ilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Şubat 2016 Pazartesi

Doğu ile Batı !..







Tanrıtanımaz Toplumcu Marx ve Engels' e göre, İslam başlangıçta ilericiydi Engels, Marx'a yazdığı bir mektupta İslam'ın doğuşunu bir devrim olarak niteliyordu:


"Sanırım senin Muhammed Devrimi'nin temel ögelerinden biri olarak gördüğün bir gerçeği, Muhammed'den önce Güney Arabistan ticaretinin mahvoluşu gerçeğini de, belirttiğim bağlamda düşünmek gerekiyor ... İ.S. 200-600 yılları arasında Güney Arabistan Habeşler tarafından sürekli işgal edilmiş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir... Genel ticari durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareketin daha varolmuş olması gerekir ki, bu da ancak Etyopyalılar tarafından girişilen istila hareketleri olarak düşünülebilir... Arap ulusal bilincini, kuzeyden gelen ve neredeyse Mekke'ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Müslümanlık ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir bedevi tepkisi niteliği taşımaktadır."


Oysa Kur'an'da bu dine en çok karşı çıkanların bedeviler, göçebe hayvancılıkla geçinen Araplar olduğunu okuyoruz.


Server Tanilli, (İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?) İslam'ın Altın Çağı olarak nitelendirdiği döneme ilişkin övgüler, Müslümanların göğsünü kabartacak niteliktedir:


( ...) İslam, VIII.yy.'dan başlayarak yükselişe geçer; XII.yy.'da doruğundadır. XIII.yy.'dan başlayarak bir geri çekiliş içindedir. Aslında XIII.yy'da liderliği yitirmiştir; en korkunç kaybı XVIII.yy.'dadır. (...) Halife ünlü Harun-el-Reşid'in oğlu Me'mun (813-833) yığınla yabancı, özellikle Yunanca eserleri Arapça'ya çevirtecektir.(...) Kurtuba'da Halife el-Hakem-II (961-976), söylendiğine göre içinde 400.000 elyazması bulunan bir kütüphaneye sahipti. (Belirtelim ki, V. Charles'ın kütüphanesinde yalnızca 900 elyazması bulunuyordu. (...) 


Dört ya da beş yüz yıl boyunca, İslam bütün bir eski dünyanın en parlak uygarlığı oldu. Bu altın çağ kabaca Me'mun'un (813-833) halifeliğinden, büyük İslam filozoflarının sonuncusu İbni Rüşd'ün 1198'de Merakeş'te ölümüne değin sürer. Halife Me'mun'un Bağdat'ta hem bir kitaplık hem bir çeviri merkezi, hem de bir gözlem evi olan -Bilim Evi- anlamında "Dar-ül Hikme"nin kurucusu olduğunu hatırlatmış olalım. 


İslam'ın bu görkemli çağı ... (...) Abbasi Halifeleri, bir yüzyıla yakın bir süre boyunca, kesintisiz, Nesturi Hıristiyanların gerçekleştirdikleri dev bir çeviri etkinliği sayesinde, eski Yunan bilim ve felsefesinin Müslüman dünyada yayılmasını destekleyip durdular. (...) Nasıl nitelemeli İslam'ın bu altın çağını? (...) Gerçekten "birörnek" tir bu uygarlık. (...) 


İki örnek daha: X.yy'ın başlarında Horasan naibi olan bir vezir, Müslüman ya da Müslüman olmayan her ülkeye heyet yollayarak, saray ve devlet dairelerindeki örf ve adetler için bilgi ister; sonra da onları ciddi ciddi gözden geçirip içlerinden en iyileri diye hükmettiklerini alıp Buhara sarayı ve yönetimi için uygulanmasını emreder. Bir de Kurtuba halifesi Il. Hakem'in verdiği örnek: İran'da, Suriye ya da bir başka yerde kaleme alınan bir eseri, daha çıkar çıkmaz satın aldırtır; Abu'l Farac el-İsfahani'ye ünlü antolojisinin ilk nüshasını elde etmek için tutar halis altından bin dinar yollar.(...) 


Bu altın çağında İslam uygarlığı, yukarı katlarında hem dev boyutlarda bir bilimsel başarıdır, hem de antik felsefenin (Eski Yunanistan'da yoğunlaşan Yakındoğu düşüncesinin-eb) olağanüstü biçimde yeniden ortaya çıkışıdır. (...) Müslümanların o altın çağda en çok yenilik yaptıkları alan, bilim alanıdır. Her şey bir yana, trigonometri ile cebiri hatırlatmak yeter. Trigonometride "tanjant"ı bulurlar. (...) 


Muhammed ibn Musa, 820 yılında, ikinci derece denklemlere kadar varan bir cebir kitabı yayımlar; kitap XVI. yüzyılda Latinceye çevrilir, Batı'nın ilk başvuru eseri olur. Müslüman cebirciler, daha sonra iki kareli denklemleri de çözeceklerdir. 


Bunun gibi, matematikçileri, coğrafyacıları, gözlemevlerini ve onların araçlarını (özellikle astrolab'ı) da övmeli. Dünyanın enlem ve boylamlarını ölçmede elde ettikleri sonuçlar tam bir yetkinliğe ulaşamasa da, pek olumludur ve Ptolameus'un göze batan yanlışlarını düzeltmişlerdir. Öğrenci değil kelli ferli ustalar da olsalar, optikte, kimyada (alkolün damıtılması, iksirler, sülfürik asit), eczacılıkta onlara verebileceğimiz tam nottur; şu sonuncu alanda, Batı'nın kullanacağı ilaçların yarısından fazlası İslam dünyasından gelecektir. Sinameki, ışgın, demirhindi, kusturucu ceviz, kırmızböceği, kafur, şuruplar, yakı, merhemler, damıtılmış su,... Tıpları kesinlikle eşsizdir.


Bir 60-70 yıl kadar önce anlaşıldı ki, kanın küçük dolaşımını, Michel Servet'den 300 yıl önce Araplar bulmuşlardır. (...) Felsefi alanda ise yapılan Aristoteles felsefesinin temalanın yeniden ele alınışıdır aslında. Ancak, sıradan bir ele alış değildir bu; bir açıklayıp aydınlatma, bir yaratıştır. (...) Söz konusu olan bir hayli geniş bir düşünce akımıdır ki, onu zamanda ve mekanda bir yere yerleştirmek gerekir. Bu akımı beş önemli ad çerçevesinde ele alacağız. Onlar da Al-Kindi, El-Farabi, İbn Sina, El-Gazzali ve İbn Rüşd'dür. İbni Sina ile İbn Rüşd, en ünlü olanlarıdır; hele bu sonuncusu, Avrupa'da yaptığı yankılar bakımından en önemlisidir.(...) 


Bu yerel ve tarihsel açıklamalar şunu gösteriyor: Bütün İslam dünyasında düşünsel bir alışveriş, bir yarış vardır. Bütün bu büyük aktörlerin yanısıra, onların çevresinde doğaldır ki, başka filozof grupları, tutkun dinleyiciler ve okuyucular bulunmaktadır. Bu liste son olarak şunun da göstergesidir: İslam Felsefesi'nin son meşalesi İspanya'da tutuşacaktır; en görkemlisi o olmasa da, Batı'ya Arap filozoflarını ve bizzat Aristoteles'i o (İbni Rüşd) tanıtacaktır.(...) 


Bir "İslam Felsefesi" var mıdır?, El-Kindi'din İbn Rüşd'e değin sürekli bir felsefe olmuş mudur? Bu felsefe İslam'ın sağladığı iklim ile açıklanabilir mi? Özgün bir felsefe midir bu? Çoğu kez evet ya da hayır diye kestirip atılır. Nesnelliği elden bırakmadan konuşalım biz: Evet, sürekli bir felsefe oldu İslam dünyasında. (...) Bu felsefe akılcı eğilimlerini eski Yunan'a, İslam'ın bilim için duyduğu zevke borçlu. Gerçekten bütün filozofları bugün bilim adamı diyebileceğimiz kimselerdi; astronomiyle, kimyayla, matematikle, hemen her zaman da tıpla uğraşıyorlardı. (...) 


İbn Sina, "Kanun" alı üstelik bir Tıp Ansiklopedisi yazdı. İbni Rüşd de kendininkini yazacak ve İslam Tıbbı Avrupa'da Moliere'in Hekimler'ine değin -ve onlar da içinde olmak üzere- bilimin son sözü olacaktır yüzyıllarca. (...) 



(...)



İslam'ın başlangıçtaki o göz kamaştırıcı ileriliğini, ilericiliğini, bir de yabancı bir yazardan dinleyelim. Fernand Grenard, birinci basımı 1939'da Paris Libraire Arnand Colin'ce yapılan Grantleur et Decodence de L'Asie, L'Arenement de L'Europe (Fernand Grenard Asya'nın Yükselişi ve Düşüşü) adlı yapıtında, Avrupalı Hıristiyanların İspanya ve Sicilya' daki Müslüman Araplarla ilişkilerini çok çarpıcı saptamalarla aktarmaktadır. Avrupa'nın ve ABD'in, başta bilim ve düşün olmak üzere yaşamın tüm alanlannda öncü konumuna yükselip yeryüzüne egemen olmasını, 900-1200 yılları arasında Müslümanlardan öğrendiklerine borçlu olduğunu savlayan Grenard, bu savı şu olgulara dayandırıyor:


Müslümanlar Hıristiyan Avrupa'ya bilim öğretiyor


(...) XIII. yüzyılda Paris ve Venedik sayılmazsa, Batı'daki hiç bir kentin nüfusu 100.000'i aşmıyordu. En önemli kentlerden çoğunun, örneğin Cenova, Milano, Floransa, Gand, Bruge'ün nüfusları 50.000 dolayındaydı. Buna karşılık büyük Müslüman kentlerinin, örneğin Bağdat, Kahire, Şam, Antakya, Kurtuba ve İskenderiye'nin nüfusları yüzbinlerle dile getiriliyor, kimilerinin nüfusu ise yarım milyonu buluyordu.


Harunürreşid'in 380 milyon franklık bir geliri vardı. 1300'lere doğru Cengiz'in yerine geçen İran hanı yılda 700 milyonu kasasına koyuyordu. X. yüzyılda Kurtuba'daki halife yılda 8 milyon altın para topluyor, hazinesindeki servet ise 250 milyonu geçiyordu. Şimdi, Fransa kralının XV. yüzyılın ortalarında 1.800.000 lira, yani 12 milyon franktan biraz fazla olan varidatını Harunürreşid'in ondan beş yüzyıl önceki varlığıyla karşılaştırınız. 


Harun ür-Reşid'in karısı Mekke' de yapılacak bir su kemeri için kendi kesesinden 23 milyon veriyor; Charles-Quint ise, hanedan üyesi erkek çocukların varlığını 12.000 lira (120.000 frank) olarak belirliyordu. Aynı Charles-Quint 900 ciltlik kütüphanesiyle övünülür; oysa daha dört yüzyıl önce İspanya'daki halifenin kütüphanesinde 400.000 kitap vardı. Bu sayısal karşılaştırmalar, o dönemde Hıristiyan dünyası ile Müslüman dünyası arasındaki inanılmaz fark hakkında oldukça doğru bir fikir edinmeye yardımcı olacaktır.


Hıristiyan Avrupa, düşmanları olan Müslümanlara karşı kalkınma çabaları içindeyken kesinlikle kör bir kinin tutsağı olmamıştır. Tersine, Müslümanların apaçık üstünlüğüne saygı duyarak onlarla sıkı ve etkin siyasi ve ticari ilişkilere girmiş, düşünsel alış verişte bulunmuştur. Bugünkü Modern Avrupa'yı oluşturan şey, İslam karşısında birbirine kökten aykırı iki eğilimin bireşimidir: Bir yandan İslam'a karşı çıkarken, bir yandan da onu taklit etmek ... Hıristiyan Avrupa'nın gözünde Müslüman Araplar hem düşman, hem örnek, öğretmen, öğreticidir. (...) 


Sonradan II. Sylvester olarak papalık tahtına çıkan Gerbert, İspanya'da Arap ulemasının gözetiminde üç yıl öğrenim görmüştü. Avrupa'da Rahipler bile yapıtlarını Kurtuba halifesine ithaf ediyorlardı. Almanya, İtalya ve Fransa'daki rahip adaylarının İspanya'daki Müslüman okullarına akın etmesi Pierre le Venerable'i kaygıya düşürüyordu.


Arap dili ve edebiyatını öğrenen, Latince bilmeyen Hıristiyan İspanyollar, Kurtuba sarayında uzun süre iyi gelir getiren görevler aldılar. Pirene'lerin ötesine geçen bir çok Fransız beyi Arap şatafatları içerisinde, Arap şantöz ve dansözleriyle, Araplarınkine öykünen bir yaşam sürüyorlardı: Hıristiyan prens ve soyluları, hasta olduklarında tedavi için Kurtubalı Müslüman doktorlara gidiyordu. Narbonne, İspanyol Yahudilerine salt Arap bilimlerinin okutulduğu ünlü bir okul kurdurtmuştu.


Bu arada, Asya ile Avrupa arasında kültürel aracı konumunda olan Yahudiler'in Ortaçağda olsun, Rönesans'ta olsun, düşünsel ve iktisadi açıdan Avrupa uygarlığının oluşumunda oynadıkları önemli rolü de belirtelim. Yahudiler bu konuda tarih kitaplarımızda özel bir bölüm işgal etmeye hak kazanmışlardır. IX. yüzyılda İtalya'daki Amalfi kenti, Sicilyalı Müslümanlarla bağdaşıktı. İmparator Il. Louis, Napoli'yi Palermo denli Müslüman olduğu için övüyordu. 1114'te Piza'da da bir Müslüman mahallesi olduğu biliniyor. Sicilyalı Norman prensleri Müslüman Arap yönetim örgütünün önemli bir bölümünü korumuşlardı. Bu yönetim biçimi Avrupa'da beğeni uyandırıyor ve bir kerteye dek örnek alınıyordu . (...) XIII. yüzyılın ortalarında, Hohenstaufenler'den II. Frederic, Arapça konuşuyor ve Palermo'daki sarayına sayısız Arap doktorları girip çıkıyordu.


Fakat yaşam ve düşünce artık Bizans'ta değildi. Gerçekte, Batı Ortaçağı Bizans'ın değil Müslümanların öğrencisiydi. Avrupa, geleceğinin verimli tohumlarını Bizans'tan değil, Müslümanlardan aldı. Eski Yunan bilim ve düşüncesini Müslümanlar aracılığıyla ve Müslümanların yaptığı katkılarla tanıdı, Bizans aracılığıyla değil. Bunda yol göstericiler İspanyollar oldu. IX. yüzyıldan başlayarak İspanya'daki Hıristiyan rahipler, Müslüman Tanrıbilimcileri inceliyorlardı. XII. yüzyılın ilk üçte birinde Toledo başpiskoposu bir çeviri kurulu oluşturarak Müslüman bilim ve düşünce ustalarının olduğu denli, Eski Yunan yazmalarının Arap katkılı Arapça metinlerini de Latinceye çevirtmeye başladı. Abelard ve Büyük Albert, Plotin ve Porphyre'in neoplatonizmini Aristoteles'inkiyle uyuşturmaya çalışan Farabi ve İbni Sina'yı okumuştu.


Hıristiyan Tannbilimcileri Müslüman Tannbilimcilerinin izinden yürüyordu. Ünlü "külliyat sorunu", Paris'ten yüz yıl önce Şam'da tartışılmıştı. Aristoteles Avrupa'da Bizans aracılığıyla değil, Araplar aracılığıyla Arapça çevirilerinden tanındı. Bizim "Averroes" diye tanıdığımız Kurtubalı İbnü'r Rüşt, Aristoteles'in bütün yapıtlarını Avrupa'ya aktardı. Thomas d'Aquin, anıtsal yazınının bütün yapı taşlarını ondan almış, Kurtubalı haham Musa bin Me'mun'u okuyarak eksiklerini gidermiştir.


Robert Guiscard tarafından kurulan ya da yeniden örgütlenen ünlü Salerno Tıbbiyesi doğrudan doğruya Arapça öğretim yapıyordu. İdrisi, Sicilya'daki II. Roger'in sarayında Batlamyos'tan çok daha doğru olarak coğrafya öğretti. Batı biraz topallayarak da olsa, Müslüman bilginlerin yapıtlarını izledi. Bu Müslüman bilginler matematik, cebir, trigonometri, astronomi, optik, kimya, tıp, cerrahi, eczarılık alanlarında Yunan öncüllerinin alanlarını inanılmaz biçimde genişletmiş ve derinleştirmişlerdi.


İslam uygarlığı, Barbar Avrupa'nın eğitiminde en egemen rolü oynamıştır. Fransa'nın Marsilya, Montpellier, Narbonne, Barselona limanlarını olduğu gibi, Batı İtalya limanlarını da canlandıran olgu, Müslümanların yaptığı ticaret olmuştur. Arap parası Dinar, uzun süre Avrupa'ın başlıca parasıydı."


Gerçekten de İngilizlerin ilk altın parası bir İslam Dinarı olarak basılmıştır. İsa'dan sonra 757-796 yılları arasında, Papa I. Adrian tarafından Mercia'nın Anglo Sakson Kralı yapılan Offa, Abbasi Halifesi Mansur'un bastırdığı Dinar'ların bir benzerini kendi adına altın para olarak bastırırken, paranın ortasına kendi adını Latin yazısıyla "Offa Rex " (Türkçesi: Kral Offa) ve adının çevresine de Arap yazısı ile Arapça "Muhammed -ur-Resulallah" (Türkçesi: Muhammed Tanrı'nın elçisidir) sözlerini yazdırmıştır. Paranın diğer yüzünde ise Arap yazısıyla ve Arapça olarak "La ilaha iliallah vahidu la şerike lehu " (Türkçesi: Tanrı'dan başka tapacak yoktur, o tektir, onun eşi benzeri dengi ortağı yoktur) sözleri yazılıdır.


"Avrupa, pamuklu, kadife, halı ve nakışlı diba dokuma yöntemini Müslümanlardan öğrendi. İpek dokumacılığı Palermo yoluyla geldi. Güney Fransa ve İtalya, Sicilya ve İspanya'daki Müslümanlardan şeker üretimini öğrendi. Venedik, Antakya'nın cam işlerini taklit ediyordu. 

Şövalyeler, Müslüman miğferleri ve örme zırhlarını giydi, Şam'ın ve Toledo'nun Müslüman yapısı kılıçlarıyla donandı. Ayin sırasında rahiplerin giydikleri kaftanların üzerinde işlemeli ayetler görülmeye başlandı. Kadınlar Müslüman modasını izleyerek Arap gömleği, Arap eteği giyip İran tacı ve Suriye başlıklarıyla süslendiler. Doğu kokularının güzelliğini tattılar, doğu kumaşları, Trablus krep, muslin ve tülü; Şam canfesi ve atlası onlara yeni güzellikler getirdi.

Bu arada, Aquitane'li Catharelar'ın, Simon de Montfort tarafından gömülen fakat görünür biçimiyle kesinlikle ölmemiş olan Avrupa duygu ve düşünüsünde, yabana atılamayacak bir yönelimin önderleri olduklarını da unutmayalım. Onlar da Doğu kökenliydiler; her ne denli yanlış tanımlanmışsa da, Arap dünyasının soylu ailelerinin atalarıyla ilgileri ve akrabalıkları vardır. Batı'nın Doğu'dan aldığı gelenekler, görenekler, teknik yöntemler ve çeşitli kolaylıklar üzerinde daha çok durmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Yalnız dikkatimizi Avrupa'nın maddi ve manevi iktidarının temelini oluşturan bilgi ve buluşların kimilerini Müslümanlardan aldığı noktasında toplamamız gerektir. Bu yönden son kertede büyük sonuçlar doğuran iki bilimi, matematik ve kimyayı Müslümanlar öğretmiş, korumuş ve geliştirmişti. Avrupa'ya barutu ve topu veren, en iyi çelik üretimini öğreten, pusulayı, pamuktan ucuz kağıt yapımını ve matbaacılığı öğretenler Müslümanlardır. Asya böylece Avrupa'yı kendisine karşı silahlandırdı, yazgının kendisine karşı dönüşünü kendi elleriyle hazırladı; ama bunun sonuçlarını duyumsayabilmesi için aradan yüzyıllar geçmesi gerekti."  Fernand Grenard'ın saptamaları özetle böyle.


Sonuç olarak, gerek Server Tanilli, gerekse Fernand Grenard, İslam yönetimlerinin VIII. yy'dan XIII. yy'a dek yaklaşık dört-beş yüzyıl süren parlak, usa dayalı, bilimci, düşüncü, ileri, ilerici ve ilerletici niteliğini ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar. Bilim Tarihi 'nin kurucusu olarak anılan George Sarton da Müslümanların bilime katkılarından övgüyle söz ederken şöyle der:


"Müslüman şerhçiler Öklid'i açıklayana dek batılılar onu anlamamışlardır... Öklid'in Müslümanlarca incelenmesi, el-Kindi ve Muhammed ibn Musa El-Horezmi ile başlamıştır. Öklid'in Elementler adlı kitabı Arapçaya ilk defa el-Haccac ibn Yusuf tarafından tercüme edildi. El-Haccac bu eseri ilkin Halife Harun el-Reşid (öl:809) için tercüme etti, sonra halife ei-Memun (öl:833) için bu tercümeyi revizyondan geçirdi. XI. yy.'ın sonundan önce Öklid, el-Mahani, el-Neyziri, Sabit ibn Kurra, İshak ibn Huneyn, Kusta ibn Luka tarafından Arapçaya çevrildi ve enine boyuna incelendi ...


Öklid'in Elementler'ini doğrudan Yunancadan Latinceye çevirmek için Batı' da harcanan çabalar netice vermemiştir. Muhtemeldir ki tam Öklid'e ilgileri arttığı sırada Yunanca bilgileri azalmış ve neredeyse sıfıra inmiştir. Bu esnada Arapça'dan çevirenler ortaya çıkmaya başlamıştır ve bu faaliyetler Öklid yazmalarına raslamaya bağlıdır. Bunları (Arapça Öklid'leri) Latinceye çevirmeye çalışanlar arasında Dalmaçyalı Hermann, John O'Creat ve Cremonalı Gerard vardı, fakat Bath'lı Adelard (1090 - 1150) dışında tam bir çeviri yapıldığına inanmamız için bir nedenimiz bulunmamaktadır.


Mamafih, onikinci yüzyılda geometri araştırmaları için Latin ortamı o kadar elverişli değildi. Müslüman ortamı ise 9.yy'dan itibaren öyle olduğunu ispatlamıştır. Gerçekten de Öklid dehasının yeniden canlandığı bir Latin'e şahit olmak için onüçüncü yüzyılın başına kadar beklememiz gerekir."


Bab'da 'Bilim Tarihi'nin kurucusu ' olarak tanınan George Sarton'un saptamaları, İslam 'ın Altın Çağı'na ilişkin önemli gerçekleri gözler önüne sermektedir. Müslüman bilginler El-Kindi ve El-Horezmi, kendilerinden neredeyse bin yıl önce yaşamış Öklid'in buluşlarını unutulmaktan korumuş, bunları üzerinde çalışarak geliştirmişlerdir.


Yalnız burada İslam bilginlerini yalnızca Eski Yunanistan'ın bilgelerinin kitaplarının çevirmenleri gibi görmek ve göstermek gibi bir yanlışa düşmemek gerekir. George Sarton'un Öklid Çevirmeni olarak sunduğu Özbekistan topraklarında doğmuş Müslüman-Türk El-Horezmi, kendisinden önce hiç bir bilginin yapamadığını yapmış ve cebirin kurucusu olmuştu. İkinci derece denklemlerin köklerini bulma yöntemini geliştiren ve böylelikle cebirin babası olarak anılan El-Horezmi, buluşlarını yazdığı "Kitabü 'l muhtasar fi'l Cebr ve 'l Mukabele" adlı kitabında ortaya koymuş ve onun bulduğu yöntem tüm dünyada 600 yılı aşkın bir süre boyunca kullanılmıştır. Öyle ki, batılıların bu işleme verdikleri Algorism, Algorithm, Algoritma, Logaritma gibi adlar bile Al-Horezmi adının Latince söylenişlerinden başka bir şey değildir.


Batı dillerinde Al-Khwarezmi biçiminde yazılan El-Horezmi, adı NASA tarafından ay'daki kralerlerden birine verilen dünya bilim tarihi açısından çok önemli bir İslam bilginidir. (Özbek Türküdür-SB)  El-Horezmi'nin cebir buluşları olmasaydı insanlık bugün ay'a gitmiş olamayacak ve pek çok bilimsel buluş da yapılamayacaktı.


Bilim Tarihçisi George Sarton, yukarı da aktardığımız değerlendirmelerinde Müslümanları Araplar olarak nitelendirmekte ve bilime yapılan bu katkıları Arapların başarısı olarak göstermektedir. Oysa sözünü ettiği parlak yıllarda İslam yalnızca 'Arapların Dini' olmayıp Türklerin, Farsların diğer soyların katılımıyla değişik kökenden toplumların benimsediği bir dindi. İslam dininin salt Araplardan oluştuğu yıllarda tek bilimsel başarının görülmemiş olduğu, İslam toplumundaki bilimsel başarıların Türklerle Farsların İslamı benimsemesinden sonra, Arapların başka toplumlarla, ülkelerle, uygarlıklarla tanışmasından sonra başladığı, tarihsel bir gerçekliktir. O çağda İslam dünyasında bilimsel yazıların Arap dili ve Arap yazısıyla üretilmiş olması, tüm bilginlerin Arap olduğu gibi bir yanılsamaya ya da bilinçli bir çarpıtmaya götürmüştür kimi batılı aydınları...



Cengiz Özakıncı
İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü 827-1107





*


Erzurumlu İbrahim Hakkı (1757) Marifetname adlı eserinde Prof.Bozkurt Güvenç'in ifadesiyle "Darwin'den yaklaşık yüz yıl önce çağdaş 'Evrim Kuramı'nın bazı ilkelerini' şöyle dile getiriyordu:


"Maddelerin uyuşup birleşmesinden madenler (mineraller, cansızlar), onlardan sırayla bitkiler ve hayvanlar (canlılar) çıkmıştır ortaya. Ve amma, hayvanla insan arasındaki bağlantının en belirgini maymundur. Kıl ve kuyruğundan başka dışı ve içi insana benzer".(GüvTK 201)

Kahire'deki ilk baskısında yer alan aşağıdaki ifadeler daha da ilginçtir ki sonradan evrenle ilgili bu bölümler metinden çıkarılmıştır:

"Bu tür bilgileri çürütmeyi din'in gereği sana kimseler, din'e (inanca) karşı cinayet işlemi sayılır. Çünkü bilgin, akıl yoluyla çıkan doğru'dan değil de, belki dinden kuşkuya düşer. 'Akla aykırı din nasıl olur? sorusunu sormaya başlar" (GüvTK 201, Marifetname 45'den)

Bu ifadeler Erzurumlu Osmanlı bilginin, kendisinden çok önce gelen Bruni ve İbni Sina gibi hür ve akılcı düşünce sahiplerinin bir takipçisi olduğunu göstermektedir.



Türk Dilinin Beş Bin Yılı - Selahi Diker
“Marifetname” (Dr. Ali Akbar Ziaee tarafından İngilizceye çevrilmiştir.)







A hundred years before Darwin (1809-1882), İbrahim Hakki of Erzurum (1757) a Turkish sociologist, scholar, expressed in his book "Marifetname" about 'contemporary some principles of Evolution Theory'.

" With united materials comes mining (minerals, inanimate), in order, plants and animals (animate, living) has emerged. And but, the link between animal and human, the most obvious is the monkey. Apart from hair and tail, exterior and interior are similar to humans." - Selahi Diker (author of TEN THOUSAND YEARS OF THE TURKS AND THE WHOLE EARTH WAS OF ONE LANGUAGE)



(...)


“Islamic Cosmology and Astronomy: Ibrahim Hakki's Marifetname”


Ibrahim Hakki, born in 1703, was a prominent Otoman scientist, religious scholar and Sufi . He wrote many books in various fields, including Sufism, faith, education, dictionary, natural sciences and poetry. His best known book is Maarifetname ( the book of knowledge) that reflects the Otoman perception of the modern science, translated by Dr. Ali Akbar Ziaee.

The Marifetname, is originally an Islamic and scientific encyclopaedia in Turkish, deals with classical scientific subjects such as mathematics, astronomy, medicine and physics, and also offers discussions on modern scientific concepts and makes certain contradictory statements on "Islamic science" and "science."

Ibrahim Hakki wrote in mainly Turkish language besides Arabic and Persian. He also told about his Sufi ideas in his eulogiums, gazelles and quatrains.

In Marifetname, translated with title “Islamic Cosmology and Astronomy: Ibrahim Hakki's Marifetname”, Ibrahim Hakki presents the fundamental theories of Islamic cosmology concerning heaven, hell, barzakh, skies, earth, the planets of our solar system, solar eclipse, lunar eclipse, seas, mountains, and the function of human organs, diseases and other medical issues as well as Islamic mysticism....link








* * * * * 







Kilise hastalıkları cinlerin yaptığını söylüyor


Aziz Paul'e göre, hastalıkları, iblislerin uğursuz bir işiydi. Kilise ileri gelenlerinden Origen şöyle diyordu: "Açlığa, kısırlığa (verimsizliğe) havanın bozulmasına ve salgın hastalıklara yol açanlar, cinlerdir. Bunlar gökyüzünde bulutların arasında gizlenerek dolaşmakta ve kendilerini tanrı olarak gören kafirlerin sunduğu kan ve tütsülerle çekilmektedirler. "


Kilise babaları arasında en etkilisi olan Augustin, şunları yazmıştı: "Hıristiyanları  bütün hastalıkları bu cinlerin işidir; bu cinler en çok da yeni vaftiz olmuş Hıristiyanlara ve hatta yeni doğmuş masum bebeklere eziyet çektirmektedirler." Papa V. Pius'un emirleriyle bütün doktorlara, "vücut zayıflıklarının genellikle günahtan kaynaklandığı " gerekçesiyle "bir maneviyat doktoruna" başvurmaları şart koşuldu.


Hastalığın nedeninin iblisler ve kötü ruhlar olduğu kabul edilince, tedavi de doğal olarak kutsal emanetler, vb. gibi araçlarla bu iblis ve kötü ruhların defedilmesiydi. Böylece şifalı kutsal nesnelere sahip olduğu bildirilen kilise ve manastırlara büyük paralar akmıştır. Kilise'ye göre aşı yaptırmak Tanrı'yı kızdıyordu. Çiçek hastalığı ve kolera gibi bulaşıcı hastalıklar da Kilise'ce İlahi Takdir'den sayıldığı için, bunlara karşı aşı yaptıranlar şiddetle kınanıyordu. Kilise'ye göre, çiçek hastalığı, insanların işledikleri suçlara karşılık olarak Tanrı'nın verdiği bir cezaydı. Tanrı'nın verdiği cezayı aşıyla etkisiz kılmaya çalışmak, Tanrı'yı daha da kızdırırdı. 


Kilise'nin bu saptamalarına inanan Hıristiyanlar, çiçek hastalarına aşı uygulayan Dr. Boylston'un* bulunduğu bir eve ateşlenmiş bir el bombası attılar. Aşı yaptırmayı savunanlar, Hıristiyan din adamlarınca dinsiz, kafir diye damgalandılar. Gelgelelim, gerçekler çok güçlüydü: İnsanlar aşılanınca yaşıyor, aşılanmayınca ölüyordu. Bu nedenle Kilise, aşılanmayı en sonunda kabul etti, ama aşılanmaya karşı direniş hiçbir zaman tümüyle kırılmadı. Oysa Çin'de, Ortaasya Türklerinde ve Hindistan'da çiçek aşısı neredeyse bin yıldan uzun bir süredir bilinip kullanılmaktaydı.


Çiçek aşısı, yaklaşık 910 yıllarında bir İslam Bilgini olan Ebubekir Muhammed İbn-i Zekeriya el-Razi'nin* yazılarında yer almış, bu yazılar daha sonra Latince'ye çevrilerek Hıristiyan Avrupa'ya yayılmıştı. (Rhazes de variolis et morbilles arabic et latine:)



Prof. Dr. Rengin Dramur*, çiçek aşısının Hıristiyan Batı'dan bin yılı aşkın bir süre önce Doğu' da bilinip kullanıldığını, bu aşının İslam bilginlerinin yapıtlarının Latince'ye çevrilmesiyle Batılılar tarafından öğrenilip kullanılmaya başladığını bir yazısında şöyle anlatmaktadır:


Ebubekir Razi çiçek ve kızamık için bir risale yazmış ve İbni Sina da çiçekten bahsetmiştir. Razi'nin Kitab-ül Hasbetü vel Cüdari isimli risalesi çiçek üzerine yazılmıştır. Eski Yunanlılarla, Romalıların çiçek hastalığından haberi olmadığına en iyi kanıt, Hipokrat ile Calinos'un kitaplarında bu hastalıklardan hiç bahsedilmemesidir. (Uzluk, F.N: Genel Tıp Tarihi, Ankara 1958, A. Ü. Tıp Fak. Yay. Savı: 68, s.195.) 


Osmanlı Devleti'nde uygulanan Türk usulü çiçek aşısı Hint usulü çiçek aşısına çok benzer. Bu tarz aşının 1055'te Kafkaslar'a kadar yayılan Selçuklularla oradan Önasya'ya gelmiş olması muhtemeldir. Türkiye'deki çiçek aşısı üzerine ilk defa 1713'te Latince neşriyat yapan Latin asıllı Osmanlı hekimi Emanuel Timonius da bu aşının Asya'da tatbik edildiğini ileri sürmektedir. 1711 ve 1712'de Osmanlı İmparatorluğu'nu gelip gören Fransız seyyahı Aubry de la Motraye 1712 Mayıs'ında Emanuel Timonius'a İstanbul'da çiçek aşısı uygulamasını anlatmıştır. 


Timonius da bu husustaki görüşlerini Latince olarak yazıp Motraye'a veriyor ki 1713'te Latince olarak kaleme alınan bu makale Türkiye'deki çiçek aşısı usulü hakkında ilk bilimsel yazı olup sonra Anbry de la Motraye'ın seyahatnamesinin 2. cildinin son kısmına ekli olarak 1727'de neşredilmiştir. (The voyages and travels of A. De la Mottraye vol.ii:)



Batılılar çiçek aşısı fikrini Lady Montagu vasıtasıyla Türklerden almışlardır. Türkiye bu aşının Avrupa'ya geçmesinde köprü vazifesini görmüştür. Lady Montagu İngiliz Devleti'ne 1716'da Osmanlı İmparatorluğu mezdine gönderdiği elçinin eşidir. Edirne ve İstanbul'da kaldığı süre içinde dostlarına yazdığı mektuplar 1761 'de ölümünden sonra bir dostu tarafından yayınlanmıştır. O günden beridir bunlar "Şark Mektupları " adı ile İngilizce'den başka dillere de çevrilmiştir. (Çiçek salgınının kasıp kavurduğu Hıristiyan Batı, Türkiye' deki çiçek aşısı uygulamasından bu mektuplar aracılığıyla bilgilenmiştir.)

Çiçek aşısını Müslüman Türklerden ve İslam bilginlerinin Latince'ye çevirdikleri yapıtlarından öğrenen Batı'lı doktorlar, bunu uygulamaya kalkışınca Kilise tarafından dinsiz, kafir olarak suçlanmışlar, Kilise gökbilim alanındaki gerici vahşi tutumunu tıp bilimi alanında da göstermiştir.



Cengiz Özakıncı
İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü












* Prof.Dr.Rengin Dramur, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, dentoloji ve Tıp Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, "Osmanlı Devleti'nde Çiçek Aşısı Uygulaması" başlıklı yazısından. (Uluslararası IV. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri 4-7 Kasım 1997, Ankara , Cilt 3, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları



* Doğu'dan öğrendiği çiçek aşısını Amerika'da uyguladığı için evi Hıristiyanlarca bombalanan Dr.Z.Boylston'un yazıları: An Historical Account of the Smallpox inoculated in New England,1766 - ayrıca ABD'nin ikinci Başkanı John Adams'ın da büyükamcası; * 1799 yılında ABD Başkanı John Adams, Portekiz‟deki Amerikan elçisi William L. Smith başkanlığındaki bir heyeti Osmanlı Devleti ile bir dostluk ve ticaret antlaşması yapması için görevlendirmiştir. Ancak Fransızlar ve İngilizler ile yapılan savaşlar nedeniyle Başkan Adams‟ın isteği gerçekleşememiştir. (Osmanlı Devleti Dönemi Türk-Amerikan İlişkileri (1795-1914) /Y. Güler) (OSMANLI - KORSANLAR - AMERİKA ; ve;  "GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK- AMERİKAN İLİŞKİLERİ" R.Durmuş)



* ve Jennifer Lee Carrell'in onun başına gelenleri anlatan kitabı: The Speckled Monster: A Historical Tale of Battling Smallpox By Jennifer Lee Carrell

"The Speckled Monster transports readers back to the early eighteenth century to tell the historical tales of Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762) and Dr. Zabdiel Boylston (1679-1766, also the great uncle of John Adams, 2nd President of the United States-SB), two unlikely heroes who helped save London, Boston, and eventually the whole world from the deadliest disease humankind has known.  After barely surviving the agony of smallpox themselves, they were safely beyond its reach. Their children, however, were not. In 1721, Western medicine was helpless against “the speckled monster,” and Lady Mary and Dr. Boylston knew it. Turkish women and West Africans, however, practiced a strange and disturbing operation they swore by. No more than a handful of Europeans had the openness of mind to sift through the evidence and conclude that it just might work. Only Lady Mary and Dr. Boylston had the courage to try it. As survivors, however, they could not test it on themselves. In the face of swelling epidemics, they had to risk the very people they were trying to save: Their children. Almost instantly, they found themselves at the center of a storm of controversy…link



* "Çiçek Hastalığı, ilk defa Razi tarafından meşhur eserinde tanımlanmıştır. O ve sonra İbni Sina ve diğer 10. ve 11. yüzyıl Müslüman yazarlar, hastalığın Doğu'da çok yaygın olduğunu bildirmişlerdir. Şurası aşikar ki çiçek Yakın Doğu'da 7.yüzyıldan önce biliniyordu. Daha eski zamanlarda ise hastalığın mevcudiyeti müphemdir. Eski Yunan ve Roma devri yazarların arasında çiçek hastalığı diye tanımlanabilecek bir kayıta rastlanmaz. Üçüncü ve altıncı yüzyıl Çin ve Hint tıp kaynaklarında hastalığı ima eden bazı yazılar mevcuttur."- Dr.George Rosen : Türk Dilinin Beş Bin yılı, Selahi Diker  )



* Asıl adı Muhammed bin Zekeriya olan Ebu Bekir el Razi, Rey  kentinde MS 864 yılında  doğmuş ve yine aynı kentte MS 925 yılında ölmüştür. Fizik , felsefe, tıp, kimya alanlarında eserler vermiştir. Başlangıçta fakir iken daha sonraları Gazne-Türk sultanı Gıyâseddin el-Gürî ve Harezm-Türk Sultanı Alâuddîn Muhammed ibn Tökeş (Tekiş) gibi bazı hükümdarlar katında itibar gördükten sonra birçok sultan, emîr ve vezir tarafından kendisine verilen hediyelerle zenginleşmiş ve müreffeh bir hayat geçirmiştir. Türk ve Acem olduğu konusunda tartışmalar olan Ebu Bekir el Razi, doğduğu şehir olan Rey'de felsefe, matematik, doğa bilimleri ve astronomi eğitimi yaptıktan sonra Bağdat ve başka İslam şehirlerinde öğrenimini tamamladı. Daha sonradan da Tıp öğrenimi gördü. Rey ve Bağdat hastanelerinde başhekim olarak çalışan Razi'nin eserlerinin hemen hemen hepsi Latinceye çevrilmiştir. Tıp alanında yazdığı el-Havi adlı ansiklopedi 17. yüzyıla kadar en önemli başvuru kaynağı olmuştur. 

İlk göz ameliyatı, sülfürik asitin keşfi, alkol ve tıpta kullanımı (Antisepsi'nin keşfi), su çiçeği ve kızamığın ilmi esaslarla birbirinden ayrılması, modern kimya ile kimya mühendisliğinin arasındaki geçişin kurulması, allerjik astım üzerine yazılan ilk makale gibi bir çok çalışmayla tanınır.


Ebu Bekir el Razi'nin önemi İslam dünyası içinde ilk defa doğa felsefesini savunan kişi olmasıdır. İS 750 yılından sonra Türk ve Pers kültürlerinin katılmasıyla kozmopolit bir hal alan İslam her alanda ilerleme kaydetmeye başlamıştır. Bu dönemde birçok İslam şehrinde büyük kütüphaneler kurulmuştur. Bunlar aynı zamanda araştırma merkezleriydi. Antik çağa ait birçok kitabın çevirileri yapılmıştır. Ebu Bekir El-Razi, İslam içindeki önemli akımlarla çatışmaya girmiş ve İslam uygarlığı içinde Thales benzeri bir gelenek kuramamıştır. Daha sonraları Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin sonucu olarak bu gelişme durmuştur. Bilhassa Moğol istilası bu elde edilen gelişmelere büyük darbe vurmuştur. Sadece Sivas kütüphanesinin yakılmasında 250.000 kitap yok olmuştur. Tahran yakınlarında kurulan Razi Enstitüsü onun adına kurulmuş olup, doğduğu 27 Ağustos günü her yıl İran'da tıp bayramı olarak kutlanmaktadır. (link:)




* Abbâsîlerin ilk dönemlerindeki İslam kültür ve medeniyetinin en verimli çağlarından sonraya rastlayan bu dönem İslam tarihinin karışık ve çalkantılı dönemlerinden birisidir. Merkezî otoritenin zayıflaması ve Haçlı İstilaları bu devrin başlıca siyasi olaylarıdır. Mezhep kavgaları ve bazı siyâsî çekişmelerle zayıflamış olan Abbâsî hilâfeti (132-656/749-1258), dışarıdan kaynaklanan siyasî, dinî, fikrî ve iktisadî bir çok baskı sebebiyle otoritesini iyice kaybetmişti. 


Öyle ki, devletin sınırları içerisinde kendi bağımsız nüfûzları ile hareket eden, halifenin sadece manevî otoritesini tanıyan beylikler ortaya çıkmıştı. Gazneliler (352-582/963-1186), Selçuklular (432-552/1040-1157), Gurlular (493-612/1100-1215), Harzemşahlar (570-628/1077-1231) Râzî’nin yaşadığı dönemde varlıklarını koruyan devletlerin önde gelenlerindendir. Râzî’nin bu devletlerle çeşitli münasebetlerle ilişkileri olmuştur. Özellikle Harzemşahlar ve Gurlular’ın hükümdarları Râzî’ye büyük saygı göstermişler, kendisi için birer medrese yaptırarak derslerinde hazır bulunmuşlardır. Râzî, Alaaddin Harzemşah’ın oğlu Muhammed’in hocalığını yapmış, Şihâbeddin Gûrî’ye de yüklü miktarda borç para vermiştir.


Sosyal, siyasî, dinî ve ekonomik sebeplere dayanan Haçlı Seferleri (493-667/1096-1270) bu dönemde de sürmektedir. Anadolu Selçukluları, Eyyûbîler ve Memlûkler’in mücadele ettiği Haçlı Seferleri, İslam dünyasında büyük tahribata neden olmuş, ayrıca Hıristiyan dünyası İslam kültür ve medeniyetini yakından tanıma imkânı bulmuştur. Haçlı Seferleri’nin yanı sıra batıda İspanyollar, Endülüs Emevîlerine karşı üstün bir konuma gelmeye başlamışlardır.


Râzî’nin yaşadığı dönem, ilmî faaliyetlerde yavaşlamanın başladığı dönem olarak kaynaklarda zikredilmektedir. Haçlı ve akabinde Moğol istilaları, getirdikleri kültürel etkileşimin yanında, ilmî yönden İslam kültür ve medeniyetine büyük bir darbe vurmuştur.... Râzi’nin Ziyauddin adındaki büyük oğlunun da asker olduğu ve Sultan Muhammed Tekiş’e hizmet ettiği bilinmektedir.... Kendisine ait 50 tane Türk muhafızdan da bahsedilmektedir.



FAHREDDİN ER-RÂZÎ VE İ'TİKADATU FIRAKI'L MÜSLİMİN VE'L-MÜŞRİKİN ADLI ESERİNİN MEZHEPLER TARİHİ YAZICILIĞINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ - Ahmet Kara / pdf




DOĞU İLE BATI !..
MÜSLÜMAN OLARAK DEĞİL, ETNİĞİ İLE BELİRTİN, TIPKI “BATILILARIN”  
KENDİLERİNİ ÖVEREK BELİRTTİKLERİ GİBİ....

BU TİP OLAYLAR, BİR ULUSUN MEDENİYET ÖLÇÜSÜDÜR.



Okuyalım, okutalım
SB




16 Nisan 2013 Salı

ATATÜRK VE TARİH



ATATÜRK ASPENDOS'TA



Atatürk’ün hayatında gözlenen odur ki, Millî Mücadele döneminden sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihini millî bir temele oturtmak için çabalarını arttırmış ve bu yüzden de pek çok ilimlerden faydalanma yoluna gitmiştir. Millî Mücadele döneminde hep ileriye bakan Atatürk, yeni devletini kurduktan sonra geçmişe dönerek, devletin sağlam temellere dayanması için “tarih ilmeyle meşgul olmaya başlamıştır. Atatürk esasında daha okul sıralarında, gençlik yıllarında, tarihe büyük ilgi duymuştur. Siyasî hayattaki başarılarında geniş tarih bilgisinden büyük çapta istifade etmiştir.

Bir tarih yaratıcısı olarak gördüğümüz Atatürk, tarih yazıcılığının çok daha güç olduğunu görmüş ve bunun için de güvendiği kimseleri çevresinde toplıyarak Türk tarihçiliğini vakanüvislikten kurtarıp çağdaş tarihçiliğe yaklaştırma çabaları içinde olmuştur. İşte bunun içindir ki “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmiyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” demiştir. (1) 

Atatürk çağdaş bir tarihçilik derken tarihin kesinlikle saptırılmasından , tahrif edilmesinden yana olmamıştır. “Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman onun gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir millî tarihe malik olamayışımızın sebebi tarihlerimizin, hakikî okuyucuların belgelere dayanmaktan ziyade ya birtakım meddahların veya birtakım kendim beğenmişlerin hakikat ve mantıktan uzak sözlerinden başka kaynak bulamamak bedbahtlığıdır” demiştir. (2) 

Bir başka konuşmasındaki sözleri de yine aynı mealdedir. “Sonradan uydurma bir eser vücuda getirerek ertesi gün pişman olmaktansa, hiçbir eser vücuda getirmemek, beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir.” (3)

Atatürk, tarihe yahut “tarih ilmi”ne karşı niçin bu kadar duyarlı olmuştur? Niçin tarih ilminin ülkemizde gelişmesini sağlamak için büyük çaba harcamıştır? Bu soruların cevapları çok çeşitli olarak gözükmektedir. Bir defa Atatürk “tarih ilmi”ni devletin ilerlemesi, çağdaşlaşması için manevî bir destek olarak kullanmıştır. Bir başka deyişle Atatürk, devletin kuruluş yıllarından sonra Türk halkının benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı “tarih”te bulmuştur.

Yeni Türk devletinin benliğini bulabilmesi için neler yapılmalıydı? Bir Türklük şuuru nasıl yaratılabilirdi? 

Atatürk bu soruların cevaplarını da yine tarih ilminde aramış olmalıdır ki: 

“Büyük devletler kuran atalarımız büyük ve geniş medeniyete de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur” demiştir. 

Bunu yaparken de hiçbir zaman tarihî gerçeklerin tahrif edilmesini istememiş ve bunun için de 1931 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’na yazdığı mektupta şunları söylemiştir: 

“Tarih yazmak için tutulan yolun mantıkî ve bilhassa ilmî olması şarttır. Bu münasebetle yüksek heyetinizin reisi bulunan zât-ı âlinize hatırlatırım ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nadim olmaktansa hiçbir eser vücuda getirmemek aczini itiraf etmek evlâdır. İlim sahasında vesveseli olmak, miskin müesseselerin mezunlarına inanmaktan evlâdır. “ (4)

Atatürk’te yeni bir tarih yaklaşımının içeriği şu idi: 

Türk tarihi, Batıda ve Türkiye’de uzun zaman sanıldığı gibi sadece Osmanlı Tarihi’nden ibaret değildir. Ayrıca Osmanlı Devleti de bir “hanedan” devleti veya bir “aşiretten” doğan devlet de değildir. 

Yıkılan Selçuklu Devletinin mirası üzerine kurulan bir devlettir. (5) Bundan dolayı Osmanlılardan önce kurulan Selçuklular dönemi de, Türk tarihinin son derece önemli ve parlak bir dönemidir. 

İş burada da kalmayıp böylece daha eski tarihe Orta Asya’da başlıyan Türk tarihine gelip dayanmaktadır. Böyle olunca da o zamana kadar ihmal edilmiş ve sadece birkaç Avrupalı tarihçinin eserlerinden tercümeler yapılarak bilgi edinilmiş olan bu Türklerin tarihleriyle ilgilenmek gerekmektedir.

Yeni kurduğu devletinde bir Türklük şuuru yaratılırken Osmanlı Devleti’nin benimsediği “ümmet” fikri yerine “millet” olmanın çok önemli bir faktör olduğunu Atatürk biliyordu. 

Çünkü uygarlık, demokrasi, bilim ve teknoloji alanlarında büyük atılımlar yapan ve ilk “millet” olma aşamasına erişen Avrupa topluluklarından Fransa ve İngiltere gibi çağdaşlaşmaya ayak uydurabilmek için “millet” olma aşamasına gelinmesinin şart olduğunu görüyordu. 

Çünkü “millet” olma yolundaki mesafe ile çağdaşlık alanındaki gelişmelerin büyük bir paralellik gösterdiğini biliyordu.

Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti döneminde tarih öğretimi “Osmanlı tarihi”, “Umumî tarih ve “İslâm tarihi”nden ibaretti. 

Bilhassa II. Meşrutiyetten sonra görülen Türkçülük hareketleri bile “Türk tarihi”nin okullarda okutulan tarih kitaplarında istenilen seviyeye ulaşmasını sağlıyamamıştır.

Osmanlı Devleti dönemindeki bu tarih öğretimi yanında Osmanlı toplumunda uzun yıllar tarih ilmi tek görüşün içinde, sadece vesikaların toplanmasından ve daima aynı soruya istenen cevabı veren olayların araştırılmasından ibaret kalmıştır ve hâkim olan İslâmî tarih görüşünün değişmesi mümkün olmamıştır.

19. yüzyıldan itibaren ise, Osmanlı tarih anlayışında ve usulünde yavaş yavaş bir değişme başlamıştır. Bu değişmede ise Avrupanın mutlak tesirini görmek mümkündür. Bunun sonucu olarak da, yeni tarih metodlarının bazı tarihçiler tarafından kullanıldığını görmekteyiz.

20. yüzyıla geldiğimiz zaman ise Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve nihayet Millî Mücadele döneminde yaşayan felâketler ve buhranlar, bir devletin ortadan kalkmasına yeni bir devletle beraber bir millî şuurun, milliyetçilik ideolojisinin tam olarak yerleşmesine vesile teşkil etmiştir. İşte bundan sonradır ki yeni Türk Devletinde tarih ilmi önem kazanmaya başlamıştır. (6)

Tarih ilminin önem kazanmasından sonra Atatürk, “millet” tarihinden çok “ümmet” tarihi ile meşgul olan Osmanlı tarihçilerinin yerine kendi kökenleriyle uğraşacak, Anadolu insanının nereden, nasıl ve hangi medeniyet dairesinden geldiklerini araştıracak yeni bir görüşe sahip olan tarihçilere ihtiyaç duyulduğunu belirtmiş ve 

“Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli toplumlar, hep millî inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücüyle kendilerini kurtardılar… Kuvvetimiz zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissî, fikrî ve fiilî olarak, bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim” demiştir. (7)

Atatürk yukarıda da görüldüğü gibi, bir taraftan tarihe ilmî bir hüviyet kazandırmaya gayret ederken, diğer taraftan Türk toplumunun sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî gerçekleriyle ilgilenmemiş olan Osmanlı tarih yazıcılığı yerine, tarih ilmini Türk toplumunun meseleleriyle ilgilenmeye sevk etmiştir. İşte bu husustaki sözleri de şöyledir; 

“İnsanların tarihten alabilecekleri mühim dikkat ve uyanıklık dersleri, bence devletlerin umumiyetle siyasî müesseselerin teşekküllerinde, bu müesseselerin mahiyetlerini değiştirmede ve bunların çözülme ve sonlanmalarında müessir olmuş olan sebepler ve âmillerin tetkikinden çıkan neticeler olmalıdır. 

Meselâ Osmanlı İmparatorluğunun doğmasını gerektiren sebep ve âmillerin tetkikinden çıkan netice, mühim olduğu gibi, bu imparatorluğun batmasına sebep ve âmillerinin tetkikinden çıkacak netice de o kadar mühimdir. Bu tetkiklerde, şüphesiz siyasî müesseseyi kuran milletlerin her görüş noktasından harsları derecesi mütalâa olunur: şahısların müsbet ve menfi tesirleri göz önüne alınır. “ (8)

Atatürk’ün tarih ilmiyle ispata çalıştığı diğer bir husus da çeşitli sebeplerden dolayı çeşitli milletlerin Türklere karşı besledikleri husumetleri ve Türkler hakkındaki yanlış düşüncelerini ortadan kaldırmaktı. Atatürk, tarihimize objektif bir şekilde bakılmasıyla, Türklerin daha iyi anlaşılacağına inanıyordu. Bu husustaki düşünceleri de şöyledir: 

“Milletimizin aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır. Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve mantıken sabittir. Milletimiz… büyük güçlükler içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri tam bir ululuk ve büyüklükle sürdürdü. Bunu başaran bir millet elbette yüksek siyasî ve idari niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücüyle vücuda gelemezdi.

Dünya bilir ki, Osmanlı Devleti, çok geniş olan ülkesinde, bir sınırından öteki sınırına ordusunu olağanüstü bir süratle ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün idare şubelerinin son derecede mükemmel işlediğinin ve kendilerinin kabiliyetli olduğunun delilidir. “

“Milletimizin zalim olduğu iddiası da sırf iftiradan, baştan başa yalandan ibarettir. Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayetkar olan yegâne millet bizim milletimizdir. “ (9)

Atatürk milletine yeni bir benlik yeni bir ruh vermek, Avrupa’nın Türkler üzerindeki kötü imajlarını silmek için “tarih ilmi”ne başvurmasının yanı sıra yaptığı inkılâpların da en iyi şekilde benimsenmesi, inkılâpların yerine oturtulması için de tarihe önem vermiştir. 

Çünkü inkılâplar bilindiği gibi sadece mevcudu değiştirmezler, aynı zamanda geçmişi de, düşünceleri de alt üst ederler. İnkılâplar, eskiyi yıkarken, onun tarihî temellerini ve mantığını en azından sarsar, yeniyi ortaya koyarken de, ona tarihî bir temel ve izah tarzı arar. İşte bundan dolayıdır ki, Atatürk tarih ilminin ışığında yeniden bir tarih yazdırmak istemiştir. 

Bunun içindir ki 23 Ocak 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları VI. Kurultay’ında Türk Ocakları yasasına “Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil eder” maddesini eklemiştir. (10)

Netice olarak şunu söyliyebiliriz, Atatürk’ün tarih ilmine yaklaşımı, bilimsellikten asla uzaklaşmıyan yeni bir tarih yazıcılığının başlatılması ile ;

1  -  Avrupa’daki yeni dostlarına Türkün ne olduğunu izah etmek, 
2  - Türklük şuurunu geçmişle birleştirerek yerleştirmek, 

yaptığı inkılâpların korunabilmesi için tarihî bir temel ve izah tarzını bulması şeklindedir.



Doç. Dr. Özkan İzgi
Atatürk Araştırma Merkezi ( ALINTIDIR)

dipnotlar:
1) Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1984, Üçüncü Baskı, s.138.
2) Kocatürk, aynı eser, s., 138.
3) Kocatürk, aynı eser, s., 138.
4) Ekrem Akurgal, “Tarih ilmi ve Atatürk”, Belleten, C. XX. Sayı 80. s., 583.
5) Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, “Atatürk ve Tarih”, Atatürk Haftası Armağanı, Genel kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1986, s., 23.
6) Prof. Dr. Bayram Kodaman, “Atatürk ve Tarih”, Atatürk ve Kültür, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1982, s., 5
7) Feyzioğlu, aynı eser, s., 7-8.
8) Kocatürk, aynı eser, s., 139.
9) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, ikinci baskı, Cilt II, s., 9.
10) Cengiz Orhonlu, “Atatürk ve Tarih Görüşü”, Türk Kültürü, Cilt VI, Sayı 61, s., 28.



ATATÜRK, çalışmalarını genelde Çankaya 'da  yapar, fikir alışverişlerinde bulunurdu.



***