9 Ekim 2025 Perşembe

21. yüzyıl Türklerin yüzyılı olacak


 "Bugüne kadar tarihimiz Avrupa bilişsel anlayışına göre yazılmıştır."

Koishigara SALGARAULY,

Tarih Bilimleri Doktoru, Profesör: 

16.03.2016


– Koyshygara ağa, araştırdığınız göçebelerin kadim tarihiyle başlayalım sohbetimize... Mesela, "aynı Türk'ün torunları" olduğumuza dair sesimiz neden küresel çapta daha net duyulmuyor?


– Modern tarih Avrupa anlayışıyla yazılmıştır. Sadece bizim tarihimiz değil, dünya tarihi de böyledir. Bu nedenle Avrupa anlayışına ulaşan herkes “medeni”, “medeni” halklar olarak kabul edilirken, yüksek medeniyet ve kültür seviyelerine rağmen bu anlayışa ulaşamayanlar “vahşiler”, “ötekiler” olarak adlandırılır. Bu kavram, yazı ve çizimi erken yaşta edinen ülkelerin bıraktığı yazılı miras temelinde oluşmuştur. Buna dayanarak, insanlık tarihi genel olarak ikiye ayrılmıştır: “tarih öncesi dönem” ve “tarih sonrası dönem”. “Tarih öncesi”, Hristiyanlık öncesi 8. yüzyıla kadar olan dönemi ifade eder. “Tarih sonrası” ise o tarihten sonraki dönemi ifade eder. Günümüzde Hristiyanlık öncesi 8. yüzyıldan 2. yüzyıla kadar olan 6 yüzyıl “zaman ekseni” olarak adlandırılır. Bu, tüm bilgi ve anlayışın genişlediği, kadim dinlerin ortaya çıkışının başladığı, insanların düşüncesinin geliştiği ve yazı ve çizimin gelişiminin başladığı dönemdir. Bunun ötesinde ise çok az kanıt ve çok fazla tartışma vardır.


Tarihin dönemlere bölünmesi, "tarihsel halklar" ve "tarihsel olmayan halklar" terimlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Daha sonra bu isimler "yerleşik" ve "göçebe" ile değiştirildi. Ancak terimler değişse de anlam aynı kaldı. Yerleşikler "medeniyet yaratan medeni halklar" olarak kabul edilirken, göçebeler sürülerini takip eden ve ot veya su olan her yerde dolaşan bozkır gezginleri olarak kabul edildi. Bu kavram, 20. yüzyıla kadar şeklini değiştirmedi. Tüm hayatını göçebe halkların tarihini yazmaya adamış ünlü Rus tarihçi Lev Gumilyov, "Çin'de Hunlar" adlı kitabında şöyle yazmıştır: "19. yüzyıl bize, 'yerleşik halklar insan medeniyetini yaratırken, Orta Asya vahşet ve zulüm sisi içindeydi' kavramını miras bıraktı." Bu kavramın zararlılığı yalnızca yanlışlığında değil, aynı zamanda düzeltilemeyen veya test edilemeyen bilimsel bir başarı olarak sunulmasında da yatıyordu," diye vurguladı. Türk kökenli göçebe halklara dair böylesine tek taraflı bir bakış açısı, onların tarihinin incelenmesine yol açmamıştır. Bu nedenle, bugün göçebe halklar hakkında bir şey biliyorsak, bu yalnızca "yazı ve çizim için belirlenmiş ülkelerle" temas kurdukları zamanki isimleridir. Modern tarihte bilinen Hititler, Kimmerler, Etrüskler, Hiksoslar, Kassitler, Saka-İskitler ve Aryanların yerleşik ülkelere gittiklerine dair kanıtlar vardır ve hiçbirinin bundan daha önce bir köken tarihi yoktur. Bildiğimiz en eski üç yazı biçimi - piktografi, ideografi (hiyeroglifler) ve fonetik yazı - Sümerlerde kendi tarihine sahip değildir. Fırat ve Dicle nehirleri arasında nereden geldiler? Medeniyete nasıl ulaştılar? Bilmiyoruz. En şaşırtıcı olanı ise, insan yazısının tarihini inceleyen tanınmış dilbilimci D. Dringer'in "Alfabe" adlı kitabında Sümer yazısını "bir bağ yazısı", yani eklemeli bir dil olarak adlandırmasıdır. Ancak dünyada bu tür bağ dillerine sahip halklar olduğunu bildiği halde, bunu kendi dilleriyle karşılaştırıp kökenini belirlemek yerine, "bu bir Hint-Avrupa dili değil" diyerek daha fazla araştırma yapmadan konuyu kapatmaktadır. Tüm göçebelerin tarih, kültür ve diline karşı tutumu da böyleydi.


– Şimdi lafı daha fazla uzatmadan Türklerimizden bahsedelim, hangi verilere güvenebiliriz?


– Kadim tarihimiz, eski Çin Wei İmparatorluğu'nun elçisinin Türk Hanlığı'nın merkezine gelişiyle başlar. Dolayısıyla Türk halkı, günümüz dünyasının ve eski Sovyet tarihçilerinin, kendi Kazak tarihçilerimizin çıkarımlarına göre, 6. yüzyılda Altay'da ortaya çıkan genç bir halktır. Peki bu halkın ataları kimlerdi? 6. yüzyılda Kağanlığı kuran Türkler gökten mi yoksa yerden mi indiler? Nereden geldiler? Hangi dönemlerden geçtiler ve hangi zorlu yolları izlediler? .. Bununla ilgili tek bir kelime yok. Bunu araştırmak için hiçbir talep yok. Türkler hakkındaki mevcut kaynaklarımız Orhun-Yenisey yazıtlarındaki, Çin yıllıklarındaki ve hanedan soyağaçlarındaki verilerle sınırlıdır. Aslında biz, 6. yüzyıla kadar Doğu ile Karadeniz arasındaki toprakları fetheden Türk Kağanlığı adlı büyük bir imparatorluğun halkıyız. Biz bir yılda ortaya çıkan çekirgeler değiliz! Biz bir yılda inşa edilen bir bina değiliz!


Modern Kazakistan tarihine bakarsanız, Türk kökenli olduğumuzu kabul ederiz. Ancak tarihimizi Türk Kağanlığı'nın kendisinden değil, daha sonra Batı Türk Kağanlığı ve Doğu Türk Kağanlığı olarak ikiye ayrıldığı zamandan, yani Batı Türk Kağanlığı'nın tarihinden başlatıyoruz. Sonuçta, Kazak Hanlığı'nın bir parçası olan Uysin ve Kanlı gibi tüm boylarımız, o Türk Kağanlığı'nın bir parçasıydı. Bu yazılı bir kanıttır. Daha doğrusu, Kazak Hanlığı'nı oluşturan 43 büyük boy nereden geldi? Aslında, Kazak Hanlığı'nın kendisi yalnızca 1456'da kuruldu. Ve Uysin ve Kanlı devletlerinin, yani Kıpçak Hanlığı'nın bundan önce de var olduğunu biliyoruz. Avrasya coğrafyamızın batısındaki höyüklerde, Doğu Avrupa'da ve Altay'da bulunan maddi miras neden tek bir ustanın eseri gibi görünüyor? Berel höyüğünde bulunan altın elbiseli bir adam ve benzersiz altın süslemeli 13 at, yüksek bir lüks biçimi değil mi? Bir soyluluk işareti mi? Ve eski Türkler bu kadar güce, servete ve lükse eriştilerse nasıl bu kadar barbar olabildiler? Kağanlığa "bozkır imparatorluğu" denir. Ancak, böyle bir devlete sahip bir ülkeye neden "vahşi, göçebe kabileler" diyoruz? İnsanlarına neden "kabileler, kabileler" diyoruz? Hiçbir kabile isterse hanlık yaratmaz. Peki bizim Kazak bozkırlarında kaç hanlık vardı?! Nitekim dünkü Altın Orda'dan sonra 26 hanlık yaratıldı. Bu bir tanesi. İkincisi, Cengiz Han'ın istilasından önce Doğu kültürü yüksekti. El-Farabi bizden geldi. O zamanlar dünyada Mahmut Kaşkari gibi ansiklopedik bir sözlük oluşturan kimse yoktu. Devletin kuruluşunu, yönetim yöntemlerini anlatan ve ulusal çıkarları gözeterek geleceği değerlendiren Yusup Balasagun'un didaktik şiiri kadar büyük eserler yazılmamıştır. Bunlar da gökten zembille inmemiştir. Bu, Sümer ilahilerinin, Homeros'un "İlyada" ve "Odysseia"sının, Hint Vedalarının, "Mahabharata"nın ve Firdevsi'nin "Şehname"sinin ezelden beri süregelen kesintisiz bir geleneksel devamıydı. Nitekim, bu büyük mirasların yaratıcılarının da Türk kökenli halkların temsilcileri olduğu artık anlaşılıyor.


– Biz vahşi değiliz ama yine de bize “göçebe” mi deniyor?


– Biz hiçbir zaman tek başına göçebe bir halk olmadık. Göçebe bir hayat yaşadığımız doğrudur. Ama yarı göçebe, yarı yerleşik bir hayattır. Türklerin tarihine, Avrupa anlayışındaki toplumsal oluşumlar perspektifinden bakılamaz.


– Ruslar hâlâ “Sovyetler Birliği Kazak milletini kurdu” diyorlar. Genel olarak, “köle sahipleri çağı”ndan biraz etkilenmedik mi?


– Sadece bir millet değil, “Kazakları insanlaştırdık, eğittik” diyorlar. Bu, sömürgeci ülkenin egemenliğinin bir işaretidir. Sizi sömürgeleştirmenin, tarihinizi ve geleneklerinizi yok etmenin amacı, zihninize “sizi insanlaştırdık” kavramını aşılamaktır. Soljenitsin’in “Siz bir millet değildiniz. Kazaklar, sığırlarının çiğnediği topraklara “bizim” derlerdi” dediğini hatırlıyor musunuz? Ah, atalarımız ömürleri boyunca “Volga ve Ural” dediler! Aslında o Volga artık sizin toprağınızda değil. Uralların da sadece eski yüzü değil, öbür yüzü de var. Sorun burada. O zamanlar nasıldınız? Bugünlere nasıl geldiniz ve bu kadar çok değerinizi nasıl kaybettiniz? Tüm bunları dikkatlice kaydedip yazsaydık, bizim neslimizin böyle tek bir sorusu bile olmazdı. Tarih, benim, sizin ve yolda yürüyen Kazakların atalarının biyografisi, eylemlerinin kroniğidir. Örneğin, atanızın kim olduğunu ve nerede tökezlediğini bilmiyorsanız, siz de orada tökezleyeceksiniz. Tarihin dersi budur. "Köle sahipleri çağı" hakkında söylediklerinizin Türklerle hiçbir ilgisi yok. Roma'daki gibi bir kölelik yoktu. Artık tarih bilimi bile bunu kabul ediyor.


– Röportajlarınızdan birinde, “Zamanları geldiğinde Sovyetler Birliği’nin parçalanıp düşeceğini biliyordum.” demişsiniz. Bunu nasıl biliyordunuz?


– "Sovyet hükümeti benim veya çocuğumun, torunumun veya torunumun ömrü boyunca düşecek" diye bir düşüncem yoktu. Fakat antik tarihi inceledikten sonra, her imparatorluğun sonunda çökeceğini fark ettim. Medeni bir imparatorluk canlı bir organizma gibidir: doğar, olgunlaşır, gelişir, geriler ve ölür. Dolayısıyla, herhangi bir imparatorluğun sonu çöküştür.


– “Kazak aydınlarının son toynakları Alaş aslanları oldu” klişesine biraz perspektif katabileceğinizi düşünüyor musunuz?


– İşte oğlum… “Milletin Esasları” adlı bir kitapçığım var. “Kazaklarda aydın yoktur” görüşüm yer alıyor. Öncelikle “aydın” kelimesini anlamamız gerekiyor. Anlamını bilmeden bir şey hakkında konuşmak anlamsızdır. Bağımsızlıktan bu yana, yerel medya “Kazaklarda aydın var mı, yok mu?” üzerine birçok tartışma düzenledi. Biri aydınlar için “hayır” diyor, diğeri “var” diyor. Ve böyle devam ediyor. Aklı başında bir insan var olan bir şey için “var mıdır” diye sormaz. Dolayısıyla, sorunun sorulması bile muhtemelen bir şeyleri açığa çıkarıyor. Bu soruyu cevaplamak için önce “Aydın kimdir?”, “Kime aydın denir?” sorularını cevaplamalıyız. “Ziya” Arapçada “ışık” anlamına gelir. Ve aydın, parlak, ışıldayan anlamına gelir. Temel olarak, kişiliği, davranışları ve özüyle etrafı aydınlatan kişiyi ifade eder. Peki, bizde böyle biri var mı?!


Bir aydını Rus aydınlarıyla karşılaştırırız. "Aydınlar", iyi okumuş, bilgili ve temiz, eğitimli insanlardır. Buna karşılık, tüm Kazaklar aydındır. Sonuçta, orta veya yüksek öğrenim görmemiş Kazak yoktur. Kazak kavramında aydın kavramının anlamı farklıdır. Benim anlayışıma göre: "Milli aydın, geldiği milletin tüm iyi niteliklerini özümsemiş, yüksek ahlaki karaktere sahip, halkının çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde tutan, bilinçli yaşamını onlara hizmet etmeye tereddüt etmeden adayan, ulusal kalkınmayı hedefleyen toplumsal idealleri savunan ve destekleyen, bu yolda karşılaştığı zorluklarla tereddüt etmeden yüzleşebilen ve gerekirse hedefi uğruna mücadele edip fedakarlık yapabilen kişidir." İşte böyle bir kişi aydındır. Ve eğer bir değil, birkaç kişi varsa, o zaman bu bir aydınlar topluluğudur. Ve eğer hiç yoksa, bin yerden "var" diye bağırsanız bile, hayır!


- Nedenmiş?


– Kazak halkının oluşumundan bu yana kendi aydınları vardı. Ülke modernleştikçe sayıları da arttı. Kazaklar öncelikle insanları insan olarak eğittiler. Çok çalışıp hiçbir şey yapamayanlara “öğrenemediler” denirdi. Çarlık Rusyası döneminde aydınlarımızın sayısı azaldı. Ancak kapsamları daralsa da soyları tükenmedi. O dönemde Kazak kültürüne Avrupa bilgisini sokmak gerekiyordu. İşte Abay'ın haykırdığı bilgi budur! Ruslardan öğrenmek, onları büyük bir güç olarak görmek anlamına gelmez. Onlar (Büyük Petro'dan başlayarak) Avrupa'dan öğrendiler. Abay, o dönemin koşullarında bilginin anahtarının Rusya'da olduğunu ve bilginin Rusya aracılığıyla elde edilebileceğini söyledi.


Sovyet hükümeti önce entelektüel topluluğun seçkinlerini yok etti. Sonra da onu aydınlatan ve eğiten çevreyi yok etti. "Entelektüel" kavramı ortadan kaldırıldı ve yerini uzmanlar aldı. Bunları ulusun seçkinleri, ulusun aydınları olarak gördük.


– "Eşsiz" ve "benzersiz" kavramları üzerine bir hayli fikriniz vardı...


– Atalarımızın kim olduğunu, nereden geldiğimizi, nasıl buraya geldiğimizi, nasıl bu güne geldiğimizi… tüm bunları, elimizdeki tüm kaynakları tartarak, sadece bugünün konusu üzerine adaylık ve doktora tezlerimizi savunarak bilmek bizim görevimizdir. Kazaklar ise atalarını ayırt edemeyenlere “bilinmeyen” ve “bilinmeyen” derler. Kötü bir soya sahipseniz, bilinen bir atanız yoksa sizden nasıl bir nesil çıkacak?! Onları neye koşturacaksınız, nerede yetiştireceksiniz?! Amerika’ya ve Rusya’ya bakarak bir Kazak yetiştiremezsiniz! Annesinin rahminde büyümemiş bir kartal, asla kartal doğasını gösteremez. Leş yer ve kuzguna dönüşür. Biz sadece atalarımızın savaştığını ve birini öldürdüğünü söylüyoruz. Peki ya kişiliği?! Kazaklar da dahil olmak üzere Türk halkımızın atasözlerine bakarsanız, her biri birer tezdir! Bana göre Avrupa felsefesi, düşünceye dayalı, kitabi bir felsefedir. Kazak felsefesi ise yaşam laboratuvarından geçmiş, alnına taş değmiş, her şeyi kendi varlığıyla hissedip görmüş ve kendi deneyiminden özetlemiş bir düşünce sürecidir. İçinde fikirleri bir fikirden diğerine taşıyan hiçbir fantezi veya rastlantısallık yoktur. Peki Kazak felsefesinin bu gücünü ortaya çıkarıp herkese gösteriyor muyuz?! İşte sorun bu!


– Şu anda televizyonda Kazakçaya çevrilmiş Kore tarihi dizilerini izliyoruz . Neden bu seviyede bir senaryoyu kendimiz yazmıyoruz? Yoksa kardeşler, "Bu filmde neden bizim klanımızdan bir kahraman yok?" diye bağıracak mı?


– Kitaplar eskisi gibi okunmuyor canım! Ve şu anki 17 milyon insanın en az yarısı film izliyor. Dünya iyiyse, bu 17 milyon insanın neredeyse tamamının film izlemesi şaşırtıcı değil. Lenin'in "Bütün sanatlar arasında bizim için en önemlisi sinemadır" demesi boşuna değilmiş. Dolayısıyla ideolojide sinemadan daha etkili bir sanat dalı yok. Bahsettiğiniz fikir yüreğime dokundu. Koreli Jumong'dan az değil, hatta daha da fazla büyük Türk şahsiyetleri var. Onlar hakkında düzgün bir film yapamamamız yüreğime dokundu ve gururumu incitti. Bu eksikliği telafi etmek amacıyla Mudeh Khan hakkında 15 bölümlük bir dizi senaryosu yazdım. Yazdıktan sonra Kazakfilm'e gönderdim. İyi karşıladılar. "Çekeriz" dediler. Ama filme alınmadı. Daha sonra Kazakistan TV kanalıyla birlikte çekmeye çalıştılar, ama o da olmadı.


Bu filmin bahsettiğiniz kabileyle hiçbir ilgisi yok. Bu, tüm Türk kökenli halkların ortak bir filmi. Herkesin ortak kökenini konu alıyor. Türkiye Türkleri, Azerbaycanlılar, Türkmenler, Kumuklar, Karaçaylar, Balkarlar, Başkurtlar, Tatarlar, Kırgızlar, Özbekler, Uygurlar, Karakalpaklar... hepsinin ortak bir tarihi var!


– Toplumumuz neden kayıtsız kalmaya devam ediyor? Aksine, çoğu zaman mantıksız eylemlere yöneliyor...


– Artık Türk ülkelerinin birliği gündemde olmaya başlıyor. “Türk Devlet Konseyi” kuruldu. Bunun için çok para harcandı. “Türk Yaşlıları” adında bir örgüt de var. Astana'da “Türk Akademisi” faaliyet gösteriyor. Üniversitelerde Türkoloji bölümleri açıldı. Ancak henüz kayda değer bir sonuç yok. Sovyetler Birliği döneminde Türkoloji çalışmaları yalnızca dilbilimsel açıdan inceleniyordu. “Türkoloji”, adından da anlaşılacağı gibi, muhtemelen Türklerin kim olduğunu bilmekle başladı. Tarih bize anlatmıyorsa başka hangi bilim anlatabilir ki? Tarihe atıfta bulunmayan dilbilim de gerçeğe ulaşamaz. Dünün Türkçe konuşan Bulgarları 9. yüzyılda Avrupa'ya gittiler ve şimdi Hristiyan inancına sahip Slav bir halk. Dil budur işte! Türklerin kadim tarihinin incelenmesi, büyüyen ve gelişen ortak köklerimizin ortak tanınması henüz yapılmadı. Türklerin kadim tarihi araştırma kapsamı dışında kaldı. Ülkenizde böyle bir politika olmadığı için bu yönde hiçbir şey yapılmıyor. Şimdi halkımız sadece konuşuyor. "Dil ölüyor" ve "Aman Tanrım, dinim..." bunların hepsi bunun sonuçları.


Kasım'ın sözleriyle, "aile küçük bir devlettir." Diyelim ki babanız cumhurbaşkanı, anneniz başbakan, kardeşiniz aydın, küçük kardeşiniz muhalefet ve çocuklarınız halk. Peki bu evde birlik ve beraberlik için ne gerekiyor? Modern basında yazıldığı gibi, Kazak aydınları ikiyüzlüyse, yetkililer halka karşı anlayışsızsa, muhalefet beceriksizse, şairleri saray şairiyse, yazarları yoksullarla ilgileniyorsa ve halk uysal, ılımlı ve sessizse, bu evi kim daha iyi hale getirecek?! Kim daha iyi?! Aklı başında olup makale yazan tek kişi mi?! Böylesine bir sorumsuzlukla kendimizi mahvediyoruz. Halk kimseye güvenmiyor. Ancak ortak evimizde hepimiz iyi olduğumuzda, ancak birbirimizle uyum içinde olduğumuzda refah gelecektir. Bunu düşünmek, pes etmemek daha iyidir.


– Söyleyin bakalım, manevi hazineler konusunda biraz ihmalkâr davranmıyor muyuz?


– Sözde “devlet programı” ile epey moda olduk. Her yıl birçok şey ortaya çıkıyor. Uygulanan tek program “Kültürel Miras”. İlk yıllardan bahsediyorum. O zamanlar gerçekten harika şeyler toplanıyordu. Ancak bunların incelenmesi ve kullanılması bir dezavantaj. En üzücü olanı ise, birileri bu toplanan mirasa dayanarak bir konuyu ele alıp incelediğinde ve bu konuda bir keşif yaptığında, bunun dikkate alınmaması. Ders kitaplarına girmiyor, bilimsel dolaşıma girmiyor. “Aman Tanrım, Myrkymbay böyle bir dünya sansasyonu yarattı ve bir keşif yaptı!” demiyorlar. Bunun yerine, biri altın bir adam bulduğunda, tıpkı altın arayıcıları gibi, buldukları altın hakkında konuşuyor, yaygara koparıyor ve gazetelerde yazıyorlar. Peki o altın ürünü kim yaptı? Nasıl yaptı? Antik çağlarda bu kadar büyük bir kültüre kim sahipti? Bu soruların cevaplarını tarih dilinde söyleme yeteneğimiz yok! Sonuç olarak, bugün atalarımız olan Sakaları bizden başka kimse Türk olarak tanımıyor. Herkes "Hint-Avrupa dili konuşan insanlar" diyor. Sorun, her şeyi birbirine benzetebilmek!


"Türkler, insanlık medeniyetinin ateşini ilk yakanlardı" demek için her türlü sebep mevcut. Genetik biliminin en son başarısı -DNA araştırmalarının sonuçları- bunun için tam bir fırsat sunuyor. Şimdi, bu DNA verilerini tarihsel verilere dayandırıp Türklerin gerçek bir tarihini oluşturmanın zamanı. ABD, Kaliforniya Üniversitesi'nden Alan Wilson ve Rusya'daki Vavilov Genetik Enstitüsü'nden İlya Zakharov liderliğindeki bilim insanları, Amerikan yerlilerinin Türk olduğunu ve tarihlerinin 30-40 bin yıl öncesine dayandığını kanıtladılar ve bilim tarafından kabul edildiler. Harvard Üniversitesi profesörü Anatoly Klesov ise, Atlantik Okyanusu'na kadar olan Avrasya coğrafyasının çok eski zamanlardan beri yalnızca Türk kökenli halklar tarafından iskan edildiğini kanıtladı.


– Gazeteciler, Türklerin kadim bir halk olduğunu, hatta kadim sözleriyle bile çoktan kanıtladılar. Peki bilim buna yeterince dikkat etmiyor mu?


– Haklısın! Mesela eski zamanlarda Türkler "vatan" kelimesini "uya" ve "an" kelimeleriyle vermişlerdir. "Uyas" kelimesi yerleşik halklar için, "an" kelimesi ise göçebeler için söylenmiştir. Bugün dünya halklarının devlet adlarındaki "iya" eki, Türklerin bu "vatanı"dır. Türkiye Türklerin, Bulgaristan Bulgarların, vb. Dedikleri gibi. Turan Turların, Kazan Gazların, Alban Dağlıların, Suan Suların, Britan Britanyalıların vb. anavatanıdır.


21. yüzyılın Türklerin yüzyılı olacağını düşünüyorum. İngilizlerin, Almanların, Baltık ülkelerinin, İskandinavyalıların - hepsinin Türk olduğunu söyleyen ben değilim, Türk kökenli halkların temsilcileri değil, Avrupalı ​​araştırmacıların kendisidir. Modern Rusların yaşadığı toprakların kadim Türk toprakları olduğu da açıkça belirtiliyor. Kökenini gizleyen milliyetsizlik, kimin kim olduğunu ortaya çıkarmadı. Ancak ezber standardından kurtulur, devlet politikalarına sırt çevirir ve özel uzmanlar yetiştirirsek tüm bunları gün yüzüne çıkarabiliriz. Şimdi size sadece kısa bir özet sunuyorum.

Türklerin gerçek tarihi şimdi yazılacak.


– Hikayeniz için teşekkür ederim!

 Erkegali BEISENOV'un röportajı 




Tagisken, Kazakistan

 

Tagisken, sanki Göbeklitepe'nin torunu ;) SB




Kuzey Tagisken Kompleksi MÖ 9.-5.yy
Türbeler ve tapınaklar
Güneyinde Saka Kurganları
Duvarlarla çevrelenmiş 11 kerpiç mezar binası

5a Mozolesi'nde, kerpiç "sıralar" iç tuğla duvara tutturulmuş, sütunlar arasındaki boşluğu doldurmuş ve tuğla duvar sırtlık görevi görmüştür. Odayı sınırlayan ikinci sıranın sütunları, 5a Mozolesi'nde hiçbir şekilde birbirine bağlı değildi. Böylece, sütun sistemi mezar yapısını iki koridora -bir dış ve bir iç koridor- ve ortada bulunan dikdörtgen bir odaya bölüyordu. 4 ve 5a Mozoleleri'ndeki ikinci oda derinleştirilmemiş, yalnızca sütunlarla sınırlandırılmıştır; 7 Mozolesi'nde ise 0,2-0,3 m derinleştirilmiş ve duvarları yatay ahşap kalaslarla kaplanmıştır. Mozolelerin girişi doğu duvarındaydı ve doğrudan iç koridora açılıyordu. Dış koridora erişim imkânsızdı (5a, 7 Mozoleleri), çünkü aralarında bir geçit bulunan iki duvarla kapatılmıştı. Tüm mozoleler platonun kıtasal yüzeyine inşa edilmişti. Zeminde, sütunlar boyunca, dış ve iç yüzeylerinde ve mozolelerin dış duvarlarının iç yüzeylerinde direk delikleri açılmıştır. Mozolelerdeki bol miktardaki ahşap, ölünün yalnızca merkezi odada yakılmasını değil, aynı zamanda etrafında bir ateş halkası oluşturulmasını da içeren bir ritüel olan yakma işlemini kolaylaştırmıştır.

Oda ve iç koridorda mezar eşyaları bulunuyordu: seramikler, bronz aletler, bronz, altın ve taş takılar.

Cenaze töreninin olmazsa olmaz bir unsuru, ölen kişiyle birlikte hayvan leşlerinin de gömülmesiydi. Mezar yapılarının içinde ve yakınında, çoğunlukla sığır ve küçükbaş hayvanlara (özellikle keçilere) ait olmak üzere hayvan kemikleri içeren çukurlar bulunmuştur.

Türbelerin koridorları ve odaları kapatılmış olup, türbelerin kerpiç ve ahşaptan yapılmış silindirik-konik yapılar olduğu düşünülmektedir.


Tagisken Güneş Tapınakları'nın Planı
*Yuvarlak planlı en büyük tapınak. Çapı 25 m, Yüksekliği 16 m.
*Kare planlı en büyük tapınak (18x18 m), içeride iki adet silindirik duvarı (çapı 14 m ve 10,8 m) var.
*Giriş kapıları doğu tarafında.


S.P. Tolstov'un yapılandırması



Güney Kazakistan'ın Tunç Çağı Anıtları

Orta Tunç Çağı, Karatau Dağları'nın kuzey yamaçlarında bulunan Tautary mezarlığı ile temsil edilmektedir. Bu mezarlık A.G. Maksimova tarafından incelenmiştir. Mezar taşları, kenarları toprağa oyulmuş taş levhalarla veya yere serilmiş taşlarla yüzeylerinde işaretlenmiş dikdörtgen, kare, oval veya yuvarlak çerçevelerdir. Definler, bazen taş levhalarla örtülü toprak çukurlara yapılırdı. Yakma, baskın ritüeldi. Yakılan kemik kalıntıları, çoğunlukla çukurun batı kısmına bir veya birkaç yığın halinde veya batı kısmına dağıtılmış olarak yerleştirilirdi. Yiyecek içeren bir ila beş kil kap, mezarın doğu veya batı kısmına yerleştirilirdi.

Düz tabanlı kaplar iki şekildeydi: yuvarlak omuzlu veya boyundan gövdeye geçişte hafif bir basamağa sahip kavanozlar ve çömlekler. Bunlar öncelikle tarak damgasıyla süslenmişti. Desen genellikle kabın boynunu, gövdenin üst kısmını ve bazen de tabanını kaplardı. Yaygın süslemeler arasında ikizkenar gölgeli üçgenler, kırık çizgiler, meandrlar ve üçgen girintiler bulunurdu. Kavanozlar ya süssüzdü ya da ikizkenar gölgeli üçgenlerle süslenmişti. Küçük bronz ve altın eşyalar dekoratif eşya olarak kullanılırdı. Bunlar arasında delikli pençe biçimli ve oval pandantifler, halkalar, boncuklu boncuklar, altın varağa sarılmış telden bükülmüş şakak halkaları, macun, camsı kütle ve aplike için bronz plakalar bulunurdu.

Karatau'nun güneybatı yamaçlarında, Kuyukty Platosu'ndaki Besarak Boğazı'nda başka bir mezarlık daha keşfedildi. Bu mezarlık, bitişik birkaç taş duvardan oluşuyor. Toplamda, her biri 3,5 x 4,5 metre boyutlarında, kenarları 90 x 100 cm boyutlarında ve 20 cm kalınlığa kadar taş levhalardan yapılmış altı bölümden oluşuyor.

Kuyukta mezarlığı, seramik tipleri, özellikle de dışbükey gövdeli, belirgin kaideli ve boyun kısmında basamak bulunan bodur kaplar ve dar boyunlu, sivri kaburgalı çömlekler bakımından Tautara kompleksine benzemektedir. Kap süslemelerinde de doğrudan benzerlikler bulunmaktadır. Kuyukta'daki mezar kompleksi, Andronovo döneminin sonlarına tarihlenmektedir. Mezarlık, A.K. Akishev tarafından incelenmiştir.

Güney Kazakistan'daki mezarlıklar ve yerleşim yerleri sadece dağ nehirlerinin kıyılarında, yukarı kesimlerinde değil, aynı zamanda yeni buluntuların gösterdiği gibi, orta ve aşağı kesimlerinde, bozkır bölgesinde de yer alıyordu.

2000 yılında arkeolog E. A. Smagulov, Şerbay mezarlığını keşfetti. Türkistan şehrinin 5 km güneyinde, bir kumulun kalıntıları üzerinde yer almaktadır. 400 x 800 m ölçülerinde oval bir dış hatlara sahiptir. Kumulun yapısını oluşturan toprağın yapısı ve niteliği, mezar yapılarının kalıntılarının zayıf bir şekilde korunmasına neden olmuştur. 3.500 yıl önce, hareket kabiliyetini henüz kaybetmemiş bir kumuldan elde edildiği anlaşılan kumdan yapılmış en eski mezar yapıları, mezar yapılarını koruyamamış ve dışarıdan işaretlenmemiştir. Bazı durumlarda, aşındırma işlemleri, kalıntıları günümüz yüzeyinden 15-40 cm derinlikte bulunan mezarları ortaya çıkarmıştır. Kazılan en derin mezarlar 75-80 cm derinliğe ulaşmaktadır. İkinci durumlarda bile, mezar yapılarının yeraltı yapılarının bazı kısımları, yalnızca mezarlara eşlik eden mezar eşyalarının bulunduğu mezar çukurlarının tabanları aracılığıyla güvenilir bir şekilde tespit edilebilmiştir. Stratigrafik gözlemler, yapının antik gün ışığı yüzeyinden derinleştirilmiş, dikdörtgen (5x6 m) ve yuvarlak (5 m) planlı bir platform olarak inşa edildiğini göstermektedir. Alanların kaydedilen derinliği 20 cm'ye ulaşmaktadır. Platformun ortasında, 170-220x120-150 cm ölçülerinde, uzun kenarı kural olarak GB-KD doğrultusunda uzanan, yarı dikdörtgen planlı, sığ (20-25 cm) bir mezar çukuru vardı. Mezar çukurunun, taş levha kalıntılarının bulunmaması nedeniyle muhtemelen ahşap olan bir tür çatısı olmalıydı. Yapının kendisi görünüşe göre bir mezar höyüğü ile örtülüydü. Çukurun güneybatı duvarının yakınında bir ila beş adet elle kalıplanmış seramik kap bulunuyordu. Yakılmış küçük insan kemiklerinden oluşan bir yığın karşı duvara yaslanmıştı. Bazı durumlarda, görünüşe göre çift mezarları gösteren iki tane böyle yığın vardı. Bazı durumlarda ise kemikler eksikti. Tüm vakalarda yakma işlemi, kemikler arasında kül veya kömür bulunmadığı için mezar çukurunun dışında gerçekleştirilmiştir. Bir vakada, gömülme kalıntıları kaydedilmiştir. Ölen kişi, başı batıya bakacak şekilde sol tarafına çömelmiş bir pozisyonda yatırılmıştır. İncelenen mezarların neredeyse tamamı antik çağda yağmalanmıştır. Yağmalanmamış tek mezarda iki seramik kap ve 13 metal obje bulunmuştur: bronz bilezikler ve gümüş (demir kakmalı) geniş küpeler, göğüs plakları ve çok sayıda macun boncuk.

Baskın formlar, dar, hafif içbükey, disk şeklinde bir taban üzerinde, geniş, yuvarlak omuzlu, geniş, hafif geniş boyunlu ve zarif ağız kenarlı çömlek biçimli kaplardır. Kap duvarları ince ve zariftir; hamur, kırılmış deniz kabukları, şamot veya kum karışımıyla iyi harmanlanmıştır; pişirme düzensizdir ve zeminde pişirilmiştir. Kapların çoğu, ince tarak damgalarıyla zengin bir şekilde süslenmiştir. Süslemeler esas olarak duvarların üst kısmını kaplar. Kompozisyonel süsleme, ritmik olarak tekrarlayan çizgili üçgenler, kıvrımlar, gamalı haçlar ve üçgen çentiklerden oluşur.

Şerbay nekropolünde bulunan seramik kapların biçimleri ve süslemeleri, Tautary mezarlığındaki malzemeler arasında en yakın benzerlikleri bulurken, bronz süs eşyaları ise Güneydoğu Urallar, Güneybatı Sibirya ve Doğu Türkistan'dan Kuzey Afganistan'a kadar uzanan Orta Asya'daki Tunç Çağı anıtlarında bulunmaktadır. Bu malzemeler, Andronovo kültür ve tarih topluluğunun Fyodorovo kültürüne ait çoban kabilelerinin karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Mezarlık, MÖ 16. ve 14. yüzyıllar arasına tarihlenmektedir.



Kuzey Tagisken, Geç Tunç Çağı'na ait bir anıttır.
M.A. Setina tarafından incelenmiştir. 

Kuzey Tagisken'in Geç Tunç Çağı yapıları arasında en eskileri, dikdörtgen (54x28x10-12, 48x32x10-11 cm) kerpiçten yapılmış 4, 5a ve 7 numaralı anıt mezarlardır. Planın temeli, 17,5 × 18 m ölçülerindeki kare bir dış duvara yazılmış, çapı 14 m olan bir daireydi. Halka boyunca, dış duvardan 1,6 m uzaklıkta, sekiz veya 12 dikdörtgen tuğla sütun vardı, bunların maksimum korunmuş yüksekliği 2 m'ye yaklaşıyordu (anıt mezar 5a). Merkeze doğru, bu halkadan 1,3 m uzaklıkta, planda bir dikdörtgen oluşturan dört veya sekiz benzer sütun vardı. Yapının dış duvarının dört köşesinde (4 ve 5a anıt mezarlar) birer sütun vardı. İlk büyük halkanın sütunları, ince bir tuğla duvar (5a anıt mezar) veya iki örülmüş duvarla birbirine bağlanmıştı.




Dış duvarın köşelerindeki tuğla sütunların yardımıyla, üstteki kare yapı yuvarlak bir kasnağa dönüşmüştür. Bu teknik, görünüşe göre trompe-l'oeil'in gelişiminden öncesine dayanıyordu. Dolayısıyla, kare planlı dış duvar, tavan için bir destek yapısı görevi görüyordu.

Her türbe, kuzey ve güney taraflarından ana türbeye bitişik, tek bir kompleks oluşturan daha küçük mezar alanlarıyla çevriliydi. Daha sonra, bitişik mezar alanları, kerpiçten yapılmış dikdörtgen muhafazalar veya dairesel yapılardan oluşuyordu. 1 metre kalınlığa kadar olan muhafaza duvarları, antik gün ışığı yüzeyine dikilmiş, mezar çukuru doğal toprağa 0,6-0,8 metre derinleştirilmiş ve duvarları genellikle tuğla duvarlarla aynı hizadadır. Muhafazaların alanı 30 ila 50 metrekare arasında değişmektedir. Bu tür yapılar arasında, 5b kompleksi özel bir yere sahiptir; 5a türbesinin kuzey duvarına bitişiktir, ancak yapısal olarak ona bağlı değildir. Merkezi odasında, çeşitli kaplar ve mücevherler (altın ve akik boncuklar, büyük bir altın küpe ve bronz bir iğne) içeren bir kadın mezarı olduğu anlaşılmaktadır. Odanın batısında, bir ocağın etrafına yerleştirilmiş çeşitli şekil ve boyutlarda 34 kap içeren bir oda vardı. Bu mezar yapısı, Kuzey Tagisken'deki tüm mezarlar gibi, antik çağlarda yağmalanmıştır.

Kuzey Tagisken'deki büyük mozolelerin en yenisi Mozole 6'dır. Bu, yaklaşık 25 m çapında dairesel bir mezar yapısıydı ve kerpiçten (50-60 x 25-30 x 10 cm) yapılmış silindirik bir merkezi kütleden (yaklaşık 15 m çapında) ve içine yazılmış kare bir mezar odasından oluşuyordu. Kitle, aralarında 2,05 m genişliğinde bir koridor bulunan bir dış duvar halkasıyla çevriliydi. Yaklaşık bir metre genişliğinde bir geçit, doğuda dış ve iç duvarları deliyordu. Mezar odası (7,8 x 6,9 m) ana yönlere doğru yönlendirilmişti ve üzerinde ince bir saz tabakası üzerine yerleştirilmiş tuğla örgüsü bulunan eski gün ışığı yüzeyinin 1,3 m altına gömülmüştü. Duvarcılık yapılmadan önce, batı duvarının toprak kısmına iki çukur kazıldı. Bunlardan biri duvarın en az 2 metre altına kadar uzanıyor ve çok sayıda kemik, hatta muhtemelen inek iskeletleri içeriyor. Bu bir "cenaze sunusu". Mezar odasının duvarları, büyük olasılıkla bir tür hasır işi olan kalın bir saz ve dal tabakasıyla kaplıydı ve direkler ve kazıklarla yerinde tutuluyordu. Birçok alanda duvarların dibinde, görünüşe göre bu yapıyı alttan bir arada tutan kömürleşmiş yatay kirişler bulundu. Bu yapının mezar odasındaki yakma işlemi için birincil yakıt görevi görmüş olması mümkün. Karbonlu tabakaların genellikle ince olduğu zeminden ziyade, duvarlara yakın yerlerde yangın izleri özellikle belirgindir. Odanın tabanı - çukurun düzleştirilmiş kayası - üzerine hasırların serildiği ince bir kil tabakasıyla kaplıydı. Odanın tabanında, kuzey ve güney duvarlarından yaklaşık 2 metre uzaklıkta, kuzey-güney ekseni boyunca iki yuvarlak çukur ortaya çıkarıldı. Görünüşe göre, mezar odasının düz tavanını desteklemek için bu çukurlara direkler kazılmıştı. Duvarlar boyunca direk deliği izlerine rastlanmadığından, direklerin taşıdığı kiriş ve kiriş uçlarının tuğla örgüsünde bırakılan yuvalara kapatıldığı varsayılmalıdır.

Odanın girişi doğu duvarındaydı. Antik açıklığın zemini eğimliydi ve basamaksızdı. Sıvayla kaplı koridorun duvarları ağır bir şekilde yanmıştı. Bu durum, yangın sırasında iç kapının kapatılmadığını gösteriyor. Rampanın zemini kil ile kaplıydı ve odanın girişinde kömürleşmiş bir ahşap eşik açıkça görülebiliyordu. Kapı tavanının yapısını kesin olarak değerlendirmek zor; duvarların hatırı sayılır yüksekliğine rağmen tonoz izine rastlanmamıştır. Üst kısımdaki açıklığın, çıkıntılı tuğlalar nedeniyle hafifçe daraldığı fark edilmektedir. Bu, sahte bir tonoz oluşturmuş olabilir.



Diğer türbelerde olduğu gibi, yakma işlemi de mezar odasında gerçekleştirildi. Mezar eşyaları çoğunlukla mezar odasında bulundu. Köşelerde, her biri belirli bir amaca hizmet eden kaplar içeren kap grupları duruyordu. Ayrıca burada, orak biçimli bronz bir bıçak ve iğne, uçları delikli bronz bir lunula ve altın eserler de bulundu. Özellikle ilgi çekici olanı, odanın duvarlarına halı veya keçe hasır tutturmak için kullanıldığı anlaşılan, uçları düzleştirilmiş 100'den fazla bronz çivinin keşfiydi.

6 numaralı Mozole, soylu bir kişinin mezarıdır. Bu, özellikle alışılmadık derecede zengin sofra takımı koleksiyonundan (60'tan fazla kap) ve bunların bir kısmının çömlekçi çarkında yapılmış olmasından anlaşılmaktadır. Altın eşya parçalarının keşfi de bunu desteklemektedir. Burada soylu bir kadının, belki de bir rahibenin gömülmüş olması mümkündür.

Kuzey Tagisken'deki tüm mozoleler aynı kültüre ait olsa da, bunlardan ilk örnekler (4, 5a ve 7) kare şeklinde bir dış duvara sahipken, sonraki örnekler (4a, 5b, 6 ve 15) yuvarlak bir dış duvara sahiptir. Sonraki örneklerde, mozolelere bitişik, aynı renkte tuğla çitler de bulunur.




İç koridorlarda ve odalarda cenaze eşyaları keşfedildi. Ekli kapalı alanlarda, mezar çukurlarının her yerinde buluntular bulundu. Türbeler ve kapalı alanlar antik çağda yağmalanmış olmasına rağmen, buluntu koleksiyonları oldukça etkileyicidir: çeşitli tiplerde yaklaşık 200 sağlam kap bulunmuştur. 6 ve 7 numaralı Mausoleumlarda, kaplar amaçlarına göre gruplar halinde düzenlenmiştir. Mausoleum 7 kapları odanın dış köşelerine yakın koridorda yoğunlaştırırken, Mausoleum 7 iç köşelerinde toplamıştır. Örneğin, Mausoleum 6'nın kuzeydoğu köşesinde, her 11 kap ve kase için yalnızca bir testi olmak üzere 12 küçük ve orta boy kap vardı. En büyük kaplar odanın güneydoğu köşesinde duruyordu: bir humma, bir humcha, kulpsuz büyük bir testi ve birkaç küçük kap. Odanın kuzeybatı köşesinde üç testi bulundu. 5b Mozolesi'ndeki mezarlarda, odanın batısındaki bir odada, bir ocağın etrafında 34 kap (çömlek ve kase) bulunmuştur. Bunlar arasında, şişkin gövdeli ve boyundan gövdeye geçişte yatay nervürlü, dar boyunlu bir çömlek sürahi de vardı. Tagisken seramik topluluğunun karakteristik bir özelliği, çeşitliliğidir. Kalıplanmış kapların yanı sıra dairesel olanlar da bulunmuştur. Görünüşe göre yerel olan ve Kuzey Tagisken'de temsil edilen kültürün temelini oluşturan Fedorov (Andronovo) kültürel bir bileşene sahiptir. Bunun kanıtı, duvarları tamamen oyulmuş veya daha az yaygın olarak tarak benzeri damgalı süslemelerle kaplı, gövdeye doğru çelenkler halinde inen açık kaplar veya kaseler biçimindeki seramiklerin varlığıdır. Ayrı bir süs bandı genellikle kabın boynu boyunca uzanır. Ana süs motifleri ikizkenar gölgeli üçgenler, eşkenar dörtgenler, kıvrımlar ve açık üçgenlerdir. Desenler genellikle beyaz hamurla doldurulur. Bu çanak çömleklerin MÖ 10. yüzyıldan 8. yüzyıla kadar olan Geç Tunç Çağı'na tarihlendiği düşünülmektedir.

Ek yapılardan, özellikle de 5b Türbe Mezarı'ndan olanlar da dahil olmak üzere tüm komplekslerde, düz, bazen yassı dipli, genellikle boyundan omuzlara geçişte yükseltilmiş bir bant bulunan ve süslemesiz, gri-cilalı, daha az yaygın olarak siyah-cilalı veya kahverengi-cilalı, açık çömlekler veya kaseler ele geçirilmiştir. Bu tür çanak çömlekler, Harezm'in Amirabad (MÖ 8. yüzyıl) komplekslerinde yaygındır.

Bir grup kap öne çıkıyor. Bunlar kısa, düz veya hafif kavisli boyunlu, kuvvetlice şişkin, genellikle küresel gövdeli ve küçük, düz, bazen yassılaştırılmış, nadiren yuvarlak tabanlı küçük kaplardır. Yüzeyi açık kahverengi, kahverengi veya siyahtır, mükemmel bir şekilde cilalanmış ve gövdeyi tamamen dolduran veya çelenk şeklinde uygulanan süslemelerle kaplıdır, boyun ise süssüz kalır. Süsleme motifleri ve uygulama yöntemleri (çeşitli damgalar) son derece çeşitlidir. Bazı durumlarda, oyulmuş desenler beyaz macunla doldurulur. Bu kap grubu ayrıca, üçlü gruplar halinde gruplanmış, yarım küresel aplikelerle süslenmiş cilalı kapları da içerir. Bu seramikler, Orta Kazakistan'daki Dandybai-Begazin komplekslerinde doğrudan benzerlikler bulur. Dandybai-Begazin yerleşimlerinde, Kuzey Tagisken'de olduğu gibi, bu tür seramikler Fedorovo (Andronovo) seramikleriyle birlikte bulunur. Görünüşe göre, burada Kuzey Tagisken'deki malzemelere göre çok daha belirgin olan doğuya özgü Karasuk bileşeninin bir karışımını göstermektedir.

Yuvarlak gövdeli ve küçük, düz dipli, kısa boyunlu, gri cilalı kaplar da dikkat çekicidir. Tamamen veya sadece ortaları yatay nervürlerle kaplıdır. 7. Mausoleum'da daha pürüzlü ve muhtemelen hala kalıplanmış olan bu kaplar, 6. Mausoleum'da mükemmel bir forma kavuşmuş ve şüphesiz çarkta yapılmıştır.

Kuzey Tagisken kazı alanlarından çıkan bir diğer kap grubu ise dar boyunlu, kulpsuz, cilalı, gövdeleri çok şişkin, yatay nervürlerle veya beyaz hamurla doldurulmuş gür geometrik desenlerle süslenmiş çömlek sürahilerden oluşmaktadır.

6 No'lu Türbe'de tarım kültürlerine özgü iki adet humus bulunmuştur.

Özellikle yaprak şeklinde, gizli bir yuvası ve dar bir bıçağı olan bronz ok uçları ilgi çekicidir. Bu tür ok uçları, Kazakistan'ın kuzey, doğu ve orta kesimlerindeki Amu Derya Nehri'nin alt kesimlerindeki alanlarda bilinmektedir ve MÖ 9.-8. yüzyıllara tarihlenmektedir.

Literatürde "Kimmer tipi" hançer olarak bilinen bronz yaprak biçimli hançer, MÖ 2. binyılın sonu - 1. binyılın başına tarihlenmektedir.

Tagisken türbelerinde bulunan takılar arasında, ahşap bir kaide üzerine oturtulmuş üç koninin tutturulduğu, kancalı altın kalkan şeklinde bir çift küpe özellikle dikkat çekicidir. Ortadaki koni altın ve çentikliyken, görünüşe göre gümüş olan dış koniler kötü korunmuştur.

Dışında iki veya üç yarım küre plaka bulunan bir kancaya asılı, bir veya iki çan biçiminde büyük altın küpeler bulunmuştur.

Kuzey Tagisken takıları arasında biri gümüş, diğeri bronz olmak üzere iki iğne de kayda değerdir. İlkinin baş kısmı, her biri yarım küre şeklinde altın bir plakaya sahip iki halka şeklindedir. Şekli, muhtemelen Batı Asya ve Hindistan'da Tunç Çağı'nda bilinen çift sarmallı iğne başlarını taklit eder. İkinci iğnenin baş kısmı ise köşelerinde "çatallar" bulunan elmas şeklindedir. Bunlar, Aral Denizi bölgesinden daha güneydeki bölgelere özgüdür. Aynı zamanda, metal objeleri yarım küre plakalarla süsleme tekniği Doğu kökenlidir.

Gümüş iğne ve zilli küpe bulunan bir komplekste altın ve akik boncuklar bulunmuştur (bu sonuncuların güneyden ithal edildiği şüphesizdir).

Kuzey Tagisken mezarlarında bulunan tüm eserler, bu alanın Geç Tunç Çağı'na ait olduğunu ve MÖ 10.-8. yüzyıllara tarihlendiğini gösteriyor. Andronovo kültürel geleneği dikkat çekicidir. Bu durum, muhafazalı mezarların (yakma işleminin uygulandığı) varlığı ve ölenlerin başlarının batıya dönük olmasıyla kendini göstermektedir. Koni biçimli küpelerin Andronovo kökenli olduğu inkâr edilemez, ancak seramikler, şekilleri, karakterleri ve süsleme motifleriyle Andronovo veya daha doğrusu Fedorov özelliklerini daha da açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Sır Derya deltasının kolları üzerinde yapılan araştırmalar, Geç Tunç Çağı'na tarihlenen birkaç yerleşim yeri ortaya çıkarmıştır, ancak bunların hepsi, özellikle güney kesiminde, İnkar Derya kollarında, Andronovo kültürüne aittir (birkaç tanesi Alakul kültürüne, çoğu ise Fyodorovo kültürüne aittir). Tüm bunlar, Kuzey Tagisken materyallerindeki Fyodorovo kültürel bileşeninin yerel olduğunu göstermektedir.

İkinci en önemli bileşen, seramiklerde açıkça görülen Amirabad bileşeniydi. Kökenleri, Aşağı Amu Derya'nın Geç Tunç Çağı nüfusuyla olan temaslarla açıklanmaktadır.

Kuzey Tagisken türbelerinin mimarisi ve kültürü ile Orta Kazakistan'daki Dandybai-Begazin anıtları arasındaki benzerlikleri fark etmemek imkânsız. Bu benzerlikler hem yerleşim detaylarında hem de seramik formlarındaki benzerliklerde açıkça görülmektedir. Güney bileşeni, Kuzey Tagisken kültüründe önemli bir yere sahiptir. Bu durum, kerpiçten inşa edilmiş türbelerin karmaşık mimarisine de yansır.

Kuzey Tegisken türbeleri, Kazakistan ve Orta Asya halkları arasında meydana gelen karmaşık sosyal ve etnokültürel süreçleri gözler önüne sermektedir. Bu süreçler, hayvancılığın gelişmesi, üretim fazlasının artması ve değişimin artan rolüyle ilişkilidir ve bu da refah ve toplumsal eşitsizliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

MÖ 2. yüzyılda Batı Kazakistan topraklarında Andronovo (Alakul) kabileleri yaşıyordu.

Burada çok sayıda Tunç Çağı yerleşim yeri ve mezarlığı keşfedilmiştir. Bu alanların incelenmesine I.V. Sinitsyn, M.P. Gryaznov, V.S. Sorokin ve G.A. Kushaev katılmıştır.

Bölgede Erken Tunç Çağı'na ait nispeten az sayıda anıt keşfedilmiştir.

Bu dönemin kapları düz dipli ve küp biçimlidir. Tasarımların kompozisyon yapısı ve kaplardaki süsleme desenlerinin oranları çeşitlilik gösterir. En yaygın unsurlar, üçgen, kare altı ve oval gibi çeşitli şekillerdeki çukur baskılardır. Desenler, kapların duvarlarını ve diplerini kaplar.



İkinci gruptaki kaplar, tarak damgası ve çubukla yapılmış desenlerle öne çıkar. Desenler, dikey, yatay ve dalgalı çizgilerin, dikey zikzakların ve gölgeli üçgen alanlarının kombinasyonlarından oluşur.

MÖ 2. binyılın ikinci çeyreğinde, üretim ekonomisi nihayet kurulmuş ve Tunç Çağı metalurjisi zirveye ulaşmıştır. Orta Tunç Çağı kültüründe birbirini izleyen üç aşama ayırt edilebilir.

Bunlardan ilki, oluşum tarihine ilişkin olup, Aral Denizi bölgesi aracılığıyla en eski tarım merkezleriyle bağlantılı olan güney kültürlerinin unsurlarının Erken Tunç Çağı'nda yerel halkın yaşadığı çevreye aktif olarak nüfuz ettiği döneme aittir.

Son aşama, Andronovo-Srubnaya kültürleri arasındaki aktif etkileşimle karakterize edilir. Volga bölgesindeki Srubnaya kültürü, Batı Kazakistan kültürü üzerinde güçlü bir etkiye sahipti.

Bu döneme ait konutlar genellikle küçüktü; zeminleri zemine yalnızca 15-20 cm gömülüydü, bu yüzden yer üstü yapılar olarak adlandırılabilirlerdi. Konutlar dikdörtgen şeklindeydi ve çatıyı destekleyen sütunların bıraktığı delikler iyi korunmuştur. Duvarlar kütüklerden inşa edilmişti. Zeminler iri nehir kumuyla karıştırılmış kil ile kaplanmıştı. Genellikle taşla kaplı küçük oval çukurlardan oluşan ocaklar, yemek pişirmek ve ısınmak için kullanılırdı.

Batı Kazakistan bozkırlarında orman bulunmaması, Tasty-Butak yerleşimindeki konutların kendine özgü özelliklerini belirlemiştir. Direk yapıları çok az kullanılmış, ancak taş yaygın olarak kullanılmıştır. İç bölmeler inşa etmek, şömineleri kapatmak ve çeşitli ev ihtiyaçları için yapılar oluşturmak için taş kullanılmıştır.

Tasty-Butak 1'deki mezar yapıları yuvarlak, oval ve düzensiz şekilli taş muhafazalardan oluşur. Muhafazalar, herhangi bir bağlayıcı malzeme kullanılmadan hem dikey olarak kazılmış taşlardan hem de basit taş örgüsünden oluşturulmuştur. Mezarlar, sığ çukurlardan taş lahitlere kadar değişen tasarımlardadır. Mezarlıkta tek ve çiftler halinde gömüler tespit edilmiştir. Tespit edilebilen çiftler halinde gömüler arasında, karma ve çocuk gömüler ön plana çıkmaktadır; kadın ve çocuk gömüleri de bulunmaktadır. Gömüler öncelikle gömüt ayini kullanılarak yapılsa da, yakmalar da yaygındı. Ölenler, mezara sol veya sağ taraflarına yatırılmış, elleri yüzlerinin önünde olacak şekilde bükülmüş şekilde yerleştirilirdi. Mezarlardaki kap sayısı bir ila beş arasında değişmektedir, ancak en yaygın olanı ikidir. Kapların geleneksel konumu, ölen kişinin baş tarafındadır. Bronz bilezikler, hamur boncuklar ve deniz kabuğu takılar da bulunmuştur.

Batı Kazakistan'ın Geç Tunç Çağı kabilelerinin kültürü iki aşamadan geçmiştir. İlk aşamada, MÖ 1. binyılın başlarında, batı kabileleri Volga bölgesinin Geç Ahşap Mezar kültüründen etkilenmiştir.

Geç Tunç Çağı kabilelerinin gelişimindeki ikinci aşama, kültürlerde çarpıcı bir değişimle ilişkilendirilir. Andronovo-Srubna topluluğunun tüm toprakları -Volga bölgesinin uçsuz bucaksız alanları, Urallar, Kazakistan ve Batı Sibirya'nın güney şeridi- Silindirli Çömlekçilik kültürüne mensup kabileler tarafından işgal edilmiştir. Taşkın yatağının üzerindeki ilk nehir teraslarında geleneksel Tunç Çağı yerleşim yerlerinde yaşamışlar ve yerleşimleri MÖ 8.-7. yüzyıllara kadar kullanımda kalmıştır. Bu döneme ait yerleşimlerde oval yarı-sığınaklar ve yarı-sığınaklar bulunmuştur. Yarı-göçebe hayvancılığa geçişle birlikte kabilelerin artan hareketliliği, hafif, oval biçimli, yer üstü konutların geliştirilmesine yol açmıştır.

Batı Kazakistan'da Tunç Çağı'nın son evresinde yaşayan kabileler, erken Demir Çağı'nda Saka-Sarmat kültürlerinin oluşumuna katılmışlardır.

Son yıllarda, Ustyurt Platosu'ndaki Tunç Çağı yerleşimleri Z. Samashev ve A.S. Ermolaeva yönetiminde araştırılmıştır: Toksanbay, Aytman ve Manaysor I, II ve III yerleşimleri. Bu yerleşimler, bazılarının kalınlığı üç metreye ulaşan kültürel katmanlardan da anlaşılacağı üzere uzun süredir varlığını sürdürmektedir. En eski yerleşimler ise yaklaşık dört bin yıl önce ortaya çıkmıştır.

Ustyurt yerleşimlerinin büyük çoğunluğu uçurumların (çatlakların) burunlarında yer almakta olup, bunların bir kısmı tektonik süreçler sonucunda platonun kenarından ayrılarak eşsiz kalıntılara dönüşmüştür.

Arazi koşullarının analizi, insanların yerleşim yeri seçerken çeşitli faktörleri göz önünde bulundurduğunu göstermektedir; bunların başlıcaları savunma açısından uygun stratejik konum, tatlı su kaynaklarının varlığı, avlanma alanlarına ve av hayvanlarının sulak alanlarına giden patikalara yakınlıktır.

Konut çukurları yuvarlaktı ve alttaki kil tabakasına oyulmuştu. Kenarlara daha yakın konumlanan Toksanbay yapılarından bazıları, görünüşe göre iki katlı yapılardan oluşuyordu ve alt odanın çatısı üst odanın zemini olarak kullanılıyordu. Yapı malzemeleri kabuk kaya ve kireçtaşı levhalardı. Duvarların temelini büyük bloklar oluşturuyor, daha küçük levhalar ise bunların üzerine yatay olarak yerleştirilmişti.

Odalar zemine yerleştirilmiş şöminelerle ısıtılıyordu.

Yerleşimin çok metrelik kültür katmanlarında biriken çok miktardaki osteolojik materyal, bu dönemde Ustyurt halkının ekonomik faaliyetinin temelini pastoral sığır yetiştiriciliğinin ve av hayvanlarının mevsimlik göçüyle ilişkili avcılığın oluşturduğunu göstermektedir.

Metalurji ve madencilik de nüfusun günlük yaşamının bir parçası haline geldi; bu durum çok sayıda bakır bıçak, bız, bilezik, zımba, bakır külçe, cüruf, pota parçası ve cevher kırma havaneli ile kanıtlanmaktadır. Metalurji merkezinin bulunduğu ve buluntuların çoğunun geldiği yerleşim bölgesinin belirli bir bölümü öne çıkmaktadır. Üretim, muhtemelen yerel kaynaklı cevhere dayanıyordu. Metalurjinin gelişmesine rağmen, ok uçları ve mızraklar gibi çakmaktaşı aletler ve silahlar yaygın olarak kullanılıyordu. Matkaplar, keserler, kazıyıcılar, havan topları ve öğütücüler de taştan yapılıyordu.

Taş bir rende ilgi çekicidir; uçlarından biri koç başı şeklindedir. Koç başı figürlü benzer nesneler Avrasya'nın her yerinde bilinmektedir.

Toksanbay kemik eserleri arasında keskiler, deliciler, bızlar, perdah makineleri, damgalar ve alet ham parçaları yer alır. Perdah makineleri seramik ve deri üretiminde kullanılırdı. Damgalar ve spatulalar, kapların yüzeyini düzeltmek ve dekoratif süslemeler uygulamak için kullanılırdı. Bızlar, deliciler, yontma aletleri ve keskiler ise deri ve ağaç işçiliğinde kullanılırdı.

En yaygın kullanılan malzeme seramiktir. Seramik tabakların şekli, ağız tasarımı ve süslemesi olağanüstü çeşitlilik ve özgünlükle öne çıkar.




Seramikler, kazıma, delme ve tarak damgalama gibi tekniklerle süslenmiştir. Ustyurt yerleşimlerindeki seramiklerin süsleme sistemi, çok çeşitli unsurlar, motifler ve kompozisyonlarla karakterize edilir.

Süslemede en sık görülen desenler düz yatay çizgiler, eğik parça sıraları, zikzaklar, balıksırtı desenleri ve baklava desenlerinin çeşitli kombinasyonlarıdır.

Daha az yaygın temalar arasında şunlar yer alır: gölgeli üçgenler, gölgeli elmaslar ve meandrlar.

Ustyurt ve çevresindeki toprakların nüfusu, söz konusu tarihsel dönemde Urallar, Sibirya, Kazakistan'ın bozkır alanları, Orta Asya kıtası ve İran Platosu'nda yaşanan etnokültürel sürece dahil olmuştur.

Ustyurt'ta son zamanlarda yapılan keşifler ışığında, Toksanay'dakilere benzer malzemeler içeren, Volga-Ural bölgesindeki bir dizi alandan gelen malzemelerin kültürel ve kronolojik olarak nitelendirilmesi mümkün hale geliyor.

Tunç Çağı'nda Ustyurt kültür merkezinin, tarihi geçmişin resmini yeniden oluşturmada ve antik göç süreçlerinin yönlerini belirlemede taşıdığı önem abartılamaz.

Ustyurt'un Tunç Çağı kültür merkezlerinden uzaklığı, Toksanbay kültürel olgusunun benzersizliğini önceden belirlemiştir. Eski halkların Ustyurt'un doğal ve iklim koşullarına uyum sağlama mekanizmalarını, ekonomik ve kültürel gelişim düzeylerini, Avrasya'nın etnokültürel kitleleriyle temaslarının kapsamını belirlemek ve dünya görüşü sorunlarını araştırmak, Kazakistan arkeolojisi için önemli görevlerdir.





Okunev, Tagar, Göktürk


Moğolistan’in Klasik Türk Dönemi-2 (Göktürk) kültürü ile Klasik Türk Dönemi-1 (Taştık) kültürü arasında doğal olarak ortak pek çok uygulama tespit edilmiştir. Taştık kültürü ile aynı alanın daha erken Tagar, Karasuk hatta Okunyev kültürü arasında da ilginç bağlantılar kurmamız mümkün olmuştur. Bu bağlantılar da gene arkeolojik, antropolojik belgeler ve ölü gömme adetleri üzerindendir.

Yeni Bir Türk Tarih Tezi Olarak Türk-Altay Kuramı: Ana Hatlar

Semih GÜNERİ


Göktürk/Tujue-Taştık/ Dingling Kültürel İlişkiler

Güney Sibirya Kırgızlarının Türklüğünü Çin kaynaklarından anlıyoruz. (87) Taştık Türk kurganlarında bulunan kayın ağacı kabuğu içlerine runik yazıyla yazılmış tek kelimelik Türkçe yazıtların varlığına her fırsatta değinirim. Bir kez de burada tekrarlıyorum. Bu belgeler maalesef bir türlü yayınlanmıyor, ama onların yayınlan-ma-ma-sı onları yok yapmaz. (88) En azından onların, o gün kazıları yürüten ve bugün (2018) Abakan Müzesi müdürü meslektaşım Andrey Gotlib ile birlikte ortak tanığı benim.

Minusinsk vadisinin Taştık Türk kültürü ölü gömme adetleri arasında kremasyon uygulamaları vardır. Aynı uygulamaları Orhun vadisinin Göktürklerinde de görüyoruz. (89) Bu ciddi ve önemli bir paralelliktir. Ölü gömme adetleri arasındaki benzerlikler diğer ortak maddi kültür unsurlarıyla birleşmesi halinde bizi doğrudan tek ortak etnik yapıya götürebilir. Göktürk (Moğolistan) insanının antropolojik özellikleri hakkında maalesef yeterli bilgiye sahip değiliz. Bu konudaki boşluğu Rusya Altaylarında yapılan Göktürk çağdaşı Klasik Türk Dönemi-2 kazılarından gelen materyalle doldurmak zorundayız. Ne ki bu kazılardan gelen antropolojik verilerin detaylı çalışmaları olmadığı gibi, mezarlardan çıkartılan iskeletlerin anatomik özellikleri hakkında en azından şimdilik yeterli bilgi sahibi olamıyoruz. Yapılan bazı rekonstrüksiyonlara ve plastik eserlerdeki tipik anatomik detaylara bakılırsa Göktürk insan tipi bizim T-AAF diye tanımladığımız tipi temsil etmektedir. Taştık Türk mezarlarında Kırgız insanının bire-bir baş modelini tasvir eden masklara ve aynı zamanda kafatası örneklerine sahibiz. (90) Masklardaki insan yüzü modelleri Kırgız insanının da bir önceki cümlede tanımladığımız anatomik özelliklere aynen uyduğunu gösteriyor. Aynı şeyleri MÖ 3. binin Okunyev halkları için de söyleyebileceğiz. (91)

Görünen o ki, sadece dilde değil, aradaki onca mesafeye ve iklim farklılığına rağmen, özellikle de ölü gömme adetlerindeki maddi kültürel ortak paylaşımlar, Göktürkleri arada hiçbir boşluk bırakmadan Güney Sibirya Kırgızlarına bağlamaktadır. Bu şu demektir: MS 2.–MS 8. yüzyıllar, başka bir ifade ile erken Dingling ile geç Tujue arasında uzanan yedi yüz yıllık kesintisiz kültür süreci.



Taştık-Tagar Kültürel İlişkiler

Taştık Türk arkeolojik kültürü ile ilgili bilgileri ağırlıklı olarak erken çalışmaların yürütüldüğü Minusinsk havzasında Oglakhty/Oglahtı kurganlarından gelen bir dizi ilginç malzemeden öğreniyoruz. Lena havzasından Baykal gölüne, Sayan taygalarına, Altaylar üzerinden Moğolistan içlerine uzanan geniş arazide yaşam alanı bulan Taştık Demir Çağı halklarının Türk etnik kimliğini Çin kaynakları da doğruluyor. (92) Taştık kurganlarının erken tarihi Oglahtı buluntuları ve Güney Sibirya’nın diğer yakın noktalarında hâlâ yapılmakta olan kazılarda elde edilen arkeolojik malzeme temelinde MS 2. yüzyıl olarak tanımlanmaktadır. (93) MS 7. yüzyıla kadar devam eden kültürün en ilginç buluntuları daha çok MS 3. ve 4. yüzyıl gömmelerine aittir.

Çin kaynaklarının verdiği bilgiye göre, Taştık Kırgızlarının bölgeye MÖ 3. yüzyıllarda intikal ettiği düşünülüyor. (94) Çin kaynaklarının Dingling hakkında ilk bilgileri kaydetmeye başladığı bu yüzyıllar aynı zamanda bu halkın Minusinsk vadisinde ilk ortaya çıktığı zaman dilimi olarak algılanıyor. Yorum şudur, “...Kırgız halkları Minusinsk vadisine bu tarihlerde geldi...” (95) Tamam da, bu geliş neredendi? Hemen ekleniyor, ‘...daha Güneydeki düzlüklerden...’ (96) Peki. Bir anlığına kabul edelim. Bu iddiayı hangi gerekçeye ya da belgeye dayandırıyoruz? Bir grup halk bir bölgeye göç etmiş de biz bu göçü açıklamaya çalışıyorsak göçerlerin kaynak topraklarını biliyor olmamız beklenir. Anlaşılan o ki sadece tahmin ediliyor. Burada iki ayrı ölümcül hatayı tespit etmemiz gerekiyor: 1) Kırgız halkını Güney Sibirya’nın otokton halklarından saymıyoruz. Gerekçesi Çin kaynaklarına ancak o tarihlerde yansıyor olmasıdır, 2) Kırgız halklarını hiç bilmediğimiz coğrafyalardan bir yerlere sürüklüyoruz. Elimizde kanıtlar yok. Sırf öyle düşünmek istiyoruz diye midir? Değilse ne diyedir?

Bizde de bu türde örnekler çok. “Kök Tengri’nin Çocukları” adlı kitabının 45. sayfasında yazarı Ahmet Taşağıl şöyle diyor:

‘…MÖ Yapılan Türk Göçleri: Anayurttan yani Andronovo bölgesinden ilk göç hareketi MÖ 1700’lü yıllarda Altay ve Tanrı Dağlarına olmuştu. Aynı tarihlerde Baykal gölü civarına bir göç hareketi daha olmuştu…’.

Göç deyip geçmeyelim. Arkeolojik araştırma yöntemlerinde ‘göç’ terminolojisi ciddi anlamlar içerir. Onu kullanana da sorumluluklar yükler. Öyle gelişi-güzel ve emin olunmadan ikinci, üçüncü kaynaktan aktarır gibi ya da bir başkası öyle dedi diye, bir yandan da onu içselleştirerek sanki kendimize aitmiş gibi o lafı kullanamayız. Altay ve Tanrı dağlarına göç oldu da ne oldu? O ki oldu. Sonuçları neydi? Eğer yazara ait değilse bunu kim neye dayanarak söyledi? Dikkat edelim. Her birkaç yılda bir eski bilgiler yerini yeni bilgilere, tespitlere veya önerilere bırakır. Çünkü her geçen yıl yeni arkeolojik kazılardan yeni belgeler gün yüzüne çıkartılıyor. Tarih yeni bulgularla her an değişiyor. Diğer yandan, elli yıllık yalan-yanlış (97) bilgilere yeni bir yayın içinde yer verirsek sorumluluk doğrudan bize ait olur. Bu yüzden ya literatür takip etmek gerekir ya da sadece uzman olduğumuz alanda dolaşmak. Ders notlarında geçer ya da geçmez. Bu, onu verenin sorumluluğudur. Ancak ciddi bir kurumdan çıkan yayında referanssız bu gibi ciddi konular, sanki son tanığı sizmişsiniz gibi, şöyle oldu, böyle oldu, gibi sınıfta ders anlatıyor gibi cümleler içinde sarf edilirse biri de bunu sorgular. Neye göre o göçler? Burada sorumlu olan yazardan başka bir de bu kitabı ‘rapor’ eden ‘raportör’dür.

Konu erken Türk tarihi ise onu denetlemek de çok daha fazla özen gerektirir. ‘Göç’ dediğimiz hadise örneğin MÖ 4. binlerin başında Altayların demografi sini alt üst etmiştir. Yerel kültürlerin içine sızarak neredeyse bin yıl kalmak suretiyle bölgesel kültürlerin tanımını içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bunu arkeolojik belgeler üzerinden açıkça izliyoruz. Afanas’yev kültürünün hâlâ en tartışmalı kültür süreçlerinden biri olmasının nedeni bu bir çırpıda dile getirilen ‘göç’ hadisesinin yarattığı gelişme ve sonuçlardır. Şu da önemli: Altay Dağlarına Andronovo göçünü gösterecek arkeolojik kanıtlara şimdilik sahip değiliz. Çünkü Altay Dağlarında tek bir Andronovo yerleşme yeri ya da mezarı yoktur. Andronovo yayılımının Doğu sınırları Minusinsk havzasının sadece Kuzey kesimleridir. Burada, yerli yazarlara ait elli yıllık dolaylı bilgiler ve Altayların Batı yamaçlarındaki Andronovo kırıntıları yanıltıcı olmuştur diye düşünüyorum.

Kendisine Türksüzlüğün tarihi yazdırılan Peter Golden bile kitabında Andronovo kültürünün Altaylara yayılmadığı detayını atla-ma-mış-tır. (98). Bu bir. İkincisi, Andronovo kültürünü Türk yapacak somut kanıtlar en azından şimdilik yoktur. Var gibi gösteren kaynakların bütünü bu savı, bilimsel kanıtlara değil daha önce sarf edilmiş ve eskimiş yalan-yanlış bilgilere dayandırır. Türk akademiyasında kültürü Türk yapan kesimin kullandığı kaynak 50 yıl önceki bilgi ve teknoloji ortamında yazılan Rusça kazı raporlarının Bahaeddin Ögel’in Türkçeye çevrimlerinden ibaret metinlerdir, bildiğimiz ‘kazı raporları’nın Türkçeye çevrimleri olan bu tür ‘kaynaklar’ üzerine kurguladığı İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi adlı kitabındaki ileri sürüşlerden başka bir şey değildir.


Son 20 yıl içinde Avrasya’da yapılan yeni arkeolojik kazıların sonuçları bu tür kitaplarda yer alan konuyla ilgili bilgileri yalan-yanlış sayacak niteliktedir. Ayrıca Andronovo, bilinmeyeni çok bir kültürel süreçtir. Kültür, ana kaynakta (99) tek-tek çürüğe çıkartılan klasik Hint-Avrupacı kriterlerin neredeyse hiçbirine uymayan ölü gömme adetleri ve bir dizi arkeolojik, sosyokültürel özellikler yansıtır. Ama bu detaylara girmeden, son yapılan çalışmaların sonuçlarından haberdar olmadan Andronovo kültürünün Türklüğünü ilan etme lüksüne o kadar kolay sahip olunmaz. Bu arada Mario Alinei’in, içinde Andronovo kültürünün de bulunduğu bütün Güney Rusya Neolitik-Tunç Çağı kültürlerini Türklere bağlayan saçma-sapan hipotezini kimse önüme sürmesin. Kendisiyle halen haberleşiyoruz.

Bu ‘uçuk’ hipotezinin bilimsel bağlantılarını açıklamadıkça ki olduğunu zannetmiyorum, o hipotezin saçma-sapanlığı benim için geçerli olacaktır. Durum böyleyken sırf başkaları yapıyor diye hiçbir kanıtımız yokken bir kültürü oturduğumuz yerden Türk yapamayız. Yaparız. Bunu öğrencilerimiz alabilir. Ama akademik dünya kolayca almayacaktır. Özellikle de Altaylı Türk halklarının antropolojik özelliklerini bilmeden yola çıkarsak pek çok hata yaparız. Üstelik oturduğumuz yerden ve daha da önemlisi bir kazı bilimcisi olmadığınızdan hiç gerekmediği halde Altay Dağlarına Andronovo göçü tasarlamanız doğru olmaz. Türkiye üniversitelerinin tarih bölümlerinde İslamiyet öncesi dönemlere dair eskimiş ve geçersiz bilgileri hâlâ içeren kitap bölümleri, buna ilave olarak son yıllarda yazılan ama son gelişmelerden tamamen bîhaber, eski bilgileri tekrar eden kitapların ilgili bölümleri öğrenciye kaynak olarak gösterilemez. On iki yıl önce yazdığım makalede değinmiş olduğum gibi (100), bu durum Türkiye’de üniversitelerin İslam öncesi Türk tarihi programlarının hâlâ ciddi bir sorunudur.

Diğer taraftan bizim akademisyenlerimizin bu konudaki rahatlığı ve savurganlığı Asyalı ve Avrupalı akademisyenlerin sınır tanımayan ‘hayal gücü’ yanında sönük kalır. Örneğin, Taştık kültürüyle ilgili olarak, Çin kaynaklarına yansımamış olması o etnik unsurun daha önceki dönemlerde Sayan-Altay coğrafyasında var olmadığını göstermez. Bu çok sık yapılıyor. Bir de şu yapılıyor: Sanki Türkler MS 6. yüzyıllarda bölgede birden bire ortaya çıkmış gibi, “...Türkler Çin’in Kuzeyinden hareketle Moğolistan çöllerinin Kuzeyine intikal ettiler...” deniliyor. (101) Ünlü Sovyet tarihçi L.N. Gumilyov’un Drevniye Tyurki, Moskva, 1967 adlı kitabında ‘Vvedyeniye/ Giriş (s. 4 vd.) bölümünden itibaren Türk tarihine Çin ve Göktürk kaynaklarının aydınlığında başlaması gibi. Çünkü Çin kaynakları öyle işaret ediyor. Aslında Çin kaynaklarına yansımış bir kültürün orada ilk kez anıldığı zaman aralığında ortaya çıkmışlığını bir bakıma kabul edebiliriz. Düzenli tutulan yıllıklar düzenli bilgileri içerir. Ama şu da gerçek ki Çin yıllıkları da sınırlı bir zaman dilimine ışık tutar.

Örneğin erken Tagar ile ilgili kayıtlar o kaynaklarda yoktur. Bu durumda Çin kaynakları Dingling dediği bu halkların kendilerinin veya onlarla akraba olan toplulukların, boyların bölgedeki daha erken varlığından nasıl haberdar olabilecekti? Hangi etnik grubun nerede ilk kez ortaya çıktığını, nereden nereye hareket ettiğini, nece konuştuğunu Çin yıllıklarına bakarak tespit edecek değiliz. Çin yıllıklarına tesadüfen düşmemiş olsaydı Taştık Kırgızlarını yok mu sayacaktık? ‘Taştık’ diye tanımladığımız kurganlar gene olmayacak mıydı? O kurganlardaki masklar ve diğer bütün ölü gömme uygulamaları bizi Okunyev dönemine bir şekilde gene çıkarmayacak mıydı? Onca Taştık kurganından çıkan malzemenin bir ya da birkaç önceki yerli kültür birikimi ile arasındaki yakın etno-kültürel ilişkileri saptayabilmemiz elbette mümkün olacaktı. Tagar ve ondan önceki Karasuk ve diğerleri. Bunların hiçbirinin kayıtları Çin kaynaklarında yoktur. Buna rağmen Sayan-Altay’da kurulan kültürlerarası zincirin MÖ 6. binin Yenisey-Lena Neolitik kültürlerine nasıl bağlanabildiğini Türk-Altay Kuram’ı açıklıyor. (102)

Çin kaynaklarına tarihî metinlere sahip olmayan ulusların ihtiyacı olabilir. Ama Türklerin değil. Türklerin sahip olduğu bu tarihi metinler Türklerin erken tarihine açılan kilitli kapıların anahtarı niteliğindedir. Çin kaynakları Klasik Türk Dönemi tarihi metinlerindeki anlatılan hadiseleri doğrular. Detaylandırır. Katkıda bulunur. Yukarıda ve özellikle Taştık Kültürü bölümünde verilen ayrıntılı bilgilerden sonra, Kırgızların Sayan-Altay’ın otokton halklarından olmadığını, bu topraklara başka diyarlardan geldiğini savunabilmek öyle çok kolay değildir. Arkeolojik belgeler zaten Taştık Kültürü evresinde Altaylarda Türklerden başka bir etnik mevcudiyeti göstermiyor.

Pek çok Taştık kurganı, mezar odasını oluşturan ağaç kütükleri ile yapılan çerçeveler üzerine yükseltilmiştir. Ölülerin üzerleri avuç içi büyüklüklerinde ya da daha büyükçe, kıvrımları düzleştirilmiş kayın ağacı kabukları parçaları ile kat kat örtülmüştür. Kayın ağacı kabuğunun kurganlarda kullanılması geleneği aslında Tagar döneminde başlayan bir uygulamadır. Tagar ölü gömme adetleri arasında yer alan bu uygulamanın en güzel örneklerini biz Ulu Salbık kurganında görürüz. Piramidal kurganın yalıtımında, iç ve dış mekânlarda bu malzeme yoğun olarak kullanılmıştır. Kayın ağacı kabuklarının ölü gömme törenlerinde bu kadar yoğun biçimde kullanılıyor olması onun sadece mükemmel bir yalıtım malzemesi olmasından ötedir. Kayın ağacının Tagar ve onun devamı Taştık gibi Türk-Altay kültürlerinde kullanılmasının majik ya da farklı spiritüel anlamları olmalıdır. Sadece gömmelerin fizikî değil aynı zamanda spirütüel koruyuculuğuna da dikkat çekmemiz gerekiyor.

Hiç şüphe yok ki Tagar ve Taştık halkları kayın ağacı kabuğu parçalarının ölünün ruhunu da bir biçimde örtüyor, koruyor olduğuna inanıyorlardı. Özellikle de Ulu Salbık’ta dış ve iç mimarî tasarımda 10-15 kat kabuk yalıtım tabakası dikkat çekicidir. Taştık’ın sıradan kurganlarında bile gömmelerin kapatılması sırasında toprak tabakası öncesinde katmanlarca kayın ağacı kabuğu ile karşılaşmaktayız. Kayın ağacı kabuğunun her iki kültürde bir bakıma kutsanmış olması ve ölü gömme törenlerinde dikkate değer rol üstlenmiş gibi görünmesi, Tagar ve Taştık kültürlerini birbirine bağlayan önemli çıkış noktalarından biri sayılmalıdır.

Taştık halkı mezarlarına erkek ve kadın bireylerden oluşan, kimi zaman birey sayısı 200’e ulaşan çoklu gömmeler yapılmıştır. Ölülerin yüzleri, üzerleri boyanmış alçıdan masklarla kapatılmıştır. Bu uygulamanın aslında Tagar döneminde başladığını biliyoruz. (103) Mezarlarda insan kalıntıları dışında, günlük kullanımla ilgili olduğu anlaşılan deriden, ahşaptan ve madenden yapılmış çok sayıda eşya ile karşılaşılmıştır. (104) Geç dönem gömmelerin buluntuları arasında en ilgi çekici buluntu türü bireyin bedenini temsil eden deriden yapılma bir tür ‘bebek/kukla modeller’dir. Ölü bireylerin ve onları temsil eden bebeklerin başlarının altına ağaçtan ve/veya deriden yastıklar döşenmiştir. Ağaç ve toprak kaplar, minyatür ok yay-sadak ve at gemi gibi ‘işlevsiz nesneler’ olarak tanımlanan diğerleri, kayda değer buluntu türleridir. Bu uygulamaların Tagar döneminde başladığını biliyoruz. (105)

Geç Tagar döneminde başlayan ve erken Taştık evresinde devam eden ölü gömme adetlerinde de bireyin cesedi ‘nihai ölüm’ün gerçekleşeceği mask uygulamasına kadar bir dizi aşamalardan geçmeliydi. Nihai ölümün kabul edilmesi aşamasının ilk uygulaması ise aralıklı bırakılan ağız ve gözlerin önce küçük kumaş parçalarıyla, sonra da üzerleri birer parça alçıyla sıvanmak suretiyle tamamen kapatılması, köreltilmesidir. Artık bireyin ağız ve gözleri hem fiziki hem manevi olarak bir daha açılmamak üzere kapatılmıştır. (106)

Taştık kültürünün bir önceki dönemin Tagar kültürünün devamı olduğundan kimsenin en ufak bir kuşkusu yoktur. (107) Tagar ve Taştık kültürleri ile temsil edilen bu uzun süreç içinde (MÖ 10.-MS 7. yüzyıllar) başta ölü gömme adetlerinde ve el sanatlarıyla ilgili üretimlerde, ekonomik ve sosyal yaşam tarzlarında sürekliliklere tanık oluyoruz. Diğer taraftan, çok ilginçtir, Erken Taştık evresi (MS 2. yüzyıl) seramik kaplarını şekil ve bezeme bakımından hem Tagar hem de öncesindeki Karasuk kültürü geleneklerine yaklaştırabiliyoruz. (108)


Tagar-Karasuk Kültürel İlişkiler

Tagar kültürü, dış etkilerin kolayca ulaşamayacağı izole bir coğrafya parçası üzerinde geliştiğinden (109), tıpkı Okunyev ve Karasuk gibi önceki ve Taştık gibi sonraki kültürlerde olduğu gibi çevre kültürlerden neredeyse hiç etkilenmemiştir. Ve bu nedenle kültürel gelişimini önceki bölgesel kültürlerin devamı niteliğinde bölgenin bir diğer yerli kültürü olarak aynı etnik-arkeolojik yapı içinde sürdürmüştür. Ölü gömme adetleri, mezar mimarisi ve buluntuların analitik incelemeleri Tagar kültürünün (MÖ 1000) önceki Karasuk kültürünün (MÖ 1500) sadece bir devamı olduğunu açıkça gösterir. (110)

Peki. Kültür, aynı dili konuştuğunu var saydığımız kendinden bir önceki kültürün ‘sadece bir devamı olacak’ ama başka bir ad altında varlığını geliştirerek sürdürecek. Bu mümkün. Kültürün etnik yapısında kökten değişiklikler olmadan arkeolojik kültürde küçük farklılaşmalar olabilir. Zaten eğer Karasuk ile Tagar kültürleri başka-başka adlarla anılmışsa bunun nedeni etnik yapıda değil ama maddi kültürde meydana gelen önemsiz farklılaşmalardır.

Başka bir açıdan bakalım. Eğer kültür en azından yeni dış görünüşler kazanmaya başlıyorsa orada bir ‘değişim’ söz konusu değil midir? Örneğin, Karasuk kültürü MÖ 1000’lerde zamanını tamamlamış olmasaydı Tagar kültürü onun yerini almazdı, diye düşünmemize engel yoktur. Her ne ölçüde veya şiddette olursa olsun, anlaşılan o ki arkeolojik kültürde bir şeyler devamlı şekilde değişiyor. Aynı dili konuşan etnik bütünlük içinde kimi nedenlere bağlı olarak maddi kültürde farklılıklar, bölünmeler, başkalaşımlar yaşanabiliyor. Şu örneğe bakalım: Selçuklu Osmanlı’ya evrilirken, arkeolojik kültürde pek çok nedenle pek çok değişimler yaşanmadı mı? Özellikle de tasvir sanatında. İki özel ad ile ifade ettiğimiz ‘Selçuklu’nun ve ‘Osmanlı’nın üslup özellikleri, onları sanki farklı iki kültürmüş gibi ayırmamızı gerektirecek şiddette olabilirdi. Ama bu gözlem onları asla iki ayrı etnik kültür yapmadı. Her iki kültür daima en az etnik ortak paydalarda birleştiler. Çünkü her iki ‘kültür’ün dili şu ya da bu şekilde birdi.

Arkeolojik/kazıbilim yöntemi olarak genel kuralımız şuydu: ‘Arkeolojik kültürde meydana gelebilecek değişimler ancak etnik kültürün köktenci değişimiyle, daha doğrusu çöküşü ya da toptan yok oluşu ile mümkündür’. Bunu bir kenarda tutalım. Karasuk kültürü ile Tagar kültürü arasında ‘geçiş evresi’ olarak basitçe tanımlayabileceğimiz evre, değişimin olup bitiverdiği bir ‘sınırlı’ zaman aralığıdır. Bunu da teorik olarak MÖ erken 10. yüzyıl – MÖ geç 10. yüzyıl diye ifade edebiliriz. Şu şekilde bakalım: Gene teorik olarak yaklaşık 50 yıl, 100 yıl içinde aynı etnik yapının iki farklı arkeolojik kültür kolu, biri bitiyor, o noktada diğeri başlıyor. Anladığımız kadarıyla burada dil değil arkeolojik kültürde bazı ‘değişimler’den söz ediyoruz. İşte asıl sorun budur. Değiştiğini fark ettiğimiz ve bunu verdiğimiz yeni bir adla sabitlediğimiz kültürel yapıların bu değişimi nasıl yaşadığıdır.

O zaman şu soruyu da sormamız gerekiyor: Değişimin şiddeti ne olmalı ki bir kültür diğerinin bir devamı olmaktan çıkabile? Tam tersinden de bakıp şu soruyu sorabiliriz aslında: Hangi ortak paydalar kültürün, değişimlere rağmen, özünde hâlâ aynı (etnik) kültür olarak kalmasını sağlar?

Aslında yanıt bulması zor gibi görünen bu sorunun kazı bilim yöntemleriyle çözümü biraz daha kolay hale getirilebilir. Antik dünyada toplulukların spiritüel inanışlarını, ideolojilerini, dünyayı algılama biçimlerini tek potada toplayan bir ‘kavram’dan söz edebiliriz: ‘Öbür dünya tasavvurları’. Yerleşik ya da göçebe, kültürlerde toplulukları bir arada tutan, onların ortak davranışlarına yön veren en kuvvetli güç ‘duygu ve düşünce birliği’dir. Ve bunun da temelinde ağırlıklı olarak yaratılış öyküsü, yeniden doğma, ölüm ve öbür dünya tasavvurları kavramları yatar. Öbür dünya tasavvurlarından arkeolojik kültürün anladığı ‘ölü gömme adetleri’ ile ilgili bir dizi fizikî uygulamadır.

Kültürlerde zaman zaman küçük ve önemsiz değişimler meydana gelebilir. Seramik yapımında örneğin. Tasvir sanatında, mimaride, vs. Bu alanlarda çok radikal ölçülerde olmamak kaydıyla, meydana gelebilecek değişimler kültürün etnik yapısını kökten değiştirmeyebilir. Ama örneğin çark kullanmayan kültürün yerleşiminin devamında birden bire kapların çarkta yapılmaya başlandığının tespiti veya elde yapılan tek renkli kapların yerini çarkta yapılmış boya bezemelilerle değiştirmesi düşündürücüdür. Değişimin bu minval üzerinde yürüdüğü kısa vadeli süreçlerde, yabancı unsurların kültüre sızdığını anlarız. Değişimlere çevre felaketleri gibi, etnik göçler gibi ve diğer pek çok doğal kaynaklı gelişmeler de neden olabilir. Hatta kültür içinde farklı antropolojik unsurlara rastlanması kültürün değiştiğini gösteriyor da olabilir. Bu değişimler aslında kültürün kısmen ya da tamamen ortadan kalkmasının veya etnik yapının bozulmasının nedenleri de olabilirler. Eğer ölü gömme adetleri bu arada kökten değişiyorsa kültür de artık değişiyor demektir. Örnek verelim; Rus Altaylarında Pazırık kültüründe bir önceki (Mayemir) kültüre göre ölü gömme adetlerinde bazı değişimler olduğunu biliyoruz. Bu değişimi, ortaya çıkan vazo türü yeni bir kap formu, tasvir sanatında ortaya çıkan yenilikler ya da mezar çukurlarının daha derinlere açılması gibi şeyler destekliyor olabilir. Mevcut değişim bölgeye yeni halk gruplarının göçü ile açıklanmak isteniyor olabilir. (111)

Ama bu göçlerin yerli Altay halklarının etnik yapısını değiştirip değiştirmediği konusunda en ufak bir somut iddia ileri sürülmüyor. Sürülmüyor çünkü Pazırık kültüründe Sayan-Altay kültür geleneğine sıkıca bağlı ölü gömme adetlerinde şunlar devam ediyor:

1) Ölü daima sağına ve büzülmüş biçimde mezara bırakılıyor; bu adet MÖ erken 4.-3. bin Okunyev kültüründen geliyor ve MÖ 10. yüzyıl Erken Tagar/İskit kültürlerinde uygulanıyor. Hatta Türklerle en azından şimdilik hiçbir ilgisi yokmuş gibi gözüken Andronovo kültüründe de durum aynıdır,

2) Definler ağaç kütük konstrüksiyon mezar odalarına yapılıyor. Erken Tagar/İskit kültüründen bunları biliyoruz;

3) Taş parçaları kullanılarak mezar üstleri dairesel kurgan örtüsüyle örtülüyor; bu gelenek MÖ 4. bin Afanas’yev kültüründen geliyor ve aynı bölgede Klasik Türk Dönemine kadar kesintisiz devam ediyor.

4) Pazırık halklarının paleoantropolojik tipi bölgeye has T-AAF ile temsil ediliyor. (112) Yani beyaz Avrupalı değiller. Bu üç temel ölü gömme âdeti uygulaması ve antropolojik veri karşısında Pazırık kültürünü, Altay dağlarına dışarıdan gelmiş yerleşmiş yabancılar olarak tanımlayabilmemiz söz konusu olamaz.



Pazırık kültüründe eski geleneklerden farklı olarak mezar çukurlarının daha derin açılması gösterilebilir. Ölü hediyeleri arasında vazo ya da ‘şişe’ diye tanımlanan kaplar gerçekten bölge kültürü için yenidir. Ama hepsi bu kadar. Ve bu kadarcık yenilik köklü etnik değişim iddialarını desteklemesi için yeterli değildir. Daha kuvvetli kanıtlar gerekiyor. Burada ele aldığımız Sayan-Altay arkeolojik kültürlerinde temel ölü gömme adetleri değişmiyor. Birbirine benzeyen, birbirini izleyen defin uygulamaları bir kültür evresinden diğerine naklediliyor. İleri sürülen değişimler ise hayatın normal döngüsü içinde, özellikle de ticarî aktivitelerle, sıradan halk hareketleri sonucunda, sosyal ilişkiler sürecinde meydana gelmiş olmalıdır, diye düşünmemizi gerektirir.

Şunu da kabul etmeliyiz. Her Türk-Altay kültürel oluşumu içine şu ya da bu ölçülerde yabancı kültür sızıntıları tespit edilmiştir. Tagar kültüründe de, Taştık kültüründe de bu türde sızmalar tespit ediyoruz. Belli ki bölgeye şu ya da bu şekilde beyaz insan göçleri olmuş. Ama bu göçler en başta bölge halklarının antropolojik yapısına açıkça yansımış, onu domine etmiş değildir. En azından uzunca bir süre ya da kalıcı olarak yansımış değildir. Yeni arkeolojik belgeler yeni gelenler tarafından getirilmiş olabilir ancak bunların devamlılığı yoktur. Dolayısıyla yeni gelenler çok kısa bir süre içinde yerli kültürler tarafından asimile edilmiştir. Bu gibi sızıntılar bir süreçtir ve her Altaylı yerli kültür evresi içinde sonuçta asimile olmaktan kurtulamamıştır.

Tagar evresinden Karasuk evresine geçişte de arkeolojik kültürde ve ölü gömme adetlerinde ciddi değişimler meydana gelmemiştir. Buna rağmen Minusinsk vadisinde geç evre Tagar kurganlarında, mezara sırt üstü yatırılmış bir grup beyaz insanların varlığından haberdarız. Bu evredeki sızıntıların bir süre devam ettiğini ve sonradan ortadan kalktığını da hatırlamamız gerekiyor. Sonuçta kültür zincirinde kırılmaya neden olmadığı için bu konuyu tartışmaya değer bulmuyorum.

Şimdi de arkeolojik verilere bakalım. Arkeolojik belgelere göre kurulan yakın benzerlikler, geç Karasuk’u erken Tagar’a bağlayan evrede zirveye çıkar. Aynı zamanda bölgede Tunç Çağlarının yerini Demir Çağlarına terk ettiği zaman aralığıdır bu.(113) Minusinsk havzasının bu geçiş evresinde pek çok göçe sahne olduğu düşünülür. (114) Ancak bundan önce şunu düşünmemiz gerekir. Teorik olarak eğer süregiden kültürel gelişimde kırılmalar meydana gelmiyorsa bölgedeki çok kültürlülükten, köklü ve anlaşılabilir bir etnik bozulmadan, dönüşmelerden, üretim biçimindeki değişikliklerden ki bunu adetlerin, davranışların, ürünlerin farklılaşması izler, söz edemeyiz. Unutmayalım, Tagar kültürünün geliştiği Minusinsk havzası doğal çevre olarak uzak-yakın diğer step kültürlerden Kuzey Güney yönde yüksek dağlar ve Doğu-Batı yönde geçilmesi imkânsız taygalarca çevrelenmiş bir ‘izole’ kültür coğrafyasıdır. (115) Bu izole coğrafyada son araştırma sonuçları Demir Çağlarının başlarında, yani Tagar kültürünün Karasuk’un yerini aldığı evrelerde bölgedeki iklim koşullarının insan yaşamına uygun yönde değişmeler kaydettiğini göstermektedir. (116) Ancak bazı araştırmacılar böyle iklim değişikliğinin tetiklediğini düşündükleri muhtemel göçlerin bölgede ‘yeni’ bir kültürel formasyon yarattığını, bunun ise Hint-Avrupalılar ile ilgili olduğunu iddia ederler.

Kimsenin aslında şu ya da bu nedenle göç hareketlerine teorik olarak karşı çıktığı yoktur. Bir koşulla. Gerçekten bir göç varsa, bunun kökenini ve davranış biçimini, hareket yönünü ve sonuçlarını ortaya koymamız gerekir. Bunu da ancak arkeolojik belgeler üzerinden tespit edebilmemiz mümkün görünüyor. Prehistorik çağ ‘göç olgusu’nu, eğer arkeolojik belge ortada yoksa daha başka hangi yollardan izleyebiliriz? Bunun tek yolu kültür belgesinin tanımı ve analizidir. Yeni bir etnik göç iddiası, bütünüyle yeni bir arkeolojik kültür belgeleri topluluğunu, daha ileri boyutta ise duruma göre yeni antropolojik formasyonu gerektirir.




Okunyev’den Taştık’a uzanan en az iki bin beş yüz yıllık devamlılık gösteren Sayan-Altay kültür sürekliliği periyodunda farklı kültürlere atfedilebilecek nitelikte ‘yeni’ (veya ‘yabancı’) bir arkeolojik kültür belgesi topluluğu göremiyoruz. Bu durumda bu göçlerin nesini tartışacağız? Buna karşılık, Minusinsk havzasında yaptıkları kazılardan elde ettikleri arkeolojik malzeme üzerinden konuşan ve her fırsatta tartıştığımız Rus meslektaşlarımızın bir kısmını bu düşünceye sevk eden nedir? Buna yanıt bulmak en azından benim için zor görünüyor. Şu da bir gerçek. Bölgede bugüne kadar muhtemel bir Hint-Avrupa etnosuna işaret edebilecek doğrudan ya da örneğin Çin kaynakları gibi dolaylı herhangi bir yazılı bilgi kaynağı yoktur. Bu normal. Çünkü bilimsel referans olarak kullanılmaları bana göre sakıncalı olan Rig Veda ve Avesta gibi dînî kaynaklar hariç, anılan etnik aidiyetin yani Hint-Avrupalı kavramının Avrasya topraklarında anlaşılabilir, yoruma ihtiyacı olmayan ‘tarihi metin’ karşılıkları asla olmamıştır. Avrasya’da, en azından Sayan Altay’da Türkler dışında arkeolojik kültürü niteleyen başkaca uluslara ait olabilecek tarihi kaynaklar yoktur. Ege’de ve İran yaylasındaki üç boyutlu ve somut ‘Klasik Çağın Hint-Avrupalı kültürleri’ Tagar kültürü ile, Taştık kültürü ile çağdaş olurlar. Yazıyı kullanıyorlarken o ki Minusinsk havzasında da Hint-Avrupalı halklarının varlığı iddia ediliyor, burada da benzer türde ya da farklı türlerde, şu ya da bu biçimde Hint-Avrupaca (Persçe, Grekçe ya da onlarla aynı kaynaktan diğer dillerde) yazılı belgelere rastlamamız gerekmiyor mu? O ki Hint-Avrupaca konuşuyorlardı tıpkı Grekler gibi Persler gibi bu İskitler, bu Tagarlılar, bu Pazırıklılar, nerede Sayan-Altay’daki Hint-Avrupaca yazıtları?

Yukarıda görüldüğü gibi, bölgenin ölü gömme adetlerinde de etnik yapının değiştiğine işaret edebilecek nitelikte köklü değişiklikler yoktur. Olsaydı da bu tek başına hiçbir şey ifade etmeyecekti. Seramik kap-kacak yapımı, detayda bir takım önemsiz farklılaşmalar hariç, aynı teknikte ve birbirlerine yakın anlayışlarda sürdürülmüştür. Genel olarak baktığımızda Güney Sibirya Tunç ve Demir Çağı kültürlerindeki düzenli akışı kolayca görebilmemiz mümkün. Ortada gerçek anlamda bir değişim/ dönüşüm yoksa biz Güney Sibirya’daki hangi Hint-Avrupalı göçünün tartışmasını yapacağız? Bir önceki dönemin Karasuk’u ile bağlantısını açıkça izleyebildiğimiz Tagar’ı ilerleyen satırlarda göreceğiz. Taştık kültürüne sağlam kültürel bağlarla bağlayabiliyorsak, üstelik Taştık insanının Türkçe konuştuğunu da artık bildiğimize göre, Güney Sibirya’daki Hint-Avrupa göçü kurmacası Tagar kültürünü, onun devamı Pazırık kültürünü Hint-Avrupalı yapma gayreti de hiçbir sonuç vermeyecektir. Tagar kültürünün Karasuk kültürü ile olan ilişkilerinin ayrıntıları ana kaynakta verilmiştir. (117)


Okunyev-Taştık Özel İlişkileri

Araştırmalar, Okunyev Kültürü insanının beyaz olmadığını gösteriyor. Okunyev arkeolojisi uzmanı L.A. Sokolova’ya göre de bu Mongoloid özellikleri ağır basan bir anatomidir. (128) M.P. Gryaznov’un bu yöndeki tanımı tek kelimeyledir: Mongoloid. (129) Taştık insanını mezarlarda bulunan mumyalardan ve yüzlerce mask modellerinden ayrıntılıca tanımlayabiliyoruz. Buna göre, yuvarlak bir baş ve geniş yüz, çekik gözler, düz, irice uzun burun, dolgun yanaklar, etli çene şeklinde bir görsel genelleme yapabiliriz. Vurgulamak gerekir, gözler çekiktir. Mask modelleri ve antropolojik somut veriler ışığında Taştık Türk insanının Mongoloid anatomik özelliklerini yansıttığını emin bir şekilde ifade edebiliriz. Bu insan

tipi Türk-Altay Kuramı’nın teknik tanımı ile T-AAF’nun tam karşılığıdır. Mevcut arkeolojik belgeler, Okunyev insan tipi ile Taştık insan tipi arasında böyle bir yakınlık kurabilmemize imkân tanıyor. Gelelim asıl önemli olan ölü gömme adetlerindeki tipik uygulamaların birbirleriyle olan benzerliklerine:

Okunyev kültürü zamanında Minusinsk vadisinde ölü gömme törenleriyle ilgili bir dizi tipik uygulamalar dikkati çeker. Bunlardan biri ‘ölü maskı’dır. Ölü maskı ile ilgili uygulamalar bu kez tüm aşamalarıyla ve en ince detaylarına kadar aynı bölgenin Tagar ve Taştık kültürlerinde izlenebilmektedir. (130) Taştık kültürü ile MS 7. yüzyıla kadar iletilmiş olan bu gerçekten çok ilginç ölü gömme âdeti o noktada tarihin derinliklerinde kaybolup git-me-miş-tir.


Yakın zamana kadar Sibirya ve Rus Uzak Doğusu yerli halklarının Tagar ve Taştık kültürlerinden kalma bu adetleri şaşırtıcı bir benzerlikle sürdürdüklerini tanık oluyoruz (131) İki bin yıl öncesinden gelen bu uygulamalar günümüz Sibirya ve Rus Uzak Doğusu Türk halklarında ölü bireyin yüzüne deri veya kumaş bağlanarak ölümün tespit edilip onaylanması, ölünün tasvirinin/kuklasının yapılması ve o kuklaya ruh yüklenmesi, nihayet bir yıl aradan sonra o kuklanın tahrip edilmek suretiyle nihaî ölümün kabul edilmesi, şeklinde korunmuştur. (132) Bu sarsıcı benzerlik, Türk halklarının bir yandan bin yıllardır geleneklerini nasıl terk etmeden sürdürdüğünü gösterirken diğer yandan önümüzde bizi binlerce yıllık tarihimizle yüzleşmemizi sağlayan, tüylerimizi ürperten ilginç manzaralar ortaya koyar.

Güney Sibirya’nın Yenisey vadisinde, Minusinsk nehrinin suladığı vadinin güneyinde gelişen Taştık kültürü Türk halklarının yerel kültürüdür. (133) Taştık halkının Türkçe konuştuğunu sadece Çin kaynaklarındaki atıfl ardan değil aynı zamanda bulunuşuna tanık olduğumuz somut yazılı belgelerden de biliyoruz. 2001’de Güney Sibirya’da katıldığımız, meslektaşım Andrey Gotlib başkanlığında yürütülen Taştık kurganı kazılarında, ölülerin üzerlerine serilmiş yüzlerce parça kayın ağacı kabuğu parçaları arasında, içine kazıma yöntemiyle yapılmış bir at figürü ve hemen yanında yer alan Türk runik harfl eriyle yazılmış tek kelimelik sözcüğü (aduk) içeren kabuk parçası. (134) Taştık halkının etnik yapısının ne olduğuna, hatta daha da önemlisi ‘ne olmadığına’ yönelik tartışmalara yön vermesi bakımından ciddi bir belgedir. Bu belge ve eğer devamı vardı ise benzer diğerleri, Çin kaynaklarındaki anlatımları tamamlamaktadır. Okunyev kültürüne özgü geleneklerin Karasuk ve Tagar yerel kültürleri vasıtasıyla Taştık kültürüne iletilmiş olması Okunyev-Taştık dönemleri arasında tamamen maddi kültür belgelerine dayanan bağlantılar kurmamızı sağlar. Bu durumda Taştık kültüründeki belli başlı ölü gömme adetlerinin daha Okunyev zamanında ortaya çıktığını ileri sürebiliriz. (135)

Her iki kültürde de ritüeller bireyin biyolojik ölümünden sonra başlıyordu. Yıllarca sürdüğü anlaşılan bu zengin ritüeller dizisinin arka planında E.B. Vadetskaya’nın (136) dikkat çektiği gibi gerçek ölümün, bedenin fizikî ölümünden çok daha sonra gerçekleştiğinin kabul edildiği inancının saklı olduğunu anlamak zor değil. (137) Taştık ölü gömme adetlerinde hızla çürüyen beynin çıkartılması için kafatasına delik açılması (trepanation) uygulamasının Okunyevlilerde de yaygın bir gelenek olduğunu biliyoruz. (138) Kafatası kültü olarak, ölü bireyin geçici ilk gömülme sonrasındaki gömülmeleri için kafatasının korunması ve saklanması, nihayet diğer ölülerin konulduğu mezar odalarında toplanması, birinci ve ikinci gömülmelerden sonra bireylerin toplu mezarlara konulması gibi uygulamalar Okunyev kültüründen Taştık’a aktarılan tipik adetlerdir.

İki kültür arasındaki benzerlikler bunlarla sınırlı değildir. Okunyev masklarının da ölü gömme objeleri olduğu yolunda fi kir birliği oluşmuştur. Masklar, kompozisyonların parçası olarak zengin işlemeli anıtsal steller üzerine işlenmekte, ayrıca mezarlarda tek parça malzeme olarak bulunmaktadır. Kazılarda bir yüzlerine kazıma tekniği ile mask motifi işlenmiş çok sayıda taş plaka ele geçmiştir. Seçilen malzeme ve uygulanan teknikler farklı olsa bile plaka taştan maskların tıpkı Taştık kültüründeki alçıdan masklar gibi biyolojik ölüm ile nihai ölüm arasında geçen sürelerde ölüyü temsil etmiş olduğu düşünülmektedir (139)

Her bir mask işlenmiş taş plaka bir ölüye aitti (140) Bulgular, diğerine göre çok zengin, detaylı ve çok kolayca anlaşılabilir değilse bile Okunyev kültüründe ölülerin ‘nihai ölüm’e hazırlanması için kat edilen ritüel aşamalarının Taştık kültüründeki uygulamalara benzediğini düşündürmektedir. (141) Geç Tagar-Taştık kültür süreçlerinde (MÖ 3. - MS 7. yüzyıllar) yaklaşık sekiz yüz yıl boyunca Güney Sibirya Türk halkları ölü gömme adetlerinin başköşesinde duran maskların aslında heykele doğru evirilen bir gelişim süreci yaşadığına da tanık oluyoruz. Bu sürece giren bir heykel (142) Okunyev sanatı etkilerinin Taştık kültürüne belirgin biçimde iletildiğini gösteren anıtsal belgelerden biridir. Abakan müzesinde bulunan bir stel ilk bakışta orta bölümlerine kabartma tekniği ile mask (143) ya da insan başı (144) işlenmiş tipik Okunyev stellerini andırır. Steldeki mask ya da insan yüzü de hemen hemen aynı noktalara işlenmiştir.

Yüzdeki ifade, gözlerin, burun ve ağzın, çenenin işlenişlerindeki tarz Taştık masklarını hatırlatırken, genel görünüşü ve tarzı onun Okunyev kültürüne ait olduğunu düşündürür. Konunun uzmanlarından meslektaşım Nikolay Leont’yev heykelin Okunyev dönemine ait olduğunda ısrar eder. (145) Okunyev ve Taştık arkeolojisi uzmanı olan diğer bir meslektaşım E.B. Vadetskaya (146) stelin Taştık kültürünün ürünü olması gerektiğini savunur (147) Daha önceleri de defalarca bildirdiğim gibi stel Taştık döneminin ürünü olmalıdır. Stel gerçekten de Taştık evresine aitse görünen o ki bölgede Okunyev tipi heykellerin üretimi yerel özellikler kazanarak devam etmiştir. Bu da kültürel sürekliliğin ciddi anlamda kırılmalara uğramadığını, Güney Sibirya yaşam alanının bu uzun süre içinde yabancı kültürlerin egemenliğine geçmediğini, kültürün başka etnik unsurlarca el değiştirmediğini gösterir. Okunyev ve Taştık hayvan tasvirleri arasında da bir dizi stile dayalı yakınlıklar söz konusudur. Hayvanların gövdelerinde haçlar, daire içinde haçlar yer almaktadır. Bu işaretler aşık kemiklerinde de görülür. (148) 

Kazıma-oyma tekniği ile taş yüzeylerine yapılan hayvan tasvirlerinde özellikle yırtıcı hayvanlar ve boğalar benzer sanatsal unsurları paylaşırlar. Kısmen profi lden, kısmen cepheden ya da ters biçimde gösterilen insan figürleri de aynı stillerde tasvir edilmiştir. (149) Erken (2001-2004) OTAK (Orta Asya’da Türk Kültürünün Arkeolojik Kaynakları) projesi Sibirya araştırmaları sırasında Sayan-Altay-Moğolistan bölgesindeki stel ve insan heykellerini sınıfl andırırken Okunyev dönemi ile Klasik Türk Dönemi arasında uzanan iki bin beş yüz yıllık ‘kesintisiz kültür sürekliliğine’ dikkat çekmiştim. O gün o işi yaparken kullandığımız malzeme Okunyev stelleri ve heykelleri başta olmak üzere Karasuk, Tagar, Taştık, Klasik Türk Dönemi arkeolojik malzemesiydi. (150) O gün sadece ham malzeme ve teorik bilgilerle kurmaya çalıştığımız kültür bağlantılarını artık bugün sahip olduğumuz çok daha fazla bilgi ve deneyimlerimizle çok daha sağlam temellere oturtabiliyoruz. O gün genel dizinin çok belirleyici olmadığını zannettiğimiz parçalarından biri gibi görünen Taştık steli kendinden önceki süreci kendinden sonrasına bağlayabilecek birikimiyle bugün artık anahtar malzemelerden biri niteliğinde önem kazanmaktadır. Taştık heykelini gerek amaç gerekse sanatsal detayları bakımından Okunyev heykellerinden ayırmak neredeyse mümkün değildir.

Burada daha önce dediklerimi tekrarlamak gereksizliğine düşmek istemem. Ama pek çok araştırmacının Taştık heykelini Okunyev sanatına sırf bu yüzden dâhil etmek istediğini vurgulamam lâzım. (151) Taştık heykelini yapan Türkler kendilerinden iki bin yıl önceki Okunyevlilerin öz-be-öz torunları mıydı?

Bu kadarını bilmemizi sağlayacak somut belgeye sahip değiliz. Somut belge yoksa orada susmasını bilmek gerek. O halde onların yani Taştık Türklerinin Okunyev heykellerini tasarlayanların sanatsal anlayışlarını, hayat ile öbür dünya tasavvurlarını, ölüleri için nasıl bir öbür dünya yolculuğu izlencesi hazırlayıp uyguladıklarını iyi bilmediklerini kim iddia edebilir? Açıkça görünen o ki Taştık halkı, tuhaf bir şekilde Okunyevlilerin bildikleri bazı çok özel şeylerden haberdardı.

Burada bir nefes alalım ve kendimize şu soruyu soralım: Neredeyse yüz neslin bir ucundan diğer ucuna iletilen ve bu insanın tüylerini diken-diken eden kültür sürekliliğini sağlayan neydi? Bu, yazının bulunmadığı durumlarda halkların etnik yapısı hakkında bir şeyler öğrenebilmek için bakacağımız yegâne şey olan ölü gömme adetlerini içeren bir ‘uzun zaman iletişimi’ meselesiydi. Dolayısıyla sorumuzun ancak tek bir yanıtı olabilirdi: MÖ 3. binden 1. binin sonuna dönen devran içinde bölgede yaşayan halkların dili değiş-me-miş-ti.


Semih GÜNERİ

"Yeni Bir Türk Tarih Tezi Olarak Türk-Altay Kuramı: Ana Hatlar" adlı makalesinden bir bölüm.

(Cevat Başaran’a 60. Yaş Armağanı, Bilgin Kültür Sanat Yayınları, 2019, içinde)




87) Hyun Jin Kim 2013, 175 vd.; Mair 2006, 111 vd.; Güneri 2005a.

88) Güneri 2005a, 27.

89) Oçir vd 2013.

90) Bak Taştık Kültürü bölümü.

91) Bak Okunyev Kültürü bölümü.

92) Kızlasov 1984, 20 vd.; Mair 2006, 140; Hyun Jin Kim 2013, 175.

93) Bak Taştık Kültürü bölümü.

94) Vadetskaya 1999, 130.

95) Xingliang ve Hongzhen 2013.

96) Xingliang ve Hongzhen 2013.

97) Evet, tam ve doğru tanımlama budur.

98) Bak Golden 1992.

99) Güneri 2018.

100) Güneri 2005a, 15 vd.

101) Xingliang ve Hongzhen 2013.

102) Güneri 2018.

103) Güneri 2018.

104) Kızlasov ve Pankova 2004; Pankova 2013.

105) Güneri 2018.

106) Bak Tagar ve Taştık bölümleri.

107) Kızlasov 1953; Bokovenko 1995, 299 vd.; Bokovenko 2006, 860 vd.; Vadetskaya 1999, 154 vd.

108) Vadetskaya 2000, Res. 5.

109) Sayan-Altay eski kültürlerinin izole bir coğrafyada geliştiği ve yabancı çevre kültürlerden bu nedenle etkilenmediği konusundaki sözleri için bak, Gryaznov 1969, 213.

110) Teplouhov 1929; Gryaznov 1968; Gryaznov 1969, 213 vd., özellikle 216

111) Güneri 2018.

112) Güneri 2018.

113) Paul’s 1983, 70-72.

114) Gryaznov 1968, 186.

115) Karş. Gryaznov 1969, 213.

116) Jacobson-Tepfer vd. 2010.

117) Güneri 2018.

128 Sokolova 2007.

129 Gryaznov 1969.

130 Bak Taştık Kültürü bölümü.

131 Karş. Vadetskaya 2009.

132 Vadestkaya 2005.

133 Hyun Jin Kim 2013, 175 vd.; Mair 2006, 111 vd.; Güneri 2005a.

134 Güneri 2005a, 27.

135 Vadetskaya 2009, 176-180.

136 Vadetskaya 2009, 176 vd.

137 Vadetskaya 1999, 103 vd.

138 Okunyevskiy sbornik II 2006, 84.

139 Vadetskaya 2009, 176-180.

140 Okunyevskiy sbornik 1997, 35.

141 Vadetskaya 2009, 180.

142 Vadetskaya 2009, Ris. 163; Leont’ev ve Kapel’ko 2002, Taf. 83, 213; Kızlasov 1960, Ris. 60/1.

143 Güneri 2005a.

144 Güneri 2005a.

145 Leont’yev vd 2006, 96-97, 190, Nr. 213.

146 Vadetskaya 2000, Ris. 1, 6; Vadetskaya 2009, Ris. 163.

147 Karş. Kızlasov 1960, Ris. 60/1.

148 Kızlasov 1960, 142.; Vadetskaya 2000, Ris. 3.

149 Vadetskaya 2000, Ris. 2; Vadetskaya 2009, 176.

150 Güneri 2005a.

151 Vadetskaya 2000.