19 Ağustos 2018 Pazar

HELLENIZM TUTKUSU




HELLENIZM TUTKUSU
HALİKARNAS BALIKÇISI - HEY KOCA YURD


20. Yüzyılın özelliği —hele ilk dünya savaşından sonra bilim ve tekniğin hızla ilerlemesinden ötürü— eleştiriciliğidir. I. Dünya Savaşından önce yerleşmiş inançların çoğu didik didik edilmiş, iler tutar yerleri bırakılmamıştır. Ama çocuklardan başlayarak kuşaktan kuşağa tekrarlanan duygu aşılamalarının ussal (aklî) nitelikleri yok ki. eleştiriden etkilensinler! Batıda, "O şan ki, Hellenistan idi” sözleri ile açıklanan batı romantizminin kökünde de dinsel bağnazlık vardır. O bağnazlığın kaynağı Sokrates’le Platon'dur. Bizde bile Sokrates için, "Bir gerçek uğruna canını feda eden Sokrates” denir. Kimse çıkıp da "Hangi gerçek uğrunda?’’ diye sormaz. Çünkü Sokrates’in bir gerçek uğrunda canını feda ettiği kanısı, bir eleştiri sonucu varılan bir gerçek değil, bir "moda" dır.

Bir çeşit karınca vardır: O karıncanın yuvasının bir karıncası bir besi yedi miydi, bir kısmını sindirir (hazmeder), sindiremediği kısmını başka bir karıncaya ciro eder. Nasıl ciro ettiğini anlatmanın gereği yok. Yuvanın birkaç karıncasına mavi bir besi verildikte, tüm yuva karıncaları masmavi olur. 

Batılılar, Sokrates'in ölümünü, İsa'nın haç üzerinde ölümüne benzettiler. Bu nedenle Sokrates, İsa'dan önce gelen, İsa'nın bir öncüsü sayıldı. Hellenler de Hıristiyan’dı. Batıkların Hellenistan'a ilk bağlantıları buydu. Bundan epeyce sonra, ozanların romantik Hellenistan tutkusu başlar. Ozanların romantizminin derininde de yukarıda anlatılan dinsel duygu uyumaktadır. Bu ozanların başlıcaları şunlardır: Almanlardan Goethe ve ne kadar İtalyan ozanı varsa, İngilizlerden Byron, Shelley, Keats ve öteki Ingilizler. Fransızlardan Victor Hugo ve öteki Fransızlar. Bunlar Hellenlerin bağımsızlık ve özgürlük tutkularından tutturdular. Marathon ve Thermophil dendi de başka şey denmedi. ...

Marathon'la Thermophil'e gelince; iki bin beş yüz yıldan beri batının okullarında öğrencilere Marathon çatışmasının ve Thermophil savunmasının ululuğu anlatılır. O günlerden bu yana, Marathon, Thermophil, Salamis ve Platea'dan kat kat daha çetin kurtuluş savaşları oldu. Günümüzde Anadolu, Küba, Çin, Cezayir, Vietnam vb. özgürlük savaşları oldu. Ama batılı ozanların, Hellenistan savaşlarından başka savaşlar için Thermophil savaşı konusunda olduğu gibi heyecan saralarına tutuldukları görülmedi. Yazılanlar ise ya insansal heyecanı alevlendirecek içtenlik gücünden yoksundu ya da seslendiği batılılarda alıcı bir gönül sıcaklığı yoktu.

Çünkü insanı insandan ayıran, yüz metrelik bir uzaklıksa ve o iki insandan biri ötekine doğru candan olarak elli metre koşarsa, öteki insan, gönül gözü ve kulağı ile kendisine doğru .koşulduğunu anlar da kendisine gelene doğru koşarak, onu bütün bir gönülle kucaklar. Hele bu hızlanma, ozan gönlünde olursa... Bu olmazsa, o zaman, "Batılı batılıdır, doğulu doğuludur... Bunlar hiç birleşemez!" olur. Doğulu denilenler de, batılıdan başka olsalar bile, tüm insandırlar. Ama batılılara göre, tüm eski sömürgelerin insanları... Bilinir a; Britanya İmparatorluğu üzerinde güneş hiç batmazmış.

20. Yüzyılın en belirgin özelliklerinden birinin, usa dayanan eleştiricilik olduğu yukarıda yazılmıştı. Ama bunca ozanın içten gelen romantizminin pek etkili afyonu ile eleştiricilik adamakıllı uyuşturuldu. Asıl tuhafı, bu ozanların hiçbirinin —Byron’un dışında— Hellenistan'a gitmemiş olmalarıdır. Bundan dolayı, düşlerindeki Hellenistan’ları objektif bir gerçeğe dayanmaz.

Shelley. İtalya’nın Adriyatik kıyılarında iken, kendisine bir gün, karşı Hellenistan kıyılarından bir Hellen gemisinin limana uğradığını bildirdiler. Tam o zaman da Hellenlerin Türklere karşı açtıkları savaşın en ateşli günleri idi. Shelley heyecanla limana koşar ve Hellen kaptanı ile tayfalarının Türklerle, kurtuluşları uğrunda nasıl kahramanlık ve ateşle savaştıklarını kendisine anlatmalarını bekler. Kaptanla tayfaların ağlamaklı bir halle, savaştan ötürü ticaretin durduğunu, kesatlık dolayısıyla açlıkla karşılaştıklarını; "Nereden çıktı bu Tanrı’nın belası savaş" diye yakındıklarını duyunca acı bir düş kırıklığına uğrar. İngiltere'ye yazdığı bir mektupta, bu olayı olduğu gibi anlatır.

Adlarını yukarıda andığımız ve adlarını anmadığımız daha birçok ozan, şiirlerinde Hellenistan’ı göklere çıkarmakla uğraşıyordu. Ama bu işte en etkili ozan, Lord Byron'du. Shakespeare'den sonra batıda en çok okunan ve batıyı en etkileyen Byron’du. Aristokrattı Byron. Yalnız sanatı ile değil, efsanesel yaşamı ile de Ingiltere’yi ve batıyı büyüledi. Doğrusu şiir dizeleri, efsanesel yaşamından da büyüleyici idi. 1814’e doğru basılan “Gâvur", "Abidos'un Gelini", "Korsan" ve “ Lara" şiirleri, batıyı alev gibi sardı. Dizeleri herkesin dudaklarında idi. Birkaç kuşak süresince gençlik onun «poz»larını taklit etti, hatta hafif topallığını bile!... Bir, iki yıl Türkiye’de, İzmir’in Buca’sında yaşadı. Arnavutluk’u gezdi. Yanya’lı, Ali Paşa macerasına karıştı ve Hellenistan’da, Missolonghi’de öldü. Byron’dan önce Hellenistan kültürüne tapınırcasına hayran kalmak ve buna karşın doğuyu, “Üçüncü Dünya” denilen koca bir âlemi hor görmek batının dinsel, romantik ve sömürgesel bir akımı iken, Byron’dan sonra ve onun sayesinde batının bir modası da oldu.

Modanın çirkinlikleri, gülünçlüğü, moda geçtikten iki ay sonra göze çarparmış. Moda sürdükçe, herkes onun etkisinde bulunur. İnsanlar “sürü”den ayrılmayı pek istemez. Bir de moda, gücünü, insanın doğal eğilimi olan değişme, yenilenme ve ilerleme isteğinden alır. ...

Modanın çirkinliğinin ve gülünçlüğünün moda geçtikten sonra göze battığı söylenmişti. Gelgelelim Goethe’ler, Victor Hugo’lar ve Byron’lar moda endüstrisinin figür ressamları ve mankenleri, moda ticaretinin propagandacıları değildiler. Ortaya bir sanat yapıtı koyan, bir şiir koyan ozanlar, sanatçılardı onlar. Bir sanat yapıtı on para etmez. Aynı zamanda o sanat yapıtı milyonlar eder. Sanat yapıtı ile para arasında ilişki yoktur. Onların çirkinliği ya da gülünçlüğü zaten olamaz. Olsa da bir moda matahı gibi, mevsim sonunda meydana vurmaz. Onların, olsa olsa, amaçlarında yanılmış olmalar sözkonusu olabilir. Amaçlarındaki yanılgı, ancak yüzlerce yıl sonra sezilebilir, görülebilir. Gene de yapıtları okunur. 

Evet, Hellenleri olağanüstü varlıklar, insanüstü yaratıklar saymışlardır. Hellenler ne olağan, ne de olağanüstü idiler. Onun için, batıkların yazdıkları dizeler canlı kaldıkça, insanlar tarafından okunacaktır. Ama batıkların son iki yüz yıl kültürünün kökü bilimsel inceleme ve eleştiri olmasına karşın son iki, üç yüz yılın ozanları —farkında olarak ya da olmayarak— içinde bulundukları batı toplumlarının sömürgeciliğine ve statükoculuğuna yardım etmişlerdir. Bu statüko, batının üstünlüğü, doğunun da altınlığı (Türkçe’yi yapanlar üstün demişler de altın dememişler. Burada altın, üstün karşıtı olarak söylendi) üzerine kuruludur. Batı, doğunun ya da Üçüncü Dünya’nın aydınlanmasından pek korkar. Doğulularda bir aşağılık duygusunun, gönüllerinde dağlarca kurulması için elinden geleni yapar.

Hikâye, Ida Dağı’ndaki bir güzellik yarışması ile başlayıp, Anadolu ve Hellenistan’ın estetiklerinin karşılaşması ve eleştirisi ile sona erdi. Böyle bir eleştiri yapmanın, batıkların akıllarının kıyısından bile geçmeyişinin nedenleri de yukarıda anlatıldı.

HELLEN HAYRANLIĞI

Orpheus'un TrakyalI olduğu, tartışılacak bir konu değildir. Ama Anadolu'da peyda olan her önemli insan, batıklarca mutlaka Hellen sayılır. Örneğin Profesör Guthrie, "Hellenler ve Tanrıları" adlı kitabında, doğrudan doğruya Orpheus’un AtinalI olduğunu yazar. Euripides tarafından, Anadolulu olduğu ısrarla söylenen Dionysos’u Hellen sayar; hatta bin dereden su getirerek, Euripides'i yalanlamaya bile kalkar. Profesör D.F. Kitto, Hellen mimarlığının Minos uygarlığınınki ile karşılaştırılınca, Hellen mimarlığının entelektüel olduğu için, o zamana kadarki bütün uygarlıkların mimarlığından üstün olduğunu ileri sürer. Bunlar rasgele alınan birkaç inceleme kitabıdır. Prof. VV.K.C. Guthrie’ye söylenecek söz yoktur! Kendisinin iddiası, aynı zamanda kendine cevap demektir.

Prof. D.F. Kitto’ya ise şu söylenebilir: Önceden tapınak yoktu. Ormanın bir parçası kutsal ya da tekinsiz sayılırdı. Sonradan, o orman parçası hangi tanrıya kutsal ise, orada, o tanrı ya da tanrıçaya kurban adanacak ve dua edilecek bir mihrap yükseldi. Git zaman gel zaman, mihraplar büyüdü, ormanların ortalarında bir tapınak oldu. Tapınak ormana öykünüyordu. Düz ağaç kütüklerinin üstü dallarla ve yapraklarla örtülü olacaktı. Yani ormanı ve ağaçları öykünen Gotik mimarlığındaki gibi... 

Ama Gotik mimarlık çok sonra, taş ve taşı oyacak aletlerle avadanlık bulunduktan sonra yapıldı. Hellen ve Anadolu mimarlığında, yalnız ağaç kullanılıyordu. Çünkü o zamanın âlemi orman âlemiydi. Ağaç da yuvarlak ya da dolamlı kesilemiyor, düz kesiliyordu. Bundan dolayı o zamanın mimarlığı yalnız düz çizgiler ve açılar karışımıydı. Tapınağın altı ağaç kütüklerinden —yani direk— olacaktı. Kütük toparlak olduğu için, ancak orada yuvarlaklık olabilirdi. Ormanın ve ağacın üstünün —yani dallı yapraklı yanı— ise, önce düz bir tavan, sonra da üçgen bir tavan olması zorunluydu. 

Bunun entelektüelliği mentelektüelliği yoktu. Sanki Sümer ve Babilon ziguratlarının entelektüellik bakımından neleri eksik? Batıda tapınağı ormanın bir köşesine benzetmiş, tapınağı da sonradan bir Olympos dağına oturtmuşlar. Örneğin, Atina'nın Akropolis tepesine. Sümer’de daha iyisini yapmışlar; ormanıyla, tepesiyle tüm olarak mimarileştirerek, yapma bir Olympos yaratmışlar.

Anadolu, hiçbir mimarlık yapıtını tepeye oturtmak gereğini duymamış. Efes'in Artemis Tapınağı hemen hemen su üstündedir. Menderes Manisası'nın ve Sardis’in Artemis tapınakları da tepelerde değildir. Bir batılının, nalıncı keseri gibi habire kendine yontusuna, insan usunun doğal eleştiriciliğinden vazgeçip sömürge olmaya alışmış eski doğu kafasıyla "lebbeyk" diyemeyiz.

HOMEROS'A DOĞRU

Yukarıda sözü edilen karanlık, yüzyıllarca sürdükten sonra, Anadolu'nun İzmir kentinde Homeros adlı bir ozan doğmuş. O ozanın adı Homeros değil se bile, ortada bir İlyada ile bir Odisseia vardır. Onları yazan da —her kimse— Homeros'tur. İlyada ve Odisseia, sonradan Grekçe ve Hellence diye adlandırılan bir dilde yazılmıştır. Homeros, kendinin Grek ya da Hellen olduğunu söylemez; Anadolulu Troya’lılardan ve onları istila etmeye gelen Akhalardan (Akalardan), Mirmidonlardan, Argoslulardan ve Danaelerden söz eder. Bunlar ulusların değil, kentlerin adlarıdır. Barbar sözünü de bir kez kullanır "barbarafon"; yani anlaşılmayan bir yabancı dilden 'Vırvır edenler” diye... Çünkü yani "v ita " harfi “ b " değil, ‘V " okunur. (bu kanı yanlıştır, çünkü ilk zamanlarda "b" olarak okunuyordu, ki basileus örnektir: Başil -SB)

Hititlerin Anadolu’ya girişlerinden, Homeros’un doğuşuna dek Yakındoğu, halkların ve dillerin karıştığı bir yer olmaya devam etti. Hititler Anadolu’ya geldikleri zaman burada, yirmiden fazla dil konuşulduğunu gördüler. Bunların dördünü beşini resmi dilleri olarak kabul ettiler. Bu arada Hellence diye bir dil de Anadolu'ya geldi. Güçlü bir dildi bu. Ta önceden, Girit'in parlak Minos uygarlığının etkisinde kalarak, kendi eksikliklerini Girit dilinden aldığı sözcüklerle kapatmaya çalıştı.

Bütün arkeologlar bilirler ki; "in th'', "enth’’, "sos" vb. ile biten ne kadar sözcük varsa, hepsi unutulmuş bir Anadolu dilindendir ve Hellence değildir. Hellenler bunları ve birçok Giritçe sözleri almadıkça, uygarlığa uygun bir dile sahip olamayacaklardı.

Girit dilinden Hellenceye alınan sözlerin birkaçı aşağıda verilmektedir.
Meropes: Adam ya da erkek; Sitos: Buğday: Mintha: Nane; Oine: Asma; Elaia: Zeytin; Olinthos: Taze incir; Sikon: Kuru incir; Oinos: Şarap; Elaion: Zeytinyağı; Spinks: Balansı; Simbelos: Arı kovanı; Sirintho: Balmumu; Rothon: Gül; Yakintho: Sümbül;
Vissos: Keten; Sisira: Deri Giysi; Sandalon: Sandalet ayakkabı; Solni: Lâğım; Kados: Testi; Depas: Bardak; Asamintho: Banyo; Kassideros: Teneke; Molibdos: Kurşun; Korisos: Altın; Sideros: Demir; Tirsis: Kule; Thalassa: Deniz; Nisos: Ada; Zali: Fırtına; Zefiros: Serin yaz rüzgârı; Sitharo: Yelken; Kuvernao: Dümen kullanmak; Sakkös: Çuval; Vasileos: Kral; Anaks.- Prens; Laos: Halk; Labiris: Çift ağızlı balta...

Homeros, İyada ve Odisseia'da "insan” yerine “meropes" sözcüğünü kullanır. Bardak ya da kupa yerine de "depas" der. Ama Homeros'tan sonra bu sözcükler pek kullanılmaz. Hem sonra “ İlyada" ve "Odisseia” sözcükleri de Girit dilindendir. Olympos sözcüğü de öyle. Hellence, İ.Ö. 7. Yüzyılda genel dil, bir "Lingua Franca” olmuştur.

Homeros yapıtlarında Girit'ten söz ettikçe güçlü bir heyecana kapılır. Girit'in özlemini çeken bir âşık sanki. “Yüz kentli Girit” diye yazar. Oralı bir saz sanatçısının nasıl çaldığını, genç ve güzel Giritlilerin ne güzel dans ettiklerini, dans havalarını anlatır da anlatır. Hiçbir zaman Akhaların cümbüşlerini anlatırken böylesine içten ve candan değildir. Eski Minoen uygarlığının şunusunu-bunusunu anlatırken, yüreğinin ”Cızz” ettiği duyulur. “ Girit, şarap renkli denizin ortasında bir adadır" dediği zaman, "Uzakta, büyülü, ona yakın, mutlu bir adadır" demek için dudaklarının derin bir yurtsama ile tir tir titreye koyulduğu anlaşılır. Çünkü bu eski Anadolu ozanının yüreğinin, eski Ege ve Akdeniz uygarlığı ve yurdu lonya ile birlikte çarptığı bellidir.

Delos Apollon'undan söz ederken —Delos Apollonu İlâhisinde— çocuklarıyla gemiler dolusu gelen upuzun giysili lonyalıları şöyle tanımlar.- " Bunlar olağan insanlardan çok ölümsüz tanrılara benziyorlardı. Uyurken gözlerde zaman kalmıyordu.” Homeros, böyle demekle, "Bunlar yaşlanmaz, sevinç ve mutluluklarıyla..." demek istiyor. Apollon’a yazılmış İlâhi, böylece daha çok İonya'ya yazılmış bir İlâhi oluyor. Sonra, Phythla İlâhisinde, Girit’ten Mora yarımadasında Pilos’a gitmekte olan bir Girit gemisine Apollon, yunusbalığı olarak görünüyor. Gemiye çıkınca, tanrı yunusbalığı kılığında çıkıp, gene müzik, ışık ve güneş tanrısı, korkunç okçu tanrı Apollon oluyor. Kayığa o komuta ediyor. Mora yarımadasının batı kıyılarını dolandıktan sonra, Korent Körfezine giriyorlar. Karaya çıkıp Delphoi'ye doğru yürüyorlar. Başta Apollon elinde liri, sırtında da ta yerlere dek sürünen harmaniyesi; onun arkasında da bütün Giritli gemiciler Delphoi’de tapınağa giriyorlar. Orada Apollon, gemi tayfası Giritlilerin hepsini tapınağa papaz tayin ediyor. Tayin eden Apollon ama, Delphoi biliciler evinin tanrıya kurban sunacak papazlarını hep Giritlilerden yapan "Delos llâhisi”ni ve Delphoi llâhisi'ni yazan Homeros’tur.

Neye Apollon’a kurbanları sunacak olanlar hep Giritli olsun? Unutulmamalı ki; Girit’in Minos uygarlığını kuranlar, hep Rodos ve Karparos yoluyla Anadolu'dan gelen Anadolulular'dır.

HOMEROS

Homeros İçin birçok tartışmalar yapıldı. İlk önce, Homeros diye bir ozanın varlığı tartışıldı. Kimi, “Öyle bir ozan yoktu” dedi, kimi, "Vardı" dedi. Ortada bir yapıt vardı ve bunu bir insan yapmıştı, donunda bu yapıtları, (llyada ve Odisseia'yı) Homeros adlı bir ozanın yazdığına oybirliğiyle karar verildi. Bu kez llyada'da anlatılan Troya savaşının düşsel olduğu ve Troya diye bir kentin hiçbir zaman varolmadığı ileri sürüldü. Schliemann Troya’yı kazınca, bir yerine dokuz Troya çıktı ortaya. Derken, bu Troya’ların hangisinin Homeros'un Troya'sı olduğu tartışılmaya başlandı. Uzun süren tartışmalardan sonra, İki yıl öncesine dek, VI. Troya, Homeros’un anlattığı Troya olmakta devam etti. İki yıl önce oturaklı bilginler VII. Troya’nın asıl Homeros Troyası olduğunu buyurdular!

Ondan sonra da Homeros’un nereli olduğu sorunu ortaya çıktı. Homeros’un sürüne sürüne sokaklarında ekmeğini dilendiği yedi kent, bu kez onun doğduğu yer olmak onuruna sahip çıkıyorlardı. Bu yedi kent şunlardır: İzmir, Sakız, Rodos, Kolophon, Salamis, Argos ve Atina. Homeros’un Atina, Rodos, Salamis ve Argos kentlerinde doğmuş olduğu kesinlikle' kabul edilemez. Çünkü Homeros, sütbesüt İon lehçesinde yazdı İlyada'yı da Odisseia'yı da. Bu dört kentte İonya lehçesi konuşulmazdı. Yalnız Kolophon, İzmir ve Sakız’dadır ki lon lehçesi konuşuluyordu. Bundan ötürü, Homeros bu üç kentten birinde doğmuş olacaktı.
Başka yerde değil!

Sakız adasında horoz ötünce Anadolu'dan da duyulur. Ada, Anadolu açığında ve hemen hemen bitişiğindedir. Kolophon ise, Anadolu kıyısında, İzmir’in az güneyindedir. Homeros'un İzmir, Sakız ve Kolophon kentlerinden hangisinde doğmuş olduğu sorusuna, "İzmir' de" karşılığının verilmesi zorunludur. Çünkü llyada ve Odisseia baştan aşağıya lon lehçesinde olmakla birlikte, yer yer Aiol lehçesine çalan sözcükler de vardı. Oysa Kolophon ile Sakız değil, yalnız İzmir, İonyalı olmadan önce Aioliyalı idi.

Çok tuhaftır ama, Homeros'la ilgilenen ilk Türk, İstanbul fatihi Sultan II. Mehmet’tir. Montaigne’e göre, Fatih, Papa’ya yazdığı bir notada, Yunanistan'a yardımını anlayamadığını çünkü İtalyanların Troya’lı Eneas soyundan ve bu nedenle Trakofriglerden oldukları için, Hektor’un öcünü almakta Papa’nın kendisine yardım etmesi gerektiğini yazmış. (Bunu Sabahattin Eyuboğlu "Montaigne-Denemeler” çevirisinde veriyor.) 

Fatih, bu sözleri söylemişse, bunlar boş sözlerdi... Çünkü batı ya da Papa, Hellenlere Hıristiyan oldukları için yardım ediyordu. Fatih bunu pek iyi biliyordu. Onunki bir Bizans Vasileosluğu, bir "Rum İmparatoru" taşlaması olmalı. İstanbul’da Bizantizmin gelişmesine yardımı —hiç olmazsa göz yummasıyla— esnaf yardımlaşma kurumlarını —Ahileri— (* Din ve mezhebe bakmayan ekonomi ve zanaatçi birlikleri) kaldırmakla, sayısız hizmetlerinin yanısıra İmparatorluğun gerileyip kokuşma tohumlarını atmıştır. İstanbul’da, Saraçhane'de yalnız saraçları alıkoyması, ordunun güçlü bir bölümü olan süvarisipahilerin atlarına eyer ve koşum yaptırmak içindi.

Osman’dan başlayarak ilk sultanlar kılıç kuşanmazlar; bir mesleğin çırağı olduklarını gösteren emekçi setini, yani önlüğünü kuşanırlar; "set çekerler’’ di. Fatih ise kılıç kuşandı.

HOMEROS TOKSÖZLÜLÜĞÜ

İlyada'nın 24. kitap ya da bölümü, "Akhilleus’un Öfkesi" denilen bir şiirden doğar. Konusu, tutsak edilen prenseslere sahip çıkmak isteyen Akhilleus İle başkomutan Agamemnon arasındaki kavgadır. Bunlar birbirlerine "köpek-möpek" diyerek çıkışırlar. Yapıtta Hellenistan liderleri öyle alçakça, hoyratça ve öylesine bir ikiyüzlülükle davranırlar; onlara karşın Troya’lılar o denli efendice ve doğrulukla davranırlar ki; Homeros'un bütün gönlünün, sevgi ve sempatisinin hangi tarafta olduğu, kör kör parmağım gözüne dermişcesine belli olur. Homeros, eski Anadolu ozanlarındandı. Gönlünün ve yüreğinin yurdu, bu barbarların çadırlarında ve kamp ateşlerinde değil, Ege uygarlığı denilen, zamanın şanlı gelişimindeydl. Barbar, açgözlü, saldırganların bağrışıp çağrıştıkları ordugahta yeri yoktu Homeros'un! 

O yapıtında, derebeylerinin hayatlarını, tam bir sanatçı bağlılığıyla anlatır. Kabile papazçalarıyla evlenerek, onların inandıkları tanrıların ekadlarını gaspederek ortada böbürlenip duranlar için, ’‘İyidirler, kahramandırlar; filan talandırlar" der ama, onların ne haltlar işlediklerini de bir bir anlatır; onlardan nefret ettiğini belli eder. Onların yalnız kılıç ve zor gücüyle yaşadıklarını; sevgi ile arkadaşlığı, candan dostluğu, söz erliğini ve güzel sanatları umursamak şöyle dursun, hor gördüklerini iyice belirtir. Adları üzerine ant içip durdukları Olymposlu tanrılara o kahramanların hiç de bağlı olmadıklarını bilmeseydi Homeros, Akha'ların önünde, tanrıların yaygaracılıklarıyla, kargıcılıklarıyla, kahpelikleriyle, o sulu şehvetleriyle alay edercesine yazmaya cesaret eder miydi?

İnsan Homeros'un eski Ege uygarlığına ait ve o uygarlığın yurdu Anadolu’nun, orada da Troya'nır. gizli bir âşığı olduğunu kendi yapıtından şiddetle duymazsa, onu, bir şeye candan inançtan yoksun, bomboş bir adam sayar; ona "Boşver, gitsin!” der... Onun yurt sevgisi, sımsıcak insan duygusu, Troya’daki aile yaşamını, orada şunda-bunda insancıl duyguları anlatırken, Homeros'un kendi duyguları ortaya çıkar.

Acaba dünya edebiyatında Andromakhe'nin kocası Hektor ile konuşmasından daha dokunaklı bir parça yazılmış mıdır? Dünyanın en büyük sevgi şiiri, Hz. Süleyman'ın "Neşideler Neşidesi’dir" denir. Homeros’un söz konusu parçası da kendi çeşidinde, İnsanoğlunun yazdığı en dokunaklı sözlerdir. O denli böyledir ki; Romalılar Troya aslından olduklarını ileri sürerler. Evet, Eneas masalı vardır ama, Eneas masalı da önemini, Troya'lılar hakkında yazılmış olmasından, bir de Troya'lılar ağzından söylettiği sözlerden kazanır.

Venediklilerin, hatta 16., 17. yüzyıla değin İngilizlerin Londra’ya "Troynovant" adını vererek, kentin Hektor tarafından kurulduğunu öne sürmeleri, hep Homeros'un Troya'yı ve Hektor’u sevimli göstermiş olmasındandır. Homeros’un Troya'yı ve Troya’lıları anlatışının uyandırdığı insancıl sempatinin sonucudur hep bunlar...

Patroklos'un ölümünü duyunca, Akhilleus'un o hafakanları tutan yaşlı, sinirli kadınlara yakışır çıldırışı nedir? Eski deyimiyle bunca "canhıraş" parlayışlar ise, hiçbir duygu uyandırmamış; yarı acır yarı alay eder, horlayıcı bir gülümseme yaratmıştır olsa olsa. Homeros duygulansaydı neler yazmazdı şu Patroklos'un ölümüne değgin? Akhilleus’un isterik kadın yaygaralarını Homeros hiç hoş karşılamamıştır. Homeros bu sahneyi yapmacık, tumturaklı ve ulu gümbürtülü sözlerle süslemeye çabalamıştır. Çünkü biliyordu ki; meşe odunu kafalı derebeyleri yerginin keskinliğinin farkına varamazlar ve davul patlatıcı gümbürtüler duyunca onları övgü sayarak koltuk kabartırlar!

Homeros bu işte, İspanyol ressamı Goya’ya hemen hemen üç bin yıl önceden önderlik etmiştir. Goya, İspanya Krallık ailesinin —babalı, analı, çocuklu ve torunlu— karikatürü denecek kadar maskara ettiği yüzlerini öyle güzel ve cafcaflı renklerle boyamıştı ki; grup halindeki Krallık Ailesi, maskaraya dönmüş resimlerin —renkler dolayısıyla— kendilerine benzediğini kabul zorunda kalmıştı. ...

İlyada ve Odisseia'nın, o zamanki Sümer ve Mezopotamya geleneklerine nasıl bağlı kaldığı, heksametr konusu anlatılırken ele alınacaktır. Hiçbir şey durup dürürken yoktan varolmaz. Olympos tanrıları Hellenistanlı değillerdir; Anadolu'dan oraya geçmişlerdir. 

Batılıların sandığı gibi, Homeros, arkası doğuya dönük, olarak Hellenistan'a bakan bir kimse değil, doğuya ve Anadolu’ya bakan, Hellenistan'a arkası dönük bir sanatçı idi....



Truva I MÖ 2920-2350 : Taşbaba 7.-8.yy Kazakistan
 'Luvi Dilinde' Hitit Mührü MÖ 12.yy : Kazakistan Aşiret Tamgası
not: Luvi dilinde olması , iddia ettikleri gibi 'Truvalıları' Luvi dilli yapmaz !



Manfred Korfmann - Traum und Wirklichkeit Troia,seite 13

"Hatten wir es bisher mit drei Epen vor angeblich historischem hintergrund zu tun, der İlias, der Odyssee un der Aeneis, so berufen sich die mittelalterlichen Troiaromane - Rittergeschichten des 12.und 13.Jhr.n.chr. - vorrangig auf zwei angeliche augenzeugen des Troianischen Krieges: auf den Kreter Diktys (zwischen 1.und 3.Jhr.n.chr.) und den Phryger Dares (zwischen 2.und 5.Jhr.n.chr.). Natürlich wusste man auch im mittelalter über sekundörquellen von der İlias des Homer. Die shrift selbst stand aber zunachst noch nicht zur verfügung. Sie gelagte erst spater von Konstantionopel - İstanbul nach İtalien, und zwar in form "der brühmten İlias handschrift aus Venedig", einer kopie des 10.Jhr.n.chr. 1360 n.chr. verfasste petrarca eine kurzfassung in lateinischer sprache, 1488 n.chr. wurde die İlias zum ERSTEN mal gedrucht.

Ausgehend von den Texten der beiden gananten Troia veteranen Dares und Diktys, wurde erschlossen, dass viele Völker in der welt eigentlich von Troia herstammten. Eine solche Ableitung war insbesondere für Europaer, dann aber auch für die in Anatolien eigenwanderten Türken nötig; denn weder in mitteleuropa, noch im fernen zentralasien, dem ursprungsgebiet der Turkervölker (SB), konnte man sich ansonsten glaubhaft auf eine noble mythische vergangenheit berufen. Diese brauchten die jeweils Herrschenden, um sich gegenüber dem einfachen volk abheben zu können."


* (SB : Es ist falsch, die Türken sind nicht nur auf dem Mittelasien. Die Königin Tomris, sogar in das Buch von Herodot, und Skythen oder Agatharsi, sind die Türken.  Abaris-Wort zeigt zu Avarische Türken an. Türken haben viele Stammesnamen ! Und nur die Türken trinken Koumiss (Stutenmilch), in der BC-Zeit gab es keine Mongolenstämme im Mittelmeerraum! Trojanen nannten sich TEUCER- TEUKROS, dass ist Türkisch: TÜRKER (Türkische Mann), und immer noch als männlicher Vorname - Nachname verwendet !)



"Up until now we had to deal with three epics in front of supposedly historical background, the İlias, the Odyssey and the Aeneid, so the medieval Troiaromans - knight stories of the 12th and 13th century. - primarily on two eyewitnesses of the Trojan War: on the Kreter Dictys (between the 1st and 3rd century) and the Phrygians Dares (between the 2nd and 5th centuries). Of course, in the Middle Ages, it was also known about secondary sources from the İlias of Homer. The manuscript itself was not yet available. She arrived later from Constantionopel - İstanbul to İtaly, in the name of "the famous İliad manuscript from Venice", a copy of the 10th century. 1360 AD Petrarca wrote a short version in Latin. The İliad was for the first time in 1488 AD printed. Based on the texts of the two Troia veterans Dares and Dictys, it was revealed that many peoples in the world actually came from Troy. Such a derivation was necessary, in particular, for Europeans, but also for the Turks, who had entered the country Anatolia; For neither in central Europe nor in distant central Asia, the origin of the Turkic peoples (SB), could anyone else credibly refer to a noble mythical past. These needed the respective rulers to stand out against the common people. " page 13


* (SB: It is wrong, Turks are not only from Central Asia. Even in the book of Herodotus, Queen Tomris, Scythians or Agatharsi are the Turks. Abaris word comes from Avar Turks. So, Turks have many tribal names. And only the Turks drinks koumiss (mare's milk), in the BC times there were no Mongolian tribes in the Mediterranean Basin! Trojans called themselves TEUCER - TEUKROS, that is Turkish: TÜRKER (Turkish Man), and still in use as male name and surname!)