kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2024 Pazartesi

Kitap



"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış bir canavar var karşımızda ve korkmaya başladılar.
Ama sen Korkma, çünkü çok derin ve çok zengin bir tarihin parçasısın ve
sana ait olanı da geri alıyorsun."


Sözlü destan geleneğinden gelen İlyada ile Odysseia baz alınarak "milâttan önce Türkiye'de Türk ve Türkçe yoktu" yalanına cevap arayan elinizdeki bu eser bilim dünyası da dahil bazılarını rahatsız edecektir. Ancak "dayatılan" öğretilerden ve önyargılardan kurtulmalı ve sorgulamalıyız. Çünkü dikkatli bir araştırmayla bu iki söylence/destanda Saka Türklerinin birebir etkisi görüldüğü gibi Türkçe sözcüklerle de karşılaşırız. Örneğin, Eke Tur (Ektur / Hektor), Eke Aba (Ekuba / Hekuba), Pirim (Priamos), Ölüg Ene (Polyksene), Korkut (Gorgütyon / Gorgythion), Doruk (Dorüklos / Doryklos) ve Oğuz (Ogyges / Ochus) gibi özel adlarla uğur (augur) ve bediz (beuvdos) gibi sözcükler öz Türkçedir. Öyle ki Kabar (Kabeiri / Kabeiroi) gibi Türk boylarının varlığından da bahsedebiliriz. Antik dünyanın edebiyat tarihine öncülük eden İlyada ile Odysseia sadece Grek dünyasını değil Türk dünyasını da anlatır. Acaba bu iki destan Türklere mi aittir, yoksa birebir ödünçlenmeyle birlikte Grek söylencelerinin derlenip yazıya geçirilmiş hali midir? Asıl açıklağa kavuşması gereken de budur. Ne de olsa İlyada Saka Türkleri Anadolu'da yaşarken sözlü olarak anlatılmış ve ancak MÖ 6.yy'da yazıya geçirilmiştir.

Eserde mitoloji, söylence, coğrafya, filoloji ve tarih üzerine birçok veriyle karşılaşacaksınız. Öyle ki eser sadece Turovalıları değil, çok daha fazlasını sunmakta ve sorgulamaya teşvik etmektedir. Kral Çıplak'tır.



Yazmaya teşvik eden, uzak ve yakın diyarlardan kaynak sağlayan ve yol gösteren, annem ile babama, eşime, oğullarıma, arkadaşlarıma ve büyüklerime, Teşekkür Ederim, Sağolun.

Yayın sürecinde emeği olanlar da dahil, Altınordu Yayınlarından Murat bey ile Turgay Tüfekçioğlu'na da yardımları için Teşekkür Ederim.

Tarihimize birazcık da olsa katkımız olduysa ne mutlu bana.

Sevgiler, Saygılar.

SB


Turovalı prensesimize Polyksena/Polyxene dedik hep...
Ama, bu onun adı değildi...







Yeni Yıl Hediyem
Sağlık, başarı ve mutlu bir yıl dilerim.


7 Eylül 2015 Pazartesi

Bizans Tarihi....ve Anadolu....





Anadolu'nun yerli ahalasi, daha önceki devrelerde olduğu gibi Roma hakimiyeti zamanında da çok heterojen, karışık idi. 
Yer yer Ege kıyıları hariç tutulacak olursa, Anadolu'da bir yerli Grek unsurunun varlığından bahis olunamaz.

Çünkü Bizans yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir Grek Devleti değildi....


_______________



Roma İmparatorluğu, bütün Doğu Akdeniz ülkelerine ve anadolu'nun İran hakimiyet bölgesi dışında kalan, büyük kısmına sahipti. Ancak Hunların batıya yürüyüşü ile ortaya çıkan Kavimler Göçü neticesinde, devlet bütünlüğünü yitirmiş ve ikiye ayrılan devletin batı kısmı, barbar germen kavimlerinin korkunç darbeleri altında yıkılıp gitmişti. Doğu kısmı ise, Roma'nın unutulmaz geleneği olan cihanşümul devlet olmak idesini , her ne kadar 1453'te Fatih'in orduları önünde tarih sayfalarına intikal edinceye dek temsil etmeye çalışmış ise de, bu Romalı olmak hususiyetinin ancak 7.yüzyılın başlarına kadar koruyabilmişti. (1) 


Son devir Bizans tarihçilerinden Georg Ostrogorsky'nin, "Roma devlet geleneğinin Grek kültürü ve Hıristiyanlık inancı ile teşkil ettiği sentez" den ibaret saydığı (2) Doğu roma imparatorluğu, elinde kalmış olan Adriyatik'in doğusundaki devlet toprakları yanında Anadolu, Suriye ve Mısır'ın özelliklerini büyük bir hızla benimsemek suretiyle bütün yapısını kökten değiştirmiş ve bir doğu devleti halini almıştır. Öte yandan Doğu Roma imparatorluğunun bu bünye değişikliğinde etkisi olabilecek Avrupa'daki arazisi, yani Balkanlar, Kavimler Göçü'nün buralara kadar uzattığı barbar İslav dalgaları ile etnik çehresini daha 4.yüzyıldan beri değiştirmişti. (3) Böylece İslav kabileleri ile Avarların Balkan yarımadasına yerleşmeleri, Doğu Roma devletinin batı ile bağlantısını tamamiyle denilebilecek bir ölçüde kesmiş bulunuyordu.


7.yüzyıl başında, daha sonraki asırlarda son büyük Roma imparatoru olarak hatırlanan Herakleios (610-641), İstanbul'da iktidarı eline aldığı sırada imparatorluğun bir zamanki bütünü ile ihyası için sarfedilen son büyük gayret, yani Justinianus'un restorasyan hareketi (4), çoktan geride kalmış bulunuyordu. Ancak devlet, kendisine hiçbir fayda sağlamamış olan bu çabanın hala yorgunluğu içinde idi.


Bu uğurda doğunun imkanları, kudret kaynakları insafsız ve hasapsızca harcanmış, tüketilmişti. Roma lejyonlarının kılıç şakırtılarının Britanya adalarından Fizan çöllerine, Septe Boğazı'ndan Fırat kıyılarına kadar aksettiği, medeni dünya hazinelerinin oluk oluk devlet kasasına aktığı devirler artık hayallerde yaşıyordu. Herakleis, Roma tarihinin en güç ve karanlık devresinde görev başına gelmişti: 


Avarlar, önlerinde ve yanlarında sürdükleri yeni İslav kabileleri ile Balkanları hemen bütünüyle devletten koparmışlar, bir taraftan Selanik'i, öte yandan da doğrudan doğruya başşehir İstanbul'u tehdit etmeye başlamışlardı. (5) Çözülme ve dejenerasyon sancıları içinde pek yakında yıkılacak olan İran, gücünün çok üstünde bir şahlanış ile imparatorluğun ana eyaletlerini istila etmekte idi.


Herakleios'un ilk saltanat yıllarında Sasani orduları Anadolu'yu baştan başa katederek Boğaziçi kıyısına kadar sokulmuşlar ve hatta İstanbul'u düşürmek için Avarlarla ittifak etmişlerdi.


Bu büyük ümitsizlik devresi içinde Roma İmparatorluğu'nda hiç de beklenilmeyen , beklenilmediği için de hemen bütün tarih yazarlarınca bir mucize addedilen rejenerasyon, yani kendi kendini yenileme oluşumu ortaya çıktı. İlk adımları Herakleios devrinde atılmış olduğu için bütünüyle ona izafe edilen, maruf tabiriyle Herakleios reformları, tarihi akışın yönünü geri çevirmek kudret ve başarısını gösterdi. 


Bu reformların en önemlisi, hiç şüphesiz, o sıralarda devletin elinden henüz çıkmamış olan Anadolu topraklarında Thema'lar Sistemi'nin uygulanmaya başlanmasıdır. (6) Anadolu toprakları, Anatolikon, Armeniakon, Opsikion kara ve Kibyrraioton deniz askeri bölgeleri, yani thema'lar halinde organize edildiler. Aslında thema, askeri birlik veya ordu demektir. Fakat burada askeri birliklerin yerleştirildiği iskan sahasına verilen isim olmuştur.


Bu suretle İstanbul'un yeni kurucusu ve bazılarına göre de Bizans devletinin ilk müessisi olan Büyük Konstantinos devrinin idare nizamı, yani Roma idare nizamı, kesin olarak sona ermekteydi. Bu dört thema düzeni içinde, bir thema'nın arazisinde birkaçı birden yer alan eski sivil eyaletler daha bir süre için varlıklarını muhafaza ettiler; fakat bunların prokonsülleri, themaların askeri ve sivil idaresini ellerinde tutan strategos'lar, yani ordu kumandanları yanında nüfuz bakımından önemlerini kaybetmişlerdi.


Sistem aslında Roma'nın limes, yani sınır bölgelerinde tatbik edilen, askerlerin toprağa bağlanması usulü ve yerine Roma'nın 6.yüzyıl içinde sınır bölgeleri olarak kabul olunan Ravenna ve Kartaca ekzarkh'lıkların temsil ettiği düzen ile uygunluk arzetmektedir. (7) Ancak üzerinde bilimsel tartışmaların henüz sona ermediği bu pek önemli konuda, Herakleios devrinde kurulan themaların, Sasani İran'in buna benzer müesseselerini ve hatta Turani gelenekleri örnek edindikleri görüşü, özellikle son yıllarda kuvvet kazanmaktadır. (8)


Son zamanlarda sübjektif düşüncelerle ve sırf doğuyu özellikle Türk devlet ve toplumunu küçümsemek gayesiyle bir çok batı bilginin, İslam dünyasındaki ikta ve Türklerdeki dirlik sistemlerini Bizans müesseselerine bağlamak temayülü göz önüne alınacak olursa (9), 7.yüzyıl başında kurulmuş olan önemli bir müessesenin Turani menşelere dayanabilecği iddialarını önemsememek mümkün değildir. Eski Türk kültürünün buna benzre müesseselerinin etraflıca incelenmesi, bu bakımdan bizim için pek önemli bir vazife olsa gerekir.


Thema'lar idaresinin en önemli özelliği, mevcut askeri birliklerin, Anadolu'nun belirli bölgelerine iskan edilerek, bu birliklerin mensuplarına arazi tahsis edilmesidir. Burada belirtilmesi gereken en önemli nokta, themaların ,dari bölgeden ziyade askerlerin iskan bölgesi oluşlarıdır.


Bu arazi, babadan oğula intikal eden, askeri mükellefiyetler karşılığında tevarüs edilebiliyordu. Böylece askerlere tahsis edilen arazi, kuvvetli bir yerli ordunun teşekkülüne temel oldu. ayrıca devlet, hiçbir zaman emniyet telkin etmeyen ve sayı bakımından da yeterli bir çoğunluk sağlamayan ücretli asker aramak külfetinden kurtulmuş oluyordu. Kaynaklarda açıkça belirtilmemesine rağmen, devletin köylü-yerli ahalisinin de askeri arazi ile teçhiz edilmek suretiyle askerlikle mükellef kılındığı kabul olunabilir.(10)


Anadolu'nun yerli ahalasi, daha önceki devrelerde olduğu gibi Roma hakimiyeti zamanında da çok heterojen, karışık idi. Yer yer Ege kıyıları hariç tutulacak olursa, Anadolu'da bir yerli Grek unsurunun varlığından bahis olunamaz.


Burada uzun asırların birbiri yanında ve birbiri üstünde yığmış olduğu, kısmen Akdeniz dünyasının uzak bölgelerine göç etmiş olan kavimlerin kalıntıları, Roma hakimiyeti altında yaşamaktaydılar. Bunlar, kendi geleneklerine uygun, zamanla birbirine yaklaşmış, fakat esasında birbirinden farklı yaşantılarını sürdürmekte idiler.


Hunların önünden kaçarak veya onlarla birlikte Roma dünyasına gelen Germenler, Vizigotlari, Ostrogotlar, İslavlar ve Hun kavimler topluluğuna bağlı Türk asıllı kabileler, barış veya savaş yolu ile kısmen imparatorluk bünyesine girmekte idiler. Bunların büyükçe bir kısmı devlet tarafından Trakya ve Anadolu'ya yerleştirilmekte ve Roma ordusunda bunların savaşçılık gücünden faydalanılmakta idi. Böylece 4.yüzyıldan itibaren Anadolu'nun yerli ahalisi içine, Got, İslav ve Türk unsurları da karışmış bulunuyordu.


Roma'nın fiilen Bizans'a dönüştüğü Herakleitos devrinde ise, ülke etnik bakımdan daha da renkli bir yapı kazanmaya başladı. (11) Çünkü themalar bölgesine iskan edilen orduların önemli bir kısmını, imparatorluğun diğer kavimlerle meskun bölgelerinden veya Hazar Türklerine tabi olan Kafkasya'dan derlenen, yabancılar teşkil etmekte idi. (12) Bunlar Herakleios reformları sayesinde Anadolu'da toprak sahini olarak zamanla yerli ahaliye karıştılar.


Herakleios bu organizasyon ile İranlıları yendi. Onları Anadolu topraklarından sürüp çıkardı; ama ancak o kadar. Organizasyon bütün cephelerde devleti tam olarak restore edebilmek için henüz pek yeni idi. İranlıların zaptetmiş oldukları Suriye, Filistin ve Mısır'ı yeniden kazanılması, Herakleitos ordularının gücünden ziyade İran'ın içine düştüğü büyük buhranla ilgilidir. Bizans kuvvetleri her ne kadar bu bölgelere girdiler ise de, sendeliyorlardı, güçleri tükenmişti. Bu durumu, gayet açık olarak, hemen bu sıralarda başlamış olan İslam fütuhatının neticeleri göstermektedir.(13)


Büyük bir hamle gücü ile dünyayı fethe girişen Araplar, İran'ı kolayca ve uzun bir süre kalkınamayacak şekilde yıktılar. Daha ancak birkaç yıl önce yeniden Bizans İmparatorluğu'na katılmış olan Filistin ve Mısır, inanılmaz bir kolaylıkla Müslümanların eline geçti. Herakleios'un Suriye'yi kurtarmak çabaları da bir netice vermedi. Son büyükçe Bizans orduları Suriye topraklarında Müslümanlara karşı bozguna uğramaktan kurtulamadılar. (14)


Ama, Anadolu, Müslümanları taarruzları karşısında başka bir takım sebeplerin de katılması ile arap fütuhatı bir duraklama devresine girince (15), themalar organizasyonu, Herakleios'dan sonra gelen Bizans imparatorları tarafından rahatlıkla geliştirildi. Bu organizasyonu geliştirmeyi kolaylaştıracak bir husus da, hiç şüphesiz, 7.yüzyıl başlarına kadar devlet içinde önemli rol oynamış görünen büyük arazi sahiplerinin, ülkenin her taraftan saldırıya uğraması sebebiyle harap olan büyük mülklerini terk etmiş olmalarıdır.


Devlet bu sayde boş kalmış olan araziye hem hür bir köylü tabakasını, hem de themaların stratiotes denilen askeri mensuplarını, küçük arazi sahibi olarak yerleştirmek imkanını bulmuştur. Bu sistem oturdu ve ilk Emevi halifesi Muaviye devrinde girişilen ve Bizans'ın tümüyle ortadan kaldırılması için Arap devletinin bütün gücünü savaş meydanına attığı kesin mücadele devresinde, Bizans'ın yeni baştan başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri oldu.  İstanbul'u ve imparatorluğu, başşehrin kuvvetli surları ve rum ateşi kadar, Anadolu'nun iyi yetiştirilmiş, toprağına bağlı thema kuvvetleri kurtarmıştı.(16) Themalar sisteminin devlet yapısında gittikçe artan önemini belgeleyen bir husus da, Köylüler Kanunu'nun bu devirde çıkarılmış olmasıdır. Nomos georgikos denilen Köylüler Kanunu (17), hür köylü ve stratioteslerin mülkiyet haklarını garanti altına almakta idi.


Herakleios hanedanının son temsilcisi II.Justinianos'un, özellikle Balkanlar'da geniş tehcir faaliyetinde bulunarak Anadolu'ya büyük çapta yabancı unsur yerleştirdiği bilinmektedir. Bunların çoğunluğunu, İslavlar yanında Avarlar ile Protobulgarlar'ın teşkil etmesi gerekir. (18) Bu devir için yegane Bizans kaynağı olan Theophanes, II.Justinianos devrinde, yani 7.asrın sonu ile 8.yüzyılın başlarında, Bithynia bölgesine iskan edilen ve Bizans ordusuna 30.000 kişilik bir kuvvetle katkıda bulunabilecek büyük Balkanlı gruplardan bahsetmektedir. (19)


Bizans tarih yazarları Vasiliev ve daha sonra bilhassa Ostrogorsky, eserlerinde, themalar sistemine her temaslarında, bu bölgelere büyük bir çoğunlukla İslavların yerleştirilmiş olduğunu iddia ederler.(20) Bilimsel hüviyetleri söz götürmeyen bu ünlü tarihçilerin, her hadiseyi mümkün olduğu nisbette ve hatta kaynakları zorlayarak islav gözlüğü ile müşahedeye çalıştıkları çok açıktır. Theophanes'in Balkanlar için kullandığı Sklavinia (21) tesmiye şeklinde, buradaki bütün halkın İslavlardan ibaret olduğu anlamını çıkarmak, kanaatimizce, olay ve ifadeleri belli bir kalıp içine zorlamaktan başka bir şey değildir, çünkü eski kaynakların, kabile ve hatta millet isimlerini titizlikle birbirinden ayırmadıkları bir vakiadır.


Özellikle Bizans kaynaklarında İskit, İslav, Türk, Pers adları daima dikkatsizce kullanılmıştır. Hatta Selçuklu Türklerine bile, Anadolu'nun pek büyüy bir kısmını fetettikleri , yani kendilerince çok yakından tanınmaları gerektiği halde, Anna Komnene tarafından persler denmekte tereddüd gösterilmemiştir. (22) Bu sebeple, görüşümüze göre, Anadolu'ya muhtelif Bizans imparatorları devrinde yerleştirilen grupların milli karakter ve bünyeleri ayrıca ve dikkatle incelenmediği sürece, bunlara İslav, Türk veya başka genel adlar vermek hatalı olur.


Anadolu topraklarının bütünlüğü bu şekilde 8.yüzyıl boyunca, ekseriya mağlup olarak, fakat yine de hemen hiç bir önemli arazi kaybına uğranmadan korunabildi. Ikonoklasmus (23), Tasvir Kırıcılık cereyanının devlet bünyesinde açtığı yaralar gerçekten ve kesin olarak kapanıncaya, yani 9.yüzyıl ortalarına kadar Anadolu themaları, askeri kudreti temsil etmeye devam ettiler. Themalar, bir taraftan şiddetini zaman zaman artırmakla beraber, hiç arası kesilmeden devam eden İslam akınlarına karşı koydular (24) ; diğer taraftan da Bizans devletine imparator ve hanedan fideliği vazifesi gördüler.


Herakleios hanedanının düşmesinden sonra Bizans'a hakim olan imparatorlar, çoğunlukla themaların kumandanları, yani strategosları arasından çıkmış ve bunlardan ikisi Isaurialı Leo ve Amorionlu Mikhail birer hanedan kurmuşlardı. Ancak kuvvetli thema strategoslarının, hükümdarların şahsı bakımından arzettikleri tehlike, bizzat aynı yoldan İstanbul tahtına ulaşmış olan imparatorlar tarafından yeterince farkedildiğinden , bu devre içinde themaların küçütülmesi cihetine gidildi. Böylece bunların sayısı artmış oldu.


Thema sayısının çoğalmasına diğer bir sebep de , savaş ccepheleri gereği, önemi artan bazı bölgeleri daha toplu ve gergin bir organizasyon içinde tutmak gayesi idi. Önceleri muhtelif adlarla, mesela kleisura, arkhont'luk, dux'luk, katepan'lık ve drungar'lık gibi, themalardan ayrılan özellik sahibi askeri bölgeler, sonradan bağımsız themalar  halinde teşkilatlandırılmışlardır. (25)


Ayrıca devlet için yeni bir tehdit teşkil eden Balkanlar'daki Bulgarlara karşı, mücadeleyi başarı ile yürütebilmek üzere imparatorluğun Avrupa arazisi üzerinde de yeni themalar kuruldu ve bunlara Anadolu themalarından stratiotes nakilleri yapıldı. Bu suretle devletin etnik yapısı da bir denge içinde tutulmaya çalışıldı. Her ne kadar Ostrogorsky, Balkanlar'da ve Yunanistan'da alınan tedbirlerle devletin bu bölgelerinin yeniden Grekleştirildiğini iddia ediyorsa da, bunun gerçekte pek tutar tarafı yoktur. (26)


Çünkü Bizans yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir Grek Devleti değildi ve arazisi içinde yapılan tehcir hareketleri de hiçbir suretle, esasen 4.yüzyıl sonunda Alarich'in Vizigotları tarafından büyük ölçüde imha edilmiş olan (27) Grek neslinin ihyası gayesini taşımamakta idi.


867 yılında kurulan ve Bizans tarihinin kudret bakımından zirvesini teşkil ettiği kabul edilen Makedonya hanedanı devrinde, themaların sayısı yeniden artmıştı. Daha 10.yüzyıl başında bu sayı Anadolu'da 17'ye, Avrupa arazisinde ise, Adalar'daki 2 deniz themasını da hesaba katacak olursak, 15'e yükselmiş bulunuyordu. Tagma adı verilen ve garnizonları hükümet merkezinde bulunan ücretli, askerliği meslek edinmiş kimselerden mürekkeb 4 büyük kuruluş ile birlikte bu themalar Bizans devletine tam bir askeri hüviyet vermekteydiler. 10.yüzyılın büyük imparator yazarı Konstantinos Porphyrogennetos, bu tagma ve themaların devlet hiyerarşisi içinde giderek artan önemlerini yeteri kadar açık bir şekilde belirtmektedir.


Onun devlet teşkilatına dair büyük eserinde (28) belirtilen maaş listelerine göre, Anadolu'da bulunan 12 büyük thema strategos'u ile tagmaların domestikos unvanını taşıyan 2 büyük kumandanı, yüksek saray rütbelerini haiz olan caesar, nobilisimos, kuropalates ve hükümdarın şahsi hizmetini gören birkaç hadım dışında, bütün devlet memurlarının en yüksek maaş alanları durumuna yükselmişlerdi. Bu cümleden olarak 10.yüzyıl başında hüküm süren imparator VI.Leo devrinde, en eski gelenğe sahip bulunan Anatolikon, Armeniakon ve Ege bölgesindeki Trakesion themalarının strategosları yılda 20'şer kilo altın maaş almaktaydılar. Tagmaların kumandanı olan domestikoslardan birisi devletin doğu , yani Anadolu, diğeri ise batı, yani Avrupa askeri kuvvetlerinin başkumandanı idiler. (29)


Görüldüğü gibi, 9.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Bizans'a ezici bir askeri hakimiyet devresi başlar. İşte tam bu sırada Abbasi hilafetinde, iç mücadeleler ve bölgesel hakimiyetlerin kurulmasına sebep olan karışıklıkların sonucu baş gösteren zaaftan da faydalanan Bizans doğuda savunma durumundan saldırıya geçmek imkanına kavuştu. Ancak batıda yeniden kuvvetlenen Bulgarların, imparatorluğun varlığını tehdid edebilecek bir şiddetle ortaya atılmaları, Bizans'ın doğu cephesinde başarıya ulaşmasını geçici bir süre için önledi.


Bu arada İslam ülkelerinde görülmeye başlayan emir'ül-ümera'lığa (30) paralel bir müessese tarihi gelişme gereği, Bizans'da da kuruldu. VI.Leo'nun meşru taht varisi, oğlu Konstantinos Porphyrogennetos, donanma kumandanı olan Romanos Lakapenos tarafından, kendisini müşterek imparator olarak kabule zorlandı.


Prof.Dr.Işın Demirkent
1071 Malazgirt Savaşı'na kadar Bizans'ın Askeri ve Siyasi Durumu
bu makale Tarih Dergisi, sayı 33 (1980-81), s.133-146'da yayımlanmıştır.
Bizans Tarihi Yazıları (kitap)




1) Roma'nın cihanşümul devlet düşüncesinin Bizans'ta devamı sorunu çok incelenmiş ve kabul olunmuş bir keyfiyettir. Bu hususta son olarak krş.Rubin,B.,Das Zeitalter Justinianus I, Berlin 1960, s.122 vdd. ve Ostrogorsky, G.,Geschichte des byzantinischen Staates, München 1963 (3), passim (bu eserin Türkçe çevirisinin basımı tamamlanmak üzeredir; Işıltan, F. Bizans Devleti Tarihi, TTK yayınlarından. Bu makalemizde basılmış olan metin kısmından faydalanmıştur), Levçenko, bizans, terc.Berktay, E. İstanbul 1979, s.75
2) Bk.Ostorogorsky, ayn. esr.s.25
3) bk.Ostrogorsky, Levçenko
4) Ostrogorsky
5) İstanbul'un Avarlar ve İranlılar tarafından müştereken kuşatılması, Ostrogorsky.
6) Thema'lar Sistemi hakkında geniş bilgi özellikle Gelzer'in Die Genesis der byzantinischen Themenverfassung (1899) adlı eserinde mevcut olup, daha sonra bu konu bir çok eser ve makalede işlenmiştir. (buraya not: Hocamız 1899 tarihli bir kitabı kabul edip önerirken, bu tarihlerde yazılmış ve Türk tarihini anlatan bu kitaplara "bazılarımız" çöp diyor da! - SB)
7) Ostrogorsky
8) Bu hususta; Stein,E. Ein Kapitel vom persischen und vom byzantinische Staat (1920); Darko,E. Influances touraniennes sur Vevolution de l'art militaire des Grecs, des Romains et des Byzantins, Byzantion (1935); ayn.mlf.Le role des peuples nomades cavaliers dans la transformation de l'Empire romain aux premiers siecles du Moyen Age, Byzantion (1948)
9) Köprülüzade Mehmet Fuat, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri hakkında bazı mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I, 1931, ve özellikle Barkan, Timar Maddesi
10) Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi
11) Bizans'ın etnik yapısı bakımından Runciman Byzantium and the Slavs, özellikle İslavlar ve bunun yanında protobulgar ve Avarlar hakkında toplu ve faydalı bilgi vermektedir.
12) Bilindiği üzere İran'a karşı Herakleios Kafkas kabileleri ile işbirliği yaptığı gibi Hazar Türkleri ile de ittifak akdetmişti. Bu hususta Ostrogorsky.
13) İslam fütuhatının sebep ve neticeleri için bk.Vasillev, A.A. Bizans imparatoluğu Tarihi, terc. Mansel,1943; Işıltan, F.Urfa bölgesi Tarihi,1960, burada gerekli bibliyografya verilmiştir.
14) Krş.de Goeje, Memoire sur la conquete de la Syrie, Leiden, 1900
15) Bu hususta krş.Wellhausen İslamın en eski tarihine giriş, terc.Işıltan F,1960; Arap Devleti ve Sukutu, 1963
16) Arapların İstanbul kuşatmasını kaldırdıktan sonra geri dönüşlerinde Anadolu içinde bizanslıların saldırısına uğrayarak çok kayıp verdikleri İslam ve Bizans kaynaklarında tafsilatlı bir şekilde anlatılmıştır. Bu kaynakalrın tenkitli bir incelemesini Wellhausen Die Kampfe der Araber mit den Romaern in der Zeit der Umaijiden Nachrichten der Gesellschaft der Wissenschaften zu Göttingen, 1901, yapmıştır.
17) Bu hususta Ostorgorsky
18) Theophanes Chronicon, nsr.de Boor
19) Theophanes
20) Vasiliev, Ostorogorsky, ayrıca Runciman
21) Theophanes
22) Michel Psellos Chronographie, 1928; Anna Komnene Alexiade, 1937-45 Perse maddesi
23) Bizans tarihinin önemli bir safhasını teşkil eden tasvir kırıcılık devri hakkında bk.Vasiliev; Ostrogorsky
24) Bu devrenin Bizans-İslam mücadelesi bütün kaynakları ile Vasiliev tarafından incelenmiştir. Byzance et les Arabes,1935.  Byzantium adlı toplama eserde Bizans-İslam münasebetlerini güzel bir şekilde hülasa etmektedir.
25) Krç.Ostrogorsky
26) ayn.esr.
27) bk.Seeck,O.Geschichte des Untergangs der antiken Welt,1921
28) De administrando imperio, terc. Moravcsik Jenkins, 1949
29) Ostorgorsky
30) Emir'ül-ümera'lık hakkında son olarak bk.Yıldız,H.D.Abbasiler'de Emirülümeralığın ortaya çıkışı, Tarih Enstitüsü Dergisi sayı 10-11, 1979/80


_________




"Bizans imparatorluğundaki etnik mozaik içinde bulunan 
Türk varlığının sayısı, hiç de küçümsenemeyecek kadar çoktu."
Prof. Dr. Işın Demirkent 
TÜRK TARİH KURUMU 







"Helenleştirme çabaları ve özellikle Hıristiyan kilisesinin bağnazlığı yüzünden kısa sürede Anadolu’da yerli diller artık konuşulmaz olmuştur. Anadolu’da en eski devirlerden beri konuşulmakta olan yerli ve onlara ilaveten yeni gelen kavimlerin konuştukları dillerin yok olmasının bir nedeni de, 6.yy.’ın ortalarına, yani Justinian Devrine kadar Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunun resmi dili olan Latince’nin kaldırılıp, yerine Grekçe’nin konmasıdır. Yani bir taraftan devlet idaresinde resmi dilin Grekçe olması, diğer taraftan zorla ve inanılmaz bir misyonercilik ruhuyla Hıristiyanlaştırılan insanlara kiliselerde Grekçe’nin neredeyse mecburi dil olarak konması ve İncil’in de Grekçe olması, 
Anadolu’nun yüzeysel olarak da olsa Helenleşmesini sağladı. 

Evet bu Helenleşmenin gerçekten çok yüzeysel kaldığı gerçekten özellikle vurgulanmalıdır. Çünkü bölge Arap istilaları sonucu Roma-Bizans tahakkümünden kurtulur kurtulmaz, Helenleşmenin birlikte getirdiği yer isimlerindeki yapmacık Grekçe unsurların yerini, eskiden olduğu gibi yerli isimler veya Sami veya Arami kökenli isimler almıştır. Yani Büyük İskenderle başlayıp Arap istilalarına kadar geçen yaklaşık 1000 senelik bir dönemde (M.Ö.333-650) 
Kilikya, Kuzey Suriye ve kısmen de olsa Anadolu asla Helenleşmemiştir.....

Anadolu’nun sadece yüzeysel olarak Türkleştiğini savunanlar bilmelidirler ki, 
bu toprakların Helenleşmesi veya Hıristiyanlaşması da aynı şekilde yüzeysel kalmıştır. 
Bundan dolayıdır ki, az sayıda Türk işgalleri ülkeyi çok kısa bir zaman içinde Türkleştirebilmiştir. 
Batı tarihçilerinin anlayamadıkları, bir fenomen olarak baktıkları olay, işte budur. "
Prof. Dr. Ahmet ÜNAL 
Münih Üniversitesi Assuriyoloji ve Hititoloji Enstitüsü 
Eski Anadolu Dilleri ve Kültürleri Bölümü Başkanı
"HİTİT İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞINDAN BİZANS DÖNEMİ’NİN SONUNA KADAR ADANA VE ÇUKUROVA TARİHİ."
Bu konuşmasını ÇÜ FEF Arkeoloji Bölümü’nde 22.04.2000
tarihinde gerçekleştirmiştir.





"...dilbilimsel kanıtlar, bizi Ege'ye gelen Yunanca konuşan göçmenlerin anaerkil etkiler altına girdikleri sonucuna vardırmıştır.... Ege havzası hiçbir zaman bütünüyle Hellenleştirilmemişti.... Yunan dili ancak İskender'in fetihlerinden sonra Anadolu'nun iç bölgelerine sokulabildi.... İÖ. dördüncü yüzyıla gelinceye değin, 
Girit'in kimi yörelerinde hala Yunanca olmayan bir dil konuşulmaktaydı.
Kesin bir sınıflama olarak Hint-Avrupa kavramının kendisinin bile yeniden gözden geçirilmesi gerekebilir.” 
George Thomson 
Tarih Öncesi Ege.


"19.yy'a kadar 'Bizans İmparatorluğu' diye bir ad yoktu!"
Prof.Dr.Semavi Eyice






ilgili






31 Ağustos 2015 Pazartesi

Tarihçi Pachymeres ve Atman (Osman Gazi)





“Bizans kayıtlarına göre Osman veya Osmanlı ismine rastlamıyoruz. Osman Bey’e “Atman” diyorlar. Osmanlıya “Atmanik” diyorlar. Osmanlı da bu “Atma” adına Arapça aidiyet eki olan (i) harfini ekleyerek kendine “Atmi” diyor. Aslında Ertuğrul, Orhan, Gündüzalp, Aydoğdu gibi öz Türkçe isimlerin arasında bir Arap adı olan “Osman” isminin bulunmasına tarihçiler bir mana verememekte ve “Atman” adına daha sıcak bakmaktadırlar...Zaten yerel adı “Osman” değil, “Otman” dır.”
Prof.Dr. Levent KAYAPINAR.  





Dönemin tarihçisi Pachymeres "Atman" adını kullanır.











" The Alans, who should at least have been holding the rearguard had already made the crossing to Gallipoli; and once there they refused to lay down their arms. They had to be coerced into surrendering and begging the Emperor's foregiveness. Almost at the same time, in July 1302 the rest  of the alans, who had been sent to help hold the frontier at the Sangarios river in Bithynia, were driven back by the Turks. They were commanded by one of the Mouzalon family, and the total strength of the Byzantine army was not above 2000. The Turks numbered some 5000 and they were led by as ghazi emir to whom Pachymeres, writing only about five years later, gives the name of Atman (died 1326). This is the first mention in a contemporary source of Othman or Osman, the founder of the Ottoman or Osmanlı state." 

Donald M.Niool - The Last Century of Byzantium 1261-1453




"The only contemporary Byzantine reference to Osman Gazi is by the chronicler George Pachymeres. According to Pachymeres, the emperor Andronicus II Palaeologus (r.1282-1328) sent a detachment of 2000 men under a commander anmed Muzalon to drive back a force of 5000 Turkish warriors under Osman (whom he calls Atman) who had encroached upon Byzantine territory. But Osman forced Muzalon to retreat, which attracted other Turkish warriors to join up with him, in the spirit of gaza, or holy war against the infidel, attracted also by the prospects of plunder" 

John Freely, The Grand Turk: Sultan Mehmet II








PACHYMERES, Georgios (ö. 1310 [?])
Osmanlılar hakkında bilgi veren ilk Bizans tarihçisi.

1242 yılında İznik’te doğdu. İstanbul’un Latinler tarafından işgali üzerine bu şehre göç etmiş İstanbullu bir ailenin çocuğudur. İlk öğrenimini İznik’te tamamladı, 1261’de Latin işgalinin sona ermesi üzerine ertesi yıl İstanbul’a gitti. Burada Niketas Choniates’in eserinin devamı olarak 1203-1261 yılları arasındaki olayları anlatan Chronike Syngrafe’nin yazarı ve döneminin en ünlü âlimi Georgios Akropolites’in öğrencisi oldu. 


Klasik kültür konusunda aldığı eğitim ve bu konudaki yeteneğiyle kısa zamanda dinî ve siyasî makamlara ulaştı. Önce Ayasofya Kilisesi’nde papaz yardımcılığı (diakonos/diyakoz/zangoç) yaptı. Ardından papazlar yargıç meclisinde görev aldı ve saraylılar hiyerarşisine girdi. 1265’te Bizans’ta siyasî-dinî bir makam olan noterliğe yükseldi, 1277’de havâri tarihi öğretmeni (didaskalos tou apostolou) oldu, 1285’te “hieromnemon” makamına geldi. Son olarak Ayasofya Kilisesi dinî heyetinin ileri gelenlerinin hiyerarşisi içinde en önemli makam olan ve Ayasofya’ya sığınan köle, borçlu ya da cinayet zanlılarını dinleyerek günahlarından arınmaları için ceza veren “protekdikos”luğa yükseldi. 


Böylece, sarayda XI. yüzyıldan itibaren imparatorun din adamlarına ve halktan insanlara, VIII. Mikhail döneminden itibaren de sadece din adamlarına verilen en alt kademedeki yargıç rütbesi olan “dikaiophylax” unvanını aldı. Bu görevler Pachymeres’in hem kilise hayatını hem de imparatorluk ailesiyle devletin ileri gelenlerini yakından tanıma imkânı verdi. Kilisenin ileri gelenleri olan Jean Bekkos, İskenderiyeli II. Athanasios ve Theodosios Prinkipos’la dostluk kuran Pachymeres, Latin ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesi konusundaki yoğun tartışmalar sırasında birlik fikrine muhalefet etti (Karagiannopoulos, s. 333-334). Ölüm yılı hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Tarihinin 1307 yılı olaylarıyla kesilmiş olmasından hareketle bu tarihten sonra 1310’da öldüğü tahmin edilir.


Georgios Pachymeres’in günümüze sekiz eseri ulaşmıştır. Bunlardan ilki on iki bölümden meydana gelen Aristoteles’in Felsefesinin Özeti’dir. İkinci eser, antik Yunan hatiplerinin çok tanrılı dünyadan aktardıkları güzel konuşma konularını içeren Belagat Egzersizleri’dir. Üçüncü eseri matematik, astronomi ve müziğe dair Quadrivium’dur. Dostu İskenderiyeli II. Athanasios’a bir ithaf mektubuyla başlayan Pseudo-Ddenys Areopagite’nin Eserinin Yorumlanması dinî mahiyet taşır. Diğer teoloji konulu çalışması, Lyon’da imzalanan kiliseler birliği antlaşmasını Ortodoks gözüyle değerlendirdiği Aziz Ruhun Kitabı’dır. İskenderiyeli II. Athanasios’a Yazılmış İki Mektup ve Çeşitli Şiirler başlığı altındaki eseri yedinci çalışmasıdır. 


Georgios Pachymeres’in Türk ve İslâm tarihi açısından en önemli eseri 1260-1307 yılları arasını kapsayan Syngrafikai Historiai adlı kitabıdır.


Eser, İstanbul’un 1261’de Bizanslılar tarafından yeniden alınmasından sonra VIII. Mikhail (1259-1282) ve II. Andronikos (1282-1328) dönemi tarihinin en güvenilir ve en ayrıntılı kaynağıdır. VIII. Mikhail devri altı kitap halinde olup diğer kısımlar 1307’ye kadar II. Andronikos zamanının olaylarını ihtiva eder. Kitapta basit bir anlatımdan ziyade edebîlik ve belâgat ön planda tutulmuş, Homeros’tan beri gelen tarihçilik geleneği sürdürülmüştür. Coğrafî yer adları ve kavim isimleri için Attiki lehçesinde kullanılan antik isimler tercih edilmiş ve adları unutulmuş pek çok yer ismi yeniden canlandırılmıştır. Bizans içindeki olaylar anlatılırken yer yer eleştiriler de yapılır. Yazar özellikle İmparator VIII. Mikhail’i eleştirir, onun ikiyüzlülüğünü ve asabiliğini vurgular.


Pachymeres, 27 Temmuz 1302’de vuku bulan Bafeus (Bapheus) savaşında Osman Bey’i zikreden ilk tarihçidir. Ancak eserinde sadece Osmanlılar’dan bahsetmez, Türk kavimlerinden olan Bulgarlar’a, Kumanlar’a, Memlükler’e, Moğol ve Tatarlar’a, Selçuklular’a da değinir. Kitapta Deştikıpçak’ta Altın Orda hanları Batu, Berke ve Mangıt emîri Tokta’dan, kumandan Nogay’dan; Selçuklu sultanları Gıyâseddin Keyhusrev, İzzeddin II. Keykâvus, oğulları Mansur ve Mesud, kardeşi Rükneddin IV. Kılıcarslan’dan; Dobruca’da Sarı Saltuk’tan; İlhanlı hanları Abaka, Argun, Geyhatu, Gāzân, Olcaytu’dan; Karesioğulları Beyliği’nden; Germiyan sülâlesinden; Menteşe Beyliği’nden; Osmanlı Beyliği’nden ve Candaroğlu Süleyman Paşa’dan; Marmara ve Batı Anadolu’da Bizans’a akınlarda bulunan pek çok Türk beyinden söz edilir 


(Pachymeres’in eserinde verilen bilgilerin dönemin diğer kaynaklarıyla karşılaştırılmadığı zaman ne gibi yanlış yorumların yapılabileceği ya da bu mukayeseli çalışma sayesinde anlaşılmaz gibi görünen pek çok metnin ve kelimenin nasıl çözüleceği hakkında bk. Beldiceanu-Steinherr, XXXII [2000], s. 425-434). 


Pachymeres’in eserinde Türkler’le ilgili başlıca konular şöylece sıralanabilir: 
1258-1261’den sonra Türkler tarafından doğu sınırındaki dağların işgali; 
Kotis’in tavsiyesi üzerine Mikhail Palaiologos’un Türkiye’ye kaçması (1256); 
Mikhail Palaiologos’un Türkiye’den dönüşü ve Makedonya seferi (1257); 
Tatarlar tarafından Türkiye’nin istilâsı ve Sultan İzzeddin II. Keykâvus’un kaçışı (1260); 
önceki imparatorların Tatarlar’a karşı tavrı (1260); 
VIII. Mikhail’in Tatarlar’a ve Mısırlılar’a gönderdiği elçiler (1261); 
Mısırlılar’ın Suriye’yi alması ve Nogay’ın Kırım’a yerleşmesi (1261); 
Sultan İzzeddin’in Enez’e, daha sonra Kırım’a kaçışı ve VIII. Mikhail tarafından çıkarılan tehlike (1264); 
İznik’in Tatarlar’ca istilâsına dair yanlış bilgilendirme (Şubat 1265); 
Nogay ve Tatar istilâları (Bulgaristan’dakiler, 1268); 
Tralles’in Türkler tarafından daha sonraki alınışı (1283-1284); 
I. Ioannes Angelos’u yenmek için VIII. Mikhail’in Tatarlar’a başvurması (1282 sonbaharı); 
Tatarlar’ın Trakya’dan gitmesi ve iktidarın II. Andronikos’a geçmesi (Aralık 1282); 
Alexsis Philandropenos’un etrafındaki Türkler’in tavrı (1296); 
Nogay’ın ölümü (1299) ve Teodor Svetoslav’ın tahta çıkışı (1297); 
II. Andronikos’un gayri meşrû kızının Tokta Han ile evlenmesi (Ağustos 1297); 
Leon Muzalon’un Bapheus’ta yenilgiye uğratılması (1302); 
Koitzimpaxis aracılığıyla II. Andronikos’un Solymampaxis’ le ittifak kurması (1302); 
genel yıkım ve Türk emîrlerinin ilerlemesi önünde Anadolu’dan göç edilmesi (1303); 
Anadolu’da Türkler’in ilerleyişi ve halkın mutsuzluğu (1304); 
Türkler’in Menderes Tripolisi’ni alışı (1304); 
Türkler’i yenmek isteyen Ioannes Choiroboskos adındaki çete başının ortaya çıkışı (1304); 
İlhanlı Gāzân Han’ın ölümü (1304); 
Andre Morisko tarafından Anadolu’da Katalan ordusundaki Türkler’in geri dönüşüne yasak konulması (1305 yazı); 
Bizans ordusunda yer alan Türkler’in ve Alanlar’ın ayrılması (1305 yazı); 
Kouboukleia’nın Türkler tarafından alınması (1305 yazı); 
Thyraia’nın işgalinden sonra Emîr Sâsân’ın Efes’i (Ephese) alması (Ekim 1305); 
Türk Melek İsaak’ın imparatorluk lehine davranması (Ekim 1305);
İzzeddin’in bir akrabasıyla evlenen Melek İsaak’la II. Andronikos arasındaki antlaşma (Temmuz 1306); 
Katalanlar tarafından Melek İsaak’ın ihanetinin ortaya çıkartılması ve onun idam edilişi (1306 sonbaharı); 
Türkler’in İznik yakınındaki Trikokkia Kalesi’ni zaptı (1307 ilkbaharı).


Eserin on üç nüshası bilinmektedir. Bunların büyük bir kısmı birbiriyle uyum göstermekle birlikte zaman zaman farklılıklar da görülür. Bu yazmalardan üçü Pachymeres’in eserinin basımında ve değerlendirilmesinde esas alınmıştır (bunlar Monecensis graecus 442, Vaticanus Berberinianus graecus 198 ve Vaticanus Berberinianus graecus 203 numaralarıyla Vatikan’da muhafaza edilmektedir). 


Özellikle sonuncu yazma, P. Poussines’in 1666’da Roma’da Pachymeres’in eserinin ilk altı bölümünü kapsayan kitabına ve 1669 yılında yayımladığı, Pachymeres’in yedi ve on üçüncü kitaplarını kapsayan bölümlerini ihtiva eden eserine temel teşkil etmiştir. Poussines’in neşrettiği Pachymeres’in bu eseri 1729’da Venedik külliyatı içinde XIII. cilt olarak yeniden yayımlanmıştır. Poussines bu çalışmasında her zaman Grekçe el yazmasının metnine sadık kalmamış, Venetus Marcianus graecus 404’te bulunan, Pachymeres’in eserinin daha basit bir Yunanca ile yazılmış özeti olan yazmayı da sık sık kullanmıştır. 


Poussines’in çalışması, 1835 yılında I. Bekker’in desteğiyle Bonn külliyatı içinde iki cilt halinde yeniden basılmıştır. Bekker bu yayımda Roma baskısında görülen imlâ hatalarının bir kısmını düzeltmiş, ancak çeviriden kaynaklanan hataları düzeltmeden bırakmıştır. Buna rağmen Bonn baskısı, Pachymeres’in eserinin 1666-1669 ve 1729 yayımlarından sonra gerçek anlamda ikinci baskı olarak kabul edilmelidir. 


Eser, 1865 yılında J. P. Migne’nin Paris’te neşrettiği Patrologiae Cursus Completus: Series Graeco-Latina içinde 143 ve 144. ciltler halinde Bekker’in Bonn baskısını esas alarak bir defa daha yayımlanmıştır. 


P. Poussines’in neşrini esas alan L. Cousin kitabı Fransızca’ya (Historie de Constantinople depuis le règne de l’ancien Justin jusqu’à la fin de l’empire, VI. l’Historie des empereurs Michel et Andronique, écrite par Pachymere, Paris 1685), A. Karpov da Rusça’ya (Georgija Pachimera Istorija o Michail i Andronik Paleologach trinacat knig. I. Carstvovanie Michaila Paleologa [1255-1282], St. Petersbourg 1862) çevirmiştir. 


Pachymeres’in eserinin yayımları ve çevirileri Poussines’in yaptığı yayıma dayandığından onun yaptığı hatalar ve açıklamalar daha sonra modern tarihçiler tarafından pek çok keyfî yorumun yapılmasına ve tarihî muhtevanın bozulmasına sebep olmuştur (Beldiceanu-Steinherr, XXXII [2000], s. 425-434).


Eserin modern bir edisyonu Vatikan, Paris, Tübingen ve Atina gibi şehirlerin kütüphanelerinde muhafaza edilen, 1308-1650 yılları arasında istinsah edilmiş on yedi yazma üzerinde karşılaştırmalı çalışma yapılmak ve Vaticanus Berberinianus graecus 203 nüshası temel alınmak suretiyle Vitalien Laurent ve Albert Failler tarafından gerçekleştirilmiştir (Pachymérès, Relation historiques [ed. Albert Failler], I-II, Paris 1984-2000 [Corpus Fontium Historiae Byzantinae XXIV: 1-2, Series Parisiensis]). 


Pachymeres’in eserinin metni bu son baskıda dört cilt halinde yayımlanmış, V. ciltte indeksi verilmiştir. İlk dört ciltte orijinal Yunanca metin tek numaralı sayfalarda gösterilirken Fransızca çevirisi çift numaralı sayfalarda yer almıştır. Bu yayımın orijinal yazmaları karşılaştırmanın dışında diğer bir özelliği, Pachymeres’in olayları anlatırken sürekli biçimde hikâyesini keserek geriye dönük olaylar hakkında bilgi verme alışkanlığından kaynaklanan ve modern araştırmacılara olayların kronolojisini tesbitte zorluk çıkaran unsurların diğer tarihî kaynaklara dayanılarak dipnotlarla açıklanmış olmasıdır.


Doç.Dr.Levent Kayapınar  


BİBLİYOGRAFYA:

I. Bekkerus, Georgh Pachymeris de Michaelle et Andronico Palaelogis, Bonn 1835, I-II; J. P. Migne, Patrologiae Curcus Completus, series Graeco, Paris 1857-66; a.e., series Latina, Paris 1844-1855; K. Krumbacher, Geschichte der Byzantinischen Litteratur, München 1897, s. 288-291; M. E. Colonna, Gli Storici Bizantini dal IV al XV Secolo, Napoli 1956, s. 93-95; G. Moravcsik, Byzantinoturcica, Berlin 1958, I, 280-282; I. E. Karagiannopoulos, Pegai tes Byzantines Historias, Thessalonike 1970, s. 333-334; A. M. T., “Pachymeres, George”, The Oxford Dictionary of Byzantium (ed. A. P. Kazhdan v.dğr.), New York 1991, III, 1550; I. Beldiceanu-Steinherr, “Pachymères et les sources orientales”, Turcica, XXXII, Paris 2000, s. 425-434.
















_____________________
_____________________








2 Temmuz 2014 Çarşamba

İbrahim ve Karısı Sara’nın Mısır’a Gidişi





Kutsal Evlenme ile ilgili diğer bir anlatı da Tevrat’ta var, Kur’an’da yok. Ona karşın İslam efsanelerinde bulunuyor. O da üç dinin atası sayılan İbrahim Peygamber ile karısı Sara’nın Mısır’a gidişi serüveni. Olay kısaca şöyle:

"Filistin’de bir kıtlık olmuş. Bunun üzerine İbrahim karısı Sara’yı alarak Mısır’a gitmiş. Sara yaşlı olmasına karşın çok güzelmiş. O yüzden İbrahim Mısır Kralı’nın onu güzel olduğu için alacağından ve kendisini öldüreceğinden korkmuş ve karısına, “seni kız kardeşim olarak tanıtayım” demiş. Mısır’a gittiklerinde gerçekten Mısır Kralı, Sara’nın güzelliğini duymuş ve habercileri gönderip doğruluğunu anlayınca hemen kadını saraya getirtmiş. Fakat İbrahim’in Allahı krala çok kızmış. Kadını aldı diye saraya birçok felaket vermiş. İki yıl sonra kral bu felaketlerin İbrahim’in karısı yüzünden olduğunu öğrenmiş ve onu çağırıp, neden karısı olduğunu söylemedi diye sitem etmiş. İbrahim’e karısının yanında bir cariye, ayrıca pek çok altın, gümüş ve hayvan vererek memleketine göndermiş. Ayrıca beraberinde götürdüğü ölen kardeşinin oğlu Lut’a birçok mal vermiş ve onlar zengin olarak Filistin’e dönmüş."







Bu öykü daha önce de belirttiğimiz gibi Kur’an’da yok. Fakat İslam kaynaklarında birkaç türlü anlatılmış. Tevrat araştırıcıları için bu konu büyük bir gizem taşıyordu. Çünkü İbrahim karısı için kız kardeşim diyerek yalan söylediği halde neden tanrı İbrahim’i cezalandıracağı yerde kralı cezalandırıyor? Neden Kral İbrahim’e zengin hediyeler veriyor? Yaptığımız araştırmada Kumran belgeleri yoluyla bunun da İnanna’nın Kutsal Evlenme öyküsü ile özdeşleştiğini gördük.(1) Bu belgede yazılanlar şöyle:

İbrahim Mısır’a giderken bir rüya görmüş. Rüyada yan yana duran iki ağaçtan biri sökülüyormuş. Öteki ise onu sökmeyin diye ağlıyormuş. İbrahim bu rüyasını karısına anlatmış. O da onu öldürecekleri, kendisini alacakları şeklinde yorumlamış. Bunun üzerine karısı ona “Ben senin kız kardeşin olduğumu söyleyeyim, böylece seni kurtarayım” demiş. Ve gerçekten öyle yapmış. 

Buradaki rüya, olayın Sumer bağlantısını sağladı. Tanrıça İnanna kocasını kızgınlıkla yeraltına göndermiş, o da Güneş tanrısı’na yaptığı ricayla kurtulmuştu yeraltından. Yeryüzüne çıktığı zaman kocası Dumuzi kırlarda yatarken bir rüya görmüş. Yan yana duran iki kamıştan biri çıkarılıyormuş. O bu rüyayı, rüya tanrıçası olan kız kardeşine anlatmış. O da kamışlardan birinin kendisini, diğerinin Dumuzi’yi simgelediğini, çıkarılan kamışın onun tekrar yeraltına götürüleceği anlamına geldiğini ve buna kendisinin üzüleceği yorumun yapmış. (2 ) Sara kocasına “kardeşim” demiş ve onu kurtarmak için saraya belirli bir süre için gitmiş. Rüya tanrıçası da kardeşinin süresiz yeraltında kalmaması için tanrılar meclisinin kararıyla onun yerine yarım yıl kendisi gitmiş. 

Sumer Kutsal Evlenme Töreninde tanrı yerine kral, tanrıça yerine bir başrahibenin evlenmesi, saygın bir kadın olan Sara ile kralın evlendirilmesi ile paralel. Bu evlenme sonucu Sumer’e bereket geliyor, bütün ürünler çoğalıyor, halk zenginleşiyor. Sara ile kralın evlenmesi son bulunca İbrahim ve yeğeni Lut da kraldan bol hayvan, altın, gümüş alarak zengin oluyorlar.

Anlaşılacağı gibi din kitaplarında tanrının yazdırdığı söylenen bu konular ile Sumer efsaneleri arasında küçümsenemeyecek benzerlikler var. Sumer efsanesi M.Ö. 2000 yıllarında yazılmış. Ona karşın Tevrat 500 yıllarında kaleme alınmış, arada 1500 yıllık bir zaman aralığı var. Efsane ağızdan ağıza geçerken yeni çıkan kültürlerin de etkisiyle yeni motifler eklenmiş, İsrailler’de onu İbrahim hikayesine oturtmuşlardır.



Muazzez, İlmiye Çığ
Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği

1) Kumran belgeleri İsrail Ölü Deniz civarındaki mağaralar içinde 1946’da küpler içinde bulunan deriler üzerine en az 2000 yıl önce Arami ve İbrani dilinde yazılmış belgelerdir. Bu metnin yayımlandığı yer Yigel Yadin, The Message of the Scrolle, New York, 1962, s.145 vd.

2) Muazzez İlmiye Çığ
"İbrahim Peygamber" ile "Çiviyazılı Belgelere ve Arkeolojik Kazılara Göre, Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni"



"En sonunda Dumuzi'nin kız kardeşi rüa tanrıçası Geştinanna tanrılar meclisine başvurarak kardeşinin yerine yarım yıl yeraltında kalmayı kabul ederek Dumuzi'yi yarım yıl özgür bırakır. Yeryüzüne çıkan Dumuzi karısı İnanna ile tekrar birleşir. Bununla yeni bir yıl başlar. Ortalık yeşillenir, tahıllar büyür, hayvanlar döllenir. Böylece ülkeye bereket gelir" .... M.İ.Çığ , aynı eser



Greklerin mitolojisindeki PERSEPHONE - DEMETER ; 
fazla söze gerek var mı? 



ABRAM (Türk Mitolojisinde bir deniz tanrısı), SARI (Abram'ın karısı)I,TÖRE(Abram'ın babası) UR şehrinden göçtükten sonra ABRAHAM,SARAH,TARAH olur.
M.Ünal Mutlu



TANRI ELÇİSİ İBRAHİM - Prof.Dr.Firudin Ağasıoğlu

link





__________/________




İBRAHİM, HACER, SARA ve SÜNNET

İbrahim ve Sara yaşlılık dönemlerinde ve çocukları yoktur. Törelerine göre Sara İbrahim'e çocuk verebilecek bir köle hediye etmelidir. Haceri le İbrahim'in evliliklerinden bir oğulları olur. İlk oğul olmasından dolayı babasının soyunu sürdürecek ve halkının lideri ilan edilecek, mirasını alacaktır... Sara bu duruma bozulur, çünkü Sara "özgür" kadındır, lakin Hacer "köle"dir, onu aşağılar ve hor görür, kabul edemez.... Aradan zaman geçer Sara'nın da bir oğlu olur (!) , lider olacaktır, çünkü "özgür" bir anneden dünyaya gelmiştir. Hacer ve İsmail kabileden kovulmalıdır. Ama İbrahim'in Mısır'da gördüğü "sünnet" geleneği aklına gelir ve her nasılsa bir vahiy (!) iner. Kabilesindeki bütün erkekler "sünnet" ettirelecektir. İsmail 8 yaşlarındayken İshak ise 8 günlük sünnet olur. Hacer ve İsmail (!) Mekke'ye gönderilir, İsmail Arapların atası , İshak ise Yahudilerin atası sayılır.



(!) 
Acaba gerçekten de Sara'nın çocuğu olmuş mudur? 
Yoksa Arapların üzerinde hakimiyet kurmak amacıyla mı uydurulmuştur?
Vahiy mi inmiştir, yoksa bu sadece bir gözlemden mi ibarettir?
Neyse ki Sumer'den alıntılandığını biliyoruz, yani bu "hikayede" yakıştırma olabilir....

Saygılar 
SB.








resimler:
Beni Hasan (Minya) 'daki Khnumhotep ,3.mezar'dan. Bu freskteki insanların Asyatik kökenli olduğu açıklanmıştır. İbrahim ve soyunu temsil edebileceği de. Khnum-Hotep freskleri MÖ.2binlere tarihlenmektedir, Khnum-Hotep 12.hanedanlık döneminde vezirlik yapmıştır (MÖ.19.yy). Mezar ilk kez 1894'te Jacques de Morgan tarafından kazılmıştır. 




________________________

17 Nisan 2013 Çarşamba

ATATÜRK VE TÜRKİYE’DE ÇİVİYAZILARI BİLİMİNİN BAŞLAMASI



İstanbul Arkeoloji Müze ziyareti , 1933


Pek sayın dinleyiciler,

Beni fahri doktora ünvanıyla şereflendiren İstanbul Üniversitesine, bu ünvana uygun gören Anadolu Dilleri ve kültürleri Bölüm Başkanı sayın Prof. Ali Dinçol’a, Edebiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Taner Tarhan’a, İstanbul Üniversitesi Rektörü sayın Prof. Kemal Alemdaroğlu’na ve sayın senato üyelerine en candan teşekkürlerimi sunarım. Böyle bir unvanı alacağımı hiç düşünememiştim. Çok mutlu oldum. (9.Ekim.2000)

Bazıları bana “geç kalındı′ dediler. Bunu asla kabul etmiyorum. Çünkü benim Sümer’i halkımıza tanıtma çabalarım ancak şu on yıl içinde oldu. Müzedeki çalışmalarım görevimdi. Emekli olduktan sonra yaptıklarım zorunlu görevim değildi. Atatürk’ün ve halkımızın bana sağladığı imkânlarla bu konuları öğrenmiştim. Bu yolla onlara olan borcumu ödemeye çalışıyordum.

Böyle bir girişten sonra her zaman karşılaştığım “niçin sümerolojiye girdiniz?” sorusunu yanıtlamak istiyorum. 

Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmış ve ilk kez ilkokul öğretmenleri oraya kabul ediliyordu. Öğretmen okulundan ve öğretmenlikten arkadaşım olan merhum Halice Kızılyay ile, öğretmenlere verilen bu haktan yararlanmak üzere 15 Şubat 1936′da Ankara’ya gittik. Fakülteye başvurusu m uzda bize, derslerin 1.5 ay önce başladığı, hocası yeni gelen Hititoloji şubesine girmemizin yerinde olacağı söylendi. Yanında Sümeroloji, arkeoloji ve Almanca dersleri alacaktık. Bizler fakülteye kabul edildiğimiz için büyük bir sevinç, fakat alacağımız derslerin ilk duyduğumuz isimlerinden dolayı büyük bir şaşkınlık içindeydik. Kaydolduğumuz odadan çıkınca birbirimize bunların nasıl dersler olduğunu sormaktan kendimizi alamadık. İşle böylece bilinçsiz olarak girmiştik bu bölüme.

İkinci soru, “Niçin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştı o zaman?” 

Bunu yanıtlamak için Önce içinde yaşadığım Mustafa Kemal Atatürk’ün kültür devriminden biraz söz etmek istiyorum.

Cumhuriyetin ilanından kısa bir süte sonra eğitim reformu başladı. Çünkü Atatürk bir milletin ancak eğitim yoluyla uyanacağına ve aydınlanacağına inanıyordu. Bunun için ilk olarak din eğitimi yapan okullar yerine tek eğitim yapan çağdaş eğitim verecek ilkokullar ve liseler açıldı ve din okulları kaldırıldı. Eğitimin kolaylaşması için öğrenilmesi zor ve Türkçeye hiç uymayan Arap yazısından yeni yazı sistemine geçildi. Yüksek okul olarak yalnız İstanbul Üniversitesi vardı, o da günün koşullarına göre eğilim vermiyordu. Gerek İstanbul Üniversitesi’nde yapılacak reform, gerek açılması düşünülen yüksek okullar için çeşidi alanlarda eğiticiler yetiştirilmek üzere 1920lerden itibaren Avrupa’ya, halta Amerika’ya başarılı öğrenciler gönderilmeye başlandı. O günkü koşullarda bu hiç de kolay değildi. Devlet bir taraftan Osmanlı devletinin ve Birinci Dünya Savaşı’nın borçlarını öderken, diğer taraftan şeker, çimento, dokuma fabrikaları, demir yolları yapılıyor, bir köy olan Ankara’da yepyeni bir şehir doğuyor, başta İzmir olmak üzere işgal altında yakılıp yıkılan şehirler onarılıyordu.   .

1932 yılında açılması düşünülen yüksek okullar için bir rapor hazırlamak üzere İsviçre’den Parlemento üyesi olan Prof. Albert Malche getirildi. O çalışmalarını sürdürürken 1933 yılında Almanya’da Nazi hükümeti tarafından, ailelerinde Yahudi olan profesörler işlerinden uzaklaştırılmaya başlanıyor. Bunlardan bir kısmı Zürih’ıe kurdukları bir dernek aracılığıyla çeşitli ülkelere, işe alınmaları için başvuruyorlar. Hiçbiri, bir göçmen ülkesi olan Amerika bile Hitler korkusuyla onları kabul etmiyordu. Bunun üzerine Türkiye’de bulunan Prof. Malche aracılığıyla Türkiye’ye başvuruyorlardı. 

Atatürk bunu duyunca, gelmeleri için ne gerekirse yapılmasını emretti. Çünkü dışarıya gönderdiği gençlerin yetişip dönmeleri için zaman gerekti. Halbuki şimdi Batının çağdaş eğitimini yaptıracak büyük bir kadro ayağına gelmişti. Hemen onlarla bir anlaşma yapılmıştı. Hitlerden korkan diğer devletlere karşılık, henüz 10 yıllık Türkiye Cumhuriyetinin cesurca yaptığı anlaşmayı, o zamanın Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip bey şöyle yazdırmıştı;

“Bundan sonra bu şahıslar ister serbest, ister hapiste olsunlar Türk hükümetinin memuru sayılarak, hükümetin korunması altına alınmışlardır. Alman hükümeti onlara zorluk çıkarmayacaktır. Eğer çıkaracak olurlarsa onlarla nasıl başa çıkacağımızı biliyoruz.”

Bu anlaşma sonunda Türkiye’ye Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya üniversitelerinden profesör göçü başladı. Fakat 1934 yılından itibaren gerçekten onların Almanya’dan ayrılmamaları için sefaretlerde, konsolosluklarda pek çok zorluk çıkarılıyordu. Buna rağmen Türk hükümetinin kararlı davranışıyla 1933 1945 yıllan arasında en az 1200 bilim adamı ve göçmen Türkiye’ye geldi Bunlar İstanbul Üniversitesi’ne, Ankara’da yeni açılan Hukuk. Siyasal Bilgiler, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne, tiyatro, bale. opera, konservatuvar gibi sanat okullarına yüksek aylıklarla yerleştirildiler. İsteyenlere dışarıdan kütüphaneler salın alınıyor, laboratuvarlar yapılıyordu. Prof, Fritz Neumark bir kitabında şöyle yazmıştır:

“Doğduğumuz ülkede çoğumuz için yaşam tehlikesi varken, bütün meslektaşlarıma ve göçmenlere yalnız geçim sağlamakla kalmamış, aynı zamanda en iyi çalışma olanakları vermiş olan, başlangıçta bize tamamıyla yabancı, fakat gittikçe ikinci vatanımız olarak kabul ettiğimiz bu ülkenin devletine, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bende olan duygu, derin ve içten bir minnet ve şükran duygusudur.”

Bu kurtarılan bilim adamları ülkemizde çağdaş bilimin temellerini attılar, kütüphaneler, laboratuvarlar kurarak, kitaplar yazarak yüksek öğrenim alanında pek çok uzman ve eğitici yetiştirdiler. Eğer onlar olmasaydı, dışarıda okuttuğumuz gençler işe başlayıncaya kadar çok zaman geçecekti. Onlar ülkemizin gerek bilim, gerek sanat alanında büyük bir hızla kalkınmasını sağladılar.” Eğer Atatürk zamanında tiyatro, opera, bale okulları, hatta Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmasıydı, daha sonra kolay kolay açılamayacak!. 

“Neden Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştı?” sorusunun yanıtına gelince:

Atatürk yapılacak eğitim reformunda, Türk tarihi, dili ve kültürü araştırmalarını ön plana koymuştu. Onun, bütün savaş yılları boyunca hiç durmadan okuduğu, özellikle Türk tarihi ve dili ile ilgilendiğini kitaplığındaki kitaplarından ve onların üzerlerindeki notlarından öğreniyoruz.
Osmanlı devleti zamanında eski Türk tarihi ve dilleriyle ilgili ülkemizde hiç araştırma yoktu. Batı’da yazılmış bazı kitaplarda da Türkleri küçük düşürücü sözler vardı.

Bir taraftan bunları çürütmek, diğer taraftan yeni Türk gençliğine atalarının ve bugün üstünde yaşadıkları toprağın tarihini ve kültürünü öğreterek, araştırarak Türk ruhunu canlandırmak istedi. Fakat bu çalışmalar için kaynak gerekti. Bunların en eskisi olan Sümer, Hitit dillerine ait belgeler müzelerimizde ve arşivlerimizde vardı. Fakat asıl kaynaklar Türklerle ilişkileri olan Çin, Hint, İran, Arap, Rus, Macar, Latin, Yunan dillerinde yazılmış kitaplar ve belgelerdi. Onlardan yararlanmak için o dilleri ve kültürleri bilen uzmanlar yetiştirilmeliydi. Ayrıca bu araştırmalara arkeoloji, antropoloji, tarih ve coğrafya da yardımcı olacaktı.

Türklerin çok eski çağlarda Orta Asya’daki iklim değişiklikleri yüzünden vatanlarını bırakarak çeşitli yönlere göç ettikleri biliniyordu. Bu göçler ne zaman başlamış, güç yolları nerelere kadar uzanmıştı? 

Bunlardan bir kısmı Anadolu’ya göçen Hititler veya onlardan önceki halk, bir kısmı da Mezopotamya’ya gitmiş Sümerliler olabilir miydi? 

Atatürk’ün okuduğu kitaplardan bazılarında Sümerlilerin kuzeydoğudan göç etmiş olabilecekleri, dillerinin Türkçeye benzediği ve Sümercenin dillerin başlangıcı olabileceği yazıyordu. 

İşte bütün bu problemleri yukarıda sözü edilen kaynaklardan araştıracak ,Türkler hakkında tarihsel gerçekleri ortaya koyabilecek uzmanlar yetiştirilmesi için Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı ve bu uzmanların bütün baskılardan uzak özgürce çalışmaları için de gereken her türlü yardım sağlansın diye Dil ve Tarih Kurumları kuruldu.

Bu fakültede okutulacak en eski dil Sümerceydi. 

Atatürk’ün Sümerlilere özel ilgisi vardı ve okuduğu kitaplara göre onların Türklerin atası olabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle dış ülkelerde Asuroloji olan bu bölümün adını “Bırakın şu Samileri, bölümün adı Sümeroloji olacaktır” diye kendisi vermiştir bu adı Hititolojiye gösterdiği ilgiyi de 1911 yılında Fransa’da yayımlanmaya başlayan Hitit dergisini korumasına almakla göstermiştir.

İşte 1936 yılında bu bölümlere hiçbir bilgimiz olmadan girdik. Hititoloji hocamız, Hitler rejiminden kurtarılan ve bu yıl ölen Prof. H.G. Güterbock, Sümeroloji hocamız aynı koşullarda getirilen Prof. B. Landsberger, Arkeoloji hocamız da Yahudi olmadığı halde davet edilen Prof. Von der Osten idi.  Dersler bir çevirmen aracılığıyla veriliyordu, bizler de not tutuyorduk. Henüz dil bilmiyorduk, kitaplarımız yoktu. 

Bütün bunlara rağmen, hocalarımızın ve bizim sabır ve gayretimizle 1940 yılında eğitimimizi tamamladık….

M.İ.Çığ 






Ortadoğu Uygarlık Mirası  1 ve 2 - Muazzez İlmiye Çığ


Muazzez İlmiye Çığ’ın çeşitli dergilerde yayımlanan makaleleri ve bilimsel toplantılarda sunduğu bazı bildirileri kapsayan bu kitap, Sumerlilerden zamanımıza ulaşan kültür izlerini bizlere taşıyor. 


İÇİNDEKİLER
Sunuş
Atatürk ve Türkiye’de Çiviyazıları Biliminin Başlaması
Atatürk ve Türkiye’de Arkeoloji
Anadolu’nun Ortasında Tarihin En Eski Ticaret Merkezi
En Eski Yazılar
İlk Yazıyı Allah. Adem’e mi Öğretti?
Sumerlilerden Zamanımıza Ulaşan Kültür İzleri
Sümer Dini ve Efsanelerinden Tektanrılı Dinler ve Din Kitaplarına Gelen Etkiler
Sümer Atasözleri

Sümer’den Günümüze Saygı ve Saygınlık

Tarihte İlk Cinayet ve Sümer Mahkemeleri
Dünyada İlk Rüşvet Olayı ve Sümer Okulları
Sümer’de Arşiv ve Kitaplıklar
Sümer’de Cinsel Yaşam
Ziraat Tarihinde Çiftçilik Hakkında Yazılmış En Eski El Kitabı
Önemli Bir Anadolu Uygarlığı: Hititler
Hitit Güneşi Nereden Geliyor?
Hitit Kütüphaneleri

Tarihte İlk Vergi Reformu

Tarihte En Eski Gümrük Kaçakçılığı
MÖ Sekizinci Asırda İlk Cilt Örneği…
Ay’ın Öyküleri
Dünya Halkları Mitolojilerinde Yaratılış Efsaneleri
Hz. Muhammed’in Teyemmüm Taşı Dedikleri Bir Asur Tableti!
Sünnet Geleneğinin Kökeni
Irak Tarihine Ait İlk Araştırmalar
Tarih Boyunca Kadın
Tarihte İlk Kadın Şair
4000 Yıl Önce Anneye Övgü
Tarihin En Eski Ninnisi!..
Örtünmenin Tarihçesi
Kültepe Tabletlerinin Başına gelenler
İstanbul’da Dünyanın En Eski Yazıtlarını Saklayan Bir Arşiv ve Kütüphane
Çiviyazılı Belgeler Arşivinin Kuruluş Anıları
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Çiviyazılı Belgeler Arşivi’i Sümer Edebiyatına Katkıları
İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Bulunan Yeni Sümer Çağına Ait Nippur Hukuki Belgelerine Genel Bir Bakış
Eski Deniz Krallarının Haritaları
Özyaşam Öyküsü



Ortadoğu Uygarlık Mirası - 2-

Kilden Tabletler
Binlerce Yıl Boyu Anadolu
Eski Babil Çağına Ait iki Tüketim Listesi
Eski Babil Devrine Ait Yeni Tarihleri İhtiva Eden veya Formülleri Eski Tarihlere Varyant Teşkil Eden Beş Tablet
Kadın Neden Adem'in Kaburga Kemiğinden Yaratılmıştır?
Bir Rahibenin Çeyizi ve Evlenme Kontratı
Babilliler Kira Meselesini 3700 yıl Önce Halletmişlerdi
Tarihte ilk Cezaevi ve Oraya ilk giren Yazar
Uşak ve Efendisi Arasındaki Karşılıklı Konuşma
Sumer Edebiyatı
İnsan ve Onun Tanrısı adlı bir Sumer Şiiri
Sumerlilerde Adalet ve Ahlak Kavramı
Sumer İlahileri
Sumer Efsanelerinden İnanna Bilulu
Tarihte ilk Savaş Avcıları: Sumer Ağıtları
Kıskanç Kadın
Lut Peygamber Kızlarıyla Neden Yattı?
Çiviyazılı Belgelerin Bulunuşu ve Yazıların Dillerinin Çözülüşü
İnsanlık Tarihinin en Eski Öğretmenleri
Sumerlilerde Sanat
Tarihte ilk Sanatçı Atölyeleri
Sumer Kutsal Evlenme Hikayesinin Kur'an ve Tevrat'taki izleri
Sumer'de işçi Sınıfının Durumu
Saban ile KAzma'nın Tartışması
Sumerlilerde Ekonomi
Sumer'de Kadın
Mezopotamya'da Tıp
Mezopotamya'da Sihir ve Büyü
Mezopotamya'da Astronomi
Örtünmenin Tarihçesi
Başörtüsünün Arkasındaki Gerçekler
Piri Reis'in Haritası ve bir Bilim Kurgu Romanı
İnsanlık Tarihinde ilk Şehir Planı
Türk Yazısı en Eski Yazı mıdır?
Porto Riko'yu Kurtaran Türk Topu
Cumhuriyet Devrinde Çiviyazılı Belgelere Verilen Değer ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Çiviyazılı Belgeler Arşivindeki Çalışmalar
Kültürler Yatağı Anadolu
Türkiye Cumhuriyeti'nde Kıyafet Devrimi
Son Türk Tarih Kongresi'ne ait Notlar
Prof.V.Hatipoğlu'nun Anımsattıkları

...




Muazez İlmiye Çığ , insanlığın ortak mirası olan tabletleri bir keşif faaliyeti titizliği ile on yıllar boyunca el emeğine göz nurunu katarak okuyarak  düzenleyen, 5 bin yıl öncesinden kalan tarih parçalarını birleştiren, aramızdaki Sümerli…

İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan Sümer, Akat. Hitit dillerinde yazılmış 74 bin çiviyazılı belge üzerinde 33 yıl çalıştıktan sonra 1972 yılında emekli olan Çığ, kendisini çok etkileyen Sumerlilerin  "Biliyorsun, neden öğretmiyorsun" atasözünü tutku ile benimsemiş. “Bütün bunları gençler öğrenmeli” diyen Çığ, ulaştığı bilgiyi mümkün olan en kısa zamanda en geniş çevreye ulaştırmayı hedeflemiş.

Bugüne kadar 15 kitap ve 100′ü aşkın makalesi yayımlanan M. İlmiye Çığ'ın bu kitabı çeşitli dergilerde yayımlanan makaleleri ve bilimsel toplantılarda sunduğu bazı bildirileri kapsamaktadır. Çığ, Sümerlilerden zamanımıza ulaşan kültür izlerini yazılarıyla bizlere taşıyor.

Kitapla bazı ilkleri de bulacaksınız: Tarihte ilk cinayet ve Sümer mahkemeleri; ilk rüşvet olayı; en eski ninni; ilk kadın şair; ilk vergi reformu; en eski gümrük kaçakçılığı; ilk cilt örneği…

M. İlmiye Çığ son olarak Sümer edebiyatı ve Süleyman Peygamber üzerine çalışmalarını sürdürüyor. İlgiyle okunacak Ortadoğu Uygarlık Mirası’nı okurlara sunuyoruz.


KAYNAK YAYINLARI, 2008

....