24 Mayıs 2014 Cumartesi

İONYALILAR GREK DEĞİLDİR / YUNAN ALDATMACASI ANADOLU VE TÜRK TARİHİ




ARTEMİS TAPINAĞI SÜTUNLARINDAN -BRİTİSH MÜZESİ




Anadolu‘da yaşadıkları bilinen ve Greklerin ısrarla kendilerini ecdat olarak ilişkilendirmek istedikleri
Antik Çağ İyonyalıların” kimlikleri.


Ünlü İngiliz arkeolog, tarihçi, İncil uzmanı ve Türk topraklarında uzun yıllar arkeolojik araştırmalar yapmış olan William Mitchell Ramsay‘in, Greklerle ilgili olarak 1919 yılında ortaya koymuş olduğu bilgiler, antik bir Anadolu kavmi olarak bilinen İyonyalıların, Grek oldukları tezini çürüten önemli kanıtlardan sadece bir tanesidir; 


―" Anadolu‟da yaşamış antik milletlerden İyonyalıların Greklerle bağlantıları yoktur ve tarih boyunca olmamıştır.  Bir başka deyişle İyonyalılar Grek olarak nitelendirilemezler.  İyonyalılar, Anadolu‟nun Batısında, Ege kıyılarında çoğalan ve gelişme kaydeden bir ırk olmuşlardır. Eski Ahitte (İncil‟de), Nuh peygamberin oğlu Yafes‟in (Japeth) oğulları ve torunlarının soyundan geldikleri bildirilen “İyonyalıların” kimlikleri konusuna açıklık getirilmeden, antik tarih konusunda mesafe kat edilmesine imkân yoktur. İyonyalıların daha sonraları Greklerle birleşmeleri, etnik olarak değil, “dinsel olarak” nitelendirilmelidir.  Unutulmamalıdır ki o devirlerde Ortodoks Kilisesi, farklı etnik grupları birleştirici bir rol oynamıştır." (The Guardian/May 29, 1919, ―The İncalculable Evils Of Partition - By Sir William Mitchell Ramsay, s. 9)


Türkiye‘ye gelip, kapsamlı araştırmalarda bulunmuş, yine ünlü bir tarihçi olan Alman Jacob Fallmerayer de, W. M. Ramsay ile aynı görüşleri paylaşan, ―günümüz Greklerinin antik kavimlerle akrabalık bağlarının bulunmadığını iddia eden bir başka bilim adamıdır. 


― "Oryantalist akademisyenler, Greklerin etnik saflığa sahip olmadıklarını, ayrıca kültürlerinin de zayıf olduğunu, sahip oldukları kültürü kendilerinden önceki çağlarda yaşamış “Doğunun eski kavimlerine” borçlu oldukları gerçeğinin altını uzun yıllar çizmişlerdir... Söz konusu bu durumu tarihçi Jacob Fallmerayer‟in ünlü eseriyle ortaya koymuş olduğu ifade edilmiştir. Greklere eski ve bilge bir ced (ata) bulmak gerekmiş ve böylece Doğunun antik medeniyetleri “model” olarak alınmış ve Greklere “adapte” edilmiştir." R. Beaton – David Ricks,  The Making Of Modern Greece,  Ashagate Publishing Ltd. London, 2009, s. 40. 


―"Etrüsklerle akrabalık bağları olduğu bilinen Lidya, Bergama ve Karya Krallarının ülkeleri Greklerce ele geçirilmiş, bu bölgeler Helenleştirilmiş ve bu topraklarda yerli dillerin yerini artık Grekçe almıştır. Hıristiyanlık Anadolu topraklarında kendini Grek kimliği ile ifade etmiş ve Anadolu halkları Greklerce asimile edilmişlerdir."  William M. Ramsay,  The Letters To The Seven Churches, Kessinger Publishing,  Whitefish/Montana, 2004, s. 119, 120, 378


İtalyan ve Greklerin, Asenaları (Etrüskleri) farklı isimlerle zikredilmeleri, zihinlerde karışıklık yaratarak, Etrüsklerin ―Türk Köklerinin‖ ustaca gizlenilmesini sağlanmıştır.


―"Türklerle ilişkilendirilebilinen pek çok antik bölge – şehir – kavim - krallık – alfabe – mitoloji - tanrı ve tanrıça” orijinal adlarının, Greklerce sonradan değiştirilerek, gerekli altyapının hazırlandığı tespit edilmiştir. Objektif antik tarih uzmanları, ―antik adların, alfabe ve yazıların, farklı milletlerin dillerine karşı nedensiz bir düşmanlık besleyen Greklerce değiştirildiği hususuna‖ bizzat dikkat çekmişlerdir." James Noel Adams, Bilingualism and The Latin Language, Cambridge University Press, London, 2003, s. 102 – 107.



Araştırmalarımız bize göstermiştir ki, Batılılar ―biz ne söylersek, neyi iddia edersek ve bilim diye neyi ortaya koyarsak, ancak onlar doğrudur ve bilimseldir. Bizim iddialarımız kesinlikle sorgulanamaz” düşüncesini ―gelişmemiş ülke aydınlarına, yüzyıllardır öylesine telkin etmişlerdir ki, Türkiye deki bilim insanlarının pek çoğu, kendi vatanlarının tarihi ile ilgili bilimsel gerçekleri dahi, ―Batı onaylamıyor – kabul etmiyor, hatta Batılılar bize gülerler… diyerek, ya görmemezlikten gelmektedir. Diğer bir ifadeyle gerçekleri ortaya koymaya çekinmekte ya da en kolay yolu tercih ederek, hatta 


―Antik Türk Tarihini toptan reddetmektedirler. Bir başka ifadeyle ―Batı, kendi iddia ve çıkarlarının aleyhine olan tarihi gerçekleri neden onaylasın?” diyerek sorgulama gereği bile duymamaktadırlar. 


Oysa tüm bilim dallarında olduğu gibi, antik tarih kaynaklarını da tarafsız ve önyargısız olarak araştırıp, incelenmesi gerekmektedir. Çünkü ―gün ışığına çıkarılan bilimsel bilgi ve bulgular” mevcut antik tarihin Türkler aleyhine saptırıldığını ortaya koymaktadır. 


Batılıların, yüzyıllardır Türkler aleyhine geliştirmiş oldukları düşünce ve tutumları, onların antik tarih yazılımına da fazlasıyla yansımıştır. 


Şöyle ki, ―Türk adının, ya da Türklerle ilişkilendirebilecek adların kullanılmamasına ve bazı durumlarda da bu adların ustaca gizlenmesine özellikle dikkat edilmiştir. Aslında bu yanlı çalışmaları yapanlar açısından bakıldığında, bu davranışları gayet doğaldır, çünkü Türklerin antik tarihini ortaya koymak ve miras haklarını Türklere teslim etmek, Batılıların çıkarlarına ters düşmektedir. Diğer yandan Türkleri ilgilendiren tarihi gerçekleri ortaya çıkarmak onların görevi de değildir. 




Güzide Filiz TUZCU
(ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN TIP İLMİNE KATKILARI)
İstanbul Üniversitesi – Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora Öğrencisi , Türkbilim 2013, Hakemli Dergi






....





The “fifteen achievements” E. Akurgal gathers in his book titled “The Aegean. Birth of Western Civilization” under the section referring to “The Importance of Eastern Hellenic Art and Culture in World History”; inessence, is a summary of the artistic and cultural superiority of the “Eastern Greeks” over the “Western Greeks”. My only disagreement with this statement is the use of the terminologies “Eastern Greek” and/or “Eastern Hellenic”. 


The Hellenic character of the Ionians doesn’t be based on the historical documents; instead it bases on the myths fabricated with the nationalist view in Athens, seven hundred years after the immigrations, in the 5th century. It is obvious that the myth is not the history. The perception of the Ionian land as a part of the Hellenic land is because of the same myth. 


It was a tale of “colonisation” of the Hellenic people won by war, on the mid-west Anatolian costs and the nearby islands by the leadership of the Athenians after the barbaric attacks of the Doric people. If it was a true story, Ionians who were the creator of the western civilization, had to bring with them from Hellas their culture and art as well; however all the archaeological evidences prove just the opposite of it. 


Although the pottery tradition was accepted as the most important standpoint, just like their sculpture and architecture, Ionians are not indebted to Hellas their pottery tradition as well. Ionians owe their Gods and Goddess, their script, their cultural and intellectual achievements to Anatolia. The archaeological evidence on about the identity of the Ionians has already been proved with a recent find in Egypt, by an inscription mentioning “Great Ionia” dated at least two hundred years before the migration. Therefore, it is the time questioning the definition of the “Hellenic identity” of the Anatolian civilizations with the scientific documents and evidences...








"Neden Kültür göçü olamamış?"
"Göçle gelenler öyle Anadolulaşmıştır ki sanki hiç göç olmamıştır"
"İon Uygarlığını Yunan Uygarlığı ile özdeşleştiririz; Sorgulamak gerekir."




E. Akurgal’ın en son “Batı Uygarlığı’nın Doğduğu Yer. Ege” kitabının sonunda sıraladığı Batı Uygarlığı’nın mayasını oluşturan onbeş madde; Ege’nin doğu yakasındaki “Doğu Hellenler”in batı yakadaki Hellas Hellenleri karşısında kültür ve sanatta üstün başarılarının bir özetidir. Bunda katılmadığım tek fakat asıl belirleyici olan nokta, İonlar için “Doğu Hellen” deyiminin kullanılmasıdır. 


Ancak bilinir ki İon halkının “Hellenliği” tarihsel belgelere değil, Ege Göçleri’nden 700 yıl kadar sonra, MÖ 5. yüzyılda, milliyetçi duygularla Atina’da yazılan mitoslara dayanır. Ve bilinir ki “mitos”, “tarih”değildir. Atinalıların İonia’yı bir Hellen toprağına dönüştürmüş olmaları yaygın görüşü de aynı mitosların ürünüdür; acımasız Dor saldırıları ardından Hellas halkının Atinalılar önderliğinde Orta Batı Anadolu kıyılarını ve önündeki adaları savaşla kazanarak “sömürgeleştirmeleri” masalının ürünü. Bunların gerçek olabilmesi için göçün ayrıca “kültür” göçü olması gerekir. 


Batı Uygarlığı’nı yaratan İon kültür ve sanatının, düşüncesinin Hellas’tan göçle taşınmış olması beklenir ki arkeolojik tüm bulgu ve veriler bunun tersini belgelemektedir. Heykel ve mimari yapıtlarını ve hatta en önemli dayanak olarak öne sürülen çömlekleri bile Hellas’a borçlu değildir İonlar; tanrılar, bilim ve yazı dahil, tüm düşünsel ve kültürel başarılarını da Anadolu’ya borçludur onlar.


İonialıların göçle gelen Atinalılar olmadığı, yerli oldukları da, Mısır’da okunan göçten en az 200 yıl önceki bir zamanın “Büyük Ionia” tanımıyla belgelenmiştir. Bu nedenle Anadolu uygarlıklarının “Hellenliği” tanımının da bilimsel bulgu ve veriler ışığında sorgulanması zamanı da artık gelmiş olmalıdır.


Firavun III. Amenophis’in Theben Ölü Tapınağı’ndaki kolosal heykelinin altlıkları üzerinde betimlenen yabancı halklar arasında İonlar ilk kez, “Iunia A’a/Büyük İonia” olarak ve Luvi ile Mitanni arasında betimlenmiş olarak çıkar karşımıza. Ve adları aynı tek blok üzerinde okunan son iki halkın Anadoluluğu gösterir ki ortada betimlenen üçüncüsü, Büyük İonia, da Anadolu’dadır; hem de M.Ö. 14. yüzyılın erken bir evresinde, Atinalılar sözde sömürge amaçlı olarak Anadolu’ya gelmeden 350 yıl kadar önce. 


İonia sözcüğünün, İon soylu Atinalı Hellenler tarafından göçle taşınarak Anadolu’daki yeni yurda ad olduğu konusunda kesin inançlı olan eskiçağ bilimi, 2005 yılında gündemine “büyük sensasyon” başlığı altında düşen bu yazılı belge karşısında anlamlı bir suskunluk içindedir; belli ki zamansal olarak “Büyük İonia” tanımı ile Atinalılar ve göç arasında bir bağlantı kurulamayacağının, yer olarak da o toprak parçasının Hellas coğrafyasında aranamayacağının bilincindedir. İonların Anadolu’nun yerli kıyı halklarından olduğunu, Theben yazıtından önce eskiçağ tarihçisi P. Högemann da öngörmüştür ; onların Anadolu kökeni 155 yıl önce E. Curtius’un da görüşü olmuş, kimseleri inandıramamıştı.


Ancak bilimin gerçeğe yol gösteren izinde yılgınlık olmaz. Çünkü 1986/87 yıllarında ilk üç makalenin Avusturya, İngiliz ve Türk dergilerinde arka arkaya yayınıyla çıkılan bu zorlu yolun daha “başlangıç” sayılabilecek yirmi yılı içinde Troia ve ardından Orta Anadolu’da Hattuşa Büyükkaya, Gordion Yassıhöyük ve Kaman Kalehöyük ile Lykia’da Ksanthos ve Pamphylia’da Perge kazıları, bilimsel bulgu ve verilerin yönlendirdiği “Anadolu gerçeği”ni değişik buluntularla onaylamaya başlamıştır. Troia VI, içerdiği Anadolu özlü yapıtlara karşın bir yerleşimin yüzyılı aşkın uzunca bir zaman nasıl da Hellenleştirilebileceğini; Hitit ve Phryg başkentleri ile Kaman kazıları ise, Akurgal’ın arkeoloji dünyasında çığır açan birbirleriyle bağlantılı iki çok önemli savının, “M.Ö. 1200-800 arası zamanda Orta Anadolu’da bir Karanlık Çağ’ın yaşandığı” ve ardından gelen “Phrygler ile birlikte Anadolu’nun kültür ve sanatta yüzünü ilk kez Doğu’dan çevirerek Yunanistan’a döndüğü” savlarının, doğru olmadığını göstermiştir. Gordion kronolojisinin Yassıhöyük’te yüz yıl erkene çekilmesiyle , şimdilerde sanatın ötesinde, belki yazıda da, Phryglerin Hellenlere öncülüğü konusu girmiştir bilimin gündemine .


Mezarların anayurdu olarak bilinen Lykia’da, bu görkemli anıtların mimari biçimi “yerel”, kabartma biçemi Hellen olarak nitelenirken, özgün bir uygarlığın kendisi de “İon/Doğu Hellen” eşitliğinden nasibini almıştır; çünkü kabartma biçeminde, tapınak mimarisinde ve çömleklerde yansıyan çok yönlü etkinin ısrarlı “Hellen” tanımıyla aslında “İon” denmek istenmiştir, denmemiştir ve de kültür bu yorumuyla Anadolu’ya yabancılaştırılmıştır. İonia’da sanat Anadolu özlü, ancak yazı “Hellence” diye kültürel kimlik “Hellen”dir; Lykia’da ise bu kez yazı yerli, sanat “Hellen” özlüdür denir, onlar da Hellenleştirilir. Ve bu her durumda “Hellenleşme” sanki zorunluluktur ki kültürel kimliği yazı mı belirler yoksa sanatın kendisi mi, bilinememiştir.


Şimdilerde Lykia’da yazı gibi sanatın da yerli Anadoluluğu belgelenirken, sorun da kökten çözülmüş olmalıdır. Çünkü Fransız ekibin son yıllarda Ksanthos kazılarıyla günyüzüne çıkardığı orthostat kabartmalar ışığında hem Lykia yontu sanatının başlangıcı yüzyıl kadar öne çekilmiş ve hem de “Hellen” sayılan biçemin yerli olduğu görülmüştür. Bu buluntular bizzat kazıcıları tarafından M.Ö. 650-625 arasına tarihlenir, kabartma biçim ve biçemi de “Geç Hitit ve Frig etkili” olarak değerlendirilir ; orthostat’ın kendisi de Hitit’tir, o etkide Phryg başkenti Yassıhöyük’te de vardır.


Bu çok önemli buluş 2005 yılı kazı ve araştırma raporunun sonunda, “sonuç olarak bu yeni keşif çerçevesinde, Ksanthos kentinin yerleşim kronolojisi ve Demir Çağı Lykiası’ndaki kültürel etkilerin yeniden ele alınması gereğini gündeme getirmiştir” biçiminde değerlendirilirken; bu “sonuç”un başlangıçtan beri komşu Patara’nın “gündeminde olduğu”nu ve orada yazılanlara herkes gibi kendilerinin de “suskun” kaldıklarını bilmekteydiler. Onlara göre Lykia kabartma resimleri halâ M.Ö. 6. yüzyılın ortasından sonranın ürünleriydi ve Hellen etkisinde yapılmışlardı. H.İşkan’a göre ise Tunç Çağ Lukka’sından kesintisiz sürgün süren bu kültürde “Geç Hitit etkisi”, en erken Ksanthos buluntuları öncesinde yayınladığı kapsamlı iki Almanca makalenin ana konusuydu. Bilimin gereği olarak Batılı meslektaşlarımızın, bu “yeni keşfin” aslında Patara’da çalışan Türk arkeologların yıllar öncesinde ortaya attıkları görüşleri belgelediğini yazmasını beklerdik; dipnotta bile yazılmamış, bu kez de “susulmuş”tu.


Pamphylia Bölgesi’nde, Antalya’nın bu kez düzlüğünde, yine 19. yüzyıldan bu yana hep savlananın aksine, ne uygarlığın ve ne de kent kurucuların ve halkın “Hellen” olamayacağı gerçeğine son noktayı da bu kez Almanların Perge Akropolü çalışmaları koymuştur. Çünkü 1994-1997 yılları arasında yapılan kazı ve araştırmaların bilimsel sonuçları, buluntuların M.Ö. 4. binyıl içlerine dek indiğini ve yerleşimin Geç Kalkolitik Çağ’dan Doğu Roma Dönemi’ne dek kesintisizce sürdüğünü göstermiştir. Bu arkeolojik bulgularla ulaşılan sonuç, daha önce, 1986 yılında, Hattuşa’da ele geçen çiviyazılı tunç tablette yöreye ilişkin olarak yazılandan çıkartılan sonuçla örtüşmüştür; çünkü Büyük Kral Tuthaliya ile Tarhuntaşşa Kralı Kurunta arasında M.Ö. 1235 yılı dolaylarında yapılmış bu antlaşmada Tarhuntaşşa Lukka sınırını çizen “Ka-as-ta-ra-ia kenarında Par-ha-a”, Kestros kenarındaki Perge’dir.


Bunun anlamı; Hellen mitoslarını tarihmiş gibi değerlendiren eskiçağ bilimine göre Perge’yi, Syllion ve Aspendos gibi, “kazandıkları Troia utkusu ardından, M.Ö. 1200 dolaylarında, ülkelerine dönmeyen ve Mopsos, Kalkhas ve Amphilokhos adlı kahinlerin peşine düşerek yeni bir yurt arayışı içinde Anadolu’nun güneyine inen Akhalı savaşçıların kurduğu” yönünde kalıplaşmış bir sanının çürüdüğüdür. Ve bu bağlamda, sözde mitosla kuruluşun 700 yıl sonrasındaki bir zamanda Perge’de halâ Sidece benzeri yerli dilde bir yazı kullanıldığına götüren bir ipucu özellikle önemlidir.


Ancak, Ksanthos’taki Fransız gibi, Perge Akropolü’nü kazan Alman meslektaşımız da ne yazıtbilimci C. E. Bosch’un yöre tarihine ilişkin tanınmış yayınından ve ne de benim, tarihsel veriler ışığında Bosch tarafından öngörülen halkın “yerliliğine” ilişkin görüşleri arkeolojik bulgularla güçlendiren, iki makalemden söz etmez. Zaten kazı başkanı H.Abbasoğlu’nun da katıldığı, yerleşimin bir Hellen kuruluşu “olmadığı” gerçeğini pekiştiren, Parha/Perge aynılığına değgin yaygın görüşe mesafelidir de W. Martini; hem dilbilimsel olarak ve hem de savın arkeolojik yönden kanıtlanmayışı nedeniyle, “sorunludur” der. En erken Sidece belgeden de ikiyüz yıl gibi önceki bir zamandan, M.Ö. 5. yüzyıldan, bir Attika çömleği üzerine kazılı altı harfin, Perge halkının Sidece’ye benzer yerli bir dil konuşmuş olabileceği konusunda ipuçları verdiğine de “tek örnek“ gerekçesiyle inanmak istemez.


Sıkça karşılaştığımız, “görüşlerinize yönelik Batı’nın tepkisi nedir?” sorusunun açık yanıtını sanıyorum ki Lykia ve Pamphylia’da, daha önce Hattuşa ve Gordion araştırmalarına ilişkin yayınlarda sergilenen tavır vermektedir. Bilimin yönlendirdiği yolda doğru yürüdüğümüzün yanıtı; kendi elleriyle buldukları arkeolojik malzemeyle belgelendiğinde bile, bu sonucu daha önce araştırıp bulanlar, bu görüşü ilk kez ortaya atanlar “yokmuş” gibi, tercih ettikleri anlamlı “suskunluk”ta okunmalıdır, demek isterim. Doğruluğu belgelensin ya da henüz belgelenmiş olmasın, tutum ve davranışlarda bir fark olmayışı olgusunu, her iki durumda da yeğlenen “sükûtu”, herhalde artık “ikrar”dan saymak gerekecektir. 


Avrupa Parlamentosu Sergisi, “Europa im Zeitalter des Odysseus” adıyla düzenlenmiş ve çağdaş Avrupa bu tercihle kendisini, Troia’yı aklıyla fetheden bu çok bilmiş Hellen kahramanının “çağımızın büyük keşiflerine yol açan arayıcı,
bulucu ve yaratıcı zekası” ile simgelemek istemiştir. “Odysseus Avrupası”nı iyi okumalı; Mustafa Kemal’in “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” öğüdünün peşinde, özgüvenle ve “Batı ne der” baskısına aldırışsızca “Atina merkezci” dogmaları sorgulama eyleminden geri durmamalıdır. 


Bu nedenle 1930’lu yılların zor ekonomik koşullarında özgürce düşünmeyi, araştırmayı, sorgulamayı ve yazmayı öğrensinler ve ulusun geleceğini sağlam bilimsel temellere oturtsun, Batı’yla yarış içinde olsunlar diye yurt dışına gönderdiği gençlerin Sirkeci Garı’nda açtıkları zarftan çıkan imzalı mektubunda, gitmekte kararsız bir Sadi Irmak’ı derinden etkileyen, “bir kıvılcım olarak gönderiyorum, bir alev olarak geri döneceksin” satırları okunur.


Yeni bulgular ışığında bilimsel olarak doğrulanan görüşlerimizin bir dipnot da bile kayda düşülmeyişine karşı aldığım tavır hiçbir şeyi değiştirmemiş olsa da; bunun Anadolu’da Ege ve Akdeniz uygarlıklarının yerli kökenine ilişkin öngörülerin kazı ve araştırmalarla giderek güçlendiği gerçeğini değiştirmeyeceği, artık belli olmuştur. Eğer bugün J. Latacz gibi “yaşayan en ünlü” bir Homeros uzmanı: “Yunanların ‘anatol’ sözcüğüyle ‘güneşin doğduğu yeri’ yani Doğu’yu tanımladıklarını bilen özellikle biz eskiçağ bilimcileri, ‘Avrupa kültürünün en güçlü köklerinin Anadolu’dan sürdüğü’ tümcesiyle dost olmalıyız; çünkü gerçekte, Avrupa’nın anakenti Atina değil Milet’tir” diye yazabiliyorsa Avrupa’nın en saygın bir gazetesinde, izini sürdüğümüz tarihsel bir gerçeğin altı çizilmiş ve önü aydınlık bir yola girilmiştir.



Çünkü Latacz gibi Troia ekibinin bilimsel üyesi olan ve araştırmalarını İonia’nın kuzeyinde, “Aiol Hellenleri’nin yurdu” sayılan bölgede yoğunlaştıran C.B. Rose da daha yenilerde yayımlanan Aiol göçleri konulu bir makalesinde özetle , “Anadolu’nun kuzeybatı kıyılarının M.Ö. 1100 dolaylarında Kuzey Hellas’tan gelen Aioller tarafından kolonize edilmiş olamayacağını; böyle bir hedefe yönelik büyük ve toplu bir göçün M.Ö. 5. yüzyıl Atinası’nın propaganda amaçlı mitoslarının işi olduğunu” yazmış ve bu görüşünü, “sömürgeciliğe kanıt” olarak gösterilen çömleklerin tecimsel bağlantısıyla belgelemiştir. 


Anadolu’yu kendi yerli halkından koparan Batı kaynaklı önyargıların bizleri bile bilimsel gerçeklerden nasıl kopardığının bir somut belgesi var ki burada değinmek istedim. İstanbul’un Konstantinopolis olmadan önce ilk kez Byzantion adıyla M.Ö. 658 yılında Megaralılar tarafından kurulan bir Hellen yerleşimi olduğuna ilişkindir bu önyargı; yukarıda değindiğim gibi, “Romalı” olan bir halk adının “Byzans” olarak değiştirilmesine gerekçedir de. Yerli adları, sözde “kent kurucu” Hellen masal kahramanlarının adına uyarlanarak yabancılaştırılan daha nice başkaları gibi , buna ilişkin önyargılar da bilimin gerçeğine dayanamamış; antik yerleşimin akropolü olarak bilinen Sarayburnu üzerindeki tepenin kuzeybatı yamacında 1968 yılında başlanan kazılar sonucunda “parçalanmıştır”. 


Batı kültür ve sanatını yaratan, düşüncesini biçimlendiren İon Uygarlığı’nı denizin öte yakasındaki Atina merkezli Hellen Uygarlığı ile özdeşleştiren yaklaşımı sorgulayışım 1980’li yılların başlarına dayanır. Prehistorya ve Önasya Arkeolojisi derslerini yürüten arkadaşlarımız Batı’ya dönünce Erzurum’dan ve erken Anadolu uygarlıklarının uzmanı olmadığım konularını içeren derslerini üstlenmek durumunda kalınca ve de öğrenmek için derinliğine inince bu konuların; gördüm ki, biz “Yunan-Roma” arkeologlarının Ege Göçleri’yle başlatılan kültür ve sanata değin Batı’daki her şeye ödünsüzce yakıştırdığımız “Hellen” kavramında bir terslik vardır. 



Zaman içinde daha bir berraklıkla, fakat inanmakta güçlük çekerek görülen oydu ki, nedeni ancak Dor İstilası olabileceğine göre, M.Ö. 12. yüzyıl içinde başlaması beklenen Ege Göçleri ardından Anadolu’nun batı kıyılarında yaratılan sanat ne biçimiyle ve ne de biçemde Hellas’tan gelen değildir, Anadolu Geç Tunç Çağ’ında bilinenlerin devamıdır; kendi öz değerlerinin, yerli geleneğinin ürünüdür.


Aslında bilim, W-.D. Niemeier’in tanımladığı doğruya yönelmiştir ve buna göre salt “pots are people” yönteminin, yani “nerede Hellen çömleği orada Hellen kolonisi” kolaycılığının ya da en azından bulunduğu yerde “Hellenleşme” yakıştırmasının, arkeolojide geçerliğini artık yitirmiş olduğunun farkındadır; geç bile kalınmıştır, çünkü J. Mellaart’ın, “…simple bead-rim bowls discovered at Old Smyrna (Bayraklı Tepe) were hailed as confirming Hittite culture up to the West Coast! On coastal sites every Mycenaean sherd was photographed as evidence for Mycenaean penetration, colonisation, presence or what have you, but the bulk of local Anatolian pottery was virtually ignored” uyarısı üzerinden tam bir nesillik uzunca bir zaman geçmiştir. 



Geç kalınmış da olsa bu yol Erken Demir Çağ Anadolu’sunda da izlenmeli; sonuçlarıyla geleneksel görüşü değiştirmesi olası bilimsel sorgulamalar, sözde bu kez “İon kolonizasyonu”na kanıt olarak sunulan, Protogeometrik ve Geometrik çömlekler için de mutlaka yapılmalıdır. Ve de bir “sömürge” tanımı için başta yaşam ve düşünce biçimi, din ve tapınım olmak üzere anakent ile koloniler arasında ortak kimliğe yönelik başka bağlantılara da gerek olduğu unutulmamalıdır: “Hellen” kökenli sandığımız tüm büyük tanrıçalar, Hera, Demeter, Aphrodite, Athena, Artemis ve Leto, Anadolu Ana Tanrıçası’ndan türemişlerdir. Anadolu Gök Tanrısı Tarhu ya da Teşup salt ad değiştirerek Zeus’a dönüşür . Yeni Hititler’de “Üzüm Bağının Tarhunzas’ı” ve -Euripides’e göre de Lydia’nın “Bakkhos”u  ile Troialıların “Appaluinas”ı ve Lykia’nın yerli adı bilinmeyen baştanrısı , buralardan Ege’nin batı yakasına göçerek Dionysos ve Apollon adlarıyla “Hellen tanrıları” olurlar.



Bu farklı yaklaşım tarzından da görünen o ki “suskunluğun” arkasında ikiyüz yıl boyunca süren “Atina merkezci” emeğin “ne olacağı” vardır; ve de bu nedenle gerçekleri kabul ettirmenin hiç de kolay olmayacağı gerçeği vardır.





Prof.Dr.Fahri Işık 


“Dünya tarihinde kendi alanlarının ‘ilk’leri olarak; felsefede doğayı, mitolojik inançlara odaklı Atina’nın aksine, akılla ve özgür düşünceyle araştıran ve babası Karialı olan Thales’i, tarih yazımında yerli ad taşıyan Hekataios’u ve mimaride bir Hippodamos’u yetiştiren; çömlek boyamacılığında, Doğu Ege’de ve sömürgelerinde etkili özgün akımlar yaratan, heykelde Klasik’e geçişte Atina’ya öncülük eden, yazısı Klasik Dönem’de tüm Hellen halklarının yazısı olan ve eski adı Millavanda olan ve de halkı Karca konuşan bir Milet nasıl ‘Yunan kenti’ sayılabilirdi? MÖ 1200-500’lerde biçimlenen uygarlığın Ege’nin doğu yakasında köklenmesini ve batıya sürgün sürüşünü yaratan Anadolu halklarıdır.”


Uygarlık Anadolu’da Doğdu/kitap
Prof.Dr.Fahri Işık








"Yunan dili ancak İskender'in fetihlerinden sonra Anadolu'nun iç bölgelerine sokulabildi."..."İÖ. dördüncü yüzyıla gelinceye değin, Girit'in kimi yörelerinde hala Yunanca olmayan bir dil konuşulmaktaydı." 
George Thomson - Tarih Öncesi Ege




....



İonia - Heredot



....Dile gelince, hepsi aynı ağzı kullanmazlar; dört değişik konuşmaları vardır. Güneyden başlayarak ilk kentleri Miletos'tur; hemen sonra Myus ve Priene gelir; Karia'da kurulmuş olan bu kentler, aynı bölge dilini konuşurlar. Lydia'da Ephesos, Kolophon, Lebedos, Teos, Klazomenai, Phokaia vardır. Bunların dili daha önce saydığımız kentlerin diline hiç uymaz, hepsi de ortak bir bölge dili konuşurlar. Bunlardan başka üç İon kenti daha vardır ki; Samos ve Khios adalarındadır, üçüncüsü Erythrai anakaradadır. Bunlardan Khios ve Erythrai aynı bölge dilini konuşur, Samos'luların ise kendilerine özgü ayrı bir dilleri vardır. Böylece birbirinden ayrı dört bölge dili çıkmış olurr ortaya. (1:142)


...Söz konusu olan on iki kent İon dünyasında yalnız şu özellikle ayrılır. Bu dönemde zaten güçsüz olan Yunan soyunun en güçsüz olanların, en az hatırı sayılanları İon'lardı; Atina dışında hiçbiri önemsenmiyordu. Bundan ötürü öbür İon'lar ve özellikle Atinalılar bu adı kabul etmiyorlar, kendilerine İon denilmesini istemiyorlardı; bugün bile, bana öyle gelir ki, bundan çoğunun yüzü kızarmaktadır. Ama adlarını saydığım on iki kent, kendi adlarıyla övünürlerdi;...(1:143)


İon'ların on iki kentlik bir konfederasyon kurmuş olmalarının ve bu sayının çoğalmasını istememelerinin nedeni, sanırım daha Peloponez'de oturdukları zamanlarda da gene böyle on iki kente ayrılmış olmalarıdandır, onları bu ülkeden çıkaran Akha'larda da öyledir: Önce, Pellene gelir, Sikyon'dan çıkınca rastlanan ilk kent budur, sonra Aigeria ve Aigai, bunlar hiç kurumayan ve adını İtalya'daki bir başka ırmağa vermiş bulunan Krathis ırmağı  üzerindedirler, sonra Bura, sonra Akha'larla girdikleri savaştan yenik çıkan İon'ların göçmüş oldukları Helike; sonra Peiros adındaki büyük ırmağın aktığı yerde Aigion, Rhypes, Phares, Olenos, sonra Dyme ve Tritaia; bir bu sonuncusu içerdedir. Eskiden İon'ların olan bu on iki kent bugün Akha'ların elindedir. (1:145)



İonlar Pelasglardan mı geliyor?




"Homer was Ionian by origin and therefore a Pelasgian. The Pelasgians, in their turn, were close kinsmen of the Turkic Saks and Cimmerians."  - Prof.Dr.Chingiz Garasharly, Philological sciences, Baku, 2011 / The Turkic Civilization lost in the Mediterranean basin- book







....




"On the migration of the Greeks to Asia Minor, Ephesus was OCCUPIED by an IONIAN colony, the events connected with which are abscured by fable...."



EPHESUS being a LECTURE by HYDE CLARKE


Aeolian and Doric invaders never peopled more of the country than the coast, leaving the aborigines in the interior, and though these aquired the use of the Greek language,they did not thereby become Greeks.


The probability is that the present so callde Greeks of Asia minor are the descendants of the Iberians, as the Basques of Spain are, and that the Greeks on our coasts became ectinct, as they did in Greece itself, where they have been replaced by Albanians, where as if our Asiatic Greeks are the descendants of İberians, this will account for many of the contrasts of appearance among the various classes of so callde Greeks in this city. It will account too, for resemblances between the present and the ancient populations, for as the Greece of that day was not homogenously Hellenic, but included Thracian, Macedonian,Epirot,Albanian and Asiatic İberian mixed up with Hellenics so does the present population include part of those elements.


In earlier mytic epochs Ephesus was the reputed refuge of Latona, the birthplace of Apollo and diana, the place of the metamorphosis of Syrinx into a reed, the lurking place of Pan, a chief seat of the Amazons, so ancient that Bacchus contended with them and Herculus too defeated them, but both acknowledged the worship of Diana, whose birthplace was marked by the original olive tree even in the Christian era, and consecrated by a heaven born image.


On the migration of the Greeks to Asia Minor, Ephesus was occupied by an Ionian colony, the events connected with which are abscured by fable....



Hyde Clarke (1815-1895) was : 
Member of the American Oriental Society
Member of the German Oriental Society
Member of the Philoligical Society of Constantınople
President of the Academy of Anatolia










"Anadolu’nun sadece yüzeysel olarak Türkleştiğini savunanlar bilmelidirler ki, bu toprakların Helenleşmesi veya Hıristiyanlaşması da aynı şekilde yüzeysel kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, az sayıda Türk işgalleri ülkeyi çok kısa bir zaman içinde Türkleştirebilmiştir. Batı tarihçilerinin anlayamadıkları, bir fenomen olarak baktıkları olay, işte budur. Artık ülkeyi bu harabelikten Selçuklular ve Osmanlılar kurtaracaktır. "


Prof. Dr. Ahmet ÜNAL 

HİTİT İMPARATORLUĞU’NUN YIKILIŞINDAN BİZANS DÖNEMİ’NİN SONUNA KADAR ADANA VE ÇUKUROVA TARİHİ / pdf





......






Büyük İskender'in emriyle Anadolu'da Yunan dili ve kültürü kullanılmaya başlanmıştır. Ondan önce Yunan kültürü hiçbir zaman baskın bir kültür olmamıştır. Ki Roma dönemi ile de Latinceye geçilmiş ve böylece Yunanca yine azınlıkta kalmıştır. Doğu Roma İmparatorluğun resmi dili Latince idi, 610 711 yıllarında hüküm sürmüş Herakleios (Flavius Heraclius) tarafından Yunancanın resmi dil olması ile de Doğu Roma Yunanlaşmıştır.

Bizans İmparatorluğu adı ise 17.yy itibarı ile kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden "Doğu Roma", Anadolu ve Türk Tarihi anlatılırken , bunların göz önünde bulundurulması gerekir.

Saygılarımla,
SB.






ilgili diğer yazılar