islam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2020 Perşembe

Frankenstein

 

Frankenstein'da Türk İmajı - Doç. Dr. Dilek Yiğit


Ünlü İngiliz yazar Mary Shelley’nin, yazarının isminin de önüne geçen Frankenstein adlı eseri, doğa bilimlerine tutkulu bir İsviçreli ile bizzat kendisinin yarattığı korkunç görüntülü canavarın hikayesini anlatır.

Eserin birinci bölümü soğuk denizlerde keşif yolculuğuna çıkmış bir İngiliz olan Robert Walton’un kızkardeşine yazdığı mektuplardan oluşur. Bu kısım, ilk bakışta, doğa bilimci Victor Frankenstein ile  canavarının hikayesi ile doğrudan bağlantılı görünmese de, eserin ana kısmı Robert’ın Victor ile karşılaşması ve Victor’un da kendi hikayesini Robert’e  anlatmasıyla başlar. Zaten Victor ile canavarın hazin hikayesi Robert Walton’un gemisinde sonlanacaktır.

Eserin ikinci bölümünde Victor önce kendi geçmişinden ve ailesinden bahseder, sonra da doğa bilimlerine karşı dizginlenemez tutkusu nedeniyle yarattığı canavar ve bu canavarın sebep olduğu felaketleri, eleştirileri kendisine yönelterek ve pişmanlık içinde, anlatır. Victor’un İsviçre’de başlayan hikayesi Almanya’da devam eder, Victor ile canavarın Cenevre yakınlarında tekrar karşılaşması üzerine İsviçre’ye döner. Yaratıcısı Victor ile karşılaşan ucube, yaratıcısına  yaratıldığı andan itibaren yaşadıklarını anlatmaya başlar ki; canavarın hikayesinde Türk ve Arap karakterler sahneye çıkar ve Mary Shelley’nin Doğu’ya bakış açısını yansıtır.

Canavar önce açlık ve üşümek gibi, sonrasında ise saklandığı mekandan gözlemlemeye başladığı üç kişi aracılığıyla keder ve umutsuzluk gibi insani duygularla tanışır. Gizlice gözlemlediği bu üç kişilik aileye duygusal açıdan iyice bağlandığı anlaşılan canavar, kendi ifadesiyle bu nazik insanların kederinin sebebini öğrenir. Aslında varlıklı olan bu ailenin sefil duruma düşmesine bir Türk sebep olmuştur. Eserde, önce sahneye Arap bir kız çıkar; bu Arap kız ailenin genç üyesi Felix’in sevdiği kadın olarak yoksul eve gelip yerleşmiştir; bu Arap kızın gelişiyle aileyi sefalete sürükleyen olaylar silsilesinin bir Türk tüccarın Fransa’da hapse atılması, Felix’in bu tüccarı hapisten kaçırmaya kalkması ve yakalanması sonucu Fransız makamları tarafından ailesinin mal varlığına el konulması ve sürgüne gönderilmeleri olduğu anlaşılır. Bu Türk tüccar yazarın “Arabistanlı” olarak nitelendirdiği Felix’in sevdiği kadının babasıdır. Eserin bu noktasında yazarın Türk ve Arap kavramlarını  birbirlerine ikame eder şekilde kullandığı, bir başka deyişle Türk ve Arap’ı karıştırdığı izlenimi oluşur. Zira Arabistanlı kızın babası Türk’tür; bir başka deyişle Türk tüccarın kızı Arap’tır. Yazarın zihninde varmış izlenimi oluşturan Türk ve Arap karışıklığı ilerleyen satırlarda giderilmiş gibidir; yazar Türk kızı olan Arabistanlı’nın annesinin Türkler tarafından kaçırılmış  bir Hıristiyan Arap olduğunu belirtir.  

Eserde dikkat çeken bir husus da, yazarın Türk tüccara bir  isim vererek, ona yüklediği negatif sıfatları bu isim ile kullanmak yerine, bu sıfatları doğrudan Türk kavramı ile kullanmış olmasıdır. “Hain Türk”, “Türk’ün nankörlüğü” gibi…

Bu noktada, ayrıca, yazarın islam coğrafyasına bakış açısı da gözler önüne serilir. Yazarın ifadesiyle  Arabistanlı kıza “Müslüman kadınlara yasaklanmış değerler aşılanmıştı ”ve “boş eğlencelerden başka bir şeyle meşgul olmasına izin verilmeyen bir yaratık olarak harem duvarları arasında hapsedilmek düşüncesi bu kızın midesini bulandırıyordu” “Bir Hıristiyanla evlenerek kadınların da toplumda yer alabildiği  bir ülkede yaşamak ihtimali onu büyülüyordu”, “Türkiye’de yaşamak fikri onda nefret uyandırıyordu.” Bu ifadelerin  yazar Mary Shelley’in Türk-karşıtı olduğunu söylememize imkan tanıyıp tanımadığı tartışılabilir belki; ama yazarın İslam coğrafyasına karşı negatif bir bakış açısı olduğu aşikardır.

Mary Shelley’in aynı eserde Yunanlara bakış açısına da kısaca değinmek isterim ki, okuyucu buna neden gerek duyduğumu sorarsa Frankenstein’ın Yunanların Osmanlı’ya isyan etme fikrinin olgunlaştığı dönemde yazılıp, yayınlandığını hatırlatarak yanıt vereyim.  Mary Shelley,  Yunanların Osmanlı’ya isyan meselesinin  İngiltere’nin gündeminde olduğu dönemde kaleme aldığı eseriyle İngiliz entellektüellerin isyana dair düşüncelerinin bir örneği olabilir.  Mary Shelley Victor karakterini konuşturmaya başladığı bölümde onun ağzından “eğer hiç kimsenin, kişisel sevgi bağlarının ahengini bozacak bir işe kalkışmasına ne olursa olsun izin verilmeseydi Yunanistan köleleştirilmezdi” der; üstü kapalı da olsa Türk’ün Yunan’ı köleleştirdiği argümanı üzerinden Yunan isyanına sempati duyduğunu açık eder. Zaten eser Mary Shelley’nin Yunan kültürüne duyduğu hayranlığı da göstermektedir. Eserde genel bir tarih bilgisine sahip olduğunu söyleyen canavar şöyle devam eder “dünyada hüküm sürmekte olan imparatorluklar hakkında fikir sahibi oldum; dünya milletlerinin farklı yapılarını, idare biçimlerini ve dinlerini öğrendim. Miskin Asyalılardan; Yunanların olağanüstü dehasından ve düşünce alanındaki katkılarından; eski Romalıların savaşlarından ve harika erdemlerinden…”

Görünen odur ki,  Yunanların Osmanlı’ya isyan fikrinin olgunlaştığı  dönemde kaleme alınan ve yayınlanan, sonrasında edebi bir klasik haline gelen Frankenstein bir doğa bilimci ile yarattığı canavarın hazin öyküsünü anlatırken, yazarının Türk’e ve İslam coğrafyasına bakış açısını, doğrudan amacı bu olmasa bile,  sergiler. 

Mary Shelley’nin Türk’e bakış açısının aşağıdakilerden hangisi tarafından en çok etkilendiği ise bilahare tartılışabilir.  Yunan isyanı konusunda İngiltere’deki genel atmosferden mi? Yoksa Mary Shelley’in İsviçre’de komşusu, yakın arkadaşı olan ve Yunan hayranlığı ile tanınan Lord Byron’dan mı? Bu noktada  Frankenstein eserinin Lord Byron’un önerisi ile kaleme alınmış olunduğunu belirteyim.


Söyledik - 12 Kasım '20




14 Ekim 2017 Cumartesi

Özünden Türk Olan Bir Sanat: Minyatür





Türk Minyatür Sanatı
Kitabı al-Diryak (Antidot Kitabı), 1198/9 -  Paris Ulusal Kütüphanesi



Dr. Mahmut NAHAS


Bu konuşma, burada, büyük İslâm uygarlığına Türklerin payı üzerine geçen yıl yapmak şerefine ermiş olduğum ve bunda uygarlıkları milletlerin değil, fakat egemen sınıfın yarattığı, onu geliştirdiği ve ona kendi zevk ve kişiliği damgasını vurduğu üzerinde durduğum konuşmanın devamıdır. Hatta, bu konuşmada, göze çarpan örnek olarak Mısır’ın Firavunlar, Yunan -Roma valileri ve İslâm çağlarında yaşadığı birbirinden çok ayrı 3 uygarlıktan söz ettim.


Bir de, komşu hatta akraba olan ve efsanelerde ve tarihte savaşları ya da birleşmeleri dolayısiyle sözleri edilen iki ulusun, İranlılar’la Turanlıların, iki yönde sık sık geçtikleri karışık bir sınırı belirlemenin olanaklı olması ölçüsünde Türklerin ve Türk uluslarının yurtlarını belirlemeye çalıştım.


Eski Türkistan, Batı’da Hazer Denizi, Doğu’da Çin, Kuzey’de Sibirya, ve Hazer Denizinin güney kıyılarından geçen bir yançizginin içinde bulunan bütün memleketleri içine alan bir yurt olarak saptanabilir.


Demek ki Türkistan şu ülkeleri kapsamaktadır : 

1 ) Başlıca kentleri çagatay Türkçesi konuşan Semerkand, Buhara vb. olan Mavera-i Nehir (Oksüs-ötesi) ; 

2) Amudaria (ümmüderya) ırmağının Batısında, Hazer Denizinin Doğusunda, İran’ın Kuzeyinde ve Hvarezm’in Güneyinde bulunan Horasan. Burası, başkenti Ekbatan olan Part’lar ülkesinin yeridir ; zira Part’lar, Türkmenlerle Kürd’lerin atalarıdır. Horasan’ın başlıca kentleri : Herat, Belh (Afganistan’da) ; Merv (Türkmenistan Sovyet Cumhuriyetinde), ve Nişabur (şimdi İranda) dır. 

3) Horasan’ın Kuzeyinde, Kvarezm denizi (Aral gölünün eski adı) nin ve Alt-Amudaria’nın Batısında ve Hazer Denizinin Doğusunda bulunan Hvarezm. Başkenti Hvarezm (şimdi Hive).


Daha sonraları Türklerin İmparatorluğu çok büyüdü, Çini, hemen hemen bütün Hindistan’ı, İran’ı, Arabistan’ı, Mısır’ı ve Avrupa’nın pek büyük bir parçasını içine aldı.


Sonra, Türklerin büyük İslâm uygarlığındaki paylarından söz ederken, İslâm’ı, sızma ile ya da fetih ile kabul eden, bütün Türk kabilelerini: Bui’leri, Selçukluları, Gaznelileri, Harezm’lileri, Moğol’ları, Timurileri (ve bunlarla birlikte Hint Moğollarını), son olarak da Osmanlıları saydım. Bütün bu belirlemelerden sonra Türklerin bütün alanlardaki başarı paylarından söz ettim.


İlkin, askerlik alanında: Şunu söylemek isterim ki, bu kez Türkiye’de bulunduğum sırada, iki büyük hatırlama töreninde bulunmak mutluluğuna eriştim; birincisi, 900 yıl önce büyük kahraman Alp Arslan’ın Malazgirt’te, kendisininkinden 4 misli büyük Rum ordusunu ezdiği, böylece, İmparator Romanos Diogenes tarafından tehdit edilen bütün İslâm, uygarlığım kurtardığı parlak zaferdir. Bunun kadar önemli olan ikinci olay, kahraman Gazi Mustafa Kemal’in, Rum’ların ordularım Sakarya’da mahvetmekle yalnız Türklerin bağımsızlıklarını değil, kurtlar arasında parçalanmasına karar verilen bütün yakın Doğu’yu kurtardığı büyük zaferdir.


Ve 2 Türk kahramanın hatıralarını büyük saygı ile selamlamak için bu fırsattan faydalanmaktayım. Onceki konuşmamda Türklerin bilim alanındaki paylarını da ayrıntılı olarak söz konusu ettim ve. A1 Hvarizmi, Al Farabi, Al Biruni ve üstadlar üstadı İbn Sina gibi büyük Türk bilginlerin ve listesi okunmayacak kadar uzun bütün bilginlerden söz ettim.


Ayrıca Arap edebiyatında ve gramerinde ya da din incelemelerinde önemli yapıtlar meydana getiren Türk edebiyatçılarının ve imamlarının listesini okudum. Bunların başında Abu Abdullah Mohammed İbn İsmail,Hadiste enbüyük otorite, ve “Al Cami’al al Sahih”te Peygamberin sözlerinin kompilatörü İmam al Buharî bulunmaktadır. Son olarak Türklerin Rodaki’den Mevlâna Nureddin Abdurrahman El Cami’ye kadar Fars edebiyatındaki paylarını tartıştım.


Ve burada, Farsça yazdıkları halde Türk oldukları, kesin olan şair ve edebiyatçıları kısaca incelemek üzere an için durmak istiyorum. Bu vesile ile şunu kayd edelim ki yıldırım Bayezid 1402 Ankara Savaşının arefesinde Timur’a, boyun eğmesini istemek için Farsça bir mektup göndermiştir, işte, Türk oldukları kuşku götürmez olan iki büyük kral, çok önemli bir savaştan önce, birbirlerine Türkçe değil, Farsça yazıyor -O zamanın protokolu böyle idi.


Bunun içindir ki Semerkand’ın banliyösü Rodak’ta aynı kent’te ölen ve Buhara’da Samanoğlu prens Nasr’ın şarkıeısı olan Rodaki Farsça şiirler yazıyordu.


Bunun gibi, Semerkand’da doğup ölmüş ve Buhara’da Nuh ibn Mansur’un sarayında yaşamış olan Dakiki (930-980) de Farsça şiirler yazıyordu, Dakiki’nin yapıtını (Kedi-Name’yi) tamamlamakla görevlendirilen ve Türk kenti Tus’ta doğup ölen Firdevsi (934-1020 ) uzun zaman Sultan Gazne’li Mahmut’un sarayında yaşamış; bu hükümdar onu Dakiki tarafından başlatılmış olan İran Tarihi’ni tamamlamakla görevlendirmiş; bu da, çok ünlü ”Şahname” olmuştur, Aynı durum, bütün İran Edebiyatı boyunca tekrarlanmaktadır, şöyle ki:

Ömer Hayyam, Horasan’ın başkenti Nişabur’da doğmuş ve ölmüştür (1038-1123), Selçuklu Sultan Melikşahın’ın sarayında astronom olarak yaşardı. Büyük matematikçi ve astronom olan Ömer Hayyam bilim yapıtlarını Arapça, ama şiirleri Fars yazmıştır. Bu gün onun bilimsel çalışmaları unutulmuş; kendisi ancak “Rubaiyat”ın yazarı olarak zikr edilmektedir.


Azerbaycan’da Firuzabat (bugünkü Tiflis) kentinde doğmuş, bütün ömrü boyunca yaşamış ve ölmüş olan Nizam, hiç katkısız olarak Türk’tür. İran’da hiç yaşamadığı halde şiirlerini Farsça yazmıştır.


Büyük Sufi şairi ve ünlü ”Kuşların Mantığı” yazarı Al Attar (1129-1220), Horasan’ın başkenti Nişabur’da doğmuş ve ölmüştür. Attar’ın Tilmizi Celalettin Rumi (1201 -1273) Belh’te doğdu ve bütün ömrü Konya’da geçti. Burada Mevlevi tarikatım kurdu. Kendisi Konya’da ölmüş ve gömülmüştür, ama ünlü Mesnevi’si Fars dilinde yazılmıştır.


Nihayet, İran şiirinin altın çağının haklı olarak son şairi sayılan Cami (1414-1492) de Timuri sultanların başkenti Herat yakınında Cam’da doğdu ve öldü. Nizameddin Ahmed ibn Şemseddin Şaibani’nin oğludur. Demek ki halis Türktür, madem ki Şaibanî Uzbek’tir ve Herat’ta Timurî Türk Sultanlarının sarayında yaşamıştır. Cami bu Türk atmosferinde, Sultan Hüseyin Baykara ile veziri Mir Ali Şir Nevaî’nin yanında yaşıyordu. Ali Şir Nevaî büyük bir edebiyatçı ve çagatay Türkçesinin en büyük şairlerinden biridir. Mevlana Cami de bir kaç Türkçe yapıt yazdı, ama başlıca yapıtı olan ”Heft Öreng”, Farsçadır.


Adlarını saydığım bütün şairler kesin olarak Türk’türler ve Türk prenslerinin saraylarında yaşarlardı, ama bu saraylarda Farsça konuşulduğundan, bu şairler Farsça yazmak zorunda idiler. Tıpkı Bağdad’da büyük Abbasî çağında ibn El Rumî ve Abu Nevas gibi Arap olmayan şairlerin, şiirlerini sarayın dili olan Arapça yazmaları gibi.


İslâm Sanatlarındaki Pay :

Türklerin kuşkusuz en büyük payları olduğu alan, İslâmın yayılması üzerine Orta Doğu’da adeta hiç yoktan yaradılmış olan İslâm Sanatları alanıdır. Bu sanatların çoğu, gelişip gerçek olgunluklarına ancak 12. yüzyıldan sonra, Türklerin İslâm aleminin hemen hemen her yerinde egemen olmaya başladıkları zaman erişmişlerdir. Fakat bu kısa sohbette şu sanatlarda Türk etkisinden gereği gibi söz etmek zordur : Geçtikleri her ülkede kendi damgalarını vurdukları mimarlık; halı ile kilim; doğu müziği denen, ama aslında yaradılış ve gelişme bakımlarından Türk olan müzik; Türklerin İran’da ve çok daha fazla İstanbul’da sanatların en güzellerine bedel ince ve zarif bir sanat haline getirmiş oldukları hattatlık.


Böylece, hattatlık ve tezhipten, kitap sanatlarını tamamlayan Minyatür’e geçmiş oluyoruz. Her şey gösteriyor ki, minyatür, özünden Türk olan bir sanattır; çünkü: 


l – 632′den 12. yüzyılın başlarına kadar geçen 5 yüzyılda hiçbir resim sanatı denemesi yok,


2 -Türklerin Bağdad’a gelmesiyle ilk minyatürler görülmeye başlıyor. Türklerin Suriye ve Mısır’a yerleşmeleri ile bu ülkelerde ilk resimler görülüyor. Bütün bunlara Arap resmi denmekte,


3 -Türklerin İran’a Prens olarak gelmeleriyle, İlhanî, Timurî, Safevî vb. denen ilk resimler görünüyor; bunlara İran1ı denmekte, ama hiçbir zaman Türk denmemekte,


4 -Türklerin hiç bulunmadıkları bütün İslâm ülkelerinde ; büyük bir uygarlığa ve yüksek bir kültüre sahip olan Kuzey Afrika’da ve Endülüs’te de resimle hiç uğraşılmamış,


5 -Timurî Moğol’ların Hindistan’a gelmeleriyle burada Moğol denen resimler baş gösteriyor,


6 -Bu ülkelerdeki Türk hanedanları ortadan kalktıktan sonra, minyatür, son Türk hanedanı Kaçar’ların 1924′te gittiği İran ile, tabii, Türkiye dışında ortadan kalktı. Bu iki ülkede minyatür, 18. yüzyılda yerini Batı tipinde resme bırakıncaya kadar yaşadı.


Fakat bütün bunlar teori. Ve teoriyi sağlamca pekinleştirmek için, Batı sanat tarihçilerinin adlandırdıkları türlü okulları, yani Arap ve en çok İran okulunu inceleyip çözümlemeliyiz.


I. Arap Minyatürü :

Arap resminden söz etmek tamamen gülünçtür, çünkü Araplar, ne İslâm’dan önce, ne İslâm’dan sonra, hatta ne de bilim ve felsefenin en yüksek noktaya eriştiği ve Yunanlıların pagan felsefesinin özgürce tartışıldığı vakit (9., 10. ve II. yüzyıllar), hiçbir zaman resim yapmamışlardır. Keza şan, raks ve müzik gibi pek ortodoks olmayan sanatları çok yüksek bir mükemmellik aşamasına, şarkıcı ve müzikçileri saygıdeğer bir toplumsal aşamaya eriştirdikleri vakit de resimle meşgul olmamışlardır.


Bu ülkelerde ” Arap” minyatürlerine tanıklık etmek için Türklerin Bağdad’a ve türlü Arap ülkelerine gelmelerini beklemek gerekir; 1251′de Bağdad Hülâgû Han tarafından zapt edilince ve bu kent Türk halife ya da sultanlarından yoksun olunca, minyatür ortadan çekildi.


Şimdi, bu ” Arap” minyatürleri tarihlerinin siyasal olaylara uygun düşüp düşmediğini, böylece de tezimizi doğrulayıp doğrulamadığını kısaca görelim: Bunun için örneğin Ettinghausen’in ”Treasures of Arab Paintings” adlı kronolojik sırada düzenlenmiş kitabını alıp, verileri 3 devire ayıralım.


I. Devir : 1199′dan 1222′ye kadar sürer ve bunda minyatürler Irak’ın kuzeyinde ve Musul’da, bu alanın ve bütün Suriye’nin mutlak hakimi olan Atabey’lerin saltanatı zamanında yapılmıştır. 1199′dan olan en eski minyatür, Musu1′da ”Tiryak” kitabını ve sonuncular Suriye’de 1222′de ”Makamat al Hariri” nin bir nüshasını süslemektedir.


2. Devir : 1225 ten 1250′ye kadarki Bağdad minyatürleri ; bunlar, Dioscorides’in ”Materia Medica” sının bir kopyası ile ”Makamat al Hariri” nin birkaç kopyasını kapsamaktadır.


3. Devir : 1300′ den 1500′ e kadar Suriye ve Mısır minyatürleri ; bu devir, Türk Memlûklarının Mısır ve Suriye’ye yerleşmelerinin ve Hülâgû’nun bu ülkelere yürümesini durdurmalarının hemen ardından gelen devirdir. Kolleksiyon, ”Makamat” tan, ”Kelile ve Dimne” den, hayvan masallarından vb. kopyaları kapsamaktadır. Bu devirde Mısır en kudretli Türk devleti idi. Ve en mükemmel Kur’an kolleksiyonu Kahire’de bu devirden kalmadır.


Olayların gidişi açıkça görülüyor: Kuzey Irak’ta ilk bağımsız Türk devleti (Atabey’ler) ; karşılık: ilk minyatürler. Türkler Bağdad’ta mutlak egemen oluyorlar; minyatürler görünüyor. Türkler Bağdad’ta yoklar; minyatürler ortadan kalkıyor. Türk Memlûklar Mısır’da yerleşiyorlar; Mısır’da ve Suriye’de son minyatürler görülüyor.


İran minyatürlerinden söz açmadan önce, İran’ın, İslâm’dan önce, Türk Sultanları zamanında gelişmiş olan bu büyük okula köken ya da tohum olabilecek bir resim okuluna sahip mi idi ? Bunu inceliyelim. İran’da İslâm’dan önce iki büyük devlet kurulmuş ve bunların her biri birer büyük uygarlık bırakmıştır.


İlki, Birinci Kiros tarafından kurulan ve Kambyzes ve daha çok I. Dara tarafından büyütülen Ahemanış devletidir. Bu devlet 2 yüzyıldan fazla yaşamış ve Büyük İskender’in fethi ile sona ermiştir. İskender, bütün insanların kardeş olacakları bir dünya kurmak hayalini kuruyordu; bunun için son Ahemanış hükümdarı III. Dara’nın kızı ile evlendi ve Pers kırallarının geleneklerini kabul etti; aynı zamanda, İran’ı Hellenleştirmeye uğraştı. 323′te ölünce, İskender’in kalıtımından İran, generali Selevkos’a düştü ve böylece Selevkos’lar hanedanı kuruldu (İsa’dan önce 305-64) ; bu hanedan da İran’ı Hellenleştirmeye çalıştı ve başkenti Dicle üzerinde Selevkia (Bağdad), ile Fırat üzerinde Selevkia, Hellenistik düşünüşün birer gerçek türeme merkezi oldular. Ve bu, İsa’dan önce 250′ye, Parth’lar kıralı I. Arsas (Arşak) Selevkos’luları İran’dan kovup Arsas’lar hanedanını kuruncaya kadar sürdü. Parth’lar Yunanlılara ve İsa’dan önce 250′den Miladi 224′e kadar Romalılara karşı savaştılar; bu son tarihte imparator Trajanus’a yenilen Parth’lar, Sasani kral Ardaşir tarafından ilhak edildiler. Ardaşir, son Parth kralı Ardavam’ın kızı ile evlendi.


Sasaniler de Bizans’ın temsil ettiği istilacı Batıya karşı savaşı kahramanca ele aldılar. Kral Şahpur imparator Valerian üzerine ve I. Keyhusrev Justinianus üzerine daha da parlak bir zafer kazandı. Dört yüzyıldan uzun bir zaman (224-641) İran Doğu’nun Batı’ya karşı şampiyonu oldu. Muhakkak ki Ahemanış’lerle Sasaniler büyük bir uygarlık kurmuşlar ve türlü başkentlerinde (Persepolis, Suza, Ktesiphon vb. de), mimarlık, kabartma, heykel sanatlarında büyük aşamalara eriştiklerini gösteren büyük anıtlar bırakmışlardır. Fakat resimde hiçbir şey ! -Belki, Taki Bustan ‘ da ve Nakşi Rüstem’de renkli dev kabartmalar. -Fakat küçük boyutlu gerçek resim, Mısırla sürekli temasa ( -525 ten itibaren), I. Dara’dan ( -321) beri Yunanlılarla temasa ve 641′e kadar Roma ve Bizans’la temasa rağmen, yani toplam olarak 11 yüzyıldan çok bir zaman, resmin çok gelişmiş olduğu ülkelerle temaslara rağmen, İran, büyük uygarlığı içinde, mucizeye yaklaşan o minyatür gelişmesini önceden haber verebilecek bir resim okuluna sahip olmamıştır.


641′den, İslâm fethinden sonra, İran İslâm Devletinin bir parçası idi, ve o sırada, başka İslâm ülkelerinde olduğu gibi, o zamanın geçmişi ile o zamanın hali arasında gerçek bir kopma oldu. Bu İslâm dünyasında, yeni ilkeleri ve yeni sanat ve kültür anlayışı olan yeni bir toplum meydana geldi. Ve İran bu uygarlığa iştirakte birinci oldu; bu uygarlıkta, insan vücudunun tasviri kesin olarak yasak olmamakla birlikte, pek istenmiyordu. Bu İslâm ailesinin aktif üyesi olan İran, Medine’den, sonra Dımışk’tan, en son Bağdad’dan gönderilen valilerle yönetildi-ve 1251′de Bağdad’ın düşmesine kadar kendi kentlerinden birinde yerleşmiş, kendine öz bağımsız bir hükümete sahip olmadı; ve ilk hanedan, Hülâgû Hanedanı, yani Bağdad’ı yok edenden gelen İlhanlar Hanedanı olmuştur. Bu hanedan 13. yüzyılda Tebriz’e yerleşti, ve tam işte o zaman, sanat tarihçilerinin İlhanlı ya da Moğol minyatürler dedikleri ilk İran minyatürleri görülmeye başlamıştır. İlhanlı devleti 1251′den, Timur’un başkent olarak Semerkand’ı seçerek devletini kurduğu 15. yüzyıla kadar devam etmiştir. Sonra Timur İran’ı oğlu Şahruh’a (1405-1447) verdi; bu da başkent olarak Türk kenti olan Herat’ı seçti ve burayı edebiyat ve sanatın büyük bir merkezi kıldı. Halefleri Sultan Abu Said (1448-1468) ve Sultan Hüseyin Baykara (1470-1507) Herat’ta ünlü resim okulunu geliştirip en yüksek aşamasına eriştirdiler. Buna, sanat tarihçileri, ”Turanid okulu” derler.


Timurî minyatürlerden ayrıntıları ile söz edebilirdim. Fakat İran’da ilk görülen Moğol minyatürleri ile ilgili olarak şunu söylemek isterim ki, bunlar bize bilhassa, göçebe hayatın sahneleri ve 13. yüzyılda henüz İslâm’ın silemediği Şamanlıkla ilgili sahneleri de, bilhassa Mehmet Siyahkalem kolleksiyonunda, sorun’un anahtarını vermektedir. Burada, bu minyatürlerin kökeni olamıyacak olan İran’dan çok uzaktayız.


Sonra Safevi’ler devri, ondan sonra da Kacar’lar ve nihayet bugün, İran’a Orta Doğu’da büyük ulus yerini yeniden veren şanlı Pehlevi hanedanı geldi.


Demek ki şu sonucu çıkarmak gerekiyor: Minyatür sanatı İran’da bu kadar iyi gelişmişse, bunun nedeni, nerede hüküm sürdülerse, bir Türk sanatı olan ve başka yerlerde olduğu gibi burada da kendileri gelmeden var olmayan minyatürü, Türk hanedanlarının yüreklemiş olmalarıdır.


Şimdi sonuç verici bir analize geçelim. Zira dünya kültür örgütü olan UNESCO tarafından seçilip yayımlanan koleksiyonu gözönünde bulunduracağız. Koleksiyon, en yetkili uzmanlarla (Basıl Gray, Ivan Stchoukine ve Andre Girard) anlaşılıp Tahran’ın yetkili makamları ile birlikte çalışmalar sonucunda meydana gelmiş ve ”İran Minyatürleri” adını taşımaktadır.


Bu albüm, varsayımımızı doğrulamak için en iyi destektir.


1 – Gerçekten albüm 6 el-yazmasını süsleyen 35 minyatürü içine almaktadır. El-yazmaları şunlardır: Timuri Prens Baysungur için 1430′a doğru yazılmış ve -9 minyatürle -resimlenmiş, Firdevsî’nin Şahnamesinin bir kopyası (Planş 1-9). Ama gördük ki kitabın yazarları, Türk prensleri için çalışan Türklerdir. Ve bu kopya, bir Türk kenti ve Timurî Türk hanedanının başkenti Herat’ta, birçok Türk hattat, tezhipçi ve ressamın, -kendisi de bir büyük sanatçı olan-prens Baysungur’un emrinde çalıştığı atölyede yazılmış ve resimlenmiştir.


2 – İkinci el-yazması, ünlü ”Kelile ve Dimne” nin Herat’ta aynı prensin atölyesinde 1410 -1420 de Farsça güzel yazılmış ve 6 minyatürle (Planş 10 -15) bezenmiş bir kopyasıdır. Demek ki önceki düşünceleri uygulayarak bu minyatürlerin Türk olduklarını çıkarsayabiliriz.


3 – Üçüncü el-yazması, başka zamanlara ait minyatürün (Pl. 16-24) kolleksiyonu olan ”Murak’a Gülşan” dır. Bu 9 minyatürden 4′ü Herat Timurî okulundandır, bunların 2 si ise ünlü ressam Behzad’ındır (1480′e doğru). Demek bunlar da (Pl. 16-19) Herat Türk minyatür okulundandır.


4 – Dördüncü el-yazması, Mevlana Abdurrahman Cami’nin, ”Heft Öreng” denen, ama burada ”Heft Baykara” adını taşıyan yapıtın bir kopyasıdır. Bu son ad, nüshanın Sultan Hüseyin Baykara için ve onun saltanatı zamanında hazırlandığını gösteriyor. Kaldı ki, onu süsleyen 2 minyatür (Pl. 25, 26), Behzad’ın öğrencisi Kasım Ali tarafından 1480′e doğru yapılmıştır. Demek ki bütün bu yapıt, yani hattatlık, şiir ve minyatürler, Herat’ta Timurî Türk devrinde meydana gelmiştir.


5 – Son el-yazması ilhan’lıların veziri Reşid ed-Din’in 14. yüzyılda Moğolların tarihi üzerine yazdığı ”Cami-üt Tevarih” in bir kopyasıdır. Bu el yazması, 16. yüzyılda Moğol imparatoru Ekber’in kitaplığı için hazırlanmış ve 16 minyatürle süslenmiştir (Pl. 29-34). Hümeyun’un oğlu, Babür’ün torunu olan Ekber’in Timurî bir Türk olduğu ve Hindistan’a, İran’dan geçmeden, doğrudan doğruya Semerkand’dan geldiği ve sanatçı, edebiyatçı ve Çagatay Türkçesinde şair olduğu biliniyor.


Moğollar, bütün Timurîler gibi, kitap sanatı için atölyeler kurmuşlardı; bir Türk hükümdarının atölyesinde hazırlanmış bir Türk kitabının el-yazması, hiçbir zaman İran resmine mal edilemez. Demek ki, bu kitabı süsleyen 6 minyatür Türktür.


Görülüyor ki, UNESCO’nun İran resminin en güzel örnekleri diye sunduğu 34 minyatürden 27 si kuşkusuz Türk’tür; öbürleri ise belirsiz zaman ve yapıcılardandır, öyle ki bunların kökenlerini, bilhassa ”Muraka’a Gülşan” adlı birbiri ile hiçbir ilgisi olmayan minyatür ve yazılar (Pl. 20-24) koleksiyonunun kökenini saptamak çok zordur.



Sonuç, 


Bayanlar ve Baylar,


Bu konuşmayı bir İslâm ulusunun başka bir İslâm ulusuna üstünlüğünü göstermek, ne de büyük uygarlığı ve ince ve derin kültürü İslâm uygarlığına ilk katkı olan şanlı İran ulusunu küçültmek için yapmadım. Bütün bu uluslar, büyük İslâm ailesinin üyeleridirler. Ve burada, bütün İslâmların kardeş olduklarını, ”Inamal müslimun ihva” demekle, İslâmlığın enerjik bir şekilde yerdiği ırkçılık yapmak da benim zihnimden tamamen uzaktır.


Fakat ben bu konuşma ile geçen yılki konuşmayı şunun için yaptım: Biz, Orta Doğu Müslümanları, 900 yıldan beri, Malazgirt’ten Sakarya’ya kadar ana-baba kalıtımımızı kahramanca savunan Türk kardeşlerimize borçluyuz ve bu borcu hiç olmazsa tanımak ve kabul etmek gerekir. Sonra, kimi Batı tarihçileri, Batı’nın hırslarına karşı dikilen son devlete olan kinleri içinde, Türk uluslarının İslâm uygarlığına her türlü katkısını yadsımak ve Türk uluslarına iftira etmek için ellerinden geleni yapıyor ve ”cesur askerdirler ama hiç kültürleri ve uygarlıkları yok” diyorlardı.



Dr. Mahmut NAHAS
Bu Konferans 14 Eylül 1971′de Türk Tarih Kurumu'nda verilmiştir.

Tan Can: "Mısırlı Tarihçi ve Aile Boyu Ulema Olan Prof.Mahmut Nahas'ın 1971 Yılında Türkiye'de Yunus Emre Sempozyumunda Verdiği Tarihi Konferans.. Burada Açıkça Sanatın ve Bilimin Bir Çok Dalını Arap ve Farsilerle Tanıştıranların Öz be Öz Türk Olduklarını Anlatıyor."
Bunu bana hatırlatan arkadaşım Tan Can'a teşekkür ederim.SB



"Miniature Art is absolutly Turkish of origin"
Dr.Mahmut Nahas


Ottoman Period - 17th c








ilgili:
Nuray Bilgili "Kitab al-Diryaq"





17 Nisan 2017 Pazartesi

Altay'dan Tanrıcı başı Akay Kine'den Ak Cang ya da Tanrıcılık....





"Gök Tanrı'nın çocukları, kul olmaz. Seni, anan, atan dünyaya getiriyor, terbiye ediyor, okutup, yıllarca yetiştirmek için uğraşıyor; sonunda kul ol diye bunları yapmıyor. Analar, çocuğunu kul olsun diye doğurmaz. Gök Tanrı da bunu istemez, bundan hoşlanmaz, buna kızar. Kul olanı tepersin, ayağınla tepersin; ona saygı duymazsın. Kullukta saygınlık yoktur.


Gök Tanrı, anan atan gibi onu sev ve onun eserlerine sahip çık ister. Gök Tanrı başını yere koyan, başını eğen oğul/kız istemez. Ben seni boynunu bük, başını yere eğ diye yaratmadım der. Bir insan bir şeyn kölesi kulu olursa o kişi sıkışmış, bastırılmış olur. Baskı altındaki kişi de bu baskıyı başkalarının üzerinde kullanmak eğilimine sahip olur. Bu eğilim, o insanın etrafına da yayılır; doğaya yayılır, kişi bu baskıyı hem çevresine hem de doğaya uygulamaya başlar. Dinler arasındaki savaşlar, insana ve doğaya zarar verme girişimleri, kul olmanın getirdiği baskıdan kaynaklanır. Bütün bu olumsuzluklar, insan zihninin altında bu kul olma baskısı yattığı için olur. 


Bizim dedelerimiz, kul olmamaya çok önem verirdi; onlar kul olmayı reddetmişlerdir; hatta kul olmanın dünyanın sonunu getireceğini söylerlerdi. Bu kulluğu zihninden atarsak eşitler arasında eşitlik prensibine göre dünya işlerini yürütürsek Ak Işık ortaya çıkabilir. Kul olma düşüncesi böylece kaybolur.


Bu prensibe dayanan insan her zaman güçlü, herkesi kucaklayan, herkese veren bir insan olur. bir insan bütün dünyaya sevgi ve saygı verirse, deünya da o insana aynı cevabı verir. Böylece bu insanda insanlığı ve yeryüzünü bitirme ve zarar verme düşüncesi kaybolmuş olur. Bu şekilde biz Gök'ü  (Tanrı'yı) sevindirmiş oluruz.


Tanrıcılıkta soyun devamı için günah işlememelisin, çünkü sen sadece kendinden sorumlu değilsin; önceki ve sonraki soyundan da sorumlusun. Tanrıcılıktaki sorumluluk çok fazladır. Kul olan kişinin sorumluluğu sadece kendisi içindir. Kul olanlar, her insanın Gök Tanrı olduğunu unuturlar. İnsanın doğuştan Tanrı olma şansı zaten vardır, insanın gelişmeye ihtiyacı yoktur; sadece doğru yaşaması yeterlidir. Başka dinlerde insanlar sadece kendilerinden sorumludur; ama Türkler sadece kendisinden değil, yaklaşık 17 soyundan sorumludur.


Bu dünyanın ortasına, merkezine Altay derler. Gök'ün oğlu her zaman toprak, gök ve yerin ortasından, yerin merkezi olan Altay'dan sorumlu olmuştur. Eşitlerin eşiti bizim soyumuzdan sorumludur. Gök'ün oğlu gök, yer ve orta dünyanın durumundan, kendi memleketinin durumundan, kendi kavminden sorumludur. 


Türk hiçbir zaman isteyen, yalvaran bir insan değildir. Çünkü o Tanrı'nın oğlu / Tanrı'nın kızı olarak, hiçbir zaman kul ve köle olamaz. Türk kendisini asla köle ve kul olarak düşünemez. Çünkü Türk Gök'e, yere, dağlara, nehirlere, ormanlara, okyanuslara, diğer milletlere ve dinlere eşittir. İnsanın Tanrı'ya bile kul köle olması iyi bir şey olarak algılanmaz ve bu çok büyük bir tehlike olarak görülür. Gök Tanrı da onun köle olmasından hoşlanmaz. Eğer insan kendisini here şeye eşit görmüyorsa, Gök Tanrı onu hoş karşılamaz.


Mesela hayatını çocukları üzerine kuran bir ana düşünelim. O, onları doğurmuş, kutsal ak sütü ile beslemiş, büyütmüş, çocukları sağlıklı ve iyi insan olsun diye eğitmiş, iyi bir mesleği olsun diye okutmuştur. Düşünün bir kere, bir gün onlar gelip başları eğik bir şekilde "Ben kul oldum" diyecekler. Bunu gören ana sevinebilir mi? İşte bu nedenle Türk hiçbir zaman kul olmamıştır ve olmaması da gerekir. Çünkü sonsuz Gök Tanrı'nın gönlünde hiçbir zaman tehlike ve korku olmadığı için, onun evladı olan insanın da gönlünde korku olmaması gerekir. 


Gök Tanrı'nın oğulları ve kızları zaten her şeye eşit olduğunu bilmektedir. Onların gönlünde etrafında olan her şeye karşı sevgi ve saygı vardır. Yani etrafını çevreleyen nesne ve insanlara karşı onun korkusu yoktur, onları tehlike olarak görmez. Çünkü sonsuz Gök Tanrı'nın oğlu ve kızları güçlüdür ve sorumludur. O, her şeyden sorumludur; gök, toprak, dağ, nehir, okyanus, suya karşı; insanlık, kabilesi, ailesi, çocukları, atalarına karşı; ayrıca bundan sonra devam edecek soyuna karşı da sorumludur.


Gök Tanrı'nın oğlu kendini Tanrı önünde sorumlu hissetmez; o Tanrı ile birlikte her şeyden sorumludur. Yani onlar diğer dinlerde olduğu gibi sadece kendileri için Tanrı'ya karşı sorumlu değillerdir. Etrafındaki her şeyden sorumlu olan insan, bozulanları düzeltmekten de sorumludur. Deniz kirleniyorsa kirletmemelisin veya engel olmalısın, orman yok oluyors ağaç dikmelisin gibi... Herhangi dindeki bir insan, bir günah işlese, bir ibadethaneye gider temizlenip çıkar, mesela kiliseden çıkarken artık günahkar olmadığını, tertemiz olduğunu düşünür. Bu zihniyet de bencil insanlar yaratır."






Tataristan'ın Tanrıcı inanca mensup fikir adamlarından da kullukla ilgili şu ifadelere şahit oldum : Kulluk inancının var olduğu bir din, korkaklığı, kendi kendini aşağılamayı, alçalmayı, bağımlılığı, boyun eğmeyi, kısace kölelerin tüm özelliklerini öğütlemektedir. Oysa savaşçı toplumun, cesarete, özgüvene, gurura, bağımsızlık anlayışına ihtiyacı vardır.


Bir inancın yarattığı insan tiği ve ruhsal durum, onun ibadetinde kullandığı sembollere de yansımaktadır. Ritüeller bu ruhsal duruma göre şekillenmektedir. Tanrıcılar, kulluk inancına şaşırarak baktıkları için kulluk göstergesi olan yere kapanma (secde) ve (Tanrıcıların ifadesiyle) "dilenci gibi" ellerin açıldığı dua pozisyonu, onlara göre asla kabul edilemez ritüellerdir. Kulluk inancını içeren dinlerde ibadetlerde yer alan semboller ve vücut dili kulluğu işaret etmektedir. Oysa Tanrıcılığın ibadet sembollerine baktığımızda 'Tengri gibi Tengri'de bolmuş' başı dik, asla ufuktan aşağı gözlerini indirmeyen, Tanrı'ya söyleyeceği sözü anasına babasına söylermişcesine rahat ve sevgi dolu ifade eden bir tarz göze çarpmaktadır; aczi ifade eden kulluk sembollerine hiçbir şekilde yer verilmemiştir.


Akay şöyle der: 

"Ben ibadet ederken yere bakmam. Yere baksan kul olursun, oysa ben Gök Tanrı'nın oğluyum. Sen kul olsan Tanrı da seni sevmez. Seni teper. Senin önüne kul gelse sen ona değer vermezsin; senin önünde eğilen adamı sen de tepersin. Karşına adam olarak gelen kişiye değer verirsin, onu seversin. Tanrı için de bu böyledir. O yarattıklarını yerlerde sürünen zavallı kullar olarak görmek istemez. Sen onun oğlusun, onun kızısın, evladısın. Tanrı'ya 'ben senin oğlun olarak geldim; kulun olarak değil' desen, o da mutlu olur.


Adem Havva'daki mitolojiden dolayı Tanrı onları lanetledi ve kul yaptı. Çünkü o mitolojide ensest var. Biz mescitte gördük; çocuklar, yiğitler kul oldu ve başkalarının boyundurluğu altına girdi. Tüm Müslüman dünyası da başkalarının boyunduruğu altında. 


Türk! Sende ruh var. Sen başka uluslara da ruh vermek için çalışmalısın. Onlar bizim düşmanımız olsa da onlara da yardım etmek gerek, çünkü biz Tanrı'nın oğullarıyız, Tanrı'nın kızlarıyız."



Araz Elses "Her Türk bir dünyadır" der....



Altay Tanrıcılarının başı Akay Kine:

"Muhammed de Gök Tanrı'nın oğludur. Biz aynı şekilde onu da severiz. Ama o bizden değildir. Bu nedenle Muhammed'in de bildikleri bu insanlık dünyasına lazımdı. O Arap milleti üzerinden gelmiştir. Arapların Ak dini İslam'dır. Onların şükran dili de Arağçadır. Türkler için ise Ak Din Tanrıcılıktır ve şükran dili de Türkçedir. Türklerin aldı (önünüzde) yolu açık bolsun (olsun).


Hz.Muhammed'e kutsal ruh indi. Ona kendi milletine bir mesaj iletme misyonu verildi. Arap milleti Hz.Muhammed sayesinde yükseldi. Biz Türkler de yükselmek istiyorsak bunu kendi liderimizin önderliğinde yapmamız lazım. Biz yükseldiğimizde de kimseyi kendimize benzetmek amacını gütmemeliyiz.


İslam, Arap dünyasının dini ve onların örf ve adetlerini içeriyor. Biz Araplara hürmet ediyoruz ve onların atlarına saygı duyuyoruz. Ama bu arada kendi örf, adet ve geleneklerimizi de sürdürmeliyiz. Diğer halklar ve inançlar da aynı şekilde bizlere saygı duymalıdır. Birinin diğerini asimile etmesi kabul edilemez. Bizim kendi tarihimiz ve medeniyetimiz var. Biz herkese anlayışlı davranmayı gerektiren bir gelenekten geliyoruz. Onlara saygı duyarken kendimizi unutmamalıyız. Bunun için de İslam ya da başka inanç sistemleriyle savaş haline girmemeliyiz. Bizim herkesi kucaklayan bir kültürümüz var.


Türk'ün yedi atasını bilmesi gerekir ki gücümüzü onlara verelim. Onlara algış veriyoruz. Onları yüceltiyoruz. Kendi atalarımızı bilsek onların adını anar, algış aytar, onlara güç veririz. Şimdi ise görüyorum siz Türkler, kendi atalarınızın adını bir kere de ağzınıza almıyorsunuz. Sadece Muhammed'e, Ali'ye, Nuh'a güç veriyorsunuz. Kendi atalarınızın adlarını bile unutmuşsunuz. 


Bir gün Türkiye'den biri 'İslam olmadan Türk olmaz' dedi. Ben de çıktım; sen ağacın kökünü, Ata babasını kessen o, İslam olsun, ne olursa olsun devrilir dedim. Niçin kendi soyunu bilen halklar güçlüdür? Eğer kendi dedenizi bilmiyorsanız, adını bilip ona dua etmiyorsanız, o size korumacı olacak yerde size düşman olur."



Gök-Tanrı İnancının Bilinmeyenleri
Din ve Millet Kavramları
Akay Kine'nin Bilgileri Işığında
Günnur Yücekal Arpacı, 2012
"Bu kitap 2006'da Altay'da yaptığım alan araştırması, geniş literatür çalışması ve 2009 yılında Altay Tanrıcı başı Akay Kine'yle yaptığım görüşmeler sonucunda ortaya çıkmıştır."




Mavi Gayzer Gölü - Altay



"Bizim vazifemiz ve amacımız eski öğretilerin dağılmış parçalarını bir araya getirmek ve hatırlamaktır. Bir araya getireceğimiz bilgi parçacıklarını saklayan Türk kavimleri değişik renklere bürünmüştür. Ama Altay, tüm Türklerin hafızalarında kayıtldırı, o yüzden aslında hiç unutulmamıştır. Hepsi bu inancı hatırlar ve bilir. Bizim belleğimizde kutsal kurallar genetik olarak kayıtlıdır. Atalarımızdan miras olan kutsal belleğimiz vardır. Bunlar devasa bir bulmaca, bir yapboza benzer. Bu yapboz parçalarını bir araya getirerek gerektiği yere koyarsak değişik renkleri bir araya getirmiş oluruz. Ve eski atalarımızın kadim bilgilerini kapsayan bu öğretiyi tamamen kavramış oluruz ve bu her biri ayrı bir bilgiyi içeren yapboz parçalarından o çok güzel resmi ortaya çıkarmış oluruz. Bu resim ile eski gök kuralları, toprak kanunları geri dönmüş olur. Sonunda değişik renklere bürünmüş Türk kavimlerinden elde edilmiş bir sürü renkteki bilgi parçacıklarının bir araya gelmesiyle biz, başlangıcın rengi olan Ak rengi elde etmiş oluruz."

"Burada oturan Gök Tanrı'nın oğulları, kızları Kızıl Tuğ'dan alımlı yürüsün. Gök Tanrı'dan Ak Altay'dan algışlı bolsun. Ardındaki yolu suluğ, korunaklı olsun, aldı yolu açık olsun.. Çeneliye laf söylettirmesin. Gözünden ateş çıksın. Güzel, görkemli, en yüceye çıksın."

Akay Kynyev (Kine) 







Altay/Altai-Turkish people-Altai Republic,Altai Krai.


29 Şubat 2016 Pazartesi

Doğu ile Batı !..







Tanrıtanımaz Toplumcu Marx ve Engels' e göre, İslam başlangıçta ilericiydi Engels, Marx'a yazdığı bir mektupta İslam'ın doğuşunu bir devrim olarak niteliyordu:


"Sanırım senin Muhammed Devrimi'nin temel ögelerinden biri olarak gördüğün bir gerçeği, Muhammed'den önce Güney Arabistan ticaretinin mahvoluşu gerçeğini de, belirttiğim bağlamda düşünmek gerekiyor ... İ.S. 200-600 yılları arasında Güney Arabistan Habeşler tarafından sürekli işgal edilmiş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir... Genel ticari durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareketin daha varolmuş olması gerekir ki, bu da ancak Etyopyalılar tarafından girişilen istila hareketleri olarak düşünülebilir... Arap ulusal bilincini, kuzeyden gelen ve neredeyse Mekke'ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Müslümanlık ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir bedevi tepkisi niteliği taşımaktadır."


Oysa Kur'an'da bu dine en çok karşı çıkanların bedeviler, göçebe hayvancılıkla geçinen Araplar olduğunu okuyoruz.


Server Tanilli, (İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?) İslam'ın Altın Çağı olarak nitelendirdiği döneme ilişkin övgüler, Müslümanların göğsünü kabartacak niteliktedir:


( ...) İslam, VIII.yy.'dan başlayarak yükselişe geçer; XII.yy.'da doruğundadır. XIII.yy.'dan başlayarak bir geri çekiliş içindedir. Aslında XIII.yy'da liderliği yitirmiştir; en korkunç kaybı XVIII.yy.'dadır. (...) Halife ünlü Harun-el-Reşid'in oğlu Me'mun (813-833) yığınla yabancı, özellikle Yunanca eserleri Arapça'ya çevirtecektir.(...) Kurtuba'da Halife el-Hakem-II (961-976), söylendiğine göre içinde 400.000 elyazması bulunan bir kütüphaneye sahipti. (Belirtelim ki, V. Charles'ın kütüphanesinde yalnızca 900 elyazması bulunuyordu. (...) 


Dört ya da beş yüz yıl boyunca, İslam bütün bir eski dünyanın en parlak uygarlığı oldu. Bu altın çağ kabaca Me'mun'un (813-833) halifeliğinden, büyük İslam filozoflarının sonuncusu İbni Rüşd'ün 1198'de Merakeş'te ölümüne değin sürer. Halife Me'mun'un Bağdat'ta hem bir kitaplık hem bir çeviri merkezi, hem de bir gözlem evi olan -Bilim Evi- anlamında "Dar-ül Hikme"nin kurucusu olduğunu hatırlatmış olalım. 


İslam'ın bu görkemli çağı ... (...) Abbasi Halifeleri, bir yüzyıla yakın bir süre boyunca, kesintisiz, Nesturi Hıristiyanların gerçekleştirdikleri dev bir çeviri etkinliği sayesinde, eski Yunan bilim ve felsefesinin Müslüman dünyada yayılmasını destekleyip durdular. (...) Nasıl nitelemeli İslam'ın bu altın çağını? (...) Gerçekten "birörnek" tir bu uygarlık. (...) 


İki örnek daha: X.yy'ın başlarında Horasan naibi olan bir vezir, Müslüman ya da Müslüman olmayan her ülkeye heyet yollayarak, saray ve devlet dairelerindeki örf ve adetler için bilgi ister; sonra da onları ciddi ciddi gözden geçirip içlerinden en iyileri diye hükmettiklerini alıp Buhara sarayı ve yönetimi için uygulanmasını emreder. Bir de Kurtuba halifesi Il. Hakem'in verdiği örnek: İran'da, Suriye ya da bir başka yerde kaleme alınan bir eseri, daha çıkar çıkmaz satın aldırtır; Abu'l Farac el-İsfahani'ye ünlü antolojisinin ilk nüshasını elde etmek için tutar halis altından bin dinar yollar.(...) 


Bu altın çağında İslam uygarlığı, yukarı katlarında hem dev boyutlarda bir bilimsel başarıdır, hem de antik felsefenin (Eski Yunanistan'da yoğunlaşan Yakındoğu düşüncesinin-eb) olağanüstü biçimde yeniden ortaya çıkışıdır. (...) Müslümanların o altın çağda en çok yenilik yaptıkları alan, bilim alanıdır. Her şey bir yana, trigonometri ile cebiri hatırlatmak yeter. Trigonometride "tanjant"ı bulurlar. (...) 


Muhammed ibn Musa, 820 yılında, ikinci derece denklemlere kadar varan bir cebir kitabı yayımlar; kitap XVI. yüzyılda Latinceye çevrilir, Batı'nın ilk başvuru eseri olur. Müslüman cebirciler, daha sonra iki kareli denklemleri de çözeceklerdir. 


Bunun gibi, matematikçileri, coğrafyacıları, gözlemevlerini ve onların araçlarını (özellikle astrolab'ı) da övmeli. Dünyanın enlem ve boylamlarını ölçmede elde ettikleri sonuçlar tam bir yetkinliğe ulaşamasa da, pek olumludur ve Ptolameus'un göze batan yanlışlarını düzeltmişlerdir. Öğrenci değil kelli ferli ustalar da olsalar, optikte, kimyada (alkolün damıtılması, iksirler, sülfürik asit), eczacılıkta onlara verebileceğimiz tam nottur; şu sonuncu alanda, Batı'nın kullanacağı ilaçların yarısından fazlası İslam dünyasından gelecektir. Sinameki, ışgın, demirhindi, kusturucu ceviz, kırmızböceği, kafur, şuruplar, yakı, merhemler, damıtılmış su,... Tıpları kesinlikle eşsizdir.


Bir 60-70 yıl kadar önce anlaşıldı ki, kanın küçük dolaşımını, Michel Servet'den 300 yıl önce Araplar bulmuşlardır. (...) Felsefi alanda ise yapılan Aristoteles felsefesinin temalanın yeniden ele alınışıdır aslında. Ancak, sıradan bir ele alış değildir bu; bir açıklayıp aydınlatma, bir yaratıştır. (...) Söz konusu olan bir hayli geniş bir düşünce akımıdır ki, onu zamanda ve mekanda bir yere yerleştirmek gerekir. Bu akımı beş önemli ad çerçevesinde ele alacağız. Onlar da Al-Kindi, El-Farabi, İbn Sina, El-Gazzali ve İbn Rüşd'dür. İbni Sina ile İbn Rüşd, en ünlü olanlarıdır; hele bu sonuncusu, Avrupa'da yaptığı yankılar bakımından en önemlisidir.(...) 


Bu yerel ve tarihsel açıklamalar şunu gösteriyor: Bütün İslam dünyasında düşünsel bir alışveriş, bir yarış vardır. Bütün bu büyük aktörlerin yanısıra, onların çevresinde doğaldır ki, başka filozof grupları, tutkun dinleyiciler ve okuyucular bulunmaktadır. Bu liste son olarak şunun da göstergesidir: İslam Felsefesi'nin son meşalesi İspanya'da tutuşacaktır; en görkemlisi o olmasa da, Batı'ya Arap filozoflarını ve bizzat Aristoteles'i o (İbni Rüşd) tanıtacaktır.(...) 


Bir "İslam Felsefesi" var mıdır?, El-Kindi'din İbn Rüşd'e değin sürekli bir felsefe olmuş mudur? Bu felsefe İslam'ın sağladığı iklim ile açıklanabilir mi? Özgün bir felsefe midir bu? Çoğu kez evet ya da hayır diye kestirip atılır. Nesnelliği elden bırakmadan konuşalım biz: Evet, sürekli bir felsefe oldu İslam dünyasında. (...) Bu felsefe akılcı eğilimlerini eski Yunan'a, İslam'ın bilim için duyduğu zevke borçlu. Gerçekten bütün filozofları bugün bilim adamı diyebileceğimiz kimselerdi; astronomiyle, kimyayla, matematikle, hemen her zaman da tıpla uğraşıyorlardı. (...) 


İbn Sina, "Kanun" alı üstelik bir Tıp Ansiklopedisi yazdı. İbni Rüşd de kendininkini yazacak ve İslam Tıbbı Avrupa'da Moliere'in Hekimler'ine değin -ve onlar da içinde olmak üzere- bilimin son sözü olacaktır yüzyıllarca. (...) 



(...)



İslam'ın başlangıçtaki o göz kamaştırıcı ileriliğini, ilericiliğini, bir de yabancı bir yazardan dinleyelim. Fernand Grenard, birinci basımı 1939'da Paris Libraire Arnand Colin'ce yapılan Grantleur et Decodence de L'Asie, L'Arenement de L'Europe (Fernand Grenard Asya'nın Yükselişi ve Düşüşü) adlı yapıtında, Avrupalı Hıristiyanların İspanya ve Sicilya' daki Müslüman Araplarla ilişkilerini çok çarpıcı saptamalarla aktarmaktadır. Avrupa'nın ve ABD'in, başta bilim ve düşün olmak üzere yaşamın tüm alanlannda öncü konumuna yükselip yeryüzüne egemen olmasını, 900-1200 yılları arasında Müslümanlardan öğrendiklerine borçlu olduğunu savlayan Grenard, bu savı şu olgulara dayandırıyor:


Müslümanlar Hıristiyan Avrupa'ya bilim öğretiyor


(...) XIII. yüzyılda Paris ve Venedik sayılmazsa, Batı'daki hiç bir kentin nüfusu 100.000'i aşmıyordu. En önemli kentlerden çoğunun, örneğin Cenova, Milano, Floransa, Gand, Bruge'ün nüfusları 50.000 dolayındaydı. Buna karşılık büyük Müslüman kentlerinin, örneğin Bağdat, Kahire, Şam, Antakya, Kurtuba ve İskenderiye'nin nüfusları yüzbinlerle dile getiriliyor, kimilerinin nüfusu ise yarım milyonu buluyordu.


Harunürreşid'in 380 milyon franklık bir geliri vardı. 1300'lere doğru Cengiz'in yerine geçen İran hanı yılda 700 milyonu kasasına koyuyordu. X. yüzyılda Kurtuba'daki halife yılda 8 milyon altın para topluyor, hazinesindeki servet ise 250 milyonu geçiyordu. Şimdi, Fransa kralının XV. yüzyılın ortalarında 1.800.000 lira, yani 12 milyon franktan biraz fazla olan varidatını Harunürreşid'in ondan beş yüzyıl önceki varlığıyla karşılaştırınız. 


Harun ür-Reşid'in karısı Mekke' de yapılacak bir su kemeri için kendi kesesinden 23 milyon veriyor; Charles-Quint ise, hanedan üyesi erkek çocukların varlığını 12.000 lira (120.000 frank) olarak belirliyordu. Aynı Charles-Quint 900 ciltlik kütüphanesiyle övünülür; oysa daha dört yüzyıl önce İspanya'daki halifenin kütüphanesinde 400.000 kitap vardı. Bu sayısal karşılaştırmalar, o dönemde Hıristiyan dünyası ile Müslüman dünyası arasındaki inanılmaz fark hakkında oldukça doğru bir fikir edinmeye yardımcı olacaktır.


Hıristiyan Avrupa, düşmanları olan Müslümanlara karşı kalkınma çabaları içindeyken kesinlikle kör bir kinin tutsağı olmamıştır. Tersine, Müslümanların apaçık üstünlüğüne saygı duyarak onlarla sıkı ve etkin siyasi ve ticari ilişkilere girmiş, düşünsel alış verişte bulunmuştur. Bugünkü Modern Avrupa'yı oluşturan şey, İslam karşısında birbirine kökten aykırı iki eğilimin bireşimidir: Bir yandan İslam'a karşı çıkarken, bir yandan da onu taklit etmek ... Hıristiyan Avrupa'nın gözünde Müslüman Araplar hem düşman, hem örnek, öğretmen, öğreticidir. (...) 


Sonradan II. Sylvester olarak papalık tahtına çıkan Gerbert, İspanya'da Arap ulemasının gözetiminde üç yıl öğrenim görmüştü. Avrupa'da Rahipler bile yapıtlarını Kurtuba halifesine ithaf ediyorlardı. Almanya, İtalya ve Fransa'daki rahip adaylarının İspanya'daki Müslüman okullarına akın etmesi Pierre le Venerable'i kaygıya düşürüyordu.


Arap dili ve edebiyatını öğrenen, Latince bilmeyen Hıristiyan İspanyollar, Kurtuba sarayında uzun süre iyi gelir getiren görevler aldılar. Pirene'lerin ötesine geçen bir çok Fransız beyi Arap şatafatları içerisinde, Arap şantöz ve dansözleriyle, Araplarınkine öykünen bir yaşam sürüyorlardı: Hıristiyan prens ve soyluları, hasta olduklarında tedavi için Kurtubalı Müslüman doktorlara gidiyordu. Narbonne, İspanyol Yahudilerine salt Arap bilimlerinin okutulduğu ünlü bir okul kurdurtmuştu.


Bu arada, Asya ile Avrupa arasında kültürel aracı konumunda olan Yahudiler'in Ortaçağda olsun, Rönesans'ta olsun, düşünsel ve iktisadi açıdan Avrupa uygarlığının oluşumunda oynadıkları önemli rolü de belirtelim. Yahudiler bu konuda tarih kitaplarımızda özel bir bölüm işgal etmeye hak kazanmışlardır. IX. yüzyılda İtalya'daki Amalfi kenti, Sicilyalı Müslümanlarla bağdaşıktı. İmparator Il. Louis, Napoli'yi Palermo denli Müslüman olduğu için övüyordu. 1114'te Piza'da da bir Müslüman mahallesi olduğu biliniyor. Sicilyalı Norman prensleri Müslüman Arap yönetim örgütünün önemli bir bölümünü korumuşlardı. Bu yönetim biçimi Avrupa'da beğeni uyandırıyor ve bir kerteye dek örnek alınıyordu . (...) XIII. yüzyılın ortalarında, Hohenstaufenler'den II. Frederic, Arapça konuşuyor ve Palermo'daki sarayına sayısız Arap doktorları girip çıkıyordu.


Fakat yaşam ve düşünce artık Bizans'ta değildi. Gerçekte, Batı Ortaçağı Bizans'ın değil Müslümanların öğrencisiydi. Avrupa, geleceğinin verimli tohumlarını Bizans'tan değil, Müslümanlardan aldı. Eski Yunan bilim ve düşüncesini Müslümanlar aracılığıyla ve Müslümanların yaptığı katkılarla tanıdı, Bizans aracılığıyla değil. Bunda yol göstericiler İspanyollar oldu. IX. yüzyıldan başlayarak İspanya'daki Hıristiyan rahipler, Müslüman Tanrıbilimcileri inceliyorlardı. XII. yüzyılın ilk üçte birinde Toledo başpiskoposu bir çeviri kurulu oluşturarak Müslüman bilim ve düşünce ustalarının olduğu denli, Eski Yunan yazmalarının Arap katkılı Arapça metinlerini de Latinceye çevirtmeye başladı. Abelard ve Büyük Albert, Plotin ve Porphyre'in neoplatonizmini Aristoteles'inkiyle uyuşturmaya çalışan Farabi ve İbni Sina'yı okumuştu.


Hıristiyan Tannbilimcileri Müslüman Tannbilimcilerinin izinden yürüyordu. Ünlü "külliyat sorunu", Paris'ten yüz yıl önce Şam'da tartışılmıştı. Aristoteles Avrupa'da Bizans aracılığıyla değil, Araplar aracılığıyla Arapça çevirilerinden tanındı. Bizim "Averroes" diye tanıdığımız Kurtubalı İbnü'r Rüşt, Aristoteles'in bütün yapıtlarını Avrupa'ya aktardı. Thomas d'Aquin, anıtsal yazınının bütün yapı taşlarını ondan almış, Kurtubalı haham Musa bin Me'mun'u okuyarak eksiklerini gidermiştir.


Robert Guiscard tarafından kurulan ya da yeniden örgütlenen ünlü Salerno Tıbbiyesi doğrudan doğruya Arapça öğretim yapıyordu. İdrisi, Sicilya'daki II. Roger'in sarayında Batlamyos'tan çok daha doğru olarak coğrafya öğretti. Batı biraz topallayarak da olsa, Müslüman bilginlerin yapıtlarını izledi. Bu Müslüman bilginler matematik, cebir, trigonometri, astronomi, optik, kimya, tıp, cerrahi, eczarılık alanlarında Yunan öncüllerinin alanlarını inanılmaz biçimde genişletmiş ve derinleştirmişlerdi.


İslam uygarlığı, Barbar Avrupa'nın eğitiminde en egemen rolü oynamıştır. Fransa'nın Marsilya, Montpellier, Narbonne, Barselona limanlarını olduğu gibi, Batı İtalya limanlarını da canlandıran olgu, Müslümanların yaptığı ticaret olmuştur. Arap parası Dinar, uzun süre Avrupa'ın başlıca parasıydı."


Gerçekten de İngilizlerin ilk altın parası bir İslam Dinarı olarak basılmıştır. İsa'dan sonra 757-796 yılları arasında, Papa I. Adrian tarafından Mercia'nın Anglo Sakson Kralı yapılan Offa, Abbasi Halifesi Mansur'un bastırdığı Dinar'ların bir benzerini kendi adına altın para olarak bastırırken, paranın ortasına kendi adını Latin yazısıyla "Offa Rex " (Türkçesi: Kral Offa) ve adının çevresine de Arap yazısı ile Arapça "Muhammed -ur-Resulallah" (Türkçesi: Muhammed Tanrı'nın elçisidir) sözlerini yazdırmıştır. Paranın diğer yüzünde ise Arap yazısıyla ve Arapça olarak "La ilaha iliallah vahidu la şerike lehu " (Türkçesi: Tanrı'dan başka tapacak yoktur, o tektir, onun eşi benzeri dengi ortağı yoktur) sözleri yazılıdır.


"Avrupa, pamuklu, kadife, halı ve nakışlı diba dokuma yöntemini Müslümanlardan öğrendi. İpek dokumacılığı Palermo yoluyla geldi. Güney Fransa ve İtalya, Sicilya ve İspanya'daki Müslümanlardan şeker üretimini öğrendi. Venedik, Antakya'nın cam işlerini taklit ediyordu. 

Şövalyeler, Müslüman miğferleri ve örme zırhlarını giydi, Şam'ın ve Toledo'nun Müslüman yapısı kılıçlarıyla donandı. Ayin sırasında rahiplerin giydikleri kaftanların üzerinde işlemeli ayetler görülmeye başlandı. Kadınlar Müslüman modasını izleyerek Arap gömleği, Arap eteği giyip İran tacı ve Suriye başlıklarıyla süslendiler. Doğu kokularının güzelliğini tattılar, doğu kumaşları, Trablus krep, muslin ve tülü; Şam canfesi ve atlası onlara yeni güzellikler getirdi.

Bu arada, Aquitane'li Catharelar'ın, Simon de Montfort tarafından gömülen fakat görünür biçimiyle kesinlikle ölmemiş olan Avrupa duygu ve düşünüsünde, yabana atılamayacak bir yönelimin önderleri olduklarını da unutmayalım. Onlar da Doğu kökenliydiler; her ne denli yanlış tanımlanmışsa da, Arap dünyasının soylu ailelerinin atalarıyla ilgileri ve akrabalıkları vardır. Batı'nın Doğu'dan aldığı gelenekler, görenekler, teknik yöntemler ve çeşitli kolaylıklar üzerinde daha çok durmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Yalnız dikkatimizi Avrupa'nın maddi ve manevi iktidarının temelini oluşturan bilgi ve buluşların kimilerini Müslümanlardan aldığı noktasında toplamamız gerektir. Bu yönden son kertede büyük sonuçlar doğuran iki bilimi, matematik ve kimyayı Müslümanlar öğretmiş, korumuş ve geliştirmişti. Avrupa'ya barutu ve topu veren, en iyi çelik üretimini öğreten, pusulayı, pamuktan ucuz kağıt yapımını ve matbaacılığı öğretenler Müslümanlardır. Asya böylece Avrupa'yı kendisine karşı silahlandırdı, yazgının kendisine karşı dönüşünü kendi elleriyle hazırladı; ama bunun sonuçlarını duyumsayabilmesi için aradan yüzyıllar geçmesi gerekti."  Fernand Grenard'ın saptamaları özetle böyle.


Sonuç olarak, gerek Server Tanilli, gerekse Fernand Grenard, İslam yönetimlerinin VIII. yy'dan XIII. yy'a dek yaklaşık dört-beş yüzyıl süren parlak, usa dayalı, bilimci, düşüncü, ileri, ilerici ve ilerletici niteliğini ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar. Bilim Tarihi 'nin kurucusu olarak anılan George Sarton da Müslümanların bilime katkılarından övgüyle söz ederken şöyle der:


"Müslüman şerhçiler Öklid'i açıklayana dek batılılar onu anlamamışlardır... Öklid'in Müslümanlarca incelenmesi, el-Kindi ve Muhammed ibn Musa El-Horezmi ile başlamıştır. Öklid'in Elementler adlı kitabı Arapçaya ilk defa el-Haccac ibn Yusuf tarafından tercüme edildi. El-Haccac bu eseri ilkin Halife Harun el-Reşid (öl:809) için tercüme etti, sonra halife ei-Memun (öl:833) için bu tercümeyi revizyondan geçirdi. XI. yy.'ın sonundan önce Öklid, el-Mahani, el-Neyziri, Sabit ibn Kurra, İshak ibn Huneyn, Kusta ibn Luka tarafından Arapçaya çevrildi ve enine boyuna incelendi ...


Öklid'in Elementler'ini doğrudan Yunancadan Latinceye çevirmek için Batı' da harcanan çabalar netice vermemiştir. Muhtemeldir ki tam Öklid'e ilgileri arttığı sırada Yunanca bilgileri azalmış ve neredeyse sıfıra inmiştir. Bu esnada Arapça'dan çevirenler ortaya çıkmaya başlamıştır ve bu faaliyetler Öklid yazmalarına raslamaya bağlıdır. Bunları (Arapça Öklid'leri) Latinceye çevirmeye çalışanlar arasında Dalmaçyalı Hermann, John O'Creat ve Cremonalı Gerard vardı, fakat Bath'lı Adelard (1090 - 1150) dışında tam bir çeviri yapıldığına inanmamız için bir nedenimiz bulunmamaktadır.


Mamafih, onikinci yüzyılda geometri araştırmaları için Latin ortamı o kadar elverişli değildi. Müslüman ortamı ise 9.yy'dan itibaren öyle olduğunu ispatlamıştır. Gerçekten de Öklid dehasının yeniden canlandığı bir Latin'e şahit olmak için onüçüncü yüzyılın başına kadar beklememiz gerekir."


Bab'da 'Bilim Tarihi'nin kurucusu ' olarak tanınan George Sarton'un saptamaları, İslam 'ın Altın Çağı'na ilişkin önemli gerçekleri gözler önüne sermektedir. Müslüman bilginler El-Kindi ve El-Horezmi, kendilerinden neredeyse bin yıl önce yaşamış Öklid'in buluşlarını unutulmaktan korumuş, bunları üzerinde çalışarak geliştirmişlerdir.


Yalnız burada İslam bilginlerini yalnızca Eski Yunanistan'ın bilgelerinin kitaplarının çevirmenleri gibi görmek ve göstermek gibi bir yanlışa düşmemek gerekir. George Sarton'un Öklid Çevirmeni olarak sunduğu Özbekistan topraklarında doğmuş Müslüman-Türk El-Horezmi, kendisinden önce hiç bir bilginin yapamadığını yapmış ve cebirin kurucusu olmuştu. İkinci derece denklemlerin köklerini bulma yöntemini geliştiren ve böylelikle cebirin babası olarak anılan El-Horezmi, buluşlarını yazdığı "Kitabü 'l muhtasar fi'l Cebr ve 'l Mukabele" adlı kitabında ortaya koymuş ve onun bulduğu yöntem tüm dünyada 600 yılı aşkın bir süre boyunca kullanılmıştır. Öyle ki, batılıların bu işleme verdikleri Algorism, Algorithm, Algoritma, Logaritma gibi adlar bile Al-Horezmi adının Latince söylenişlerinden başka bir şey değildir.


Batı dillerinde Al-Khwarezmi biçiminde yazılan El-Horezmi, adı NASA tarafından ay'daki kralerlerden birine verilen dünya bilim tarihi açısından çok önemli bir İslam bilginidir. (Özbek Türküdür-SB)  El-Horezmi'nin cebir buluşları olmasaydı insanlık bugün ay'a gitmiş olamayacak ve pek çok bilimsel buluş da yapılamayacaktı.


Bilim Tarihçisi George Sarton, yukarı da aktardığımız değerlendirmelerinde Müslümanları Araplar olarak nitelendirmekte ve bilime yapılan bu katkıları Arapların başarısı olarak göstermektedir. Oysa sözünü ettiği parlak yıllarda İslam yalnızca 'Arapların Dini' olmayıp Türklerin, Farsların diğer soyların katılımıyla değişik kökenden toplumların benimsediği bir dindi. İslam dininin salt Araplardan oluştuğu yıllarda tek bilimsel başarının görülmemiş olduğu, İslam toplumundaki bilimsel başarıların Türklerle Farsların İslamı benimsemesinden sonra, Arapların başka toplumlarla, ülkelerle, uygarlıklarla tanışmasından sonra başladığı, tarihsel bir gerçekliktir. O çağda İslam dünyasında bilimsel yazıların Arap dili ve Arap yazısıyla üretilmiş olması, tüm bilginlerin Arap olduğu gibi bir yanılsamaya ya da bilinçli bir çarpıtmaya götürmüştür kimi batılı aydınları...



Cengiz Özakıncı
İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107





*


Erzurumlu İbrahim Hakkı (1757) Marifetname adlı eserinde Prof.Bozkurt Güvenç'in ifadesiyle "Darwin'den yaklaşık yüz yıl önce çağdaş 'Evrim Kuramı'nın bazı ilkelerini' şöyle dile getiriyordu:


"Maddelerin uyuşup birleşmesinden madenler (mineraller, cansızlar), onlardan sırayla bitkiler ve hayvanlar (canlılar) çıkmıştır ortaya. Ve amma, hayvanla insan arasındaki bağlantının en belirgini maymundur. Kıl ve kuyruğundan başka dışı ve içi insana benzer".(GüvTK 201)

Kahire'deki ilk baskısında yer alan aşağıdaki ifadeler daha da ilginçtir ki sonradan evrenle ilgili bu bölümler metinden çıkarılmıştır:

"Bu tür bilgileri çürütmeyi din'in gereği sana kimseler, din'e (inanca) karşı cinayet işlemi sayılır. Çünkü bilgin, akıl yoluyla çıkan doğru'dan değil de, belki dinden kuşkuya düşer. 'Akla aykırı din nasıl olur? sorusunu sormaya başlar" (GüvTK 201, Marifetname 45'den)

Bu ifadeler Erzurumlu Osmanlı bilginin, kendisinden çok önce gelen Bruni ve İbni Sina gibi hür ve akılcı düşünce sahiplerinin bir takipçisi olduğunu göstermektedir.



Türk Dilinin Beş Bin Yılı - Selahi Diker
“Marifetname” (Dr. Ali Akbar Ziaee tarafından İngilizceye çevrilmiştir.)







A hundred years before Darwin (1809-1882), İbrahim Hakki of Erzurum (1757) a Turkish sociologist, scholar, expressed in his book "Marifetname" about 'contemporary some principles of Evolution Theory'.

" With united materials comes mining (minerals, inanimate), in order, plants and animals (animate, living) has emerged. And but, the link between animal and human, the most obvious is the monkey. Apart from hair and tail, exterior and interior are similar to humans." - Selahi Diker (author of TEN THOUSAND YEARS OF THE TURKS AND THE WHOLE EARTH WAS OF ONE LANGUAGE)



(...)


“Islamic Cosmology and Astronomy: Ibrahim Hakki's Marifetname”


Ibrahim Hakki, born in 1703, was a prominent Otoman scientist, religious scholar and Sufi . He wrote many books in various fields, including Sufism, faith, education, dictionary, natural sciences and poetry. His best known book is Maarifetname ( the book of knowledge) that reflects the Otoman perception of the modern science, translated by Dr. Ali Akbar Ziaee.

The Marifetname, is originally an Islamic and scientific encyclopaedia in Turkish, deals with classical scientific subjects such as mathematics, astronomy, medicine and physics, and also offers discussions on modern scientific concepts and makes certain contradictory statements on "Islamic science" and "science."

Ibrahim Hakki wrote in mainly Turkish language besides Arabic and Persian. He also told about his Sufi ideas in his eulogiums, gazelles and quatrains.

In Marifetname, translated with title “Islamic Cosmology and Astronomy: Ibrahim Hakki's Marifetname”, Ibrahim Hakki presents the fundamental theories of Islamic cosmology concerning heaven, hell, barzakh, skies, earth, the planets of our solar system, solar eclipse, lunar eclipse, seas, mountains, and the function of human organs, diseases and other medical issues as well as Islamic mysticism....link








* * * * * 







Kilise hastalıkları cinlerin yaptığını söylüyor


Aziz Paul'e göre, hastalıkları, iblislerin uğursuz bir işiydi. Kilise ileri gelenlerinden Origen şöyle diyordu: "Açlığa, kısırlığa (verimsizliğe) havanın bozulmasına ve salgın hastalıklara yol açanlar, cinlerdir. Bunlar gökyüzünde bulutların arasında gizlenerek dolaşmakta ve kendilerini tanrı olarak gören kafirlerin sunduğu kan ve tütsülerle çekilmektedirler. "


Kilise babaları arasında en etkilisi olan Augustin, şunları yazmıştı: "Hıristiyanları  bütün hastalıkları bu cinlerin işidir; bu cinler en çok da yeni vaftiz olmuş Hıristiyanlara ve hatta yeni doğmuş masum bebeklere eziyet çektirmektedirler." Papa V. Pius'un emirleriyle bütün doktorlara, "vücut zayıflıklarının genellikle günahtan kaynaklandığı " gerekçesiyle "bir maneviyat doktoruna" başvurmaları şart koşuldu.


Hastalığın nedeninin iblisler ve kötü ruhlar olduğu kabul edilince, tedavi de doğal olarak kutsal emanetler, vb. gibi araçlarla bu iblis ve kötü ruhların defedilmesiydi. Böylece şifalı kutsal nesnelere sahip olduğu bildirilen kilise ve manastırlara büyük paralar akmıştır. Kilise'ye göre aşı yaptırmak Tanrı'yı kızdıyordu. Çiçek hastalığı ve kolera gibi bulaşıcı hastalıklar da Kilise'ce İlahi Takdir'den sayıldığı için, bunlara karşı aşı yaptıranlar şiddetle kınanıyordu. Kilise'ye göre, çiçek hastalığı, insanların işledikleri suçlara karşılık olarak Tanrı'nın verdiği bir cezaydı. Tanrı'nın verdiği cezayı aşıyla etkisiz kılmaya çalışmak, Tanrı'yı daha da kızdırırdı. 


Kilise'nin bu saptamalarına inanan Hıristiyanlar, çiçek hastalarına aşı uygulayan Dr. Boylston'un* bulunduğu bir eve ateşlenmiş bir el bombası attılar. Aşı yaptırmayı savunanlar, Hıristiyan din adamlarınca dinsiz, kafir diye damgalandılar. Gelgelelim, gerçekler çok güçlüydü: İnsanlar aşılanınca yaşıyor, aşılanmayınca ölüyordu. Bu nedenle Kilise, aşılanmayı en sonunda kabul etti, ama aşılanmaya karşı direniş hiçbir zaman tümüyle kırılmadı. Oysa Çin'de, Ortaasya Türklerinde ve Hindistan'da çiçek aşısı neredeyse bin yıldan uzun bir süredir bilinip kullanılmaktaydı.


Çiçek aşısı, yaklaşık 910 yıllarında bir İslam Bilgini olan Ebubekir Muhammed İbn-i Zekeriya el-Razi'nin* yazılarında yer almış, bu yazılar daha sonra Latince'ye çevrilerek Hıristiyan Avrupa'ya yayılmıştı. (Rhazes de variolis et morbilles arabic et latine:)



Prof. Dr. Rengin Dramur*, çiçek aşısının Hıristiyan Batı'dan bin yılı aşkın bir süre önce Doğu' da bilinip kullanıldığını, bu aşının İslam bilginlerinin yapıtlarının Latince'ye çevrilmesiyle Batılılar tarafından öğrenilip kullanılmaya başladığını bir yazısında şöyle anlatmaktadır:


Ebubekir Razi çiçek ve kızamık için bir risale yazmış ve İbni Sina da çiçekten bahsetmiştir. Razi'nin Kitab-ül Hasbetü vel Cüdari isimli risalesi çiçek üzerine yazılmıştır. Eski Yunanlılarla, Romalıların çiçek hastalığından haberi olmadığına en iyi kanıt, Hipokrat ile Calinos'un kitaplarında bu hastalıklardan hiç bahsedilmemesidir. (Uzluk, F.N: Genel Tıp Tarihi, Ankara 1958, A. Ü. Tıp Fak. Yay. Savı: 68, s.195.) 


Osmanlı Devleti'nde uygulanan Türk usulü çiçek aşısı Hint usulü çiçek aşısına çok benzer. Bu tarz aşının 1055'te Kafkaslar'a kadar yayılan Selçuklularla oradan Önasya'ya gelmiş olması muhtemeldir. Türkiye'deki çiçek aşısı üzerine ilk defa 1713'te Latince neşriyat yapan Latin asıllı Osmanlı hekimi Emanuel Timonius da bu aşının Asya'da tatbik edildiğini ileri sürmektedir. 1711 ve 1712'de Osmanlı İmparatorluğu'nu gelip gören Fransız seyyahı Aubry de la Motraye 1712 Mayıs'ında Emanuel Timonius'a İstanbul'da çiçek aşısı uygulamasını anlatmıştır. 


Timonius da bu husustaki görüşlerini Latince olarak yazıp Motraye'a veriyor ki 1713'te Latince olarak kaleme alınan bu makale Türkiye'deki çiçek aşısı usulü hakkında ilk bilimsel yazı olup sonra Anbry de la Motraye'ın seyahatnamesinin 2. cildinin son kısmına ekli olarak 1727'de neşredilmiştir. (The voyages and travels of A. De la Mottraye vol.ii:)



Batılılar çiçek aşısı fikrini Lady Montagu vasıtasıyla Türklerden almışlardır. Türkiye bu aşının Avrupa'ya geçmesinde köprü vazifesini görmüştür. Lady Montagu İngiliz Devleti'ne 1716'da Osmanlı İmparatorluğu mezdine gönderdiği elçinin eşidir. Edirne ve İstanbul'da kaldığı süre içinde dostlarına yazdığı mektuplar 1761 'de ölümünden sonra bir dostu tarafından yayınlanmıştır. O günden beridir bunlar "Şark Mektupları " adı ile İngilizce'den başka dillere de çevrilmiştir. (Çiçek salgınının kasıp kavurduğu Hıristiyan Batı, Türkiye' deki çiçek aşısı uygulamasından bu mektuplar aracılığıyla bilgilenmiştir.)

Çiçek aşısını Müslüman Türklerden ve İslam bilginlerinin Latince'ye çevirdikleri yapıtlarından öğrenen Batı'lı doktorlar, bunu uygulamaya kalkışınca Kilise tarafından dinsiz, kafir olarak suçlanmışlar, Kilise gökbilim alanındaki gerici vahşi tutumunu tıp bilimi alanında da göstermiştir.



Cengiz Özakıncı
İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü












* Prof.Dr.Rengin Dramur, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, dentoloji ve Tıp Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, "Osmanlı Devleti'nde Çiçek Aşısı Uygulaması" başlıklı yazısından. (Uluslararası IV. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri 4-7 Kasım 1997, Ankara , Cilt 3, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları



* Doğu'dan öğrendiği çiçek aşısını Amerika'da uyguladığı için evi Hıristiyanlarca bombalanan Dr.Z.Boylston'un yazıları: An Historical Account of the Smallpox inoculated in New England,1766 - ayrıca ABD'nin ikinci Başkanı John Adams'ın da büyükamcası; * 1799 yılında ABD Başkanı John Adams, Portekiz‟deki Amerikan elçisi William L. Smith başkanlığındaki bir heyeti Osmanlı Devleti ile bir dostluk ve ticaret antlaşması yapması için görevlendirmiştir. Ancak Fransızlar ve İngilizler ile yapılan savaşlar nedeniyle Başkan Adams‟ın isteği gerçekleşememiştir. (Osmanlı Devleti Dönemi Türk-Amerikan İlişkileri (1795-1914) /Y. Güler) (OSMANLI - KORSANLAR - AMERİKA ; ve;  "GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK- AMERİKAN İLİŞKİLERİ" R.Durmuş)



* ve Jennifer Lee Carrell'in onun başına gelenleri anlatan kitabı: The Speckled Monster: A Historical Tale of Battling Smallpox By Jennifer Lee Carrell

"The Speckled Monster transports readers back to the early eighteenth century to tell the historical tales of Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) and Dr. Zabdiel Boylston (1679-1766, also the great uncle of John Adams, 2nd President of the United States-SB), two unlikely heroes who helped save London, Boston, and eventually the whole world from the deadliest disease humankind has known.  After barely surviving the agony of smallpox themselves, they were safely beyond its reach. Their children, however, were not. In 1721, Western medicine was helpless against “the speckled monster,” and Lady Mary and Dr. Boylston knew it. Turkish women and West Africans, however, practiced a strange and disturbing operation they swore by. No more than a handful of Europeans had the openness of mind to sift through the evidence and conclude that it just might work. Only Lady Mary and Dr. Boylston had the courage to try it. As survivors, however, they could not test it on themselves. In the face of swelling epidemics, they had to risk the very people they were trying to save: Their children. Almost instantly, they found themselves at the center of a storm of controversy…link



* "Çiçek Hastalığı, ilk defa Razi tarafından meşhur eserinde tanımlanmıştır. O ve sonra İbni Sina ve diğer 10. ve 11. yüzyıl Müslüman yazarlar, hastalığın Doğu'da çok yaygın olduğunu bildirmişlerdir. Şurası aşikar ki çiçek Yakın Doğu'da 7.yüzyıldan önce biliniyordu. Daha eski zamanlarda ise hastalığın mevcudiyeti müphemdir. Eski Yunan ve Roma devri yazarların arasında çiçek hastalığı diye tanımlanabilecek bir kayıta rastlanmaz. Üçüncü ve altıncı yüzyıl Çin ve Hint tıp kaynaklarında hastalığı ima eden bazı yazılar mevcuttur."- Dr.George Rosen : Türk Dilinin Beş Bin yılı, Selahi Diker  )



* Asıl adı Muhammed bin Zekeriya olan Ebu Bekir el Razi, Rey  kentinde MS 864 yılında  doğmuş ve yine aynı kentte MS 925 yılında ölmüştür. Fizik , felsefe, tıp, kimya alanlarında eserler vermiştir. Başlangıçta fakir iken daha sonraları Gazne-Türk sultanı Gıyâseddin el-Gürî ve Harezm-Türk Sultanı Alâuddîn Muhammed ibn Tökeş (Tekiş) gibi bazı hükümdarlar katında itibar gördükten sonra birçok sultan, emîr ve vezir tarafından kendisine verilen hediyelerle zenginleşmiş ve müreffeh bir hayat geçirmiştir. Türk ve Acem olduğu konusunda tartışmalar olan Ebu Bekir el Razi, doğduğu şehir olan Rey'de felsefe, matematik, doğa bilimleri ve astronomi eğitimi yaptıktan sonra Bağdat ve başka İslam şehirlerinde öğrenimini tamamladı. Daha sonradan da Tıp öğrenimi gördü. Rey ve Bağdat hastanelerinde başhekim olarak çalışan Razi'nin eserlerinin hemen hemen hepsi Latinceye çevrilmiştir. Tıp alanında yazdığı el-Havi adlı ansiklopedi 17. yüzyıla kadar en önemli başvuru kaynağı olmuştur. 

İlk göz ameliyatı, sülfürik asitin keşfi, alkol ve tıpta kullanımı (Antisepsi'nin keşfi), su çiçeği ve kızamığın ilmi esaslarla birbirinden ayrılması, modern kimya ile kimya mühendisliğinin arasındaki geçişin kurulması, allerjik astım üzerine yazılan ilk makale gibi bir çok çalışmayla tanınır.


Ebu Bekir el Razi'nin önemi İslam dünyası içinde ilk defa doğa felsefesini savunan kişi olmasıdır. İS 750 yılından sonra Türk ve Pers kültürlerinin katılmasıyla kozmopolit bir hal alan İslam her alanda ilerleme kaydetmeye başlamıştır. Bu dönemde birçok İslam şehrinde büyük kütüphaneler kurulmuştur. Bunlar aynı zamanda araştırma merkezleriydi. Antik çağa ait birçok kitabın çevirileri yapılmıştır. Ebu Bekir El-Razi, İslam içindeki önemli akımlarla çatışmaya girmiş ve İslam uygarlığı içinde Thales benzeri bir gelenek kuramamıştır. Daha sonraları Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin sonucu olarak bu gelişme durmuştur. Bilhassa Moğol istilası bu elde edilen gelişmelere büyük darbe vurmuştur. Sadece Sivas kütüphanesinin yakılmasında 250.000 kitap yok olmuştur. Tahran yakınlarında kurulan Razi Enstitüsü onun adına kurulmuş olup, doğduğu 27 Ağustos günü her yıl İran'da tıp bayramı olarak kutlanmaktadır. (link:)




* Abbâsîlerin ilk dönemlerindeki İslam kültür ve medeniyetinin en verimli çağlarından sonraya rastlayan bu dönem İslam tarihinin karışık ve çalkantılı dönemlerinden birisidir. Merkezî otoritenin zayıflaması ve Haçlı İstilaları bu devrin başlıca siyasi olaylarıdır. Mezhep kavgaları ve bazı siyâsî çekişmelerle zayıflamış olan Abbâsî hilâfeti (132-656/749-1258), dışarıdan kaynaklanan siyasî, dinî, fikrî ve iktisadî bir çok baskı sebebiyle otoritesini iyice kaybetmişti. 


Öyle ki, devletin sınırları içerisinde kendi bağımsız nüfûzları ile hareket eden, halifenin sadece manevî otoritesini tanıyan beylikler ortaya çıkmıştı. Gazneliler (352-582/963-1186), Selçuklular (432-552/1040-1157), Gurlular (493-612/1100-1215), Harzemşahlar (570-628/1077-1231) Râzî’nin yaşadığı dönemde varlıklarını koruyan devletlerin önde gelenlerindendir. Râzî’nin bu devletlerle çeşitli münasebetlerle ilişkileri olmuştur. Özellikle Harzemşahlar ve Gurlular’ın hükümdarları Râzî’ye büyük saygı göstermişler, kendisi için birer medrese yaptırarak derslerinde hazır bulunmuşlardır. Râzî, Alaaddin Harzemşah’ın oğlu Muhammed’in hocalığını yapmış, Şihâbeddin Gûrî’ye de yüklü miktarda borç para vermiştir.


Sosyal, siyasî, dinî ve ekonomik sebeplere dayanan Haçlı Seferleri (493-667/1096-1270) bu dönemde de sürmektedir. Anadolu Selçukluları, Eyyûbîler ve Memlûkler’in mücadele ettiği Haçlı Seferleri, İslam dünyasında büyük tahribata neden olmuş, ayrıca Hıristiyan dünyası İslam kültür ve medeniyetini yakından tanıma imkânı bulmuştur. Haçlı Seferleri’nin yanı sıra batıda İspanyollar, Endülüs Emevîlerine karşı üstün bir konuma gelmeye başlamışlardır.


Râzî’nin yaşadığı dönem, ilmî faaliyetlerde yavaşlamanın başladığı dönem olarak kaynaklarda zikredilmektedir. Haçlı ve akabinde Moğol istilaları, getirdikleri kültürel etkileşimin yanında, ilmî yönden İslam kültür ve medeniyetine büyük bir darbe vurmuştur.... Râzi’nin Ziyauddin adındaki büyük oğlunun da asker olduğu ve Sultan Muhammed Tekiş’e hizmet ettiği bilinmektedir.... Kendisine ait 50 tane Türk muhafızdan da bahsedilmektedir.



FAHREDDİN ER-RÂZÎ VE İ'TİKADATU FIRAKI'L MÜSLİMİN VE'L-MÜŞRİKİN ADLI ESERİNİN MEZHEPLER TARİHİ YAZICILIĞINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ - Ahmet Kara / pdf




DOĞU İLE BATI !..
MÜSLÜMAN OLARAK DEĞİL, ETNİĞİ İLE BELİRTİN, TIPKI “BATILILARIN”  
KENDİLERİNİ ÖVEREK BELİRTTİKLERİ GİBİ....

BU TİP OLAYLAR, BİR ULUSUN MEDENİYET ÖLÇÜSÜDÜR.



Okuyalım, okutalım
SB