişse de, maalesef, Onun ölümünden sonra amaçbilimsel olarak rayından ve yolundan çıkarak Türkiye‘deki pek çok Edebiyat ve Fen-Edebiyat Fakültesinde olduğu gibi Türkoloji‘yi küçümseyen hatta aşağılayan zihniyetlerin hegomonyasına girmiştir.









SOVYETLER SONRASI AMAÇBİLİMSEL AÇIDAN TÜRKOLOJİ 
VE TÜRKOLOJİ'DE NEYİ NASIL EYLEMEK ÜZERİNE TESPİTLER



Öncelikle, bütün bilim ve sanat disiplinlerinin "amaçbilimsel" (teleolojik) ve yine herhangi bir sanat veya bilimsel disiplinde "neyi nasıl eylemek gerektiğine" dair "praksis" ilkeleri içeren bir var oluş ve var ediş zemini vardır. Bu yapıları Türkoloji bağlamında "Niçin Türkoloji çalışıyorum?" ve "Nasıl Türkoloji çalışmalıyım?" sorularıyla daha somut kılmak mümkün gibi gözükmektedir. 


Türklük veya Türk kültür ekolojisi içinde yer alan her şeyi bilimsel yöntemlerle ele alıp bilimsel olarak geçerli kabul edilen kuramsal çerçeveler içinde yorumlamak olarak işevuruk bir biçimde tanımlayabileceğimiz "Türklük Bilgisi", "Türkoloji" ya da biraz eksik bir ifadeyle "Türk Dili ve Edebiyatı" olarak adlandırılan bu araştırma alanının çerçevesini mümkün olan en geniş anlamıyla çizmek yararlı olacaktır. Türkoloji‘yi Kuzey Amerika ve Batı Avrupa üniversitelerinde son zamanlarda yaygınlaşan "bölge veya kültür çalışmaları" (area studies) modelinde olduğu gibi bütüncül bir şekilde almak "Bütün parçaların toplamından daha fazla bir şeydir." 


Mütearifesi doğrultusunda, Türk dünyasını veya Türk kültür ekolojisini nevi şahsına münhasır bir kültürel örüntüler yumağı olarak ele almak ve bu kültürel ekolojik yapıyı mümkün olan bütün olgu ve görüntüleriyle tarihsel ve güncel bağlamlarda çalışmak kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımızdadır. Bu zorunluluğun bilimsel temelleri biraz da Türkoloji disiplininin ortaya çıkış bağlamında işe koşulan ideolojik yaklaşımlardan ve onların uygulamalarından kaynaklanmaktadır. 


Bilindiği gibi Batı‘da ortaya çıkışının kökleri Osmanlı Devleti‘ni sosyal ve kültürel yönden tanımaktır. (1). Bu anlayış zaman içinde oluşan ve gelişen "Oryantalist" bakış açısıyla ele alınan olay ve olguları tek bir üründen bir kültürün tamamına varacak büyüklüğe kadar istedikleri veya uygun gördükleri tanımlamaya kadar indirgenmiş ve Avrupa merkezci bir bakış açısının ürünü olan kültürel aşamalar skalasında "vahşi", "barbar" ve "uygar" ölçütlerinden istenilen doğrultusunda pek çok alanda olduğu gibi Türkoloji alanında da elde edilen bilimsel materyaller manipule edilmiştir. 


Bu bağlamda, 19. yüzyılın Pan Germenizm kaynaklı filolojik ve karşılaştırmalı dilbilimsel dogmaları doğrultusundaki yapılanışı ve aldığı tavır; bir anlamda Pan Slavizmin de ortaya çıkışını tetiklemiştir (2).  Bu iki ideolojik yapılanış arasında kalan Macarları kendilerine hayat sahası yaratabilmek için "Pan Turanizm" ideolojisini yaratmaya zorlamıştır. (3) 


Türkolojinin üniversitelerde kürsülere kavuşması bu sosyo-kültürel şartların hakim olduğu sürecin sonucudur. Bu dönemdeki Türkoloji‘nin adeta kurucu babaları diyebileceğimiz zevatın çalışmalarına sözlü kaynaklardan materyal derlenmesi (4), klasikleşen el yazmalarının bulunup kütüphanelerde muhafaza altına alınması ve zaman içinde de okunup çalışılması bakımlarından şükran borçluyuz (5). Ancak, Çarlık ve özellikle de Sovyet dönemlerinde, sözlü kültürden derlenen malzemelerin bazen olumsuz etkilere maruz bırakılması bir yana tarihin en eski emperyalist ilkesi "böl-yönet" doğrultusunda manipule edilmeleri Türkolojiyi birbirinden bağımsız olmaya çalışan pek çok alt araştırma alanı haline getirmiştir (6). 


Üstelik Türk dünyasına yönelik benzer emeller besleyen Batı Türkolojisi (7) içinden de bu tavra bürünen ve doğrultuda araştırmalar üretilmesi adeta birbirlerini desteklemeleri eğilimi her geçen gün hız kazanmaktadır. Bu sürece eklenmeye çalışılan bir halka kalmıştır. O da, söz konusu yabancı Türkologların ürettikleri söz konusu paradigmaları Sibiryalı, Türkistanlı ve Türkiyeli Türkologlara "mutlak doğru" olarak kabul ettirmeleri ve Türkoloji çalışmalarını istedikleri yönde sürdürmeleridir. 


Bilindiği gibi bu süreçte de son derece önemli bir yol alınmıştır. Bugün Fransız Filolojisi ve kültür araştırmalarının merkezi Fransa, Germanistiğin merkezi Almanya vb. Anglo-Saksonluk, Amerika veya İngiltere‘dir. Ancak Türkoloji‘de hâlâ yabancı Türkologlar söz sahibidir ve Türkoloji‘nin merkezi Türk dünyası değildir. Türk dünyasında Türkoloji çalışmaları eskiden kalma alışkanlıkla hâlâ "Şarkiyat" (Oriyentalistik) (8) Fakülteleri içinde yer almakta ve yapılan çalışmaların değerlendirilmesi, onay görmesi bağlamında gözler eskiden olduğu gibi belli merkezlere dönmektedir. Türk dünyasından Türkologlara da bu alanın haricinden Türkologların ortaya attığı problemler üzerinde onları doğrulayacak araştırmalar formüle etmek düşmektedir.


Meselâ, Türk topluluklarının prehistoryası üzerinde duran çalışmalar yoktur. Türk dünyasında bulunan hemen her buluntunun Türklerden gayrı bir topluluğa bağlanabilmesi için adeta özel bir gayret sarf ediliyor gibidir. 


Bu tabloya göre tarih sahnesine birdenbire ve bulundukları coğrafyaya sanki muson yağmurlarıyla inmiş gibidirler. Bu bir bakıma 19. Yüzyılın Türkler başta olmak üzere bozkırlı kavimlerin "kültür" ve "medeniyet meydana getiremeyeceği" ve dahası medeniyeti ve kültürü sadece yerleşiklerin oluşturabileceği dogmasıyla, bu milletleri "yerleşik medeniyet ve kültürlerin yağmacısı" olarak tanımlayıp bunu kanıtlama derdindeki yabancı Türkologların günümüzdeki devamıdır denilebilir. (9).


Bu bağlamda Türkoloji çalışmalarında yapılmasını gerekli gördüğümüz alanlara yönelik önerilerimize geçebiliriz. Bundan önce, hiç şüphesiz yukarıdaki genellemelerimize uymayan istisna pek çok yabancı Türkolog varlığına işaret etmeliyiz. Öncelikle, Türkiye ve Türkistan Türkolojisinde temel sorun amaca yöneliktir. "Niçin Türkoloji çalışıyoruz" sorusunu bu coğrafyanın ve kültürün çocukları, kendilerinden önce yetişen en büyük Türkologlardan birisi olan Reşit Rahmeti Arat‘ın yabancı Türkologlara sık sık söylediği "Türklük bilimi sizin için bir meslektir, fakat bizim için aynı zamanda bir kültür meselesidir" (10) şeklinde amaçbilimsel bir yönelim içinde olmalıdır. 


Amaç Türk kültür ekolojisini bir sistem olarak dünü ve bugünüyle ve bütünüyle tanımlamak, anlamak, anlaşılır kılmak ve açıklamak bu sistemde meydana gelen ve gelebilecek çözülme ve yer değiştirme ve kaybolma gibi sosyo-kültürel sorunların çözümüne yönelik uygulamalar yapmak olmalıdır. Bu amaca ve anlayışa bağlı olarak da, Türk dünyası ölçeğinde akademik kurumsallaşma, dil, edebiyat, tarih, dilbilimi, halkbilimi, sanat tarihi, arkeoloji, antropoloji, prehistorya, coğrafya gibi Türklük Bilimi disiplinlerin bir arada bulunacağı ve Çin, Rus, Hint, Arap, Fars, Urdu, Tibet, Moğol, Mançu-Tunguz ve Yunan filolojilerinin başta olmak üzere Rus, Alman, Fransız, İngiliz gibi diğer dil ve edebiyat şubeleri "yardımcı disiplinler" olarak yer aldığı bağımsız "Türkiyat Fakülte"lerinde yer almalıdır (11)


Bu kurumsal yapılanışa uygun olarak Türkoloji eğitim ve öğretimi disiplinler arası özellikteki araştırmaları yapabilecek şekilde donatılmalıdır. Türk dünyasında standart bir hale dönüşecek bu kurumlar arasında karşılıklı öğrenci ve öğretici değişimleri kolaylaştırılmalı ve zorunlu bir uygulamaya dönüştürülmelidir. Belki de hepsinden önemlisi bu tür bir Türkoloji‘nin temel paradigması "Türk kültür ekolojisini ortaya çıkaran değerlerin ve bunların dışavurum biçimlerinin ortak kökleri bul ve birleştirip bütünleştir" şeklinde olmalıdır.


Sonuç olarak ortaya çıkan, Türk dünyası Türkolojisinin kendisine uzun zamandan beri yöneltilen "böl-yönet" şiarı doğrultusundaki Oryantalist amaçbilimsel söylem ve modele karşı, birliğini, bütünlüğünü ve bölünmezliğine bağlı kültürel bir ekolojik sistem olarak bağımsızlığını ön plana çıkaracak bir modele (praksise) veya Türkoloji araştırmalarına yönelmesinin gerekliliğidir. Bu amaca ve anlayışa bağlı yeni bir akademik kurumsallaşma ve yapılanma da mutlaka gerçekleştirilmesi gerekenlerin başındadır.



Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU
Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Öğretim Üyesi
Beytepe-Ankara, TÜRKİYE



Açıklamalar

1. 1.Alman Türkoloji‘sinin ortaya çıkışı ve belli başlı temsilcileriyle çalışmaları hakkında bkz.: (Gül 2006).

2. Bu süreçle ilgili olarak özellikle karşılaştırmalı dilbilimi ve ideolojik yapılanışa dair bkz. :(Cocchiara 1981).

3. Macar Türkolojisi‘nin ortaya çıkıp gelişmesi ve bu bağlamda meydana gelen değişmeler ve belli başlı temsilciler ve eserleri konusunda bkz. :(Eren 1998; Kakuk 1981).

4. Özellikle yapılan ilmî seferler ile Doğu Türkistan vb. Türk Dünyası coğrafyasından pek çok eseri bulup koruyan ve sözlü kaynaklardan derleyen Türkologlara şükran borçluyuz. Bkz.: (Eren 1998).

5. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika‘da Türkoloji vb. Doğulu kültürlere ait araştırma alanlarının "entelektüel tecessüs"le servis hizmeti verilen siyasal güç arasında kalışına belki de en güzel örneklerden birisi Türkoloji alanında birkaç yüzyıldır en iyi araştırmaları yapan Almanya‘da bu çalışmaların son derece sınırlı bir bir aydın cemaatinin dışına çıkamadığı Türk kültürünü ve bu kültüre ait pek çok temel eseri bilen ve çalışan bu aydınların kültüründe, Alman kültüründe "Türk imgesi" ve "Türklük" hakkındaki önyargılar için bkz. :(Kula 1992; Öztürk 2000).

6. Türkoloji‘deki inanılmaz atomizasyon veya gittikçe alt bilgi dallarına ayrılarak yapılanlar sadece "aşırı ihtisaslaşma" kavramıyla izah edilemez duruma gelmiştir. Bir anlamda "Türklüğün mukadderatı"yla eşanlamlı olan Türkoloji‘de yapılan çalışmaların bir bütün veya sistem olarak ne ifade ettiğini kavrayıp izah edecek insan yetişemez olmuştur. Öte yandan, bu yapılanışın Türk topluluklarını gittikçe birbirinden uzaklaştırarak ayrı milletler haline dönüştürme sürecinin en güçlü katolizörü olduğu da son derece açık bir gerçek olarak karşımızdadır. 

7. Soğuk Savaş döneminde Sovyetlere yönelik kampanyalar bağlamında Batı Türkoloji‘sinin paradigmaları için bkz. (Benginsen 1987, İnalcık 2002).

8. 8.Oryantalizm konusunun ve uygulanan metotların tenkidine ve bu eleştirel yaklaşımın başlı başına bir araştırma alanına dönmesi konusunda bkz. (Said 1991).

9. Yapılan kazılarda bulunanların tamamının yayınlanıp yayınlanmadığı ciddi bir spekülasyon konusudur. Meselâ üç yıl önce Moğolistan Karakurum‘da kazı yapan bir Alman Arkeoloji ekibinde part-time olarak çalışan bir kişinin Ulanbatur‘da bana gizlice verdiği bilgiye göre Çengizliler dönemini aydınlatmaya yönelik bu araştırmada bulunan bir Müslüman-Türk mezarlığı –bildiğim kadarıyla- aradan 4 yıl geçmesine rağmen bilim alemine duyurulmadı bile. Bu kadar önemli bir bilimsel keşif duyurulmayınca, insan belki de elde edilen buluntular tamamen ortadan kaldırılarak hiçbir zaman duyurulmayacak, diye "iyi niyet"ten şüphelenmeden edemiyor. 

10. Nuri Yüce Hocanın ―Türklük Bilgisi@googlegroups.com adlı internet sitesinde 15.02.2009 tarihinde yaptığı açıklama notu.

11. Bu kurumsallaşma modeli Atatürk tarafından Ankara Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi‘nde gerçekleştirilmişse de, maalesef, Onun ölümünden sonra amaçbilimsel olarak rayından ve yolundan çıkarak Türkiye‘deki pek çok Edebiyat ve Fen-Edebiyat Fakültesinde olduğu gibi Türkoloji‘yi küçümseyen hatta aşağılayan zihniyetlerin hegomonyasına girmiştir.




...//...





TÜRKOLOJİNİN ARAŞTIRMALARI MESELELERİ



Aynı kökten gelen Türk halklarının tarihi ile kültürünü, dini ile dilini, sanatı ile edebiyatını inceleme konusu; bugüne kadar önemini yitirmemiştir. 


"Türkoloji" diye adlandırdığımız bu bilim dalının tarihi son bir-iki asırlık dönemi kapsasa bile, Türk dili ile edebiyatına, özellikle de Türk söz sanatına olan ilginin Orta asırlardan başladığını görmekteyiz.  Bunun delili olarak Orta Çağ Türk yazılı edebiyatının temsilcileri Kaşgarlı Mahmut ile Alişir Nevai gibi ünlü alimlerimizi örnek olarak verebiliriz. Batı ve Rus oryantalistleri ile Doğu kültürü uzmanlarının Türklerin tarihi ile düşünce sistemini araştırmaya olan yoğun ilgisi, "Türkoloji" sahasının gelişmesinde çok etkili olmuştur. 


Sonuçta bu durum, Türklerin geçmişi ile geleceğinin araştırmaya bir atılım oldu. Oysaki, bügüne kadar Türk bilimi derken, Türk halklarının dil özellikleri ile lehçe yapısı en önemli konulardan birini oluşturmuştu. Diğer Türk halklarının edebiyat bilimiyle mukayese ettiğimizde, Kazak bilim adamlarının bu ortak konu üzerinde fazla araştırma yapamadığını görmekteyiz. 


Özbek, Tatar, Azerbaycan ve Türkler kendi yazılı miraslarını çok eski dönemlerden başlatırken, Kazak edebiyat bilimi ilk başta ХVIII yüzyıl, sonra da ХV yüzyıllardan daha ileriye geçemedi. Bu nedenle eski metinler ile değerli kaynakları inceleyebilen uzman bilim adamlarının sayısı artmadı, Türkoloji ekolü de oluşmadı. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda diğer kardeş halkların ortak manevi mirasa olan ilgisinin hangi seviyede geliştiğini, geçen yüz yılın 60-70‘li yıllardaki edebiyat tarihi ile ilgili araştırmalarından ilmi eserlerinden görebiliriz. 


Aynı dönemde ortaya çıkan Kazak edebiyat biliminin ise bu açıdan çok geride olduğunu fark etmek mümkündür.Bununla birlikte diğer bir konuya da değinmek gerekmektedir. Nitekim 80'li yılların başlarında dilci uzmanların "süzgüsünden" geçen edebi eserlere olan ilgi arttı. Bunun sonuncunda Karahanlılar hakimiyeti ile Altın Ordu dönemindeki bazı eserler, Kazakçaya tercümesinin, araştırma alanına dönüştüğünü söyleyebiliriz.


O senelerden başlayan ortak Türk yazılı miraslarına olan ilgi, bağımsızlık kazanıldıktan sonra yeni açıdan yükselip, gelişti diyebiliriz. Eski destanlar, Orhun abideleri, İslam kültüründen sonra ortaya çıkan yazılı kaynaklar yavaş-yavaş ilim alemine sürülmeye başladı. Özellikle Kültegin ve Tonyukuk abidelerinin kopyalarının Astana‘ya getirilmesi, bu sahadaki araştırılmaların hız kazanmasını sağladı. Bunun sonucunda Türklerin çok eski tarihi ile kültürüne ait eserler yazıldı. Bilim adamlarının bu sahaya olan ilgileri arttı, yerel Türkoloji merkezleri açıldı. 


Türkistan şehrindeki "Türkoloji Bilimsel-Araştırma Enstitüsünü" onlardan biri saymak gerekir. Türk bilimine ilgi artsa bile, bu sahanın seviyesini yükseltmek konusunda biraz eksiklikler de yok değildir. En önemli problemlerden birisi de bu sahadaki bilim adamlarının sayısının çok az oluşudur. 


Diğer tarihi dönem değerlendirilmese bile, İslam‘dan sonraki uygarlık çerçevesinde edebi eserleri orijinal haliyle okuyabilen, o eski metinleri kendi döneminin düşüncesine uygun biçimde algılayan ve bügünkü ilmî ihtiyaçlar açısından değerlendiren uzmanlar yok denecek kadar azdır. Türkoloji biliminin sloganlarla veya duygusal sözlerle çözülemeyeceğini dikkate alırsak, bu sahada bu gibi önemli ihtiyaçların çözüm bulması gerekir. 


En önemlisi Eski ve Orta Çağ Türk edebi eserlerinin metinleri tamamen yayınlanması doğru olacaktır. Çünkü Türkolojinin (sadece Türkololjinin değil, diğer sosyal ilimlerin) tarihî metinlerden meydana gelmektedir. Bu metinleri yayınlamakta iki prensipin uygulanması gerekir: Birincisi, metni kendi şeklinde yayınlamak, ikincisi transkripsyon problemini çözmek. Çünkü bugüne kadar Türkler‘in yazılı eserleriyle ilgili ortak transkripsyon meselesi belirlenmemiştir. 


Bu konuyu iki açıdan ele almak gerekir ki, Arapça metinlerle Türkçe kelimelere uygun bir biçimde yapılması doğru olacaktır.Bununla birlikte, son zamanlarda Orta Çağda yazılan Türk yazılı eserlere belli bir millete ait miras olarak bakmak ve sadece o halkın milli eseri olarak değerlendirmeler yapıldığı aşikardır. 


Günümüzde Kazaklarla Özbeklerin, Tatarlarla Başkurdların, Türkmenlerle Türklerin bilim adamları arasında meydana gelen bu tür anlaşılmazlıklar bunun net delili olarak gösterilebilir. Ortak eserler bir milletin değil, onu karşılaştırmalı tipolojik açıdan ele aldığımızda gerçek sanatsal yönü ortaya çıkabilir. 


Maalesef, bugünkü bilim adamları arasında bu tür anlaşılmazlıklar yer almaktadır. Bunun için Türk bilim adamları Orta Çağdaki yazılı eserler üzerine çalışırken, bu eserler için sadece bir milletin adını değil, "Türk" kelimesinin kullanılmasının daha uygun olacağını diye düşünmekteyiz. Mesela: Türk- Tatar, Türk-Kazak, Türk-Özbek, Türk-Başkurt gibi. Bunun gibi çok önem taşıyan problemlerin çözümü bulunursa Türkoloji sahası için yararlı olur. Eski Sovyetler Birliğinde Türkoloji ile ilgili konferansları gerçekleştirilmiştir. 


İlk Türkoloji konferansı 1967 senesinde eski Leningrad şehrinde gerçekleşti. Bu konferansın sonuçları "Türkoloji toplamı" (Турколгический сборник) olarak 1970 senesinde yayımlandı. VI. Türkoloji konferansı 1973 senesinde yine Leningrad şehirinde gerçekleştirildi. Ama Sovyetler Birliği düzeyindeki ilk konferans, 1926 yılında Bakü şehirinde II.si ise 1976 yılında Almatı‘da geçti. 


Sonuçta bunun gibi konferansların 4 senede bir düzenlenmesine karar alındı. Bundan sonra III. konferans (1980) Taşkentte, IV. konferans 1985 Aşkabad'ta, V.cisi (1988) Frunzede (Bişkek) gerçeklenmişti.  Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde de Türkolojiyle ilgili kurumlar ve merkezler meydana gelmiştir. Örneğin, 1927 senesinde Türkiyede "Türk Dil Kurumu" 1952 yılında Almanyada "Oral-Altay Kurumu"kuruldu. 


Bütün Dünya Türk bilim adamlarının bir araya getirecek uluslararası bilimsel kurum, "Uluslararası geleneksel Altaystik konferans" PİAK 1959 yılında kuruldu.  Sovyet Türkologları Komitesi kurularak, onun yayın işleri merkezi olarak "Sovyetskaya Türkologia" dergisi 1970 yılından itibaren Bakü şehrinde yayınlana başladı. Dergi 1991 yılından sonra "Türkologia" adıyla çıkmaya devam etti. 


Diğer ülkelerde: örneğin Türkiyede "Türk Dil Kurumu", "Türk Dünyası", Avusturya‘da "Akta Oriyentalia" gibi günlük yayınlar vardır. A.Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesinde 2002 yılından itibaren "Türkologia" dergisi yayınlanmaktadır. I. (2002) ve II (2004) Uluslararası Türkoloji kongreleri düzenlendi. 2001 yılında L. N. Gumulev Avrasya Devlet Üniversitesine Kültegin abidesinin kopyasını getirilerek: "Eski Türk Uygarlığı: Yazılı Abideler" adıyla görkemli bir şekilde uluslararası ilmiteorik konferans düzenlendi. 


Bununla birlikte eski Türk yazılı eserleri konusuyla ilgili A. Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesinde seminerler, Milli Eğitim Bakanlıgının Dil Komitesi ile birlikte düzenlediği konferanslar gerçekleştirilmektedir. Türkoloji Bilimsel-Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Dosay Kenjetay‘ın Türkolojiyle ilgili yazdığı monografiler, ders kitabları, makaleleri mevcuttur. 


"Medeni Miras" programı çerçevesinde "Geleneksel Türk Düşünce Sistemi ve Onun Kazak Felsefesi Tarihindeki yeri" adlı eserin I.ci ciltinde yer almaktadır. Bununla birlikte Hoca Ahmet Yesevi, Farabi, Yusuf Hashacib, Sığanaki, Bakırgani eserleriyle ile ilgili yazdığı bilimsel makaleleri okuyucular tarafından tanılmıştır. Tek başına bir enstitü sayılan Ord. Prof. Dr. Rahmankul Berdibayın bu sahadaki emeği büyüktür. 


Baykal‘dan Balkan‘a kadar geniş bir alana yayılmış olan Türk halkları ortaya çıkış tarihini tanıtan çalışması sadece Kazak edebiyatı ile folkloru için değil, bütün Türk halkları tarafından desteklenen bu çalışmada Türk halklarının yer adlarının saptırıldığı konusuna değinilmiştir. 


1769-1774 yıllarındaki Türk - Rus savaşları sonucunda Kırım Hanlığı Türkiyeden bölünür. 1783 yılında Çarlık Rusyanın çariçesi Ikinci Ekaterina Kırım topraklarını Rusya‘yla birleştirmek konusunda karar çıkarır. Bu kararda Kırım halkının milli geleneğine, dinine, hukuksal yapısına baskı kullanılmayacağı, söz konusu olsa bile, aradan çok zaman geçmemesine rağmen sömürgeci taraf kendi baskılarını uygulamaya koymuştur. Şehir adlar Yunanca kelimeler ile değiştirildi. 


Mesela: Akmeşit, şehri-Simferopol, Akjar-Sevastopol, Kefe-Feodosya, Eski Kermen Levkopol, Kezlev-Evpatoriya diye değiştirildi. 


Kırımın bölgesini türlü valiliklere parçalamakla yöresel halkın birliğini bozmak ve onları parçalara ayırarak azınlık duruma düşürmeyi planlamışlardı. Çarlık Rusya Kırım topraklarını feth edene kadar burada Ruslar tamamen yoktu.  Kırım toprakların Çarlık Rusya valilikleri tarafından parçalanarak kendi aralarında paylaşmaya başladı. İşte bunun gibi önemli konulara değinen bu eseri için R. Berdibay "Türk Dünyasına Hizmet" ödülüyle onurlandırıldı. 


Yine bir ünlü Türk bilimadamı, dil uzmanı A.Kaydar bizim bilimsel- araştırma enstitümüzde çalışmaktadır. Ord. Prof. Dr. A. Kaydar Beyin kendisi ile birlikte Kazakistan‘lı Türkoloji bilim adamları Emir Necib‘ten arta kalan mirasları yeniden yayınlamaktayız. Ünlü bilim adamı ölümünden önce kendi eserlerinden yayınlanmayan değerli çalışmalarını Kazak bilim adamlarına emanet olarak bırakmıştı.


Türkoloji sahasında büyük önemi bulunan E. Necib‘in çalışmaları Türkistan şehrindeki Türkoloji Bilimsel-Araştırma Enstitüsü tarafından yayına sunulması bizim için onur vericidir. Bu önemli görevi Emir Necib‘in öğrencisi Türkolog A. Kerim kendi görevi üstlendi. Bugüne kadar A. Necib‘in "Literaturnıy Yazik Mamlukskogo Egipeta ХIV-veka" (2004), "Regionı i Etapı Formirovanie Turkskih Pismennih Yazıkov i Leteratur" (2007) adlı kitapları yayınlandı. Diğer eserlerini de önümüzdeki günlerde yayına sunmayı düşünülmekteyiz.


Prof. Dr. K. Ergöbek Türkoloji sahasının edebiyat dalında ün kazanmıştır. Ünlü Türkolog, Beysenbay Kenjebayev‘in Türkoloji müzesini açtı. Sayran Abuşarib‘in Kazak medeniyeti ve devlet tarihi ile ilgili yazdığı 50‘den fazla ilmi eserleri yayınlanmıştır. 


O. Bekjan ise senelerce eski Türk runik yazılı eserlerini inceleme çalışmalarıyla uğraşmaktadır. 3 Ocak 2002 yılından bu yana A.Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi Türkoloji Bilimsel-Araştırma Enstitüsünde görev almaktadır. 12 Aralık 2008‘de " Köne Türki Jazba Eskertkışterı Tilinin Semiontikalık Negızderı" konulu doktora tezini L.N. Gumulev Avrasya Üniversitesinde savunmaya sunmuştur.


B. Abjet, T. Kıdır gibi diğer genç bilim adamları ise Türkoloji dalında başarıyla çalışmaktadır. T. Kıdır Üniversite genelinde "Genç Türkologlar" kurumunu yönetmektedır. Bazıları Türkolojinin araştırma alanını sadece dil ve edebiyatla sınırlandırmakta yetiniyor. Oysa Türk halklarının etnik özelliklerini dil ve edebiyatla sınırlandırmak doğru değildir. Türkoloji çalışmalarının tarihi, sosyal, felsefi, etnolojik, dini ve medeni problemleri de kapsaması gerekiyor. Bunlardan birisi de "Eski Türk Medeniyetinin kaynakları" konusudur. 



"Soyunu arasan derinden ara" sözü boşuna söylenmemiştir. 



Bu konu gerçekten de Türk halklarının ortak tarihi ile ve kaderiyle bağlantılıdır. Bu nedenle, bu konunun derinden araştırılması gerekmektedir. Bu tür çalışmaların metodolojik önemi büyüktür. Gerçekten de bu söylediklerimiz eski Çin kaynaklarında (2205y) vardır. Demek ki, Türk tarihi ile medeniyetin, onun kronolojisi ile başlangıç noktasını milattan önceki 1.binyıllığın 1.kısmıyla başlatmak yanlış görüşlere götürür. 


İşte, bunun gibi problemler kendi araştırmacılarını beklemektedir. Bunun dışında Türk medeniyeti özellikle günümüzde Cumhurbaşkanı Nazarbayev‘in "Avrasya birliği" problemi, bunlara bilimsel yanıtlar vermek ve Türkolojinin vazifesi sayılmaktadır. Kazak devletinin eski tarihini yazmak işi de Türkolojinin ortak problemlerini bilmekle mümkün olacaktır. 


Biz Türk tarihi ile medeniyetinin eski dönemlerini, geniş çapta cesurca ele alarak enstitümüzün bilimsel alanına dönüştürmemiz gerekiyor. İşte o zaman Kazak tarihi ile medeniyetinin kaynaklarını doğru yolda değerlendirir ve önceki kalıplardan kurtulmuş oluruz.


Orta Çağ ve Yeni Çağdaki Türk medeniyetinin özellikleri kendi araştırmacılarını beklemektedir. Ayrıca Türklerin kültürünün ortak benzer noktalarının tanıtılması işinin de çok önemli bir faliyet olduğu söyleyebiliriz. Enstitümüzün temel hedef noktaları: dil, edebiyat, tekstoloji, kültür ve tarihdir. 


Bu hedefler "kültür ve medeniyet teorileri", "Dede Korkut Müziği", "Orhun Abidelerinin tekstolojisyi", "Eski Kanglıların yazısı", 30 ciltten oluşan Türk klasik nazımı, tekstolojyle ilgili Yesevi kültürüne ait 50‘den fazla Orta Çağa ait el yazmaları incelenmektedir. 


Dünya seviyesindeki Türkoloji bilim adamlarını bir araya getirerek, bu sahada elde ettiğimiz başarılarla eksikliklerimizi değerlendirmek ve gelecekteki vazifelerimizi net bir şekilde belirlemeliyiz. Böylece Türkoloji bilimi sahasında güçlü bir uyanışı hedefliyoruz. 


Bunun için Türkoloji Bilimsel-Araştırma Enstitüsünün araştırma, inceleme alanını genişletmek, gereken bilim adamlarını hazırlamak, Türk halklarının manevi birliğini araştırmayı derinleştirmek gerekir. Bunun üzerine üniversite tarafından "Türkoloji" dergisi ile ilişki kurmaktayız. Bilim adamlarımızın Türkolojiyle ilgili çalışmaları, makaleleri adı geçen dergide yayınlanmaktadır. Yine bir değinilecek konu ise geçen kongrede kararlaştırılan Türkoloji Birliği‘ni yeniden ele almak, onun faaliyetlerini geliştirmek planlarıda yapılmaktadır. Elbette, bunların hepsi çok zor ve kapsamlı bir çalışmayı gerektirir. Fakat Dünya Türkleri‘nin geleceği için yapmış olduğumuz hizmet boş sayılmayacaktır diye düşünüyoruz.


Prof. Lesbek TAŞİMOV
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Universitesi Rektörü






....//...





Düşünürler, hepimizin hayatının önemli bir kesitine ev sahipliği yapan, geride bıraktığımız 20. yüzyılın, savaşları ve felaketleriyle insanlık tarihinin en dehşet verici asrı olduğu konusunda birleşirler. İnsanın hayallerini zorlayan, bilim ve teknoloji alanındaki baş döndürücü gelişmeler ise, ne yazık ki bu trajik tablonun gölgesinde kalır. Savaşlar, felaketler ve hızlı değişim, yetişen kuşakları geçmişle organik ilişkiden yoksun bir zeminde, yani tarihinden kopuk bir şekilde sürekli "şimdiki zaman" içinde yaşamak zorunda bırakır. Tarih, yani kimlik şuuru büyük bir erozyona uğrar ve kimlik sorunu çağın sorunu hâline gelir. 


Geride bıraktığımız yıl dünyaya veda eden, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Cengiz Aytmatov da, "geçmişin ya da daha çok kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olmasını", 20. yüzyılın en karakteristik ve en ürkütücü fenomenlerinden biri olarak görür ve bu asrı "kan"la "iktidar"ın birleştiği şansız bir dönem olarak niteler. 


İnsan, yani kimlikler üzerindeki bu büyük baskı, Fransız İhtilali sonrasında 19. yüzyılda öne çıkmaya başlayan fakat imparatorluk ve sömürgecilik anlayışlarının bastırdığı uluslaşma/milliyetçilik düşüncesini, 20. yüzyıl siyasetinin merkezine oturtur. Bu sebeple bu yüzyıl, imparatorlukların yerlerini birer birer ulus devletlere bırakmak zorunda kaldığı, bir taraftan küreselleşme kendine yer bulmaya çalışırken milliyetçilik düşüncesinin de kök saldığı bir asır olmuştur. 


Bugün Türkiye ve Orta Asya‘da odaklaşan, Avrupa ve Balkanlardan Avustralya ve Amerika‘ya kadar yayılan Türk dilli devlet ve topluluklar da, hepinizin bildiği gibi 20. yüzyılın sarsıntılarının odağında yer alan talihsiz uluslardan oldular. Bu toplulukların önemli bir kısmı, tarihleriyle organik bağlarını koparma sürecine girmişken; bildiğiniz gibi yine aynı yüzyıl, bu süreci tersine çevirecek fırsatlar da ortaya koymuştur.


Kimliğin en bariz göstergesi dildir. 1990‘lı yıllarda bağımsızlıklarına kavuşan Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan ve Rusya içindeki özerk cumhuriyetlerde yapılan araştırmalar; 1926-1989 arası süreçte bunlar arasında kendi dilini ana dili olarak kabul oranında ciddi bir düşüş gerçekleştiğini göstermektedir. Kendi dillerini ana dili kabul etmenin yanında, ana dilini konuşma ve yazma yeteneğindeki kayıp ise çok daha büyüktür. 


Bu dönemde bilhassa gençler arasında ana dilini kullanma isteğinde önemli bir azalma olmuştur. Dilbilimcilere göre, dil değişimi çok yavaş olmakta ve bunun gerçekleşmesi birkaç kuşağı almakta; iki dilli durumlarda ise üç kuşaktan öteye geçmemektedir. 


Tarihin önümüze yeni fırsatlar koyduğu, dil ve tarih şuurunun çok önem kazandığı bu süreçte, Türkologlara ve Türkoloji araştırmalarına önemli sorumluluklar düşmektedir. Öncelikle, egzotik meraklarla, daha sonra bazı güçlerin sömürgecilik anlayışlarının bir aracı olarak yaygınlaşan Türkoloji araştırmaları; 21. yüzyılda ulus devletleri güçlendirme ve bunun temelini oluşturan kimlik/tarih şuurunu geliştirme çabalarının en önemli aracı olarak çok daha önem ve ivme kazanacaktır. 


Bu sebeple, bu sürecin siz değerli Türkologlara, Türkolojiye 21. yüzyılda büyük sorumluluklar yüklediğini bir kere daha vurgular; farklı ülkelerden kongremize katılarak bu sorumluluğunuzun bilincinde olduğunuzu gösterdiğiniz için hepinize teşekkür eder, yeni Türkoloji kongrelerinde tekrar buluşabilmek ümidiyle hepinize başarılar dilerim.


Prof. Dr. Osman HORATA
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanı
III. ULUSLARARASI TÜRKOLOJİ KONGRESİ
Ortak dil,tarih ve alfabe oluşturma sürecinde geçmişten geleceğe 
Türkolojinin meseleleri, 18-20 Mayıs 2009 ,TÜRKİSTAN












TARİH YAPANLARA SADIK KALANLARA

























1 Şubat 2015 Pazar


İskitler, Karadenizin kuzeyine gelmezden önce Hazar Denizi ile Tanrı Dağları arasındaki geniş topraklarda çeşitli adlar altında yaşıyorlardı. Genel olarak bunlara Sakalar denirdi. Sakaların büyük bir kısmı Karadenizin kuzeyinde yerleşmişlerdi. Yunanlılar bunlara İskit adını vermişlerdi. İskit Türkleri hakkında tarihi kaynakların en eskisi Heredot tarihidir. İran kaynaklarında da İskitler hakkında bazı bilgiler vardır.






ORTAOKUL 1.SINIF 
1962 TARİH DERSİNİN KİTABINDAN

İSKİT TÜRKLERİ



ESKİDEN EĞİTİM NASILMIŞ? 

BUGÜN DERS KİTAPLARI NEDEN ÇOK "DOLU",
GÖZLERİ VE BEYİNLERİ YORSUN DİYE...
PEKİ BİLGİLER?
EKSİK ve GERÇEKLER SAKLANMIŞ...


BATILILARIN NE İŞİ VAR MİLLİ EĞİTİMİMİZDE?
FULLBRİGHT İPTAL EDİLSİN
"MİLLİ" EĞİTİME DÖNÜLSÜN


* * * 

EĞİTİM VE EMPERYALİZM

Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendiriyordu.

Senatör Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İç Yüzü” ve “Amerikan Emperyalizmi ve CIA” adlı kitabında açıkladığı üzere, 27 Aralık 1947'de imzalanan Eğitim Komisyonu’yla ilgili anlaşmanın 5. maddesi şöyleydi:

"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi Amerikan büyük elçisi verecektir.”

Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisinin elçilikteki CIA mensupları arasından seçileceğinden kuşku duymamak gerekir, böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na rahatça sızma olanağı bulacak ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır.

Okul kitaplarına ve ders kitaplarına Amerikan propagandasının etkinliğini artırmak için malzeme hazırlayacaklardır.”

O günden 2007' ye 58 yıldır, “Milli Eğitim”imizi ve daha pek çok bakanlığımızı Amerikalı uzmanlar yönlendiriyor.

Bu durun, 2007'de de böyledir ve FULBRİGHT COMMİSSİON adı altında Türk Milli Eğitimini biçimlendiren kurulun başında 2007'de Amerikan Büyük elçisi oturmaktadır. (bu gün de o kadar taviz verdiğimize göre bu şartlar muhtemelen aynı şekilde, belki de daha da ağır şekilde devam etmektedir. Bundan daha ağır ne olacaksa?)

İsmet İnönü, Amerikan Yarı-Sömürgesi Olduğunu Açıklıyor.

Yalnızca Milli Eğitim’in değil, diğer pek çok bakanlıkların1949'dan başlayarak Amerikalı uzmanlar güdümlendiğine ilişkin acı gerçek, Türkiye’yi Amerikan yarı- sömürgesi durumuna düşürerek Türk ulusunun anlına bu lekeyi süren İsmet İnönü tarafından, yıllar sonra,1963'de şöyle itiraf etmişti.

“Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlemesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?

Hepsini çevresinde uzman denen yabancılar dolu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurlardan önce sefirden öğreniyorum.

Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da asıl mücadele de bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla red ettiğimizi biliyorlardı.

Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez…”

Türkiye’nin Şubat 1948'de 705 bin dolar olan döviz varlığını, Mayıs 1950'de eksi 12 milyon dolara; 1946'da 214 ton olan altın varlığını 1949 sonunda 123 tona indiren, ülkenin dağarcığında yeterince altın ve döviz bulunmasına karşın Amerika’dan borç alarak ülkeyi Amerikan güdümüne sokan İsmet İnönü’nün bu yüz kızartıcı açıklamaları karşısında:

“Madem bunları biliyordunuz, öyleyse niçin Amerika ile antlaşmalar yaparken Türkiye’ye Amerikalı uzmanlar dolmasına neden olacak maddelere imza attınız?” ..

demek gerekiyor.

İsmet İnönü’nün bu sözleri, kendisinin Türkiye’yi içine düşürdüğü durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği gibi, onun bir Türkiye Cumhuriyeti kahramanı, Cumhurbaşkanı, Başbakanı olarak ne denli çaresiz olduğunu da ortaya koymaktaydı.


Cengiz ÖZAKINCI
“Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni- Osmanlı Tuzağı ”adlı kitabından alıntıdır 


* * * 

Güne Başlarken - 2 Mart 2012 / Mahiye MORGÜL

DERSANELER EĞİTİM ŞİRKETİ OLURSA  :  


Dersaneler yerine paralı sertifikalı kurs veren “okullar pazarı” kuruluyor. En ucuza çalışacak öğretmeni nerden bulacakları bile hazırdır; tayin edilmeyen binlerce genç öğretmen… Köle öğretmenlik sistemine geçiyoruz!

Eğitim şirketleri piyasasına destek için şöyle düzenlemeler yapılıyor:

Kurumlar vergisinden muafiyet.
Bankalardan öğrenci başına eğitim kredisi (ABD modeli).
En az masrafla en büyük kâr getiren iş olacak eğitim. Tam bir sömürü piyasası geliyor. Eğitim piyasası daha kurulmadan pastadan pay kavgası başladı bile. Tarikat-Cemaat çatışması diye bize gösterilenler, kamucu eğitimin bitirildiğini ustaca gözden uzak tutmak içindir. Biz de, “dersanelerden bıkmıştık” diye sevindiriliyoruz. Bu arada Liseler sinsice kapanıyor, üzerinde konuşan yok. 

"....Cemaat dershaneler yoluyla budanıyor.." söylemine dikkat!

Aklınızda olsun; dersanelerin EĞİTİM ŞİRKETLERİNE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ eşzamanlı getirilen Parçalı Piyasacı Eğitim Yasasının gereğidir. 

Piyasada Sertifikalı Kurslar olacak, kursları veren eğitim şirketleri sistemi geliyor. “Paran kadar eğitim” budur! YÖK de kapanıyor ki, artık merkezi sistem sınavlar ve doğal olarak sınava hazırlayan dersanelerin kaldırılması, Sınav Şirketleri Piyasasının kurulması var önlerinde. Hele bir kere Parçalı Eğitim Yasasını geçirsinler, daha neler geliyor arkasından!..

Dersanelerin kapanmasında bizi yanıltan söylemle geliyorlar, bu yolla Mesleki Yeterlilik Kurumu kendini gizleme fırsatı buluyor... MEB yerine ikame edilmiş olan piyasa üst kuruludur, internetten kuruluş yasasını okuyunuz lütfen.

Küreselci sisteme göre “okullar pazarı” açılıyor; pazar paylaşım savaşıdır gördüğümüz. Küresel sermayenin alanı ele geçirmesi için önce yerli piyasanın iştahını kabartarak desteği sağlanıyor. 

Değişimin arkasındaki gücün Dünya Bankası ve Mesleki Yeterlik Kurumu olduğunu söylemek gazeteciliğin en zor yanıdır. Yasaya direnen kalemler var. Okullar pazarının kuruluşuna bu kadar yaklaşmışken gerçeği söyleyen kalemleri susturmak da işlerinin arasında olmalıdır. 

Anımsatıyorum: Eski Talim Terbiyenin başı Ziya Selçuk ile Eser Karakaş 2007 de TV'de şunu demişlerdi: "Müfredat reformu eş zamanlı değişimleri gerektiriyor. Sistemi bloke eden sınav sistemi ve dersanecilik var." (bkz. "Eğitim Neden ve Nasıl Sektörleştiriliyor" Eğitim Küresel Piyasaya Teslim, sh.234, M.M.)

O gün Ziya Selçuk, 4 yılda Anaokulunda nasıl İngilizce öğreteceklerini, İngilizce öğretmeni olmadan da İngilizce öğretebileceklerini söylüyordu. Bunu size, yasa geçtikten sonra karşılaşacağınız gündemden bir örnek diye verdim. Dışarıdan İngilizce konuşan dadılar getirilecek! 

1200 tane DİB memurunun MEB Din Öğretimi Dairesine geçirilmesi de bu kapsamdadır. Çünkü, Ankara’da MEB çalışanları tarafından Meslek Dersleri verilen sertifikalı dersaneler açılmaya başladı bile. Sadece Din Öğretimi yapan eğitim şirketi kurabilmek için, "öğretmen statüsü almış olmak" gerekiyor olmalı... 

Hatırlatayım, dersanelerin yerini alacak 2 yıllık piyasa liselerinde sadece grup derslerinden sertifika verilecek, kültür dersleri olmayacak. Bildiğimiz liseler kapanıyor. Örneğin, Din Öğretimi sertifikası verilen okulda, Edebiyat, Coğrafya, Matematik, Fizik gibi bilim ve kültür dersleri olmayacak. O nedenle yeni sistem okullar BİLİM DIŞI okullar olacaktır. 

Zaten 2005’den beri ders kitaplarında bilgi kalmamıştı, artık tümüyle bilimsiz çağa geçiyoruz. Bakanlıktan ders kitaplarının yeniden yazılacağı açıklandı, artık iyice boş sayfalara baktırılacak çocuklar. Herkes elindeki eski kendi okuduğu yılların ders kitaplarını sıkı sıkı korumaya alsın, lütfen torunlarımız için bunu yapalım. 

Kamucu eğitimimiz küresel piyasaya devredilirken, küresel çetenin önünde dinamitleyecekleri Türk Sınav Sistemi ve Dersanecilik var, çok gürültü çıkartacaklarını tahmin etmek zor değil. 

Öte yandan, her cemaatin kendi müridini yetiştirmek için iştahını kabartan yeni düzenleme, Parçalı Eğitim Yasası, yani Din Öğretiminin de parçalanarak piyasaya atılması BOP planının içindedir. 

ABD başkanı Bush’un 2001’de ilan ettiği “3.bin yılın Haçlı Seferi”nin Arap ülkelerinde adı Arap Baharı olan parçalama programının bizdeki şekli, eğitimde birliğin parçalanmasıdır. O nedenle Din Derslerinin kaldırılmasını, hatta kültür derslerini de beraber öğreten bugünkü İmam Hatip Liselerinin kapatılmasını istemek, ABD’nin haçlı projesine yarar, birliğimize zarar getirir. (Açıklama gereği duyuyorum; “haçlı” ifademiz tamamen onların dilidir, Türk Ortodoks-Hıristiyan kardeşlerimize asla sözümüz yoktur.) 

Aydın olmak, din öğretiminde de birliği savunmayı gerektirir. CHP sözcülerinin buna özen göstermesi kendi tabanlarının ve yazar olarak benim de talebimdir.

MAHİYE MORGÜL - 26 MART 2012

KİTAP : 
Eğitim Küresel Piyasaya Teslim
-Eğitime 2005 SPAN Darbesi
-Bilim Dışı Ders Kitapları
-Çocuklarda Algıda Azlık
-Sınavsız ve Diplomasız Fakülte
-Kamucu Eğitimden Bireyci Eğitime
-Bilimsel Eğitimden Parasal Eğitime
-Tarih Kitaplarına Yazılmayanlar



"Mahiye Morgül, Cumhuriyet'in en önemli adımlarından biri olan, Milli Eğitim ve Eğitim Birliğinin artık MİLLİ olmadığını ve küresel efendilerin emirleriyle şekkilllendiğini belgeleriyle okura sunuyor. Tüm öğrenci, öğretmen ve velilerin incelemesi farz olan bir kitaptır bu." Banu Avar



Milli Eğitimde Emperyalist Kuşatma (2004-2010) pdf 
ayrıca Eski Ders Kitaplarımız pdf




* * * 



Kaan Turhan, "Devşirme Gençlik" ile bize, vatanımıza değen namahrem eli gösteriyor, "kral çıplak" diyor.

Sivil Casus adlı kitabıyla hangi sivil toplum örgütlerine, kimler tarafından ulus-devletin aşındırılması için truva atı rolü verildiğini gözler önüne seren Kaan Turhan, "Devşirme Gençlik" adlı kitabıyla da Türk Gençliğinin ulusal kimliğinden koparılarak kültürel asilimasyona nasıl,hangi izlencelerle uğratıldığını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Kaan Turhan bu çalışmasıyla ulusal gençlik bayramımız 19 Mayıs"ın yerine, 9 Mayıs Avrupa gününün konulmasını amaçlayan izlenceleri,

15 "“ 18 yaş arası lise gençlerine kendi milli benlikleri unutturularak yerine "sömürge kültürünü" şırınga etmeyi planlayan sinsi projeleri, Alman Devleti"nin desteği ile araştırma enstitülerinde ve üniversite kürsülerinde yürütülen Türkiye için 47 ayrı etnik halk öngören istihbaratçı akademisyenlerinin yıkıcı çalışmalarını, "Demokratik, çağdaş, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, çok renkli, çok sesli, çok kültürlü (!) .. barış dolu bir ülke için yeni bir anayasa" özlemi adı altında AB ve ABD"nin etnik bölünme için "˜multi-culturalism" programlarına zemin yoklayan sözümona aydınların vatanlarına ihanetini gözler önüne seriyor.

Bu kitapla; Türkiye"nin AB"ye değil AB"nin Türkiye"ye girdiği, topsuz, tüfeksiz işgalin ne olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Kaan Turhan şöyle diyor:

"AB"nin programlarının Türkiye tarafından üye olmadan benimsenmesi ve hızlı bir biçimde "AB"ye uyum süreci" doğrultulu bir düzenleme olarak kendini göstermesi düşündürücüdür.

Düşündürücüdür, çünkü AB"ye üye olmadan Gümrük Birliği"ni kabul eden Türkiye"nin gümrüklerdeki çelişkisi iç ve dış pazarda Türkiye zararına işlediği gerçeği gözetildiğinde; eğitim gibi gençlik gibi birinci derecede yaşamsal öneme sahip konularda gümrüklerdeki çelişkiyi yaşamak, zararın ülke insanı üzerine yansımasını doğurur ki bu da Cumhuriyet"i omuzlarında taşıyacak ve onu yüceltecek Türk gençliğinin uzun dönemde yitirilmesi demektir."

Bu kitapta;

Manda ve himayeyi kabul eden bir sömürge valisinin ancak söyleyebileceği fikirlerin sahibi tarih komisyonu başkanlarını, Türk gencinin zihninin kiraya verilmesini dile getirebilen Talim Terbiye Kurulu Başkanlarını, 7. sınıf Vatandaşlık Bilgisi kitabının kapağında Amerikan sömürüsü heykelinin fotoğrafına yer veren, hainleri kahraman ilan edip dolaylı olarak kahramanları hain olarak sunmak isteyen zihniyeti, Leonardo, Socrates ve Youth gibi Avrupa Komisyonu programlarıyla Milli (!) Eğitimin milliliğini nasıl yitirdiğini, Kemalist eğitim politikalarından nasıl uzaklaşıldığını, AB Eğitim ve Gençlik Programları"nın Türkiye"de kabul edilmesini ve uygulamaya konulmasını sağlama yönünde lobicilik etkinlikleri düzenleyen AEGEE"nin gerçek yüzünü okuyacaksınız.

Kaan Turhan, "Devşirme Gençlik" ile bize, vatanımıza değen namahrem eli gösteriyor, "kral çıplak" diyor.

Böylesine önemli,cesaret isteyen ve bence Avrupa Birliğinin, Türk gençliğini ulusal kimliğinden kopararak devşirmeyi amaçlayan eğitim programlarını deşifre etmesi yönüyle de bir ilk olan bu yapıtı yaratan Kaan Turhan"ı yürekten kutluyorum.

Güneş Erkul
İLK KURŞUN
Not:Bu yazı Kaan Turhan"ın Devşirme Gençlik adlı kitabının önsözüdür



1947 DEN BERİ TARİH KİTAPLARINI 
DEĞİŞTİRMELERİNE HİÇ ŞAŞMAMALI...

UYAN !
SB.




23 Ocak 2015 Cuma

ASMA VE ŞEKER







Asma, dünyanın ‘en eski’ bitkilerinden biridir. 
Bilinen en eski asma yaprağı fosili, 
130 milyon yıl öncesine işaretlenir. 


Arkeolojik kazılar, asmanın anavatanı olarak Kafkasya ve Anadolu’yu gösteriyor. O kazılardan elde edilen bulgular, Anadolu’da M.Ö. 3500 yılına kadar uzanan bağcılık kültürünün örneklerini sergiliyor: Bini aşan çeşitte üzüm... O üzümlerden elde edilen ‘yan ürünlerle’ lezzetin serüveninde çok ilginç bir sayfa...şıra, şarap ve şeker...

Bu topraklarda günümüzden binlerce yıl önce yaşayanlar üzümle tarihin ilk içkilerini üretmişler. Kurusu ile ilk çerezlerini yaratmışlar. Ama asıl, daha şekerin tarih sahnesine çıkmasından çok önce şeker niyetine kullanmışlar. Elbette başroldeki balın yanı sıra!

Bal, gerçekten de antik dönemin vazgeçilmez gıda maddesiydi. Bugüne ulaşabilen bilgilere göre, neredeyse her yiyeceğin / içeceğin içine katılırdı. Özellikle zengin sofralarında...

O sofraların ‘romanını’ yazan Romalı Marcus Gavius Apicius inanılmaz ayrıntılar vermiştir. M.Ö. 14-M.S. 37 yılları arasında yaşayan Apicius; Roma sofralarındaki şatafatı, sofra adabını, ilginç vakaları yazmıştır. Ancak bunlarla yetinmeyip eşsiz bir miras bırakarak ‘tarif’ vermiştir. O tarifleri de, imparatorlardan senatörlere seçkin konukları için verdiği ziyafetlerde bizzat uygulamıştır. Marcus Gavius Apicius’un davetlerinde kaz ciğeri ezmesi dillere destan olmuştur. Flamingo ızgarası da... Ama lezzetin tarihinde yer almayı hakeden en önemli notlar, ‘ilk tatlılar’ ile ilgilidir. Ve o tatlılarda bal başroldedir.

Bal ve tatlı üzüm, daha yüzlerce yıl sofralardan eksilmeyecektir. Çünkü, şekerin Orta Doğu’ya ve oradan Avrupa kıtasına geçişi için 642 yılı, yani Araplar’ın Pers topraklarını işgal etmesi beklenecektir.

Şekerin ana malzemesi şeker kamışı... Onun anavatanı da Hindistan... İşte bu vazgeçilmez gıda maddesi Hindistan’da günümüzden yaklaşık 5 bin yıl önce fark edilmiş. Adına da Sakkhara denmiş.

Tarih M.Ö. 510 yılına geldiğinde, Persler Hindistan’a ulaşmış. Orada, baharatlardan değerli taşlara pekçok yenilik keşfedilmiş. Şeker kamışı da o keşiflerden biri olarak Kral Darius’a ‘arısız bal veren kamış’ diye takdim edilmiş. Öylesine kıymetli bir hediye olmuş ki bu, yüzyıllar boyunca bir sır gibi kıskançlıkla saklanmış; saraydan öteye ve başka uygarlıklara gidememiş. Araplar Pers topraklarını fethedinceye kadar!

Lezzetin serüveni, aslında bir bakıma insanoğlunun serüvenini anlatır. Çünkü karabiberden şekere, domatesten bibere sofralarımızın vazgeçilmezlerini fetihlerle, savaşlarla tanıdık. Roma İmparatoru’nun sofrası, aynı zamanda onun egemenlik alanını tarif ederdi. 

Osmanlı Sarayı’ndaki gümüş sinilere İmparatorluğun ulaştığı her ülkenin yiyeceklerinden örnekler konurdu. Şeker de, nasıl ki Orta Doğu’ya bir savaşla gitmişse Avrupa kıtasına da bir başka savaşla, Haçlı Seferleri ile taşınmıştı.



MARCUS GAVİUS APİCİUS’UN KİTABINDAN BİR TARİF: 
SAVILLUM

700-750 gram taze yumuşak peynir, 3-4 çorba kaşığı kepekli buğday unu, yarım kahve fincanı çiçek balı, iki yumurtanın sarısı ile bir kapta çırpılır. Yumurta akları başka bir kapta kar halinde çırpılır. Yağlanmış sırsız toprak kaba bir kat peynir karışımı, bir kat yumurta akı köpüğü ilave edilir. Sıcak fırında pişirilir. Fırından alınıp üzerine bal gezdirilir ve haşhaş tohumu serpilir.

Not: Kitaptaki ölçüler günümüzün ölçülerine ayarlanmıştır. Denemek isteyenlere de fırın konusunda 150 derecenin üzerinde bir sıcaklık ve 40-45 dakika pişirme süresi önerilmektedir.




Aylin Şen
Müze Dergi, 2011

_______________




Şeker pancarı iki yıllık bir bitkidir. Birinci yılda büyükçe bir kazık kök meydana getiren bitki ikinci yılda dallanır çiçek açıp tohum verir. Yüzyıllarca sebze olarak kullanılmışkan 1747 yılında Berlinli Marggraf pancarı islah ederek şeker üretimi çalışmalarına başladığı zaman, pancar kökünde sadece % 0.5-1,5 oranında şeker vardır. 

Günümüze kadar sürekli çalışmalarla şeker pancarı türlerinde şeker oranı % 14-25?e kadar yükseltilmiştir. Şeker pancarı bitkisinin bazı yabani türlerinin menşei Anadolu olduğundan yurdumuz şeker pancarı tarımına çok elverişlidir. Lakin Şeker fabrikaları özelleştiriliyor !... Ama ondan önce, köylüye pancar ekimi yasaklanmıştı. (basın,2014)

"Hangi temel gıda ürünü bizde çıkıyorsa; yasaklayıp yerine kendi hormonlu ürünlerini satmak için baskı kuruyorlar. O baskılarla, birçok şeker fabrikamız kapatıldı. Pancar üreterek canlanan ve o ürünün artıklarıyla besili hayvanlar yetiştiren köylülerimize ve çiftçilerimize yazık edildi. Pancar şekeri çok sağlıklıydı. Onların bize satıp, tüketmeye mecbur bıraktıkları GDO'lu mısır şekeri ise; hormonludur. Adeta öldürücü bir zehirdir. Şeker pancarının yaprakları ve atıkları, birinci sınıf hayvan yemi oluyordu. Pancar ekimi, hayvan besiciliğini kolaylaştırıyordu." (basın,2013)

Dış baskılarla ekimi kısıtlanan, hatta yasaklanan tütün, pancar ve haşhaş ekimi Ege’de yaşayan çiftçi ve köylülerimiz için çok önemli bir gelir kaynağı idi. Amaç, kendilerinin ürettiklerini pazarlayarak pazarı tümüyle ellerinde tutmak idi. Peki bize tütün ekimini yasaklatmak ile dünya da sigara tüketimi azaldı mı? Tabi ki hayır... 

Ya haşhaş? Haşhaş önemli bir yağ bitkisidir. Ülkemizin birçok yerinde haşhaş yağı çok sevilir. Peki dünyada haşhaş ekimi bitti mi? Hayır! Afganistan’da ekim devam ediyor. 

Pancar? Pancar üreterek canlanan ve o ürünün artıklarıyla besili hayvanlar yetiştiren köylülerimize ve çiftçilerimize yazık edildi. Halbuki pancar şekeri çok sağlıklıydı.

İşte büyük müttefiklerin talimatlarına boyun eğe eğe geldiğimiz durum budur. Kemal Deviş’in Ecevit hükümeti döneminde elimize tutuşturduğu İMF’in hastayı felç eden reçetesini gelen iktidar da uygulamaya devam edince ve hatta üstüne bir de kendi yasaklarını getirince... 

İşte halimiz. Haşhaş-pancar-tütün ekiminden ve kazancından mahrum bırakılan köylümüz, çiftçimiz mecburen ya köylerinden başka şehirlere göç ettiler ya da madenlere yer altına inmek zorunda kaldılar. Göç edenler büyük şehirlerin çarkları arasında boğuldular geride kalanlar ise (Soma faciası örneğinde olduğu gibi) madenler de telef oldular. (basın,2014)


“Şeker fabrikaları özelleşecekse hızla özelleşmeli”

TÜTÜN PANCAR VE HAŞHAŞ EKİMİ NEDEN YASAKLANDI?

Ekimi yasaklanan pancarın şeker fabrikaları da kapatılıyor.

Ege’de tütün, pancar, haşhaş ekimi neden yasaklandı?





_____________________


















24 Haziran 2014 Salı

Türk Devleti’nde Akıl: Kutadgu Bilig ve Babürnâme




"Has Hâcib’in naklettiği üzere insanın hayatta öğrenerek elde edemeyeceği tek şey olan akıl, insanın hamurunda olan şeydi. Çünkü Allah, onu insanın hamuruna katmıştı. Dolayısıyla Babür Şah’ın hamurunda da akıl, ziyadesiyle yer almaktaydı."

"Babür Şah, Şiban Han’a karşı dayısına şu tespitte bulunmuştur.“Bunun zararı Türk’e ve Moğul’a eşit orandadır. Henüz halkın üzerinde tamamen zorbalık kurmadan ve çok büyümeden onun icabına bakmak gerekir.”

“Elinden gelirse ateşi bugün söndür, 
Çünkü ateş büyürse dünyayı yakar, 
Bir ok ile düşmanı mıhlamak mümkünken, 
Onu yayını germeye bırakma.”

“Bu dünyada amaç, insanın yaptığı işlerinin kalmasıysa, aklı olan bir adam, kendisinden sonra kötü diyecekleri hareketi niçin yapsın; şuuru olan bir adam, yaptıktan sonra iyi diyecekleri bir işe niçin özen göstermesin.”


“Bu kadar fesat ve bozgunluk yapan ve bize taalluku olan bu kadar mü’min ve Müslümanı tutup soyan bunlardı. Kendi beylerine ne vefa ettiler ki, bize sadakat göstersinler. Bunları tevkif ettirerek, mallarını zapt ettirirsek, ne olur. Bunların bizim gözümüzün önünde, bizim atımıza binip, bizim giyeceğimizi giyip ve bizim ekmeğimizi yiyip durmalarına kim tahammül edebilir. 

Eğer kendilerine merhamet edip, onları tevkif etmeden ve mallarını zapt ettirmeden, yalnız kazaklıklarda ve mihnetlerde bizimle beraber bulunanların mallarını geri almalarına müsaade edilirse, bu kadarla kurtulabildiklerine şükretmeleri lazımdır. Filvaki bu makul görüldü ve bunların kendilerine ait eşyalarını almaları emredildi. 

Gerçi bu karar makul ve doğru idiyse de, biraz acele verilmişti. Cihangir Mirza gibi bir düşman yakınımızda bulunduğu bir sırada, bunları bu şekilde ürkütmenin hiçbir manası yoktu. Memleketler alma ve idarede gerçi bazı işler zahirde makul ve doğru görünür; fakat karar üzerine yüz bin mülahaza lazımdır. İyice düşünmeden verdiğimiz bu karardan ne kadar karışıklık ve fitneler çıktı. Nihayet Endican’dan ikinci defa çıkmamıza, bu, düşünmeden verdiğimiz karar sebep oldu.”

"İşte tarihî metne yansıyan bu vakıa, kaydedilenine bakan yönüyle makul ve doğru idiyse de kaydedenine ve bizzat şahit olanına bakan yönüyle oldukça yanlıştı. Kaldı ki Babür Şah da bu durumu teferruatıyla izah ederek zihin dünyasında bıraktığı akis üzerinde durmaktadır. 

Babür Şah, maiyetinden herhangi bir beyin gösterdiği merhametin niteliğini tahlil edecek kadar bilgi endeksli idarî akla sahip bir hükümdar olmuştur. İbretlik olsun diye tatbik edeceği cezalandırmayı yersiz bir şekilde merhamet göstererek ortadan kaldıran Kasım Bey’in tutumuna karşı Babür Şah, “çorak toprak sümbül yetiştirmez; işini ve tohumunu bu toprakta ziyan etme. Fena insanlara iyilik etmek, iyilik edenlere karşı fenalık etmek gibidir” diyecektir. Bu itibarla akıl dünyasındaki farkındalığı da ortaya koymaktadır. Bu ifadeler onun sindirdiği bilginin ve tecrübenin de bir tezahürüdür. 


Türk Devleti’nde Akıl: Kutadgu Bilig ve Babürnâme 
Turkish State Mind: Kutadgu Bilig and Baburnamah 
Bilal KOÇ
Arş. Gör., Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü





Bazılarında olmayan şey !
Ve evet, icabına bakmak gerekir!
Saygılar 
SB.




ilgili

“BULUNMAZ HİNT KUMAŞI” VE 
İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN VAHŞETİ

“Bulunmaz Hint Kumaşı” deyimi dilimizde paha biçilmez değerde olup bulunması çok güç olan varlıkları anlatmakta kullanılır, “Kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyor” demek, kendisini Hint kumaşı kertesinde değerli görüyor demektir. Bunca değerli Hint kumaşının “bulunmaz” olması 1700’lerde gerçekleşmiştir.

Friedrich Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabının ‘İngilizce Baskıya Önsöz’ bölümünde; “Hindistan’daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgahı ; İngiltere’de Lancahire’da enerjiyle çalışan dokuma tezgahları tarafından sonunda çökertildi,”der.

Engels’e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır; eh, herkes ucuz olan İngiliz fabrika kumaşını almaya yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur.

Gelgelelim Engels’in bu saptamaları gerçeğe uymamaktaır. Hindistan’da dokumacılık, hiç de öyle Engels’in anlattığı gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu nedeniyle kendiliğinden batmamıştır. Hindistan’ı sömürgeleştiren İngilizler, orada bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına Pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindistan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı dokumacıların başparmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüş ve böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok edip, İngiliz kumaşının egemenliğini sağlamaya yönelmiş, hem de Hindistan’ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi, müşterisi durumuna düşürmüştür.

Hint dokumacılığını yok eden, Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.

Cengiz Özakıncı ...



_________



15 Nisan 2014 Salı

PROTEUS VE HELENE HİKÂYESİ







HELEN GERÇEKTEN TRUVA'YA GİTTİ Mİ?
DESTANLARI HOMER Mİ YAZDI?





PROTEUS VE HELENE HİKÂYESİ


HERODOT: II

112;
Ondan sonra gelen, bana dediklerine göre, Memphisli birisidir, adı Yunan söylenişine göre Proteus’tur ve bugün Memphis’te pek güzel, pek bakımlı bir kutsal yeri vardır; Hephaistos tapınağının güney yüzünün karşısına düşer.

Tyr Fenikelileri bunun çevresinde otururlar ve bütün buralara Tyr’lular mahallesi denir. Proteus’un bu yerinde, Yabancı Aphrodite tapınağı denilen bir tapınak vardır. Bu tapınak, Tyndareos kızı Helene için kurulmuş olsa gerekir, bana anlatılan ve Helene’yi Proteus’un yanında gösteren hikâyeden ve Aphrodite’ye takılan yabancı sıfatından ben böyle çıkarıyorum. Çünkü bu tanrıça , başka hiçbir tapınağında böyle anılmış değildir.

113;
Helene hakkındaki sorularıma rahiplerin cevapları şudur; Alexandros, Sparta’da Helene’yi kaldırdıktan sonra yurduna doğru denize açıldı. Ege denizine vardığı zaman ters rüzgârlar onu Mısır denizine attılar ve rüzgâr düşmediği için Mısır kıyılarına, tam Nil’in Knabos denilen ağzına ve Tarikheia’ya yanaştı.

Kıyıda bir Herakles tapınağı vardı – bugün de vardır; bir köle, sahibinden kaçmak ve kendisini bu tanrıya adamak isterse, derisine birtakım kutsal dövmeler yaptırır, o zaman kimse ona dokunamazdı. Bu yasa kurulduğundan bu yana hâlâ geçerlidir.

Alexandros’un köleleri, tapınağın bu özelliğini öğrenince, efendilerini bırakıp, yürüdüler, girip tapınakta oturdular, tanrıya dualar ettiler, Alexandros’u suçladılar, ona kötülük olsun diye bütün yaptıklarını sayıp döktüler. Helene’yi nasıl kaçırdığını ve Menelaos’a karşı işlediği suçu anlattılar. Bu suçlamaları rahiplere söyledikleri sırada, Nil’in bu ağzında vali olan Thonis de orada bulunuyordu.

114;
Bu adamları dinleyen Thonis, Proteus’a haber vermek üzere hemen Memphis’e bir rapor gönderdi; “Bir yabancı geldi, diyordu, Troya soyundan; Yunanistan’da bir günah işlemiş olmakla suçlanıyor; ev sahibinin karısını kaçırmış; birçok da malını almış ve rüzgâr sürükleyip senin kıyılarına, yanımıza atmış. Bırakalım, hiç ceza görmeden yeniden denize açılıp gitsin mi, yoksa getirdiklerini elinden alalım mı?”

Proteus, cevap olarak, bir haberci çıkardı , şu yörüngeyi gönderdi: “Bu adam, evinde konuk kaldığı kimseye karşı bir günah işlemiş olmakla suçlandığına göre, kim olursa olsun yakalayıp ban gönderiniz, bakalım burada neler söyleyecek”.

115;
Bu emri alan Thonis, Alexandros’u yakaladı, gemilerine el koydu, varını yoğunu ve Helene’yi ve tanrıya sığınmış olan kölelerini de yanına katıp Memphis’e gönderdi.

Bunlar geldiğinde Proteus, Alexandros’tan kim olduğunu ve gemilerinin hangi ülkeden geldiğini sordu. Nereden olduğunu, ülkesini, adını söyledi, yolculuğunu, gemilerinin nereden geldiğini açık açık anlattı. Bunun üzerine Proteus, Helene’yi nereden getirdiğini sordu; sözün burasında Alexandros, lafı uydurup kaydırmaya başladı, gerçeği söylemeye yanaşmadı, ama tanrıya sığınmış olan adamları, onun lafını ağzına tıkayıp hıyanetliğini sayıp döktüler.

Sonunda Proteus, yargısını şu söylevle patlattı: “Rüzgârın yoldan çıkarıp ülkeme attığı bir konuğu öldürmeye gönlüm razı gelseydi, sana gösterdiği konukseverliğe karşı ağır bir hıyanetle karşılık vermiş olduğun Yunanlının öcünü senin gibi bir alçakta bırakmazdım. Sana evini açan adamın karısına sataştın: bu kadarla da kalmadın; aykırı uçusunda peşinden gelmesi için ona kanat da verdin; gözün doymadı, üstelik konuğu olduğun evi de soydun. Ama ben bir konuğu, kendisine bir fırsat tanımadan vurmak istemem, bu kadını ve eşyaları burada bırakacaksın, - bunları kendi gelip arayacağı güne kadar, o Yunanlı için, yanımda saklayacağım – sen ve yol arkadaşların üç gün içinde ülkemden çıkıp gidiniz, başka bir yer bulunuz demir atmak için; yoksa düşmana ne yaparsam size de onu yaparım!”

116;
Rahiplerin bana anlattıklarına göre, Helene, Proteus’un yanına böyle gelmiş; zaten ban öyle geliyor ki, bu hikâyeyi Homeros da biliyordu; ama herhalde anlattığı destana layık bulmamış olacak ki bunu bilerek küçümsemiştir, ama bildiğini de belli etmiştir; bu, İlyada’nın Alexandros’un göçebe gezişini ve Helene’yi kaçırırken, en son Fenike’deki Sidon’a yanaşmadan önce, nasıl o kıyıdan bu kıyıya atıldığını anlatan (ve destanın başka bir yerinde tersi söylenmiş olmayan) dizelerinden anlaşılmaktadır.

Bu olaya Diomedes’in başarıları dizelerinde dokunur. – Orada görülüyordu, diyor.


“Bu kadın elinden çıkma gözalıcı dokumalar
Ki tanrı benzeri Paris getirmişti Sidon’dan
Engin deniz üstündeki maceralı yolculuğunda
Soylu Helene’yi kaçırırken uzaklardaki yurduna.”

Öbür belirti de Odysseia’nın şu dizelerindedir:
“Zeus kızının böyle şifalı ilaçları vardı,
Polydamna, Thon’un karısı,
Vermişti ona bunları, bereketli topraklarında,
Mısır’ın , ki orada çok bol yetişir,
Şifalı bitkilerle zehir yan yana.”

İşte Menelaos’un Telemakhos’a söyledikleri:
“Geminin sıla özlemi çeken burnu Mısır’da bağlı kaldı.
Zira tanrılar ille de kurban istiyorlardı benden.”


Bu dizeler pekâlâ gösteriyorlar ki Homeros Alexandros’un Mısır’dan geçtiğini biliyordu, zaten Suriye, Mısır’a sınırdaş olur, Sidon’un sahibi olan Fenikeliler de Suriye’de yaşarlar.

117; 
Bu dizelerden ve özellikle bu bölümden de açıkça belli oluyorki, Kıbrıs destanı, Homeros’un değildir, başkasınındır. Çünkü Kıbrıs Destanı’nda Alexandros’un sütliman bir denizde uygun bir rüzgârla yapılan bir yolculuktan sonra, Sparta’dan ayrıldığının üçüncü günü, Helene ile birlikte İlion’a varmış olduğunu söylenir; oysa İlyada’da ikisinin beraber başıboş denizlerde dolaştıkları anlatılır.

118;
Ama Homeros’u ve Kıbrıs Destanı’nı bırakalım artık. - Yunanlıların İlion üzerine anlattıkları hikayeler aslı astarı olmayan şeyler midir, yoksa gerçek midir, diye sorduğum zaman rahipler, bana kaynağın Menelaos’un kendisi olduğunu söyledikleri şu hikayeyi anlatmak suretiyle cevap verdiler. 

Helene’nin kaldırılması üzerine, güçlü bir Yunan ordusu Menelaos’u desteklemek için TEUCROS’un topraklarına çıkar; asker karaya çıkar ordugâh kurulduktan sonra, İlion’a aralarında Menelaos’un da bulunduğu elçiler gönderilir.

Surlardan içeri alınırlar ve Alexandros’un kaçırdığı Helene’nin ve servetin geri verilmesini ve bu haksız sataşmanın ödetilmesini isterler; ama Troyalılar, sonradan da hep yapacakları gibi, Helene’nin de , çalındığı söylenen servetin de kendilerinde olmadığını söylemekte ağız birliği ederler, yeminler ederler; bunların Mısır’da olduğunu ve Mısır kralı Proteus’un elinde duran şeylerden kendilerinin sorumlu tutulmalarının yanlış olacağını bildirirler.

Yunanlılar, kendileriyle alay edildiğini sanarak kenti kuşatır ve sonunda alırlar. Ama bakarlar ki Helene yok ve kendilerine başta ne söylendiyse gene aynı şey söyleniyor, sonunda inanırlar ve Menelaos’u Proteus’un yanına gönderirler.

119;
Menelaos Mısır’a gelir, Memphis’e doğru yelken açar; olanı biteni dosdoğru anlatır; çok iyi karşılanır, bir sıkıntı çekmemiş olan Helene’yi alır ve onunla beraber bütün servetini geri getirir. 

Ama Menelaos, bütün bu iyiliklerine karşılık Mısır’a haksızlık etmiştir. Yola çıkacağı sırada uygun rüzgâr bulamadığı için olduğu yerde kalmış; bu böyle uzayınca, dine aykırı bir kurban kesmek istemiş; iki Mısırlı çocuk almış, bıçakla boyunlarından kesmiş.

Sonradan bu suç ortaya çıkınca paçaları tutuşmuş, gemileriyle beraber Libya’ya kaçmış. Oradan nereye gitmiş? Mısırlılar bunu söylemediler. Bana anlattıkları bu olayları kimisi, biz kendimiz sorup soruşturduk öğrendik derlerken, kimisi de , bunlar burada oldu, onun için iyi biliriz demişlerdir.

120;
Mısırlı rahiplerin anlattıkları bunlardır. Helene için anlatılanlara ben şu düşünceleri ekleyeceğim:

Eğer Helene, İlion’da olsaydı, Alexandros istese de istemese de Yunanlılara geri verilirdi. 

Zira, gerek Priamos, gerekse soyu sopu, Alexandros, Helene’yi çatısı altında tutacak diye kendi canlarını, çocuklarının canını ve yurdunu ortaya koyacak kadar çılgın olamazlardı.

Hatta, başlangıçta öyle olsa bile, Yunanlılarla yapılan her savaşta, yığınla Troyalı arasında Priamos’un çocuklarından iki üç tanesinin de öldüğüne bakarak (zira,destanlarda anlatılanlara inanmak gerekirse, bunların katılmadıkları bir tek savaş yoktur), diyorum, böylesine felâketler karşısında Priamos, başına yağan belâlardan kurtulmak için, hatta kendi sevgilisi bile olsa, Helene’yi Yunanlılara geri verirdi, ben böyle düşünüyorum.

Ayrıca Priamos ihtiyarladığı zaman, krallık Alexandros’a geçmeyecek, yönetim ona kalmayacaktı, Priamos ölürse taht ondan daha yiğit olan büyüğü Hektor’a kalacaktı ve onun da hem kendisinin, hem de öbür Troyalıların başların bu kadar belâ açan suçlu bir kardeşi koruması düşünülemezdi.

Gerçek şu ki, Helene’yi geri verirlerdi ve kötü niyetli olmadıkları halde Yunanlılar onları düzenbaz sayıyorlardı; şüphesiz, benim kendi görüşüm, tanrı onlar için bir yıkım hazırlamıştı, tâ ki tanrıların büyük haksızlıkları büyük cezalarla cezalandırdığını herkes görsün ibret alsın, diye.

İşte benim doğru olduğunu sandığım hikâye budur.



IV - 32; …Homeros’un Epigonos’larda yaptığı gibi, tabii sahiden bu destanı Homeros yazdıysa!...









1*


Yunanistan'da ya da o günkü adıyla Helenler'de,  MÖ.1200-MÖ.800 arasında yazı yoktu ve Truva savaşı MÖ.1200'lerde olmuştu. Yani, destan MÖ.800'den sonra yazıya dökülmüştü, ki yazı MÖ.650'lerde anca oturuyordu. Sözlü anlatım ile nesilden nesile geçen destan 400 yılda değişebilirdi....Ayrıca, Homer'in İlyada ve Odyseia eserlerini, MÖ.3.yy'da İskenderiye Kütüphanesi'nin ilk müdürü olan gramer bilgini Efesli Zenodotus toplayıp, derlemişti. Zamanın baskın olan kültürü yüzünden "kuşku" uyandıran dizelerini değiştirmiş olabilir. Her ne olursa olsun destanlar orjinalliğini kaybetmiştir. Nitekim, bu destanları Homer'in yazıp yazmadığını Heredot bile kendisine sorar.... Ayrıca farklı bir görüş daha "Bir Kadın yazdı"...link






2*


"Homer in his works the “Iliad” and the “Odyssey”, considered to be reliable sources for the so-called “Greek Mythology” and the “Greek gods”, NEVER ONCE mentions the word “Greek” or any other name derived from this word!"....The Little Book Of BIG Greek Lies by Risto Stefov / link 






3*


We all know the story of Helen of Troy, but few of us have followed her to Egypt. How did she get there? Stesichorus of Sicily in his Pallinode (sic) was the first to tell us. Some centuries later, Euripides repeats the story. Stesichorus was said to have been struck blind because of his invective against Helen, but later was restored to sight, when he reinstated her in his Pallinode. Euripides , notably in The Trojan Women, reviles her, but he also is "restored to sight". The later, little understood Helen in Egypt (Euripides play is usually known as simply Helen), is again a Pallinode, a defense, ecplanation or apology. According to the Pallinode, Helen was never in Troy. She had been transposed or translated from Greece into Egypt. Helen of Troy was a phantom, substituted for the real Helen, by jealous deities. The Greeks and the Trojans alike fought for an illusion.


Helen in Egypt-Hilda Doolittle (Poet and writer,1886-1961)
Euripides, 2: Hippolytus, Suppliant Women, Helen, Electra, Cyclops...link



4*


And who was Stesichorus of Sicily? He was a Greek lyric poet (ca.640-555 BC)

Stesichorus of Sicily (640-555 BC), whose actual name was probably Tisias, Stesichorus was probably a nickname, means "one who masters the chorus".

A few poems recounting details of the Trojan War are attributed to Stesichorus, whose Orestia is thought to have influenced that of Aeschylus. According to legend, Stesichorus wrote a few verses critical of Helen of Troy, was blinded in retribution, and had his sight restored upon writing a palinode retracting his earlier, negative statements. In his Phaedrus, Plato retained a few of Stesichorus' lines about Helen having remained in Egypt and therefore never arriving at Troy. This is particularly interesting if the some aspect of the story of the Trojan War was based on a historical conflict......link by Ignazio Lo Verde






5*

Euripides (MÖ.480-406), Atina'nın üçüncü büyük trajedi şairi.

Euripides' plays, Andromache, the title character Andromache says that it was Helen's fault that the Greeks and Trojans fought, and that because of this woman, her husband is now dead. Although the Trojan women seem to blame Helen for their misery, the man who Helen left for a foreigner still claims her to be innocent. Menelaus says that Helen did not go to Troy of her own will, but the gods forced her to go. He goes on to explain that it was in fact a service to the Greeks that they had to go to war, because it forced them to progress in weapon use, battle tactics, and courage. It is unclear which side of the argument Euripides comes out on, although it seems he is unsure himself.

Euripides again displays the ambiguity as to whether Helen was responsible for her infidelity, and thus the Trojan war, or whether she was forced against her will to leave her husband in the play Electra. In one scene, Clytemnestra says to her daughter, Electra, that it was Helen's lust that caused the Greek men to sail to Troy, and inadvertently caused the death of her daughter. But, later in the play, Helen's brothers claim that it was a phantom who went to Troy, and Helen never did anything wrong.

However, Euripides drastically changes his portrait of Helen in his play, Helen. This play is Euripides's own Palinode, in which he has Helen remain pure, while her phantom is sent to Troy. Helen is set in Egypt, where we find Helen seventeen years after the Greeks sailed to Troy. Like Penelope in The Odyssey, Helen is another faithful wife story. In this version, Hermes has exiled Helen to Egypt after Aphrodite gave Paris a phantom Helen to take with him as a prize. Euripides tells a slightly different account than Stesichorus, when he declares that the good Pharaoh Proteus has died, and his evil son, Theokymeinos, has taken over. Helen schemes with Menalaus, and using her charm and cleverness, she outwits Theokymeinos who wants to marry her, and the two lovers make it safely home to Sparta.


This play attempts to blend the many different Helen's into one. Contrary to the many other accounts of Helen, self-restraint is her fame.In warding off Theokymeinos for seventeen years, she has dissipated the shame, and saved the beauty of the old Helen. She is now the clever wife with a good heart and the patience of Penelope. Helen is made a tragic character in this play because she is divorced from her name, but blamed for everything associated with it. She laments the terrible dishonor, which is no fault of her own, but has been forced upon her because of her beauty. A messenger later backs up Helen's story and explains to Menelaus that, in fact, it was only a phantom Helen who had committed the shameful acts which the real Helen had been blamed for. Euripides has us feel sorry for Helen, who must have felt sorrow and alienation, in being confined to silence and idleness for the many long years during and after the Trojan war.......link by Katie Olesker





6*

George Seferis (Yorgo Seferis) şiirlerinde,Teucer Helen'i Kıbrıs'a götürür.

George Seferis in his "Helen" takes Teucer to Cyprus, where (as we are told in Euripides' play) he is destined to found a city. Teucer is speaking:


Lyric nightingale
on a night like this, by the shore of Proteus
the Spartan slace girls heard you and began their lament,
and among them - who would have believed it - Helen!
She whom we hunted so many years by the banks of the Scamander.
She was there, at the desert's lip: I touched her; she spoke to me:

"It isn't true, it isn't true," she cried.
"I didn't board the blue-bowed ship.
I never went to valiant Troy."

Breasts girded high, the sun in her hair, and that stature
shadows, and smiles everywhere,
on shoulders, thighs and knees;
the skin alive, and her eyes,
with the large eyelids,
she was there, on the banks of a Delta
and at Troy?
At Troy, nothing: just a phantom image
The gods wanted it so.
And Paris, Paris lay with a shadow as though it were a solid being;
and for then whole years we slaughtered ourselves for Helen.



(Yorgo Seferis 20. yüzyılın önemli Yunan Şairlerinden. Urla'da doğdu. 1914'te ailesiyle Atina'ya taşındı. Çalışmalarını 1918 - 1925 arası Paris Sorbonne'da sürdürdü. 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü aldı.) 










Hikayenin aslı gerçekten de bu mudur? Ya İlk kanı Akhalar akıttıysa?
O zaman, Frigyalı Dares'i okumak gerek






ilgili diğer yazılar






Truva Savaşı bir Türk-Hellen Savaşıdır.
_____