ionya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ionya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2018 Salı

Thukydides: Truva - Anadolu - Hellas





"Troia Savaşı'ndan önce Hellas için bu isim kullanılmıyordu. 
Çünkü ülkenin bir birlik olduğunu gösterecek herhangi bir delil de bulunmamaktaydı."


1. Atinalı Thukydides Atinalılar ile Peloponnessoslular arasındaki savaşı anlatacak. Her şeyi başından itibaren anlatmasının nedeni bu savaşın diğerlerinden çok daha önemli olduğuna inanmasıdır. Üstelik hem Atinalılar hem de Peleponnessoslular bu dönemde en parlak çağlarını yaşıyorlardı. Diğer kentler ise iki taraftan birisini destekliyordu. Bu savaş öyle bir savaş oldu ki hem de Hellenler, hem barbarların bir bölümü bundan etkilendi. Kısacası tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş oldu. Olayları başından itibaren anlatacağım ama en eski dönemlerden başlamak pek de olanaklı değil. Çünkü bu dönemde yaşayanlar ya da savaşlar hakkında çok güvenilecek kaynaklarımız yok.


2. Hellas'ta ilk zamanlardan itibaren düzenli bir yaşam kurulmamıştır. Sürekli olarak göçler birbirini takip etmiş ve bu nedenle de daima yer değiştirilmiştir. Öte yandan hem karadaki hem de denizdeki ticaret de pek güvenli sayılmazdı. Çiftçiler kendilerini bile zor besliyorlardı. Yine kentler korunaklı bir hale getirilmiyordu. Bu nedenle insanların para biriktirme şansları yoktu. Ne de olsa her an birileri gelip topraklarını işgal edebilirdi. Bu şartlar altında yaşayan insanların sadece günü geçirmeyi düşünmeleri, diğer kentler üzerinde egemenlik kurmak gibi bir heveslerinin olmaması çok doğal karşılanırdı. En verimli topraklar sürekli olarak işgale uğruyordu. Örneğin Thesselia, Boiotia ve Peloponnessos'un Arkadia dışındaki toprakları. Bu bölgelerin topraklarının verimli olması halk arasında anlaşmazlıklara neden oluyordu. Anlaşmazlıklar savaşlarla sonuçlanıyor, bundan zarar gören ülke de yeni saldırganlar karşısında çaresiz kalıyordu. Attika'nın durumu ise daha farklıydı. Çünkü bu topraklar verimli değildi ve diğer yerlere uzaktı. Bu nedenle de ülkelerinden kaçıp daha güvenli bir yerde yaşamak isteyenlerin başvurdukları bir yer halini almıştı. Sonuçta Atina topraklarında her zaman aynı halklar yaşadı. Kentin büyümesinde de yeni gelen göçmenlerin büyük rolü oldu. Zaman ilerleyip Atina toprakları halka yetmemeye başladığı zaman onlar İonia topraklarına göçmenler göndermeye başladılar.


3. Troia Savaşı'ndan önce Hellas için bu isim kullanılmıyordu. Çünkü ülkenin bir birlik olduğunu gösterecek herhangi bir delil de bulunmamaktaydı. Deukalion'un oğlu Helle zamanında ilk defa Hellas isminin kullanıldığını sanmaktayım. Bu sırada ülkeye Pelasglar başka bir isim vermekteydiler. Daha sonraları Hellen ve oğulları Phtiotis ile birlikte yeni bir yönetim kurdular. Ardından da çeşitli kentlerden yardım istediler. İşte bu sırada Hellas adı kullanılmaya başlandı ancak bu isim çok uzun bir süre boyunca kullanılmadı. Aslında bu anlattıklarımın doğruluğunu Homeros bize göstermektedir. Homeros destanlarında Akhilleus ve dostları için Hellen adı kullanılmasına karşın onların tarafında savaşan diğer müttefikler Danaoslar, Argoslular veya Akhaialılar gibi isimler taşımaktadırlar. Hellenler'in karşılığı olan barbar kelimesi de sanırım bu dönemde kullanılmamaktaydı. Yani özetlemek gerekirse Troia Savaşı'ndan önce bu halklar bir arada hareket etmediklerinden ve yeterince güçlü olmadıklarından dolayı Hellen ismini kullanmamışlardır. Ayrıca birlikte bir deniz seferine çıkmaları da kendi aralarındaki bağları güçlendirmiştir.


4. Anlatılanlara bakılırsa denizlerde egemenlik kuran ilk kişi Minos'tu. Hellen Denizi'nde egemenlik kurmuş, Kyklades Adaları'nı ele geçirmiş ve Karialı yerlileri kovarak buraya kendi oğullarını yerleştirmişti. Vergi toplamak amacıyla da korsanlığı yok etmeye çalıştığı da bilinmektedir.


5. Eski Hellenler deniz kıyısında yaşayan barbarların topraklarına yaklaşmaya başladıkları zaman korsanlık faaliyetlerine başladılar. Aslında böyle yapmalarında onursuz hiçbir şey görmüyorlardı, aksine yaptıklarının kendilerine ün kazandırdığı bile söylenebilirdi. Çünkü korsanlık yapmak onların zenginleşmeleri yönünde önemli bir adımdı. Surları ya da herhangi bir korunağı olmayan kentlere saldırıyorlar ve kolayca zenginleşiyorlardı. Yine bu sayede ülkelerindeki zayıf insanları da besleme olanağı buluyorlardı. Günümüzde de deniz kıyısında yaşayan halklardan bazıları korsanlık yapmaya devam etmektedirler. Şairler kendilerine korsan olup olmadıklarını sorduklarında bundan gocunmazlar ya da bir hakaret olarak algılamazlar. Çünkü yaptıkları işin onursuzca bir iş olduğuna inanmazlar. Bu nedenle de soruya doğru bir şekilde yanıt verirler. Anakarada yaşayan halklar ise birbirlerinin topraklraını yağmalamakla geçimlerini sağlamaktaydılar. Örneğin Lokrisliler, Ozoller, Aitolialılar ya da Akharnaialılar'ın yaşam tarzları böyleydi. Bu insanların o zamandan kalma geleneklerinin günümüzde de silahlı olarak dolaşmalarına neden olduğunu söyleyebiliriz.


6. O zamanlar Hellener'in tamamı demirden yapılmış zırhlar giyerek dolaşırlardı. Silahların elden bırakılmamasının nedeni de evlerin ve yolların yeterince güvenli olmamasıydı. İşte o sıralar Hellas'ın tamamında olan şeyler bugün dağlık bölgelerde geçerliliğini sürdürmektedir. Zırhlardan ilk kurtulanlar Atinalılar'dı. Atinalılar çok daha yumuşak bir yaşam şeklini tercih etmeye başladılar. Kısa bir süre sonra para kazanmaya başlayan yaşlılar da ketenden yapılmış tuniklerini giymeyi bıraktılar. Ayrıca artık saçlarının başlarının tepesinde de toplamıyorlardı. İonialılar ise bu soydan geldiklerini göstermek amacıyla uzun süre geleneklerine uygun davranarak yaşamayı sürdürdüler. Günümüzde de kullanılan kısa tunikler ise ilk önce Peloponnessoslular tarafından giyilmeye başlandı. Önce en zenginleri ardından da diğerleri bu şekilde giyindiler. Beden eğitimi çalışmaları için soyunup, vücutlarına yağ sürme geleneği de Peloponnessoslular'dan çıkmıştır. Olimpiyat oyunlarında ilk zamanlar güreş müsabakalarında edep yerleri örtülürdü. Daha sonraları bu gelenek ortadan kalktı. Günümüzde barbarlar da boks müsabakalarında bir kuşak sererler. Eski Hellenler'in bugünkü barbarlar gibi bir yaşam sürdüklerini gösteren çok sayıda örneğimiz vardır.


7. Belli bir süre sonra yolculuklar daha kolayca yapılmaya başlandı. Bunun bir sonucu olarak da insanlar deniz kıyısında kentler kurmaya başladılar. Böylece hem ticaret kolaylaştı hem de kentlerin güvenliği arttırılmış oldu. Eskiden kurulmuş kentler ise korsanlıktan ve yağmacılıktan olan korkuları nedeniyle iç kısımlara doğru yönelmeye başladılar. Bunda da haklıydılar. Çünkü herkes bir diğerinin topraklarını yağmalamaya devam ediyordu.


8. Adalardakiler de korsanlık yapıyorlardı. Karialılar ve Phoinikeliler bu konunun başını çekiyorlardı. Şöyle bir örnekle söylediklerimizi ispatlayalım. Atinalılar Delos'u yağmaladıkları zaman tüm mezarları açtırdılar. İşte o zaman kentteki ölü gömme biçimlerinin ve mezara konulan eşyaların Karialılar'ın gelenekleriyle aynı şekilde olduğu ortaya çıktı. Minos denizlerde egemenlik kurduğu zaman yolculukların kolaylaşmasını sağlamak amacıyla korsanlıkla mücadele etmeye başlamıştı. Hatta bununla da yetinmeyerek korsanların topraklarını birer koloni haline getirdi. Bu nedenden dolayı kıyıdaki kentler güçlenmeye başladılar. Bir yandan kentlerine yeni surlar yapıyorlardı, bir yandan da evlerini sağlamlaştırıyorlardı. Bu sırada zenginler zayıf insanların üzerinde egemenlik kurmaya başladılar. Zenginleşmeye başlayan kentler de diğer kentler üzerinde aynı şeyi yaptılar. Evet, Hellenler'in Troia Savaşı'na başlamadan önceki durumları böyleydi.


9. Sanırım Agamemnon'un Hellen donanmasını oluşturmasının asıl nedeni müttefiklerinin Tyndareios'a ettikleri yemine bağlı kalmalarıydı. Peloponnessos tarihi hakkında elle tutulur araştırmalar yapanların söylediklerine bakılırsa Pelops Asya'dan geldiğinde çok zengindi. Buna rağmen zengin olmayanların işine geldiğinden dolayı ülkeye ismini vermek gibi bir üne kavuştu. Ardından Pelops'un soyundan gelen Eurystheos, Attika'da Herakles oğulları tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Eurysthenos'un dayısı olan Atreus akrabalık ilişkilerini kullanarak Mykenai topraklarını ele geçirdi. Aslında Atreus, Khrysippos'u öldürmesinden dolayı babasından kaçıyordu. Bu sırada Eurystheos'un halen ülkesine geri dönmemesinden ve Herakles oğullarından çekinen Mykenai halkı da Atreus'un ülkelerinin başına gelmesine ses çıkarmadılar. Böylece Pelops'un soyu Perseus'un soyundan daha ön plana çıkmayı başardı. Evet, Agamemnon'un güvendiği şey buydu. İnsanları isteyerek değil, aba altından sopa göstererek bir araya toplamayı başarmıştı. Sefere çıkılırken en çok gemisi olan da Agamemnon'du. Hatta Homeros, onun Arkadialılar'a bile gemiler verdiğinden bahsetmektedir. Yine kendisine krallık asası verildiğinde Argos ve başka birçok yerde hüküm sürdüğünden söz edilmektedir. Diğer taraftan Agammenon anakrada yaşıyordu ama belli bir donanma gücüne de sahipti. Yoksa adalarda yaşayanlara söz geçiremezdi. Troia Savaşı'ndan önce durum bu şekildeydi.


10. Kimileri Troia Savaşı'nın anlatıldığı kadar önemli bir savaş olmadığını iddia ederler. Buna da Mykenai kentinin yeterince büyük olmaması delil gösterirler. Ancak bu yanlış bir yaklaşımdır. Örneğin Lakedaimonialılar'ın kentlerinin yıkıldığını düşünelim. Sadece binaların temelleri geri kalsın. Bundan birkaç kuşak sonra yaşayanlar kendi güçleriyle Lakedaimonialılar'ın güçlerini karşılaştırıken doğru bir yargıya varabilirler mi? Ancak Lakedaimonialılar Peloponnessos topraklarının yaklaşık beşte ikisinde oturuyorlar. Başka birçok kente komuta etmelerine karşın kentleri ve tapınakları çok da güzel değildir. Ayrıca eski Hellen geleneklerine bağlı kalarak küçük yerlerde yaşamayı sürdürüyorlar. Ancak Atina'nın başına aynı şeyler gelse gelecek kuşaklar onların bugün sahip olduğundan çok daha fazlasına sahip olduklarını düşüneceklerdir. Bu nedenle önemli olan kentlerin dış görünüşleri değil asıl güçleridir. Eskiden dış görünüşe daha fazla önem verilirken günümüzde durum böyle değildir. Yine Homeros'un şiirlerini nasıl güzelleştirebilen bir insan olduğunu da hesaba katarsak Troia Savaşı'nın sanıldığı kadar önemli olmadığı ortaya çıkar. Homeros şiirlerinde Boiotialılar'ın yüz yirmi kişilik, Philoktetos'un da elli kişilik gemilerinden bahsediyor. Diğer gemilerin ise listesini vermiyor. Bence böyle yapmasının nedeni en büyük ve en küçük gemilerin isimlerini saymak istemesidir. Ayrıca Philoktetes'in gemisindeki tüm okçuların aslında asker de olduklarını iddia etmiştir. Zaten yolculukta başka yolcuların olması da anlamsız olurdu. Gemiler de eski korsan gemilerine benziyordu. Bu nedenle gemilerini korumak için başka gemileri yanlarına almış olmaları olanaksızdı. O halde en büyük ve en küçük gemilerin aldıkları asker sayısı bilindiğine göre ve diğer gemilerin de içinde bu ikisi arasında bir sayıda asker bulunduğuna göre, sefere katılım pek de abartıldığı gibi değildir.


11. Katılımın az olmasının nedeni yeterince insan bulunamaması değil, yeterince paralarının olmamasıydı. Çünkü yiyecek sıkıntısı çekiyorlardı ve sadece besleyebilecekleri kadar askeri yanlarına almışlardı. Ancak Hellenler savaşı kazandılar. Zaten kazanmasaydılar karargahlarını korurlar mıydı? Bir kısmı da savaştan sonra Khersonesos'ta çiftçilik ve haydutluk yaparak geçimlerini sağlamışlardır. Düşmanları dağınık bir şekilde yer aldığından dolayı Troialılar'ın kendilerine on yıl boyunca direnmeleri doğaldı. Ancak yiyecek sıkıntısı nedeniyle Hellenler sadece kendi ordugahlarını korumak amacıyla orada kalanlarla Troialılar'ın karşısına çıkmışlardı. Bu durum da savaşın süresinin uzamasına neden oluyordu. Aslında Troia kenti çok daha kısa bir süre içinde ele geçirilebilirdi. Ama yiyecek kıtlığı buna izin vermedi. Bu nedenden ötürü de çok da önemli bir sefer olmayan Troia Seferi sanki diğerlerinden çok daha önemliymiş gibi göründü ve haksız bir ün kazandı.


12. Troia Savaşı'ndan sonra da Hellas'tan çeşitli göçler yaşandı. Yeni koloniler kuruldu bu nedenle de ülkenin gelişimi için gereken huzur bir türlü sağlanamadı. Troia Savaşı'ndan dönen Hellenler anakaradaki çok şeyi değiştirdiler. Eskiden vatandaş olanlar bu haklarını kaybetti. Savaştan sadece atmış yıl sonra Boiotialılar, Thesselialılar tarafından Arne'den çıkarıldılar ve bugünkü Kadmeia topraklarına yerleştiler. Eskiden Troia Savaşı'na da katılan Kadmeialılar bu topraklarda yaşarlardı. Savaştan seksen sene sonra ise Dorlar ve Heraklesoğulları Peloponnessos'u ele geçirdiler. Hellas'ta barışın sağlanması için daha uzun bir geçmesi gerekiyordu. Sonuçta barış sağlandıktan sonra koloniler kurulmaya başlandı. Atinalılar İonia'da, Peloponnessoslular ise Sicilya ve İtalya'da koloniler kurdular. Ayrıca Hellas civarında da yeni koloniler kuruldu. İşte bu kolonilerin kurulmaları Troia Savaşı'ndan sonra gerçekleşmiştir.


13. Artık Hellas zenginleşmeye başlamıştı. Bunun sonuçlarından biri de eskiden babadan oğula geçen krallıkların yerine tyranlıkların kurulmaya başlaması oldu. Daha sonra da donanmalar oluşturuldu. Bugünkü gemilere en çok benzeyen gemiler ilk defa Korinthoslular tarafından yapılmıştır. Korinthoslu Ameinokles'in Samoslular'a dört adet üç kürekli yaptığını da biliyoruz. Ameinokles Samos'a Troia Savaşı'ndan üç yüz sene sonra gelmiştir. İki kent arasındaki ilk deniz savaşı ise Korinthoslular ve Korkyranlılar arasında gerçekleşmiştir. Bu savaşta da Troia'dan iki yüz atmış sene sonra gerçekleşmiştir. Korinthos kenti deniz kıyısında kurulmuştur ve çok uzun zamandan bu yana ticaret amacıyla işlettikleri bir limanları vardır. Öte yandan Hellenler için karadan yapılacak yolculuklar deniz yolculuğuna göre daha güzeldi. Peloponnessos'ta yaşayan Hellenler de Korinthos üzerinden yolculuk yaparak diğer Hellenler'in yanına gidebiliyorlardı. Bu nedenle kimi şairler Korinthos'a 'mutlu' sıfatını takmışlardır. Zaman içinde deniz yolculuklarının sayısı artmaya başladı. Korinthoslular da denizlerdeki korsanlığı ortadan kaldırarak bölgeyi güvenli bir hale getirmek istediler. Böylece gün geçtikçe daha fazla zenginleşmeye başladılar. İonialılar'ın donanma kurmaları ise Pers kralı Kyros ve oğlu Kambyses zamanına denk gelmektedir. Bu sayede Pers egemenliği ile mücadel etmek niyetindeydiler. Kyros ile aynı zamanlarda yaşayan Samos tyranı Polykrates ise donanması sayesinde Rhenia'yı ele geçirdi. Bu arada Massilia kentni de kuran Phokaialılar Kartacalılar ile yaptıkları deniz savaşından zaferle ayrıldılar.


14. Dönemin güçlü donanmaları bunlardı. Troia Savaşı'ndan sonra yapılan gemiler ya uzun ya da üç sıra kürekliydiler [MÖ 485 - SB]. Kambyses'in ölümünden sonra Pers imparatorluğunda Dareios başa geçti. Dareios zamanında Sicilya ve Korkyra tyranlarının çok büyük donanmaları bulunmaktaydı. Evet, Kserkses gelmeden önce Hellas'taki büyük donanmalar bunlardı. Bu sırada Atinalılar'ın ve Aiginalılar'ın sadece birkaç gemileri bulunmaktaydı. Bu gemiler de genelde elli kürekliydi. Atinalılar, Aiginalılar ve Persler ile savaştıkları sırada Themistokles'in çabasıyla büyük bir donanma oluşturmuşlardır. Ancak bu gemilerin de boydan boya güverteden oluştukları söylenemez.



THUKYDİDES (MÖ 460-400)
PELOPONNESSOS SAVAŞLARI





* Atinalılar ile Spartalılar arasındaki savaş 27 yıl sürmüştür (MÖ. 431-404).
* Thucydides Herodot'un öğrencisidir, araştırmacı ve metodik çalışan bir tarihçidir. Sekiz bölümden oluşan kitabının, bölüm ve paragraf numaralandırılmasını kendisi yapmamıştır. Sicilyalı Diodorus dokuzuncu ve onüçüncü kitaplarının da olduğunu söyler.
* Truva Savaşı'ndan önce Hellenler diye bir tanım yok.
* "Karialıların mezar geleneği ile aynıydı" demek, bu geleneğin Atina'ya Karia'dan, yani Anadolu'dan gitti demektir. Karialılar "Grek" değildir.
* Homeros'ta verilen gemi ve ölü asker sayısı demek ki sonradan ilave edilmiş.
* Dare'e göre 10 yıl süren Truva savaşının 7,5 yılı ateşkes ile geçmiştir. 
* Hellenlerin savaşı kazanmaları ihanetin içeriden gelmiş olmasıdır.
* Truva savaşından sonra da Akhalar zenginleşir, dinlerini Anadolu'ya göre şekillendirir Hatta MÖ 6.yy da "kanun yapıcı" lakaplı Atinalı Solon bile yazıyı Anadolu'da öğrenmiştir.
* Khersonesos adında 3 kent var: 1.) Antik çağda Hellespontos’un Avrupa yakasında Gelibolu Yarımadası’nı içine alan bölge. 2.) Kırım’ı içine alan bölgeye adını veren kent. 3.) Girit Adası’nın kuzeyinde Herakleion’un doğusunda sahil kenti.
* İlyada destanı Anadolulu olan Truvalılara aittir, Hellenlere değil, bunu Homeros, her ne kadar tahrifat yapılmışsa da, çok açık bir şekilde belli eder.
* Altta Halikarnas'tan okuyacağımız bölümlerde geçen Pelasglar için not: Onlar ne Grek, ne de Hint-Avrupa dilliydi. İonyalılar Pelasgların torunlarıdır.

SB.



"Before the Trojan war there is no indication of any common action in Hellas,nor indeed of the universal prevalence of the name; on the contrary, before the time of Hellen, son of Deucalion, no such appellation existed, but the country went by the names of the different tribes, in particular of the Pelasgian....." link






Halikarnas Balıkçısı  "Anadolu’nun Sesi"

Grekler erken tarihleri hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Eski Mısır’daki gibi bir krallar listeleri yoktu; olayların tarih sırasını kaydeden bir kronolojileri de yoktu. Ancak hangi olayın hangi Olimpik yarıştan sonra ya da önce olduğunu bildiriyorlardı. Onların en öndegelen tarihçileri Thukydides (Peloponez savaşına değgin kitabının başında) Greklerin geçmişleri hakkında yazdığı üç beş sayfada da "Günümüzden önce önemli tarihsel bir olay olmadı” diyerek kesip atar. Grekler kendilerinin ”Pelaj”lardan (Pelasg) gelme olduklarını iddia ederler. Pelaj (Deniz Halkı) sözü, kendilerinden önce Anadolu'da karışan halklara verdikleri genel addır. Thukydides şöyle der; "Troya savaşından önce, Hellas'ın (Yunanistan'ın) bir savaşa girişmiş olduğuna dair hiçbir kayıt yoktur. Zannıma göre memleketimize eskiden Hellas denilmiyordu... Dukalyon'un oğlu Helen zamanında bu ad hiç yoktu."... Bunun hakkında en güzel kanıt Homeros'ta bulunur.


Troya savaşından çok sonra doğduğu halde, toplu olarak bütün kuvvetlere Hellenik demez. Onun yerine Akhilleus'tan yana olanlara ki; aslen Hellen idiler, Danaoi, Akhai ve Argoslular der. Bundan şu gerçekler anlaşılır: Homeros, Hellen sözünü ve soyunu bilmiyor. Böyle bir tarif Homeros'tan çok sonra uyduruluyor. Homeros Yunanistan'da bulunan Danaoi, Akhai ve Argosluları Anadolu'da bulunan İyonlılarla aynı soydan saymıyor. Ve İyon, Eol ve Dor'ların Yunanistan'dan lehçeleriyle birlikte Anadolu'ya gelip yerleştiklerini bilmiyor. Öyle bir şey olsaydı, herkesten önce Homeros bilirdi. Homeros ve kendisi gibi İyonları Anadolulu ve doğal olarak İyon lehçesini Anadolulu bir lehçe sayıyor. Bunlardan başka, bir çeşit Grekçe konuşan Troyalıları ve bu arada kendisini Akhai, Danaoi ve Argoslular soyundan saymıyor. Homeros kendi dilini konuşmayanları barbar saymıyor. Homeros'ta barbar telakkisi ve sözü yoktur. Yalnız bir kere "barbarofon" sözcüğünü kullanır, o da bambaşka bir anlamda. Bu saydıklarımı Homeros bilmiyordu da, ondan altı yüzyıl ya da üç yüzyıl sonra gelmiş olan Atinalılar mı biliyorlardı? Nereden? Yazılı vesika yok, mermer üzerine ya da vazo üzerine yazı yok. Bu konuyu adamakıllı ele almazdan önce kimi bilgiler vermek zorundayız.


Hellen adı Yunanistan demek olan Hellas sözünden gelir. Hellenler Hellaslılar demektir. Hellas sözünü de Tesalya’nın bir köşeciğinden aldılar ve bütün Yunanistan halkına malettiler. Grek ve Greece (Yunanistan) adlarına gelince: Yunanlılar Güney İtalya'ya yayılmışlardı. Bu arada Napoli'nin yanında Küme (Cumae) şehrini kurdular. Küme'lilere Latinler Graei, sonradan Graeci dediler. Grek ve Gres adları oradan kalmadır. Yakın bir geçmişten beridir ki, bu adlar geçer akçe oldular.


Burada dil sorununu ele almak gerek. Dilin kültüre etkisi inkâr edilmez. Dilin önemini teslim etmekle beraber, ayrıcalıkları hiç kabul etmeyen genellemelerden (generalisation) sakınmalı. Örneğin, "Her kadın anadır" gibi. Dil de, her zaman bir kültürün başlıca faktörü değildir. Dil biçilmiş kaftan gibi hazır olarak bir toplumun tepesine paraşütle inmez. Toplumun yapısı dili etkileyip geliştirir. Her dilin kendine göre bir canlılığı ve yayılma gücü vardır. Bu yayılışın dili kullanan ulusun politik ya da askersel yayılışıyla ilgisi yoktur. Grekçe, bu güçlü dillerin biri olarak yayılmıştır. Yayılırken de çevresindeki dillerden sözcükler alarak zenginleşmiştir çok. Klasik sayılan Grekçe'nin hiç olmazsa yarısı çevresindeki dillerdendir. Pelaj denilen toplumların bu işte payı büyüktür.


Grekçe başlıca üç lehçeye ayrılır; 1 – Eol lehçesi Batı Kuzey Anadolu'da, 2 - İyon lehçesi Batı Anadolu İzmir dolaylarında, 3 - Dor lehçesi Güneybatı Anadolu'da.


Bu lehçelerin hepsi de, Dorların güya Yunanistan'ı istila etmesi üzerine, Yunanistan’dan kaçan Greklerce Anadolu'ya getirildiği sanılır. Eol lehçesi Tesalya'dan, İyon lehçesi Attika'dan (Atina dolayları), Dor lehçesi de Peloponez'den (Mora Yarımadası). Bu böyle sayılıyor, ama bilginler hâlâ kafa ve yargı birliğine varamadılar bu konuda.


Her şeyi üstün ırk Yunanistanlı Greklerden getirmek Greklere ve batıklara hoş geldiği için, İyon uygarlığını yaratanları Yunanistan'dan getirmek eğilimi kuvvetlidir. Ama gelin görün ki; Dorların istilasını doğrulayan ne bir taş, ne bir yazı, ne de başka bir belit bulunmuştur. Son arkeolojik araştırmalar Dor istilasını gösteren bir ize rastlamamıştır. Sonra İyon lehçesinin Attika lehçesinden farklı olduğu anlaşılmıştır. Buna rağmen kimi batıklar I.Ö. 3200 yıl önce Atina'da ve Anadolu'da lehçeler teype alınmış da, şimdi teypler bulunmuş gibi konuşuyorlar. Batılılarca lehçeye verilen önem Anadolu uygarlığını Atina'ya bağlamak gayretinden ileri geliyor. Elde yalnız Pausaniyas ve Strabon'ları var. 


Pausaniyas l.Ö. 200 yılına doğru yaşamış bir Sipylos'ludur (yani İzmirli). Romalılar zamanında olan çoktan olup bitmiştir. Pausaniyas 1700 yıl önceki lehçeler hakkında tanıklık edemez. Lehçe gibi oynak ve değişici bir nesne "oradaki insanlarla konuştum, bin beş yüzyıl önce şöyle derlermiş" diye kulaktan dolma laflarla lehçelerin akımı tayin edilemez. "Öyle diyenler" nereden biliyorlar?


Pausaniyas ancak gözüyle gördüklerine "burada ve şimdiye" tanıklık edebilir. Ve bu tanıklıklarının büyük değeri olur. Ama batıklar "laf" kabilinden bir ima bulunca, kadıya turfanda hıyar yetiştirircesine, hemen alıp önyargılarını ispat için iki bin sayfa yazıyorlar. Gelecek dünya süprüntülüğe atılacak kütüphaneler dolusu kâğıt bulacaktır.


Strabon'a gelince, l.Ö. 64 l.S. 19 yılına dek yaşamıştır. Anadolulu, Amasyalıdır. Pausaniyas hakkında söylenenleri, Strabon hakkında da tekrarlamayalım. Bu iki değerli tarihçinin ikisi de Anadoluludur.


Her şey İyonyalıların doğudan öteki toplumlarla beraber geldiklerini, onlarla karışarak, özel bir Anadolu ve İyon uygarlığı yarattıklarını gösterir. Batı, kendi tefsirleri için Herodot'ta (Herodotos) da bir dayanak bulur. Ama bu dayanağı bulurken çok önemli gerçekleri hasıraltı eder. Önce Herodot'un kendisi Grek değildi. Babası Likses, amcası da Panyassis idi. Bu ad da Grekçe değil, öz Karya dilindendir. Ama Herodot, İyonca yazdığına göre Anadolu'nun İyon kültürüne ait bir insandır. Herodot Perslerin Anadolu'ya ve Yunanistan'a saldırışlarının tarihçisidir. 


Perslerden önce Anadolu Lidyalıların egemenliğindeydi. lyonya uygarlığında Lidya’dan çok yararlandı. Lidyalılar yüksek bir uygarlığa erişmişlerdi. İ.Ö. 8. yüzyılda parayı icat ettiler. Lidya lyonya'yı baskı altında bulundurmadı. Hatta İyonyalı olup Sardis'te yaşamış olan ozanlar var. Logograf Ksantos Sardis'liydi. Pers saldırısında, önce Lidya yıkıldı. Anadolu'nun Perslere karşı doğal müttefiki Yunanistan'dı. Kader birliği dolayısıyla Akdenizli Anadolu’nun, Akdenizli Yunanistan'a büyük bir sempatisi vardı o zaman. Ama Anadolu Yunanistan'la ittifak ettiğine sonraları bin pişman oldu.


Herodot, Halikarnas'ta sözü geçer büyük bir ailenin üyesiydi. Aileler arasındaki bir çatışmanın sonucu Herodot, Halikarnas'tan küskün ayrıldı. Ordan sürgün edilmiş gibiydi. Çatışma epeyce büyüktü: Herodot'un amcası Panyassis öldürüldü. Herodot Atina’ya gitti, orada çok iyi karşılandı. Atina'da "Pniks"den Atinalılara uzun uzadıya konuştu. Bu konuşması için Atina kendi sine on talent verdi -ki bu para, âdeta bir servetti o gün için-. Dinleyicilerinin arasında genç Thukydides vardı. Thukydides tarihçi olacağına andiçti. Herodot Atina'dan Sicilya'ya geçti, kitabını, yani "Historiya'yı -"serüven, araştırma" demektir- orada yazdı ve orada öldü. Atina'ya vardığında kitabı yazmamıştı, çünkü o zamanlar okuyucu sayılacak bir okur yazar kitlesi yoktu. 


Yazmaktan ziyade söylemek vardı, yani tiyatro. Tiyatronun gelişmesi kitap yokluğundandır. Herodot başlangıçta kitabını okunmak için değil, hikâye diye anlatılmak için yazmıştı, birçok hikâyemsi parçaları yapıtına onun için katmıştır. Bu masallar arasında Atinalı Solon'un, Lidya Kralı Krezüs'le (Kroisos) karşılaşması vardır. Bu masal Krezüs'e karşı Solon'un şahsında güya Atina ve Atinalıların üstün uygarlığını gösterir. Bu masal Herodot'un birinci kitabında yer aldığına göre Atinalıların nabzına göre verilen şerbetlerden saymak gerekir. Herodot çoğu masallarına şöyle başlar; "böyle diyorlar, ama ben sahi olduğunu sanmıyorum” ya da "böyle anlatıyorlar, ama gerçek mi değil mi bilmiyorum." Ama Solon'un Krezüs'le karşılaşması masalına böyle bir tümceyle başlamaz. 


Masalın özeti işte: - Solon, Krezüs'ü ziyaret eder. Krezüs ona birkaç gün sarayının zenginliklerini gösterir. Krezüs, kendisinin dünyanın en mutlu adamı olduğunu sanarak, Solon'a dünyanın en mutlu adamının kim olduğunu sorar. O da Hammurabi zamanından kalma "Fazilet iyidir, mefsedet kötüdür" yollu hikmetlerden -bir gömlek daha akı- ukala dümbeleklerine girişir. "Atinalı filan feşmekân vardı; çalıştı, çocukları, torunları oldu, sonra yurdu uğruna öldü, işte o en mutlu adamdı" der. Krezüs, "Eee, ikinci mutlu adam kimdi?" diye sorar. Solon, yine bir sürü uzun sakallı palavralar döker. Sıra üçüncüsüne gelir. O da öyle. Varılan sonuç şudur: İnsanın mutlu olup olmadığı, ömrünün nasıl sona erdiğine bağlıdır. Krezüs bu dersini alır. Günler gelir geçer, günün birinde Krezüs, Iran İmparatoru Kirus'un (Kserkses) tutsağı olarak, diri diri yakılmak üzeredir. Krezüs; Solon'u hatırlar, içini derin derin çekerek, "Solon! Solon!" diye seslenir. Kirus, Krezüs un niye öyle acı acı seslendiğini merak eder, Krezüs'ü önüne getirtip sorar. O da masalı anlatır ve Kirus kendi sonunun ne olacağını bilmediği için Krezüs'ü akıl hocası bir dost diye yanında alıkoyar.


Bu masal tarihsel bir gerçek olarak yüzyıllar, hatta bin yıllar boyunca gene ve gene tekrarlanmıştır. Plutark da masalı Herodot’tan kopya eder. Masal batıda kuşak kuşak çocuklara okutulup, Hellen hikmetinin derinliği övünülegelinmiştir. Oysa İranlılar ateşe taparlardı, ateşte yemek pişirilmezden önce bir sürü dinsel ayine başvururlardı. Perslerce özellikle ateşte insan yakmak, affedilmez günahların en büyüğü sayılırdı. Persler de insan yakılmayacağını, pekâlâ biliyordu. Hele son yıllarda Krezüs'le Solonun doğum ve ölüm tarihleri anlaşılınca Krezüs'ün Solon ile karşılaşamayacağı meydana çıkmıştır.


Masal Herodotça Atinalılara hoş görünmek için Atinalılardan alınma bir masaldı. Son yazılan kitaplarda -Bury'nin Yunanistan tarihinde- Atinalıların güzel masal uydurmadaki hayal güçleri alabildiğine övülür. Herodot "Historiya'sının sonuna doğru -sekizinci kitabında- Salamis deniz savaşında Kirus’un müttefiki genç ve güzel Halikarnas Kraliçesi Birinci Artemisia'nın kendi filosunun amirali olarak kendi filosuna kumanda ettiğini yazar. Atinalılar bir kadının kendilerine karşı savaşmasını erkekliklerine hakaret saydıkları için kraliçeyi diri olarak tutana dünyalar kadar para vaat ederler. Güneybatı Anadolu o zamanlar Grekçe konuşuyordu. Kraliçe doğal olarak kendisini Yunan kültürüne ait sansaydı, Yunanlılardan yana geçerdi ve Atina'da büyük saygı görürdü. Geçmedi. Sonuna dek savaştı. Filosunu tüm kurtardı, Halikarnas'a (Bodrum) döndü. 


Herodot, Artemisia'nın tedbirliliğinden, sakıncalı bir durumu realist bir görüşle değerlendirdiğinden büyük hayranlık ve saygıyla söz eder. Ama batılılar Herodot'un Artemisia'dan yana dil kullanışını, kendisinin Halikarnas'lılığına ve yurtseverliğine verirler. Bu tarihsel parçanın sekizinci kitabında yazıldığına göre, Atina'daki konuşmasında bundan söz etmediğine ve bunları Sicilya'da kitabına koyduğuna emin olabiliriz. Batıda son günlerde, milyonlarca dolar harcanarak, Kserkses'in Yunanistan'daki savaşlarına ait filmlerde, Artemisia Kserkses'e sulu sulu yaltaklanan bir orospu olarak gösterilmiştir. Oysa filmin- hazırlanmasında birçok anlı şanlı tarihçilere başvurulmuştu.


Herodot'un "Historiya"sı doğal olarak bir sürü yanlış bilgilerle doludur. Bunlardan başka, yüzyıllar süresince, yapıta yabancılar tarafından birçok şeyler eklenegelmiştir. En dikkatli çevirilerde, kimi tümceler ve bilgiler hakkında "sonradan eklenmiştir" denilmektedir. 


Salamis savaşı hakkında denilir ki, Kserkses'in savaşı oturup seyredebilmesi için, "Megara"da bir dağın tepesinin taşları taht şeklinde yontulmuştu denir. O taşın Kserkses için yontulmadığı ve çok eskiden beri oyuk olarak orada bulunduğu ve ona Pelops'un tahtı denildiği anlaşıldı. İzmir'de Sipylos (Yamanlar) Dağında Pelops'un tahtı denilen bir oyuk taş daha vardır. Pelops, Peloponez'e adını veren eski Anadolulu kahramandır. Bu efsane karanlığıyla birçok gerçekleri gizlemektedir. Herodot Karabel'deki Hitit kabartması hakkında da "bir Mısırlı Firavun" der. Bunları buraya not etmekteki amacımız lehçeler için söylenenlerin pek bel bağlanacak gerçeklerden olmadığına işaret etmektir. Nitekim Herodot lehçeleri anlatırken konuyu Arap saçına benzetir ve sonunda sorunun içinden çıkamaz. Anlatışını, bütün çapraşıklıklarıyla Türkçeye çevirip aşağıda sunuyoruz.


...Ve sonunda öğrendi ki; Lakedemon'lar (yani Ispartalılar) Don ırkının, Atinalılar da İyon ırkının en üstünleri idiler. Çünkü bunlar başlıca ırklardı. Biri eski zamanda Pelaj, öteki de Grek idi. Biri yurdundan hiç aynlmadı, öteki çok uzaklara gitti. Çünkü Kral Deukalion gününde onlar Etiya topraklarında yaşarlardı ve Hellen'ln oğlu Dorusun gününde Olimpos ve Ossa'nm altındaki topraklarda otururlardı. Oraya Hestiotis denilir. Onlar Hestiotis'ten Kadmos aşireti tarafından sürülünce Pindos'ta yerleştiler. Ve onlara Mesedne'li denildi. Oradan yine Driyopis'e uğradılar. Sonraları Driyopis'ten Peloponez'e geçtiler ve Doryalı denildiler. Ama Pelajlar hangi dili konuşuyorlardı? Bunu kesin olarak söyleyemeyeceğim. Ama, günümüzde Pelajlardan kalanlar ki; onlar Tirenlerin üzerindeki Kreston şehrini kurdular. (Ki onlar bir zamanlar, şimdi Doryalı denilen halkın komşuları idiler. O sıralarda ki, onlar Tessalyotis denen yerde idiler.) Hem de o, Pelajlar ki; Çanakkale'de Slaçe ve Plaçiya şehirlerini kurdular. (Bunlar Atina ve Pelaj olan ve sonra adlarını değiştiren bütün öteki şehirlerin hemşehrileri idiler.) Bunlardan anlaşılıyor ki, Pelajlar barbar bir dil konuşuyorlardı. Eğer Pelajlar bunlar gibi idiyseler, öyleyse Atinalılar ki, Pelaj ırkındandırlar, Grekliğe dönünce, yeni bir dil öğrendiler demektir. Çünkü Kreston ve Pelajyalılar bugünkü komşuları ile aynı dili konuşamamaktadırlar. Ama birbirleriyle aynı dildendirler. Ve oraya geldikleri zaman getirdikleri dile sıkı sıkı tutunmaktadırlar. Ama bana öyle geliyor ki, Grek halkı başladığından beri her zaman aynı dili kullanmıştır. Ama şu var ki, Pelajdan ayrıldıkları zaman dilleri zayıftı. Ve küçük bir başlangıçtan, büyük bir kalabalığa çoğaldılar. Çünkü onlara barbar uluslar katıldı. Bunların arasında sandığıma göre Pelajlar da vardı (-Herodot, Birinci Kitap, 54-58).


Herodot'un Spartalıları Hellen, Atinalıları Pelaj saydığı, kitabının burasından ve başka yerlerinden anlaşılıyor. Pelajlardan başka sık sık Karyalılardan ve Legellerden söz edilir. Herodot, kitabının başka başka yerlerinde Greklerin Pelaj, Pelajların Karyalı, Karyalıların Legel, Legellerin Pelaj ve Pelajların Grek olduklarını yazar. Strabon Frigya (Anadolu'nun boylu boyunca kuzey yanı) ile Misya (Anadolu'nun Bergama dolayları) halkını anlatmaya çalışırken, halk arası karışımına şaşar. (1-4, VI1-XII)


Kan karışımını gösterdiği için Herodot'tan şu tümcelerini de alalım: "Hatta onlar ki; Atina belediyesinde üyelik etmişlik iddiasındadırlar ve kendilerini kişizade sayarlar. Beraberlerinde zevce getirmediler, erkeklerini öldürdükleri Karya kadınları ile evlendiler. Bu nedenden ötürü, kadınlar kendi aralarında bir yasa yapıp, and içtiler ki; birbirlerini ve kızları, kocalarını kendi adlarıyla çağırmayacaklar ve onlarla birlikte yemek yemeyecekler. Çünkü onlar, babalarını, kocalarını ve oğullarını öldürmüşlerdi" (Birinci Kitap, 146-150).


Karyalılara karşı savaşılarak Anadolu'nun Greklerce işgali -yerinde tartışılacağı üzere- bir Atina uydurmasıdır. Herodot soy karışımına kitabının birçok yerinde değinir. Herodot'un ünlü Anadolulu düşünürü, Milet'li Thales hakkında şunları yazar-, "...Ama İyonya yenilmezden önce, Fenikeli ırkından olan Thales çok faydalı şu öğütte bulunmuştu, İyonyalıların hep bir mecliste toplanmalarını ve o toplanma yerinin İyonya'nın ortasında olan Teos'da (Sığacık) olmasını... (Birinci Kitap, 168-170). 


Thales'in Fenikeli olduğu ve İyonyalıların -Atina'dan hiç söz yok- Teos'ta toplanması, dikkate değer bir noktadır. Herodot Grekçe konuşmayanlara "barbar" der. Ama bu sözcüğü horlamak için kullanmaz ("barbar" sözcüğü "varvar" okunur. Tıpkı Türkçede "vırvır" sözcüğü gibi. Yani yabancı bir dilde "vırvır" eder, dermiş gibi). Herodot barbar saydıklarını çoğu kez uygarlıkta Greklere eşit görür. Kimi yol barbarları hor görürse, nedeni, bir süre Atina'da kaldığındandır. Çünkü Yunanistan hep hor görmüştür Anadolu'yu. Örneğin, Anadolulu "Kime" (bir kültür merkezi idi) şehir halkını tahkir için onlara "sizin tarihiniz bile yok." dediler. Kimelller de, "savaşmadık ki tarihimiz olsun!" diye cevapladılar. Bütün Anadolu çok haklı olarak aynı cevabı verebilirdi. (Anadolu’nun Sesi)




Halikarnas Balıkçısı
Hey Koca Yurd
SPARTA USULÜ

Hellenistan'da Sparta'lılar Hellen sayılırdı. Bunlar, savaşta yendikleri Messenia halkının hepsini de köle saydılar. Onları en murdar, en alçaltıcı işlerde kullandılar. Üstelik köle olarak yaşayıp öleceklerini unutmasınlar diye, kısa aralıklarla, pek acıtıcı kamçı vuruşlarıyla sıra dayağına çekerlerdi onları. "Helot" denilen bu köleler çoğolıp başkaldırmasınlar diye de iki üç yılda bir, sürüler halinde öldürülürlerdi. Şöyle:

Öldürülecek adam, tekmeyle dizüstü çöktürülürdü. Onu öldürecek Sparta'lı kahraman, kölenin sırtına dizini bastırırdı. Sol eliyle kölenin saçlarını kavrar öldürülecek kölenin başını arkaya çekerdi. Böylece öldürülecek adamın gırtlağı tamamen açılırdı. Kahraman, sağ elinde tuttuğu bıçakla adamın gırtlağını keser, başını gövdesinden ayırıp yere atardı. Bir yandan da kanlar içinde can çekişerek debelenen gövdeyi tekmelerdi. Helot’ların moralleri onca bozulmuştu ki, bu hale başkaldıran yoktu. Sparta usulü köle kullanmak buydu. Atina usulü de bundan pek farklı değildi.

Hellenistan uygarlığı (Atina-Sparta Uygarlığı tamamıyla kölelik üzerine kuruluydu), derebeyliğinden şöyle böyle sıyrılınca, orada zengin, toprak sahibi ya da tüccar "oligarki"sinin borusu ötmeye koyuldu. 400.000 nüfuslu Atina kentinin seçimlerde oy verme hakkına sahip özgür hemşehrisi, yalnız elli bin kadar oligarktan ibaretti. Köleler ise iki yüz elli bin kadardı kentte. Bunlardan başka, Atinalıların "Liman haytaları” dedikleri ve Atina'nın deniz ticaretini yürütenler vardı. Oligark Atinalılardan ve onların "Pire limanının haytaları” diye adlandırdıkları zavallılardan, Atina'da oturanlara "Metiokos” deniliyordu. Bunların siyasal hakkı hiç yoktu. Toprak sahibi olamazlardı, ev-bark sahibi bile olamazlardı. Erkek! iseler, bir Atinalı kız ya da kadınla evlenemezler; kadın iseler Atinalı bir erkeğin eşi olamazlardı. Çoğu Anadolulu olan bunların kadınları ancak Heteir (bir çeşit metres ya da orospu) olabilirlerdi, örneğin, anlı şanlı Perikles, Anadolulu, 'Miletos’lu Aspasia ile evlenebilmek için Atina yargıçlarının önünde hüngür hüngür ağlayarak yalvarıp yakarmak zorunda kalmıştı.

Anadolulu Teos’lu (Seferihisar’lı) Protogoras ile yine Anadolulu Klazomenaili (İzmir’in Kilizman köyünden) Anaksagoras, Atina’da kaldıkça ‘Metiokos'tular.

Spartalılar gibi, Atinalılar da, tekmil savaş tutsaklarını köle edinirlerdi. Atinalılarca, Atinalı olmayan insan, aşağı çeşitten bir yaratık sayılırdı. Bundan dolayı, onlarca Atinalı olmayan insan, doğal olarak köle yaratılmıştı. En insancıl duygulu Atinalıların kanısı işte bu idi. Hatta filozof Aristoteles bile bu kanıdaydı ve bu kanısını yapıtlarında kesinlikle açıklardı. Böyle düşünüp inanan yalnız o değildi. Socrates’le Platon da aynı fikirdeydiler. Buna inanılınca da Atinalı olmayan herkes doğal olarak Atinalıların kölesi olmak için yaratılmıştı. Atina’da bir köle yargıç karşısında tanıklık etmeye çağrılınca, yalancı tanıklık etmesin diye, kendisine pek acı işkenceler edilirdi.

Atina’da üç çeşit köle vardı. Birinci çeşit: Oligarkların aile köleleriydi; bunlar üçten on beş-yirmiye kadar olabilirlerdi. Ev işlerini görürlerdi. Öyle ya, Atina’nın hür hemşehrisi, bütün aklını devletin ciddi işlerine vereceğine, kölesizlikten, yemek pişirip bulaşık yıkamakla mı uğraşsın? Köleler, zaten böyle pis işleri görmek için yaratılmışlardı. Oligark filozof —örneğin Platon— değişmez ve ebedî metafizik gerçekleri düşüneceğine evinin lağım çukurunu boşaltmakla mı uğraşsındı? Bu köleler zaten köle olarak yaratılmışlardı. Domuzluk edip de emir dinlemezlerse basardın kamçıyı gözlerini patlatana dek!

İkinci takım köleler, yapımevlerinde ve madenlerde, özellikle Atina’nın Laurion’daki gümüş madenlerinde ve endüstride çalıştırılan kölelerdi. Bunları emakçi saymalı. Bu madenlerde kullanılan köleler Sparta’nın Helot kölelerinden çok daha kötü
koşullar altında eziliyorlardı. Kimi Atinalının bin kölesi vardı. Gerekince bunları, belirli süreler için, başka Atinalılara kiralayabilirdi.

Üçüncü takım köle de devletin köleleriydi; belediye işlerinde kullanılırlardı. Köleler makine yerini tutuyorlardı, üstelik çok ucuzdular. Atina'nın köle bolluğu dolayısıyla ve batıklarca Hellen uygarlığı sanılan Sokrates, Platon, Aristoteles filozof üçlüsünün yaydığı mistik ve metafizik düşünce akımından ötürü insanoğlu, bin yılı aşkın bir sürede fen ve icattan, yani Anadolu'nun düşünce akımından uzak kalmış ve Copernicus ile Galileo zamanına dek karanlıklar içinde debelenmiştir.

Köle alım satımlarının merkezi Atina idi. Orada haraç mezat satılan, her ulustan kölelerin kaça satıldıklarını gösteren listeler bulunmuştur. Aynı yaşta ya da güzellikte olan erkek-dişi Anadolulu, İonyalı, Karialı ve Suriyelilerle Filistinliler, başka ulusların yerlilerine oranla daha yüksek fiyatla satılıyorlardı. Isa'dan Önce 5. ve 4. yüzyılda Anadolulu kölelerin önemli bir kısmı, Atina köle piyasasına şu yolda sürüklenip getiriliyorlardı: Batı Anadolulular. 

Pers saldırısı karşısında —Mısır'dan yardım isteyemezlerdi ya— ancak Hellenistan'dan yardım isteyebilirlerdi. Bu Pers tehdidi ortadan kalktıktan sonra, Pers saldırısının tekrarlanmasını önlemek için Atina ile Anadolu ve Anadolu'ya yakın adaların devletleri, daha doğrusu kentleri bir Delos Devletler Birliği kurdular. Bu birliğin üyesi olan Anadolulular, birliğe, tayfasıyla birlikte şu kadar savaş gemisi verecekler, gemi veremeyenler de para vererek yardım edeceklerdi. Böylelikle, Anadolulu birlik üyeleri, bağımsızlıklarını tüm koruyacaklardı. Birliğin başkanı olan Atina (nedeni sonradan görüleceği gibi) üyelerin gemi yerine para vermelerini yeğliyordu. Üyeler de gemi yerine para verme yolunu seçiyorlardı. Çünkü gemide tayfa olunca, yurtlarından uzak kalıyorlardı.

Birliğin parası Delos’ta, birlik başkanı Atina’nın muhafazasında idi. Vakta ki (Ne zaman ki -SB) Atina İmparatorluk oldu; Atina bahaneler uydurarak, "Müttefikler"i birlik üyelerinin para yardımlarını —düpedüz Türkçesi vergileri— artırıyordu. Üyeler mırın kırın etmeye başlayınca da onların sızlanmalarını susturmak için, kentlerine Atinalı bir garnizon dikiyordu. Sparta emperyalizmi ile Atina emperyalizmi arasında Peloponessos savaşı çıkınca kimi Anadolulular Atina'ya isyan ediyorlardı. İsyan bastırılınca bu Anadolulular köle olarak Atina’da satılıyordu.

Birliğe verilen paralar "Delos Hâzinesi’’ diye Delos'ta saklanırken, Atina, hâzineyi Atina'ya taşıdı ve onun bekçiliğine Tanrıça Athena atandı. Bu kez Anadolu kentleri, verdikleri vergiden başka, bir de Tanrıça Athena’ya bekçilik parası vermeye zorlandı. Bu da yetmedi; Delos hâzinesi (büyük çoğunlukla Anadoluluların parasıyla) iyice şiştikten sonra, Atina kenti ona tüm olarak elkoydu. Anadolu parasıyla Akropol’deki Parthenon Tapınağı, başka tapınaklar, birçok yapı ve anıtlarla Atina kenti süslendi.

Emekçilik ve emekçilerle sıkı sıkıya bağlı olan kölelik hakkında Anadolu, Atina ve Sparta'nın anlayışları arasındaki büyük fark belirtilmiştir. Oysa, ilkçağın birbirine zıt bu üç varlığı batılılarca, "Hellen" etiketli bir torbanın içine, hep birlikte tıkılır.





H.B. "Düşün Yazıları"

Lukianos Samosata’lıydı, Samosata şimdiki Samsat’tır*. Urfa’nın kuzey-batısında. Ona, yani Lukianos’a küfürbaz diyorlardı, çünkü Diyaloglarında tanrılarla alay eder. Yalnız, «Tarih nasıl yazılmalıdır» adlı kitabında şöyle yazıyor:


 / Tarihçinin korkunç ve ayartılmaz bir adam, açık sözlü bir gerçek savunucusu olmasını dilerdim; güldürü ozanının dediği gibi incire incir, kılıca kılıç demekten çekinmemesini, kin ya da tutkudan arınmış, acımasız bir nesnellikle davranmasını, ne çekingen ne utangaç tarafsız bir yargıç olarak her iki tarafa da, iyi niyetle eğilip herkese hakkını vermesini, yazılarında ülke ya da kent diye bir şey tanımayıp, hiç bir güç karşısında boyun eğmeyip, hiç bir krala önem vermeyip, şu ya da bu adam ne düşünecek diye aldırmayarak olayları oldukları gibi yazmasını dilerdim.

Bu satırları hemen hemen iki bin yıl önce yazan adam, nabza göre şerbet vermeli denilen Türkiye’de doğdu.... 

Halikarnas Balıkçısı...




*Samsat - Adıyaman, Kommenege Krallığına başkentlik yapmıştır.



__________
__________


Alfabe Atina'dan önce Anadolu'da Kullanıldı



Halikarnas Balıkçısı "Düşün Yazıları"


/ İonya fonetik harflerle yazıp okumayı nefs Yunanistan’dan (yani Yunanistan’ın kendisinden) iki asır evvel biliyordu. Hatta Solon okuma yazmayı Anadolu’dan öğrendi. Binaenaleyh mutlaka metin vardı, fakat hasır altı edildi. / ["İlyada Destanı" metninden bahsediyor-SB]


Gilbert Murray’in «Five Stages of Greek Religion»ninde şöyle deniyor: «Barbarlar» sözcüğüne iki destanın hiçbirinde rastlanmaz. ‘Barbarophonoi’ (yani barbar ötüşlü) katışık sıfatı bir kez B 867 (yani İlyada’nın II. bölümü, 867’nci dizesinde) görülür, ama bu sözcüğün de bu dizeye ne zaman konulduğunu kim bilebilir?


/ Yani bu söz sonradan konulmuş olabilir. Bu şüphe Homeros’un metnine Pisistratos zamanında birçok şeylerin eklendiğini ve birçok şeylerin çıkarıldığını gösterir. Yine Gilbert Murray aynı kitapta /


«It seems to have been under Pisistratus that the Homeric Poems in some form or other came from tonia to be recided in a fixed order at the Panathenaic Festival, and to find a canociall form in Athens till the end of the classical period.»

(Öyle anlaşılıyor ki Homeros destanları Pisistratos zamanında lonya’dan herhangi bir şekilde gelmiş ve Panathenaia bayramlarında belli bir sıraya göre söylenerek Atina’da klasik dönemin sonuna dek belli kurallara göre saptanmış bir biçim almıştır.)


/ Burada «in some form or other»dan maksat, Homeros’un yazılarına kendinin saptadığı biçimle okunmadığını gösteriyor. Zaten «a fixed order»den bu order’i saptayan Homeros değil, Pisistratos idi. Orada, yani Atina’da bu destanlara bir «canonical form» veriliyor. Gilbert Murray başka bir kitabında, yani «Greek Studies»inde (sayfa 10) şöyle yazıyor:


/ «Anexpurgation of Homer did occur, but it was an expurgation of cruelties or barbarities.» 
(Homeros’un eserlerinde bir temizlemeye gidilmiş, fakat temizlenip atılan yerler zalimce ve barbarca davranışları dile getiren parçalardı) /


Kimin «crueltios» ya da «barbarities»lerini çıkardılar? Kendi Akhaların mı, yoksa Troyalıların mı? Bittabi kendi Akhaların ...


/ Bu şiir zenginliği kime aitti? Akhaların mı? Ki onlarda öyle bir şey yoktur, yoksa bu şiir zenginliği Homeros’un mensup olduğu eski Ege ve Anadolu kültürünün müydü? Bittabi Anadolu kültürünün idi. Yoksa Homeros Mykene ve Argos’ta doğar yaşardı yahu! ...


«Ayrıca Pindaros’â değin Atina kaynaklı olmayan her türlü yazında Homeros elimizde bulunandan çok daha büyük sayıda şiirlerin yazarı sayılmaktadır. » / Pindaros I. Ö. 522’de doğdu ve Pisistratos zamanında Atina’ya gitti. Demek ki I. Ö. 522’ de ve daha önce Homeros’un diye tanınan birçok eserler vardı. Şunları da kayd edeyim bari: /


«O, üç tür el yazmasından söz etmektedir : kişilerin elinde bulunan ve Antimakhos ile Rhianos gibi şairlerin ya da Zenodotos gibi bilginlerin şerhlerini taşıyan el yazmaları; Marsilya, Khios, Argos, Sinope gibi Atina dışında birçok kentlerden gelme yazmalar —Atina’dan başka deniyor, çünkü Atina ‘vulgata’ denilen ve en doğrusu sayılıp genellikle kabul edilen el yazması bulunuyordu— ve üçüncüsü gelişi güzel derlenmiş, halkça, avamca yazmalar. Çok dizeli (he polystikhos metinde eski Yunanca olarak yazılmış) metinler bu sonuncular arasında bulunuyordu herhalde.»


/ Bu üç çeşit İlyada Aristarkhos zamanında vardı. Bu adam İ. Ö. 150’de İskenderiye kitaplığının başkanı oldu ve İlyada’lar arasında bir İlyada çıkardı. Kendisi Semendirek adasındandır. Fakat bizim şimdiki İlyada’mız onun onayladığı İlyada değil, Pisistratos’un İlyada’sıdır. Halk arasında yayılmış el yazmalarının «çok dizeli» olması konusuna dikkat etmeli. Şimdi yine bakınız: /


«Pre-îskenderiyeli (yani İskenderiye kitaplığı kurulmazdan önceki) yazarlarda Homeros’tan yapılan alıntılar bu çeşitli el yazmalarının yaygınlığını ve sınırlarını saptamamıza olanak verir. Bunlardan anlarız ki Atina’da bile vulgata yayını İ. Ö. 300 yılından önce iyice yerleşmiş ve yayılmış değildi. Hatip Aiskhines, geniş kültürü olan bir Atina’lı İlyada’da sık sık geçen tümcek ve deyimlerden söz eder ki bunların hiçbiri bizim metinlerde yoktur.»


/ Anadolu’ya kıyas Yunanistan ve Atina’nın geriliği ve barbarlığı yalnız Homeros zamanında ve ondan önceleri değil fakat altıncı asırda da mevcuttu. Bu şimdi vereceğim parça çok önemlidir. Yani Homeros’un Akhaları yadırgaması ve onları hor görmesi çok doğaldır. /


«499 yılı Atina siyasetinde Pan İonik dönemi açmaktadır. Atina İonya’nın metropolü ve koruyucusu olmak rolünü benimser, İon kültürünü özümser ve Yunanistan’ın fikirsel egemenliğini taşımak düzeyine yükselir. Bilim ve yazın, İ.Ö. bu altıncı yüzyılda Miletos’tan Atina’ya göçmüş olsa gerek. İlerde Asya’dan Avrupa’ya o sıralarda göçen büyük adamların ve akımların adlarını vereceğiz. Bir önemli olgu Atina’da İon alfabesinin benimsenmesidir. Özel yazışma da, yazın eserleri de artık İon alfabesi ile yazılmaktadır. Yerli Atina alfabesi ilkel ve biçimsiz bir şeydi, çift sesli harfleri olmadığı gibi sesli harfler arasındaki ayırımı da tanımıyordu. O zamanın İon dili bizim bugün bildiğimiz dilden herhalde çok farklıydı, İ.Ö. 404 yılına dek Atina’da resmî olarak kabul edilmiş değildi, ama Pers savaşları sırasında özel olarak kullanılıyor, konuşuluyordu (bkz. Kirchhoff, Alphabet. ed, IV, s. 92). O zamanları Atina İonya’nın metropolü olmak durumuna girmiş ve İon şiirini de kendi kutsal varlığının bir parçası diye kabul etmişti.»


«Ayrıca Atina’nın yurtsever yayıncılarının ulusal destanı Troyalılar için bir zafer ile bitmesine izin vermeleri de pek akla uygun düşmez. Onu sonradan değiştirmiş olmaları olasılığı çok büyüktür. Üstelik eski İon destanının dili de bizim elimize geçen vulgata metninden de epey ayrı olsaydı gerek. Asıl İlyada yazmasında «attisizm» denilen ve Attika, yani Atina dilinden alıntılar da yoktu.»


1. Homeros’un İlyada ve Odise’den başka eseri yok mu?
2. Bu iki eser değiştirildi mi?
3. Homeros’un sempatisi kimden yanadır?...





En erken yazı sistemi ile İlyada'nın dizeleri resimdeki gibi görünecekti... 
Sağdan sola doğru okunup, iki nokta üst üste ile kelimeler birbirinden ayrılacaktı. 
Tıpkı Orhun anıtlarında olduğu gibi...
"Der anfang der ilias wie er in einer frühen handschrift ausgesehen haben könnte." 
[Traum und Wirklichkeit: Troia. syf.80]
"The beginning of the ilias as he might have looked in an early manuscript."


"Ege Havzası hiçbir zaman bütünüyle Hellenleştirilmemişti"
George Thomson





H.B. "Anadolu Tanrıları"
"İlyada" ilk önce İON lehçesinde yazılmıştı, ki İon kelimesi bile "Grekçe" değildir...




Anadolu'dan Yunanistan'a getirilmiş olan bir iki önemli şey arasında Fenike'den alındığı iddia edilen bir de alfabe vardır. Bu fonetik alfabe ilk önce Anadolu'da kullanıldı. O zaman Yunanistan yazıya şiddetli bir gereksinme duymayacak kadar geri idi. Hatta orası tamamıyla kültürsüz ve vahşi bir yer sayılabilirdi.


Yunanistan'da Hellen bilincinin Anadolu'dan Yunanistan'a geçmesi, İ.Ö. 6.yüzyılda olmaya başladı. Ancak İ.Ö. 560-527 yılları arasında, yani Atina'da Peisistratos zamanındadır ki, Homeros'un eserleri Yunan yarımadasına geçti ve Atina'nın Panathenaia festivallerinde belli bir sırayla okunmaya başlandı. İşte o zaman bu eserler, Atina'da kutsallaştırıldı ve oradan bütün Yunanistan'a yayılarak Hellenik bilinç ortaya çıktı. Bu arada, Anadolu'dan Yunanistan'a geçen Olymposlu tanrılar ile Hellenlerin dini de kurulmuş bulundu. Yukarıdan beri yazılanlardan görülüyor ki, İonlu bilinç, Anadolu'da geliştikten ancak üç yüzyıl sonra Yunanistan'a geçebilmiştir. Herodotos, "Homeros ile Hesiodos, Grek tanrılar hanedanını kurdular, onlara adlarını taktılar, görevlerini ve sanatlarını tayin ettiler" diye yazar ve bu işin kendi gününden (MÖ 430) dört yüzyıl önce olduğunu ekler (Homeros ile Hesiodos bu tanrıları tutup yoktan varetmediler. )


İon sözcüğünün batıya doğru gezisine paralel olarak, Grekçe üzümün, şarabın, incirin ve özellikle de zeytinin adlarının Grekçe aslında olmayıp, birçok dağ, burun ve körfez adları gibi, bir Anadolulu dilin kökünden oldukları anlaşılmıştır.





Delice zeytini, Portekiz'den Hindistan'a kadar vardır. Ama zeytinin, bir besin maddesi olarak kullanılışı, Yunanistan'a Anadolu'dan geçmiştir. Çünkü Homeros, Anadolu'da zeytinyağının, bir tuvalet yağı olarak, hatta yazılarının başka bir yerinde de ilaç olarak kullanıldığını anlatır. Bittabi, bir besin maddesi olarak kullanıldığını yazmaya gerek görmemiştir. Zeytin ağacı, Anadolu'da ve Anadolu'ya ait adalarda boldur, Yunanistan'da ise seyrektir. Zaten zeytin, Yunanistan'a İonya'dan başka bir yerden gelemezdi. Rodos adası İtalya'nın egemenliği altında iken, İtalyanlar İtalya'dan, İtalya delicelerinin üzerine aşılanmış cins zeytin fidanları getirdiler. İtalyanlar ne ettilerse, bir türlü o fidanları tutturamadılar. Bunun üzerine Marmaris ve Bodrum'dan tonlarca Anadolulu delicelerin tohumlarını getirmek zorunda kaldılar (Delicelerin kökleri, hangi toprağın hangisi olduğunu, sınırlar çizen diplomatlardan daha iyi bilir)



Tanrıça Athena'ya ait bir efsane, zeytinin Yunanistan'a nasıl geldiğini ima etmesi bakımından önemlidir. Tanrıça Athena ile Denizler Tanrısı Poseidon, Atina kentinin koruyuculuğu için yarışmaya girişirler. Kente en faydalı şeyi getiren muzaffer sayılacaktır. Poseidon atı, Athena ise zeytin ağacını getirir. O zamanın megaron denilen iki gözlü evlerinin alt odalarında pencere yoktu. O karanlıkta Poseidon'un atını oynatacak değil, kandil yakacaklardı. Zaten Yunanistan'da zeytin, azlığı yüzünden, kutsal bir hal almıştı. Yarışlarda kazananların alınlarına, zeytin dalı çelengi konulurdu. İspanya'da zeytine aceituna (arapça elzeytun'dan) denir. İspanya'da delice Arapların sözcüklerinden önce vardı. Ama zeytinin bu adla anılması, zeytinin İspanya'da bir besin maddesi olarak kullanılması geleneğinin Araplar tarafından getirildiğini gösterir.


Barbar sözcüğü, Grekçe konuşulmayıp da başka bir dilde "vırvır" ya da "carcar" diye lakırdayanlara Greklerce atfedilen bir ad idi.... Ne Homeros'ta ne de ondan bir iki yüzyıl sonra Anadolu'dan Yunanistan'a göçetmiş olan Hesiodos'ta ne Barbar sözüne ne de Hellen sözcüğüne rastlarız. Örneğin, İ.Ö.4.yüzyılda yaşamış olan Herodotos'un eserinde, Barbar sözcüğüne rastlanır, ama bu sözcük orada yabancılara, yani Barbarlara karşı bir küçümsemeyi göstermez. Hatta Herodotos, Barbar dediği yabancıları horgörmek şöyle dursun, onlardan çoğunlukla övünçle söz eder. Barbarları horgörmek geleneği Yunanistan'da ortaya çıktı.


Buraya, şu önemli olayı da kaydedelim: 

Yunanistan’da Atinalı Solon Grek kültürünün Yunanistan'daki ilk temsilcisi sayılır. İ.Ö.6.yüzyılda yaşamış olan bu adam, bir tacirdi ve işlerini görmek üzere Anadolu'ya gidip gelirdi. Anadolu'da yazı yazmasını öğrendi ve gene Anadolu'da gelişmiş sosyal kurumları gördü. Anadolu'da öğrendiği İon lehçesinde şiirler yazdı. Ama şiirlerini, kendisinden önce gelen Midilli Sappho ya da Paroslu Arkhilokhos gibi ozan olduğu için değil, o devirde yazı, manzum olarak yazıldığı için yazdı. Yoksa Solon yüz yıl sonra geleydi, mutlaka nesir olarak yazardı. 


O devirde toprak zenginlerin elinde idi. Halk zenginlere ait toprakları - ürünün altıda birini alarak - işliyordu. Bu pay geçimlerine yetmediği için, zenginlere borçlanıyor, borçlarını ödeyemediklerinden dolayı da haraç meza köle olarak satılıyorlardı. Solon o sıralarda okuma yazma bilen dünya görmüş bir adam olduğu için, arkhon (kanun yapıcı hakim) seçildi. Arkhon'ların göreneği, o mevkie seçilince, zenginlerin topraklarını - eksiltmeden - muhafaza edeceğini ilan etmekti. Solon böyle bir söylevde bulunmadı. Bütün borçları keenlemyekun (yok) saydı; bundan dolayı da satılarak köle olmuş olanlara özgürlüklerini geri verdi. Solon'un bu ıslahatına kurtuluş denilerek şenlikler yapıldı. Solon kanunlarına göre, kimse borçtan dolayı köle olamazdı. Yunanistan'daki yeygi değerleri yükselmesin diye de yeygi ihracatı yasak edildi. İşte bu kanunlar bir sürü noksanlarına karşın, Yunanistan'ın demokrasiye doğru ilk ilerleyişi sayıldı.



Halikarnas Balıkçısı
ANADOLU TANRILARI

Hera sözcüğü Grekçe değildir.
Poseidon sözü Grekçe değildir.
Apollon sözcüğü Grekçe değildir.
Artemis sözcüğü Grekçe değildir.
Aphrodite sözcüğünün Grekçe olmadığı anlaşılmıştır.
Hermes sözcüğü de Grekçe değildir.
Ares'in adı da Grekçe değildir.
Hephaistos, bu tanrının adı Grekçe değildir.
Athena sözü Grekçe değildir.

"Homeros ve Hesiodos bu tanrıları yoktan varetmediler. Bunlar "Olympos'lu" olarak adlandırılırlar. Gök tanrılardır, çünkü, dağların dorukları göğe en yakın noktalardır. Olympos, Minoen Giritçesinden bir sözcüktür, "dağ" anlamına gelir. Küçük Asya'da 20‘den fazla, Hellas'ta (Tesalya'da) bir ve Kıbrıs'ta bir Olympos vardır. Ancak Homeros, Olympiadağı için bir yer belirtmemektedir. "Birçok doruğu olan, bulutların altında, tanrıların havayı soludukları bir dağ" demektedir Homeros."
H.B."Altıncı Kıta Akdeniz"










"Alfabenin toplam 29’dan “Hellence’den alınmıştır”denilen 19 harfi de, Hellence’de yazılan Fenike kopyası harflerden farklı olarak, M.Ö. 402’de Atina’da Hellen dünyasına ortak bir alfabeye dönüştürülen, özgün Milet alfabesinin bir ürünüdür çünkü. Ve onların Atina’dan göçle gelmedikleri, yarattıkları uygarlık gibi Anadolu’da yerli oldukları görüşünün artık eskiçağ biliminin gündemine oturmaya başlaması, eskiçağ biliminde konulara tek yanlı “Hellas/Atina” önyargısıyla değil, “Anadolu/Milet” seçeneğiyle de çok yönlü yaklaşımın doğal sonucu olarak şaşırtmamalıdır."

"Eskiçağ Bilimi’nin yüzelli yıldan buyana “Hellenliğini” sorgulama gereği bile duymadığı bir uygarlığı kendi “Anadolu”köküne bağlamanın kolay olmayacağı belliydi. Çünkü Anadolu arkeolojisinin dünyaca tanınmış saygın adı Akurgal ayrıca doktora çalışmasının bağlığına taşımıştı Lykia sanatının “Hellenliği”ni, “M.Ö. 6.yüzyıl Lykia Yunan Kabartmaları” diye. Karşı bir görüşü öncelikle kendi halkımıza inandırmak kolay olmayacaktı. Ayrıca, bir taraftan İonlar bağlamında, “sanatı ve kültürü Doğu/Anadolu olan ve Anadolu mayasıyla yarattıkları Batı Uygarlığı’nı Ege’nin batı yakasındaki ‘anayurda’ aşılayan sömürgeciler Atinalılar’dır, çünkü yazı ve dil Hellence’dir” denecekti. 

Öteyandan, her nasıl oluyorsa, “yazısı ve dili yerli olan” bir halkın, Lykia’nın, uygarlığı da “Hellen” olabilecekti, çünkü bu kez “sanatları Hellen etkili” olacaktı. Karşıt iki gerekçeyle aynı hedefe varabilme mucizesini(!) içeren bu görüşler Batılılar gibi Akurgal’ındır da. Bir uygarlığın kimliğini yazı ve dil mi belirler, yoksa sanatın, düşüncenin niceliği mi?; bunu anılan mantık temelinde anlayabilmek mümkün değildir. Anlaşılan tek şey, Batı Anadolu’daher uygarlığın her durumda mutlaka “Hellen” olması gerektiğidir (!). 


Acıdır ki genç kuşak eskiçağ bilimcilerimiz de Lykia’da Hellen etkisini yazı temelinde görme kolaycılığından sıyrılamamış; yerli yazı yerine Hellence’nin toplumun iradesi dışında, Makedon İskender buyruğuyla yazdırıldığı unutularak ve bunu arkeolojik bulgularla birlikte değerlendirme gereği bir yana bırakılarak, bu etkiyi “Pers egemenliği altında çift dilli yazıtlarda fark etmeye” dek indirgemişlerdir. Sanki resmi dili ve yazısı Farsça olan Selçuklu Türkleri, bununla “Persleşmiş”lerdir!!!





Prof.Dr.Fahri Işık'ın da dediği gibi:
"Uygarlık Anadolu'da Doğdu"



15 Aralık 2015 Salı

Anadolu Athena'sı Üzerine







"Büyük Ana'nın Hellen kültürünün oluşumunda koyduğu çok önemli katkılarla pay sahibi olduğu bir gerçektir. Çünkü Hellen pantheonunun büyük tanrıçaları : Hera, Demeter, Aphrodite, Athena, Artemis ve ikinci dereceden diğer tanrıçalar, tümü Hellen öncesi kültür katmanından kök salarlar ve Büyük Ana'nın özelleştirilmiş görünüş biçimlerini oluştururlar. Bu Hellen tanrıçalarının adları da kısmen Hellen öncesi dillerden gelmedir. Örneğin Athene adının oluşumunu Leukophryene, Steunene, Kyrene ve benzerleri gibidir, Hellence değildir. (1)

Ege'nin doğu kıyısında Troas'dan ve Aiolia üzerinden İonia'ya kadar birçok yerleşimde, İlion, Assos, Pergamon, Phokaia, Erythrai, Smyrna, Kolophon, Priene ve Miletos kent tapınakları Athena'ya adanmıştı.

O'nun Anadolu kökeninden anlaşılıyor ki sözde "Hellen sömürgesi" kıyı kentlerinde kent tanrıçası olarak en büyük saygı gördü diye ATHENA HELLENLEŞTİRİLEMEZ.

Onun kutsal alanları da "İlion kaynaklı bir geleneğe dayanıyorsa" eğer, Batı Anadolu'daki kültleri "MÖ.11.yüzyıl Aiol ve İon sömürgecilerin kuruluşları" olamaz; kült yontuları, Hellen göçmenler tarafından kendi ata yurtlarından birlikte getirilmiş olarak da tanımlanamaz. Özü nedeniyle Athena kült heykeli de tıpkı Samoslu Hera, Ephesoslu Artemis ve Aphrodisiaslı Aphrodite'nin özünde olduğu gibi, yani "Anadolu Bacıları"nın özünde, Anadolu Büyük Ana'sının özgünleşmiş ayrı bir biçimini oluşturur.

Athena Nikephoros uzun ve kemerli bir peplos giymiştir; başında üzerine çarşafın geçirildiği sivri ve uzun bir polos taşır, boynunda, takılar asılı bir zincir, göğsünde, ortadakinin büyüklüğüyle vurgulandığı yedi küreli bir pektoral sarkar ve bir de aegis'i vardır. sağ elinde Nike, sol elinde yedi budaklı bir zeytin dalı tutmakta ve her iki elinden aşağıya ayrıca birer düğümlü yün ip sarkmaktadır. Kollar dirsekten üstte, bedene sıkıca yapışırken, aşağı kesimde iki yana açılır. Sol bacağına bir kalkan yaslıdır.

Tıpkı Athena Ergane resminde olduğu gibi, Anadolulu vasfı besbelli ortadadır. Bu gerçek, bilim dünyasında herkesçe kabul görmüştür ve Ephesoslu Artemis'in etkisi altında ortaya çıktığı kuşkusuzdur. Çünkü polos, gerdanlık, geniş kemer, "göğüs biçimli" nesneler ve her iki elden aşağı sarkan düğümlü yün ipler- değişik şekillendirilmiş olsa da- esasta Artemis Ephesia resminin de içeriğinde vardır ve onun beliryeci vasıflarrnı oluşturur. Sonuçta bunlar, Eski Anadolu'nun Büyük Tanrıçası'na özgü temel biçimlerdir. Athena Nikephoros'un konik biçimde sivriltilmiş uzun tanrısal başlığı Assoslu Athena Ergane'de de vardır, ve Anadolu Ana Tanrıçası'nın giydiği başlık tipinden sürer geleneğini.


Prof.Dr.Fahri Işık.
"Uygarlık Anadolu'da Doğdu"
İlion Athena Ergane'si ve Pergamon Athena Nikephoros'u ışığında Anadolu Athena'sı Üzerine
(1) C.Bosch, Das anatolischhe in der Geschichte II Türkischer Geschichtskongress, Ankara,1937.6.M.P.Nilson'a göre de, Geschichte der griechischen Religion I,1992; "ad olarak Athene -ene ile sonlanan kelime kümesine aittir ki bunlar genellikle yer adlarında oluşur ve büyük olasılıkla Hellen öncesi zamandan kaynaklanır"


"Athena ismi Yunanca ile açıklanamamıştır." -(Mircea Eliade-Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi 1)


"Athena adının kökeni bilinmediği gibi, Pallas'ın kaynağı da tartışma konusudur." - (Azra Erat-Mitoloji Sözlüğü)

not: 
Assoslu Athena Ergane'nin resmini bulamadım, bulursam eklerim.SB



Efesli Artemis


Kaunoslu Artemis - Anadolu Bacıları









12 Aralık 2015 Cumartesi

Polyksena Lahdi'nin Anadoluluğu



MÖ.520- 500 yıllarına tarihlenen lahit Truva kralı Priamos'un kızı Polyksena'nın kurban edilmesini anlatır. Anadolu'da bugüne kadar bulunan figürsel anlatımlı lahitlerin en erken örneğidir. Üzerine toprak yığılmadan önce lahit çatı kiremitleri ile kaplanmıştır. 1994 yılında Gümüşçay Beldesi'nde Kızöldün Tepesi Tümülüsü'nde bulunmuştur. Çanakkale Arkeoloji Müzesi'nde olan lahit 20 yılda tamamlanmıştır.


Polyksena Lahdi 
MÖ.520-500 
Kızöldün Tümülüsü - Çanakkale



Polyksena Lahti'nin İon ya da Anadoluluğu


Troas Bölgesi'nin doğusunda, Granikos Irmağı kenarındaki Kızöldün Tümülüsü'nde ele geçen muhteşem taş lahit, tanıldığı 1996 yılından beri arkeolojinin ilgi odağında olmuştur. C.Reinsberg 2001 yılında yayınladığı makalede, biçem ve-kanımca-biçimde de İon yaratıcılığının ürünü olan bu yapıtı çok özel vasıflara çok yönlü olarak değinmiş ve genelde onaylanabilir önemli sonuçlara ulaşmıştır.

Buna göre: Lahit, bence salt düşünsel anlamda, Doğu etkisinde yapılmıştır ve MÖ.510-500 arası tarihiyle türünün Ege'deki ilk örneğidir. Dört yüzünü bezeyen zengin kabartmaların resim programı yerlidir. Betimsel anlatım (ikonografi) bağlamında bazı konularda Etrüsk sanatıyla ilişkisi vardır. Hellen sanatının yaratılışındaki itici gücün Doğu'dan kaynaklandığı yönündeki eski görüşü yeniden canlandırır. 

Çıkardığı bu doğru sonuçlara Reinsberg lahitle ilişkin olarak tüm noktalarda ve hatta bir "Hellen" olarak nitelendirmeye çalışsa da "Propontis'ten Pers işbirlikçisi bir yerel tiran" olarak lahdi sipariş veren soylu kimliği konusunda da, hep Anadolu'ya ve İonia kültür çevresine odaklanmıştır. Ege'nin Batısından, Hellas'tan tek bir örgede bile etkilenmemiştir. Kendisinin bu yerinde bilimsel saptamalarına karşın, yapıtın bir "Hellen" yaratısı olarak değerlendirmesi çelişkilidir. İşte bu makalede, Alman bilim kadının da gördüğü fakat - eskiçağ biliminde yaygın olduğu gibi- adını telaffuz etmediği bir bilimsel gerçek; yani "İon" sanatının, içerdiği öz itibariyle "Hellen" sanatıyla özdeş sayılamayacağı ve onun "Doğu Hellen" yerine Anadolu-İon olarak tanımlanması gerektiği gerçeği, özellikle Doğulu-Anadolulu düşünce biçiminin lahde egemenliğiyle perçinlenmeye çalışılmıştır; bunda da gene İon biçeminin ürünü Arkaik Lykia mezar sanatıyla olan çok yönlü ilişkiler belirleyici olmuştur. Çünkü konuların mezar sahibinin yaşamından seçimi ve de diğer yüzlerde devamı ya da aynı yüzde iki ayrı konunun yer bulması, İsinda'daki gibi Lykia mezar betimlemelerinin de bir özelliğidir. 


Polyksena Lahdi


Ksanthos Lahdi

Polyksena Lahdi



Ksanthos Lahdi


Tümülüsün konumladığı çevreden, Propontis'ten Miletlilerin de yaşadığı bir yerleşimin prensesi olarak genç yaşta ve evlenmeden ölen lahit sahibesinin, kendisini, benzer yaşta ve yaşantıdaki bir ölümü Hellen kahramanların elinden en acımasızıyla yaşayan Troia prensesi Polyksena'nın yerine koyması, yerli Anadolulu kimliğinin de bir göstergesi sayılmalıdır.

Ve hatta lahdin MÖ.500 yılından beri içinde kapalı kaldığı ve kimsenin görmediği bir mezara, süren bir gelenekle bugün "Kızöldün Tümülüsü" denmesinden belli ki o iki çok bahtsız kızın acısını yöre halkı sanki 2500 yıl boyunca hiç unutmamış, içinde yaşatmış, paylaşmıştır.

Lahit, adına "Atina Klasiği" denen bir büyük sanat devriminin en baş özelliklerinden birinin, duyguların dışa yansıtması olgusunun, nerede nasıl yaratıldığı sorununa da ışık tutmaktadır. E.Voutiras tarafından MÖ.510-480 arası zamanın kırmızı betili Atina çömlekleri üzerindeki symposion sahnelerindeki İon ustalarının bir yaratısıdır; öncüsü gene Lykia'da, Kızılbel mezarı duvar resminde vardır.

Bu makaleyle, İon sanat ve kültürünün Ege Göçleri sonrasında da Geç Tunç Çağı'ndan gelenek süren Doğulu-Anadolu düşünce ve sanat biçimlerinin bir ürünü olarak geliştiği, yani "Hellen" olmadığı, bir kez daha ortaya konmuştur.

Ve Hellen sanatı itici gücünü hangi "Doğu"dan almıştır; o bilinmiştir; o gücü, Klasik devrimin Milet Torso'su ile MÖ.500 dolaylarında yaratıldığı zamana dek Atina'yı "izleyen" değil, ona yön veren, öncü olan Anadolu-İoniası'ndan aldığı bilinmiştir.


 Troialılar yas ifadesi olarak saçlarını yolmaktadır


Neuptolemos, babası Achilleus'un mezarı başında Polyksena'yı kurban ediyor. Taşıyanlar ise Aias, Antiphates, Amphilokhos. Lahidin ön yüzünde lahde dayanmış bronz iki araba tekerliği de ele geçmiştir. Cenaze araba ile lahide getirelerek, kız ile beraber gömülmüştür.



* Mezar anıtı olarak taş lahit Hellenlere yabancıdır, çünkü bu tür gömütler Ege'nin Batısı için gelenekten olmamıştır. Buna karşın İonia'da bu gömüt türü daha MÖ.6.yüzyılın "ikinci çeyreğinde" ve biçimde farklı tipte, mermerden bir sütunlu lahitle kullanımdadır.

* Bir insan kurbanında uygulanan bu tür şiddeti lahdi ısmarlayan kişinin bir Hellen olamayacağına işaret eder. Çünkü, "kurbanlık boğa"lara uygulanabilen bir vahşeti genç bir kıza reva görebilen betimleme tarzının "Hellen mezar sanatında tekil" olması, öncelikle mezar sahibinin farklı düşünce tarzında, burada Anadolulu oluşundadır.




* "Kurban sunan Hellenler ile acı çeken Troialılar. yere dek inen khitonları, uzun saçları ve sakalsız oluşlarıyla sanat ve yazın yoluyla tanıdığımız eski İonların soy tipine uymaktadırlar".

* Batı Anadolu'nun orta ve kuzey kesimlerinde kurulan bir sözde "Hellen kolonisi", artık "5th century propaganda- of Athen- or just fabrication of even later periods" (Atina'nın - 5.yy propagandası- ya da daha sonraki dönemden üretilen) olarak yorumlanabilmektedir çünkü. Ve "myth is not history" (mitoloji tarih değildir: Hellenler her "kurdukları" (sanılan) şehir için bir mitos üretmiştir.!) denebilmektedir.

* Bu makalenin de İon sanatı ve kültürünün Ege Göçleri sonrasında kesintisiz bir sürekliliğin ürünü olarak Anadolu düşüncesinden ve sanat biçimlerinden doğduğu, yani "Hellen" olmadığı yönündeki sonucuyla aynı zamanda Batı'daki "Hellen sanatı, belirleyici itici gücü - hangi- Doğu'dan almıştır" sorusuna yanıt da verilmiş olsun; Eskiçağ bilimi tarafından hiç sorgulanmadan "Doğu Yunanistan" olarak adlandırılan İonia Doğusu'ndan almıştır.... MÖ.500 dolaylarında Miletos Torso'su ile girilen Klasik'e kadar Hellas için hep "leader" (lider) olan, "follower" (takip eden) olmayan, şimdilerde Theben yazıtıyla da belgelenen bir Anadolulu İonai'dan...


Prof.Dr.Fahri Işık

Türkçesi, "Uygarlık Anadolu'da Doğdu" kitabında
Almanca olarak pdf:
ayrıca bakınız:Veysel Tolun, Biga Değerleri Sempozyumu, 2008:



Polyksena’nın annesi Hekabe ile vedalaşması


Mezar sahibesi prenses





Neuptolemos, babası Achilleus'un mezarı başında Polyksena'yı kurban ediyor




Bilimde de İonia çok önemliydi: " The philosophers and scientist of Miletus laid the foundations of abstract geometry and discovered the first positive way of thinking and research". Bunun anlamı, "bilimin ve sanatın atalarının Hellenler" değil Anadolu halkları olduklarıdır. Bu nedenle "kolonileşme" kavramı, apoikia, zaten var olan Batı Anadolu kentleri için pek geçerli sayılmaz. Hellenlerin bu göç hareketleri, kültür göçleri olarak tanımlanamaz, çünkü "göçmenler Hellas'ın yoksullaşmış ve geri kalmış birçok bölgelerinden gelmişlerdir."

Bilinir ki İon halkının “Hellenliği” tarihsel belgelere değil, Ege Göçleri’nden 700 yıl kadar sonra, MÖ 5. yüzyılda, milliyetçi duygularla Atina’da yazılan mitoslara dayanır. Ve bilinir ki “mitos”, “tarih”değildir. Atinalıların İonia’yı bir Hellen toprağına dönüştürmüş olmaları yaygın görüşü de aynı mitosların ürünüdür; acımasız Dor saldırıları ardından Hellas halkının Atinalılar önderliğinde Orta Batı Anadolu kıyılarını ve önündeki adaları savaşla kazanarak “sömürgeleştirmeleri” masalının ürünü. Bunların gerçek olabilmesi için göçün ayrıca “kültür” göçü olması gerekir. 

Batı Uygarlığı’nı yaratan İon kültür ve sanatının, düşüncesinin Hellas’tan göçle taşınmış olması beklenir ki arkeolojik tüm bulgu ve veriler bunun tersini belgelemektedir. Heykel ve mimari yapıtlarını ve hatta en önemli dayanak olarak öne sürülen çömlekleri bile Hellas’a borçlu değildir İonlar; tanrılar, bilim ve yazı dahil, tüm düşünsel ve kültürel başarılarını da Anadolu’ya borçludur onlar.

İonialıların göçle gelen Atinalılar olmadığı, yerli oldukları da, Mısır’da okunan göçten en az 200 yıl önceki bir zamanın “Büyük Ionia” tanımıyla belgelenmiştir. Bu nedenle Anadolu uygarlıklarının “Hellenliği” tanımının da bilimsel bulgu ve veriler ışığında sorgulanması zamanı da artık gelmiş olmalıdır.

Firavun III. Amenophis’in Theben Ölü Tapınağı’ndaki kolosal heykelinin altlıkları üzerinde betimlenen yabancı halklar arasında İonlar ilk kez, “Iunia A’a/Büyük İonia” olarak ve Luvi ile Mitanni arasında betimlenmiş olarak çıkar karşımıza. Ve adları aynı tek blok üzerinde okunan son iki halkın Anadoluluğu gösterir ki ortada betimlenen üçüncüsü, Büyük İonia, da Anadolu’dadır; hem de M.Ö. 14. yüzyılın erken bir evresinde, Atinalılar sözde sömürge amaçlı olarak Anadolu’ya gelmeden 350 yıl kadar önce. 

Farklı yaklaşım tarzından da görünen o ki “suskunluğun” arkasında ikiyüz yıl boyunca süren “Atina merkezci” emeğin “ne olacağı” vardır; ve de bu nedenle gerçekleri kabul ettirmenin hiç de kolay olmayacağı gerçeği vardır.


Ayrıca en son çizilen ve eskiçağ biliminde onay gören Geç Tunç Çağ Batı Anadolu haritasında “Karia”ya da yer yoktur; M.Ö. 1200’lerde Parha-Millavanda arası topraklar Lukka Ülkesi’nindir, kuzeye doğru Mira, Seha-Irmak ve Viluşa uydu krallıkları sıralanır; Apasas/Ephesos başkentliğinde İonia’yı elinde tutan Mira bir “Büyük Krallık” sıfatıyla onlar arasında en güçlü olanıdır. Tarihte yaşanan odur ki savaştan yenilgiyle çıkanlar ve her şeyini yitirenler, yeni bir yurda ancak “sığınmacı” olarak gelebilirler; bereketli topraklara daha iyi bir yaşam umarak çıkılan göç, ancak bir “umut göçü” olabilir.

Neden bu göç bir “kültür göçü” olamamış, onlar bu yeni yurtta kültür ve sanatta, daha güçlü “yabancıların” bile yaşadığı gibi, “Anadolulaşma” yazgısını yaşamak durumunda kalmışlardır; geliş koşullarından daha iyi anlaşılmaktadır. Demek isterim ki göçle gelen, krallıklar yıkan ve büyük devletler kurabilecek denli güçlü olan Hitit ve Phryg halklarının kültür ve sanatını, düşüncesini biçimlendirebilen bir Anadolu’nun, sığınmacı Hellenlere de yurt olan İonia’da da kültür ve sanatın, düşüncenin ana kaynağı olması beklenmelidir. Çünkü “tıpkı Hititler ve Phrygler’de olduğu gibi, yazı olmasa eğer, göçle geldiklerinin ayrımına bile varılamayacak, onların da kimliği bilinemeyecekti. O güçte bir “Anadolulaşma”ydı ki bu, sanki Anadolu’ya hiç göç olmamış, Hint-Avrupalı halklar Anadolu’da doğmuşlardı”. 

Eskiçağ biliminin günümüzde sunabildiği bulgu ve verilere dayandırmaya çalıştığımız yukarıdaki değerlendirmelerin, Batı uygarlığının doğduğu topraklar için “Anadolu-İon” tanımını öne çıkarmasına karşın; Batı ve o etkide biz neden “Doğu Hellen” ya da “Doğu Yunan” deyiminde ısrar eder, yitirilen acımasız bir savaş sonrasının zor koşullarından doğan bir “sığınma” ve “umut” göçünü mitosların gizeminde “kolonizasyon” sanıp “İon” uygarlığını “Yunan” uygarlığı ile özdeşleştiririz; sorgulamak şarttır. Bilgiler özdeksel kültüre dayalı arkeolojik bir temele oturtulmadan ve de özellikle tarihin yazılmadığı ve “mitos”un ikiyüz yıl boyunca sanki “tarih”miş gibi yorumlandığı bir konuda çok yönlü tartışılmadan, doğrulara yaklaşılamaz. Fakat görünen odur ki “söylenmesi gereken” zaten söylenmiştir de, tartışmak gerekmez, çünkü sonuç değişmez! Böyle de olsa unutulmamalıdır ki özgür düşünce ile birlikte bilim ilk bu topraklarda filizlenmiş, Batı’ya buradan kök salmıştır; tartışmadan olmaz… 


Prof.Dr.Fahri Işık 
ANADOLU-İON UYGARLIĞI“Kolonizasyon” ve “Doğu Hellen” Kavramlarına Eleştirisel Bir Bakış


Asasını omzuna dayamış oturan yaşlı kadın Hekabe, arkasında iki genç kız ağıt yakar.



Polyksena


Priamos'la Hekabe'nin en küçük kızları. İlyada'da adı geçmez, ama sonraki destanlarda, özellikle Akhilleus efsanesinde önemli rol oynar.  Kardeşi Troilos atlarına su almaya gelir, o sırada Akhilleus Troilos'a saldırıp onu öldürür, ama kovalayıp da eline geçiremediği Polyksena'ye aşkla tutuşur. 

Kimi efsane bu öyküyü şöyle uzatır: Akhilleus Polyksena ile evlenebilmek için Priamos'a Akha ordusundan ayrılmaya söz vermiş, bu işin pazarlığını yapmak için de Tymbralı Apollon tapınağına gitmiş, Paris onu okuyla orada öldürmüş. Başka destanlarda Polyksena'nın Troya yangını sırasında Diomedes, ya da Odysseus tarafından yaralandığı ve öldüğü anlatılır. 

Ama Polyksena üstüne en dokunaklı öykü Euripides'in "Hekabe" adlı tragedyasında sahneye konandır: Neoptolemos babası Akhilleus'u düşünde görür, yiğit öfkelidir. Polyksena'nın mezarı üstünde kurban edilmesini ister. Akhalar bu emri yerine getirirler. Genç kız annesi Hekabe'nin yalvarmalarına, direnmelerine karşı kurban edilir. Bu kurbandan amaç yanlız Akhilleus'un öfkeli ruhunu yatıştırmak değil, aynı zamanda Akhalara uğurlu bir dönüş sağlamaktır.


Hekabe [Ekabe - Ek-abe (aba/ebe?!) -SB]


Troya kralı Priamos'un eşi ve Hektor, Paris ve Kassandra gibi toplam 19 çocuğunun da annesidir. Priamos Hektor'un ölüsünü geri almaya Akhilleus'un barakasına gittiğinde kraliçeyi şöyle anar:

"Oysa benim bahtım ne kadar kara, yiğit oğullar yetiştirdim yaygın Troya'da ama kalmadı bana onların hiçbiri. Geldiği gün Akhaoğulları buraya, oğullarım vardı benim elli tane, on dokuzu bir ana karnından doğmuştu, ötekileri saray kadınları vermişti bana. "

Hekabe ilkçağ yazınında doğurgan ve bahtsız ana tipini canlandırır. Homeros destanlarında beliren bu karakteri sonradan tragedyalarca bir bir yitirdikten, korkunç yıkım ve işkencelerine tanık olduktan sonra, gözü dönmüş,  köpek gibi kudurup saldıran anaç varlığın simgesi olmuştur. Kimi efsanelerde onun evlat acısına dayanamayarak gece, gündüz uluyan bir dişi köpek haline dönüştüğü de ileri sürülür. 

İlyada'da ilk karşımıza çıktığında Hekabe tatlı dilli, cömert ve dini bütün bir ana olarak gösterilir (İl. VI, 253 vd.). Savaştan şehre dönen Hektor'un biraz dinlenmesini, şarap içip serinlemesini ister, ama oğlu buna yanaşmayınca, onun dileğini yerine getirir: Athena tapınağına sunu sunmaya gider. Sonra bölümler boyunca Hekabe'nin sözü geçmez, ta ki Batı kapılarının üstünden Hektor'la Akhilleus'un savaşını gözlemeye gelir. O zaman da surlar dışında kalıp tek başına düşmana karşı koyan oğlunu içeri almak için şöyle seslenir (İl. XXII, 83 vd.):

"Hektor, yavrucuğum, saygı göster bu memeye, onu ağzına uzattığım günleri getir aklına, unuturdun koynumda bütün dertlerini, surlarımızın içinde yenmeye bak şu domuzu, gir içeri, canım oğlum, dışarda dikilme karşısına. Öldürürse seni bu adam, ey katı yürekli, bir döşek üstüne koymayacağız ölünü, ne ben ağlayacağım senin önünde, seni doğuran, ne cömert karın ağlayacak, gözümün bebeği, yiyecek seni çevik köpekler, bizden uzak, gemilerin orada".

Hektor anasının, babasının yalvarmalarını dinlemeyip de Akhilleus'la savaşta can verince, Troya'da bir çığlıktır kopar, kral, kraliçe ve bütün halk dövünmeye, ağlaşmaya başlar, Priamos yas belirtisi olarak başını toza, toprağa bular (İl. XXII. 406 vd.):

... Anası da saçlarını yolup duruyordu, fırlatıp atmıştı parlak başörtüsünü, dövünüyor, oğluna baka baka haykırıyordu... Başladı Hekabe kadınlar arasında uzun bir ağıda:

"Bak anana yavrum, talihsiz anana, senin acını göreyim, öldüğünü göreyim de, bundan böyle nasil yaşayayım ben, nasıl? Gece, gündüz yüreğimin ışığıydın bu şehirde, Troyalı kadınların, erkeklerin gücü, desteği, bir tanrı gibi selamladı yavrum onlar seni, sen onların büyük şanıydın sağken, ama yavrum, kaderle ölümün elindesin şimdi".

Aradan birkaç bin yıl geçti, ama Anadolu kadınları gene bu sözlerle ağıt yakar ölen ana kuzularına. Hekabe düşmana gidip yalvarmaya kalkışan kral Priamos'u akıl ve sağduyu adına alıkoymaya çalışır, başaramayınca gene tanrılara yakarış ve sunu sunma yoluna gider, katlanır ve bekler. Gözünün bebeği, yiğit oğlu Hektor'un ölüsü karşısına serilince de bagırmaz çağırmaz, bir köpek gibi havlamaz da Anadolu kadınına özgü bir ağırbaşlılık ve hayal gücüyle canlandırır onu gözünde (İl. XXIV, 575 vd.): "Şimdi sen, sözümü duyarmış gibi, yatıyorsun evinde taptaze, benzersin Apollon'un tatlı okuyla vurduğu insanlara." 

İzmir'li şair Homeros böyle canlandırıyor Hekabe'yi, Atina'Iı tragedya yazarı Euripides ise onu "Troya'lı Kadınlar" ve "Hekabe" adlıtragedyalarının baş kişisi yapmış, dramını derinliğine işlemiştir. Bu oyunlarda Hekabe'yi Troya yıkıldıktan sonra köle olarak orada, burada sürünür görürüz. Kraliçe görkemini ve erdemini sürdürür, ama kızı Polyksene'nin gözleri önünde Akhilleus'un ruhuna kurban edilmesini, üstelik de Trakya kralı Polymestor'a emanet edilen oğlu Polydoros'un da alçakça öldürülüp denize atıldığını görünce, korkunç bir öç alma eylemine girer ve Polymestor'u kör edip, çocuklarını da öldürür. Ne var ki Euripides de Hekabe'yi akıl ve hak yolundan ayrılmayan ulu bir kişi olarak gösterir.


Bu tragedyalarda Hekabe yalnız değildir, Troya'lı kadınların topluluğu içinde direnci yansıtan büyük bir varlık, doğal analık gücünün simgesidir. Atina'Iı şairin ona tragedya boyunca "Phrygia'lı" demesi boşuna değil, Phrygia'lı Ana Tanrıça Kybele'nin bütün niteliklerini içinde taşır ve dile getirir Hekabe.

Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü