balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2019 Cuma

LİGYRON / AKHİLLES - KHEİRON




Thetis oğullarını ateşle vaftiz ederek ölümsüzleştirmektedir, sıra Aşil'e (Akhilles) gelince topuğundan tutar ve ateşe sokar (bazı kaynaklara göre su). Olayı görmesiyle ödü kopan baba Peleus Aşil'i eşinin elinden alır ve Thetis kaçar. Kral Peleus Aşil'in eğitimine önem vermektedir, böylece At-Adam (Kentaur) Kheiron'a teslim eder.

Kheiron Aşil'i aslan yürekleri ve ayı iliği ile besler, avlanmayı, ata binmeyi öğretir. Altı yaşına geldiğinde aslan ve ayılarla güreşir, köpeksiz ve tuzaksız geyik avlar.

Muselerden Kalliope (destan,şiir, şair ilham perisi) Aşil'e şarkı söyleme yeteneğini verir. Hatta İlyada'da kendi kampında phorminx* çalıp türküler çığırırken herkes mest olmuş bir şekilde dinlemektedir.



Kentaur Kheiron çocuk Aşil ile..
Amphora, MÖ 520 / Louvre Müzesi.
Kentaurlar genellikle altı at üstü insan olarak betimlenirken, 
Eğitmen Kheiron'un arka bacakları at, önü ise tamamıyla insandır.




Eğitimi bitince Kheiron doğum adı olan Ligyron (sızlanan, mızmız) yerine artık Aşil demeye başlamıştır.

Ἀχιλλεύς - Achilléfs (Agilefs) - Akhilleus.
Αχιλλεύς Πηλείδης , Αχιλλεύς Αιακίδης
Achilléfs Pileídis , Achilléfs Aiakídis.

Akhilleus adı ne Grekçedir ne de Hint-Avrupa...(-eus eki zaten Anadolu kökenli) 
Adını Kheiron verdiyse...adı neycedir? Ağil...

Kimmer-İskit Türkleri mitolojide Kentaur olarak betimlenmiştir. Bu 'barbar ve medeniyetsizden' o kadar iyi bir eğitim almıştır ki Akhilles tam bir "Kimmer" olup çıkmıştır.

Aşil 9 yaşındayken savaş çığırtkanlığı yapılıyordur. Kehanete göre Aşil savaşa katılmazsa Truva düşmeyecektir. Bu sebeple de annesi onu Scyros'a götürür ve kız kılığına sokarak saklar. Adı da Pyrrha (kızıl) olur. Aradan zaman geçer, Scyros Kralı Lycomedes'in kızı Deidameia'dan oğlu olur, adını Neoptolemus (Pyrrhus) koyarlar...


Türklerde "öd-ot (ateş)" kutsaldır, kötülüklerden korur. Doğumla yapılan ayinlerde ateşe yağ atılır. Aşil'in başına gelen "arınma ayini" de annesi tarafından onu kötülüklerden korumak amacıyla yapılmıştır. Tabi ki mitolojik hikayede "Aşil'i ateşle vaftiz" ettiği anlatılır, ama bunun böyle olmadığını, tıpkı Türklerdeki gibi "yağın" ateşe atıldığını tahmin eder ve 'Greklere' yabancı gelen bir geleneğin kulaktan dolmayla bu şekilde anlatıldığını düşünebiliriz.

SB.

* Phorminx; Lir ailesinden 2-6 telli, yarım ya da orak formlu bir çalgı. Kökeni için Mezopotamya derler.




**

Aşil'in (Ağilefs) ölüsü için savaşan amcaoğlu Ayas (Ajax)
Sağdan 3. Enes/İnees (Aeneas), 4. Pars (Paris), en solda her ne kadar onu "Athene" olarak tanımlasalar da "Seres" yazar.


Halikarnas Balıkçısı'ndan;

Bizim için ve bir yerde Homeros için Akhilleus bir destan kahramanı, epik bir hero’dur. Ama bu saga’nın kaynağı dinseldir. Akhilleus Peloponezlilere göre bir tanrıydı. Homer de aşağı yukarı öyle sayar onu, ama Homer Akhilleus’u yabancı da sayıyor. Akhilleus denizcileri koruyan bir tanrıdır aslında. Çok elektrikli geceler, yani fırtınalardan önceki geceler direklerde bir ışık beliriverir: Latincesi «ignis fatuus»tur, İngilizcesi «will-o-the-whisp», Fransızcası «feu de St- Elme.» Denizciler bu ışığı uğurlu sayarlar. Akhilleus işte bu ışığın ta kendisi bir tanrı sayılırdı. 

Önceleri — yani tanrı Akhilleus — Karadenizliydi. Çünkü Tuna nehrinin Karadeniz’e boşaldığı yerde, uzunca bir ada vardı. (Bak. Kronos’un egemenlik sürdüğü Elysium Hades ülkesine bitişiktir, güneşin hiç batmadığı mutlu bir ülkedir deniyor — zavallı insanoğlu neler düşünmemiş, ben olsam Elysium’u Gökova Körfezindedir derim. — Dostoyevsky’de «Les confessions de Stavrougine», bir de «L’homme ridicule»deki iki düşe bak. Dostoyevsky de bu cenneti güneyde bir yerde hayal ediyor.) 

«Leuke adındaki Mutlular Adası Karadeniz’dedir, Tuna ağzının karşısında. Ormanlı, her çeşit vahşi ve ehli hayvanlarla dolu bir adadır bu, orada Akhilleus ile Helena’nın ruhları büyük saygı görür ve Homeros’un dizelerini okurlar...» Bittabi bu şeyleri Homer’den sonra gelenler, Platon, Pindaros ya da Hesiodos yazıyor.

Akhilleus — dudaksız demek, Karadeniz halk efsaneleri arasında dudaksız adiyle ve yahut bu hali imâ eden bir masal — folklore — var mı? Araştırmalı. Bu ad için bir efsane uyduruluyor: 

«Thetis doğurduğu altı oğlunun ölümlü yanlarını yakmış» (altı olunca insanın aklı hexametron’a gider, yahut beş parmak «daktyl, bir de Priyap, yani erkek tenasül âleti) — bunun da kaynağı hexametron dansı, yani altı adımlı dans. Allain (17) Girit’te Pithikto dansına rast geldiğini söylüyordu. Zihnimi kurcaladı. Kaç kez hopladıklarını sormaya unuttum. Karadeniz danslarının en eskilerinde kaç hoplayışlı oldukları araştırılmalı. Karadeniz’in Bronz çağında büyük önemi var çünkü. Bronz için gereken kalayın büyük kısmı Karadeniz’den geliyordu. Argonaut efsanesi bu çağın sonuna rastlar. Homerik epos’tan öncedir. 

«Thetis Peleus’tan olan altı oğlunun da ölümlü yanlarını yakmış, onları kendisi gibi ölümsüz kılmak ve her birini Olympos’a yanına alabilmek için. Ama Peleus yedinci oğlunu bütün bedeni daha ateşe değmemişken (yedinciye ve yedi rakkamına dikkat etmeli) onun elinden kapmayı başardı; Thetis ateşte arındırdığı bedenleri sonra ambrasia ile ovuyordu, ama son oğlunun ateşe değmemiş aşık kemiğini ovamadı, bu yüzden ölümlü kıldı» (aşık kemiği bir de mafsal kemikleri önemlidir, çünkü falcılıkta bakla yerine kullanılırdı), «kocasının bu araya girmesine kızan Thetis ondan ayrılıp denize döndü» (dikkat et bir deniz tanrısı olan Akhilleus deniz tanrıçası Thetis’in oğlu olacak bittabi)

«Oğluna Akhilleus dedi, çünkü dudaklarını göğsüne daha değdirmemişti. (18) Peleus oğluna devin iskeletinden aldığı yeni bir aşık kemiği koymuş, fakat orasının ölümlü olmasını önleyememiş.» Belli ki bu, uydurma. Thetis’in Akhilleus’u ve topuklarından tutup Lethe ırmağında yıkadığı ve topuklarını tuttuğu yerin suyla ıslanmadığı için, topuğundan vurulup öldürüldüğü söylencesinden daha öncedir bu yukarda anlattığım söylence.

Akha kara kuvvetlerine Agamemnon, deniz kuvvetlerine ise Akhilleus' kumanda ediyordu (19) — Akhilleus Homerik saga’ya girmezden önce bir Pelasg kutsal kralı idi. Akhilleus’un Leuke adasına naklinin miti şudur: 

«Akhalar ölüsüne oyunlar düzenlemişken, Thetis Akhilleus’un ruhunu ateş yığınının üstünden alıp Leuke adasına (*) taşıdı; Tuna nehrinin ağzının karşısında bulunan, vahşi ve ehli hayvanlarla dolu bu ada şimdi ona kutsanmıştır.» 

Akhilleus’un bir sürü tapınağı vardı, örneğin asıl egemenlik alanı Marmara denizi ile Karadeniz’di, oralarda deniz yolculuğu onun koruyuculuğu altında olurdu. Sigeion burnu, yani Boğazların Ege’ye çıkışında denize uzanan toprak parçası üstünde bulunan Akhilleus’un gömütü Boğazları korumaktaydı. Borysthenes, yani Dniepr ırmağının ağzında uzun bir dil Akhilleus’un taş ocağı diye adını taşımaktaydı. Olbia kentinde de «Pontos’un efendisi» diye kendisine tapılırdı. Ama asıl egemenlik alanı Tuna ağzının karşısındaki Leuke adasındaydı. İnsanların oturmadığı bu ormanlık, kuş dolu adada Akhilleus’un bir tapınağı vardı, kurbanlar, sunular sunulurdu kendisine. Ama oraya çıkan denizcilerin ancak bir gün adada kalmalarına izin verilirdi, gece olmadan adadan ayrılmaları gerekirdi. 

Akhilleus kimi zaman tapınıma gelenlere görünür, «paian» denilen zafer türküsünü söylermiş. Orada bir tanrı sözcüsü de herhalde denizcilere öğütlerde bulunurmuş. Fransız yazarının «Pantos’un efendisi» diye çevirdiği bu «pontarkhes» sözcüğü düşündürücü, herhalde Karadeniz’in efendisi değil de, genellikle denizin efendisi anlamında olsa gerek, çünkü pontos aslında deniz demektir. 

Paian söylemesine gelince, Elysium’un Hyperboreliler ülkesinde olduğu sanılıyordu. Ölen kutsal kralların ruhları... Size bu işler karışık gelir — yahu o zamanki insanlarda lojik aramayın. Hem kutsal kralın ruhu vekilinde yenilenir, hem de öleninki, eğer hoş bir adamsa, Elysium’a gider. Gider ama kim götürür? Bir söylenceye göre turna kuşları. Onlar sonbaharda, kış başlangıcında kuzeye giderler ve iki notalı acı bir ses çıkartırlar. İşte «paian» da odur. Bir yerde okuduğuma göre, bir sürü deniz kuşu, karabatak, martı soyundan başkaları, yabani kaz, kuğu, ördek Tuna ağzına giderlermiş. Akhilleus’un ruhunu onlar oraya taşımışlardır. 

Pelasg ya da Leleg efsanesi demiştim. Pelasg da deniz insanları demek bir bakımdan. Zaten «thalassa» sözü grekçe değil, Minoen bir söz. Grek denilenler buraya geldikleri zaman denizi ilk kez görüyorlardı ve ona «pontos» adını taktılar. Bu, incelenmesi ve kanıtlanması gerekir bir teoridir. Fakat Akhilleus’un bir tanrı sayıldığı muhakkak.

Şimdi edebî kıyafetinin altında «Akhilleus’un öfkesi» yani İlyada’nm konusunun altında gizlenen eski saga’ya gelelim. Patroklos ölüyor. Bu ölüm Akhilleus’u aktif sahadan, edim alanından uzak duruşuna, çekilişine bir son veriyor. Patroklos ölünce Akhilleus savaş meydanına dönüyor. Bu noktada llyada’nın ta göbeğindedir. Patroklos ölmezden önce Akhilleus’un silahlarını, yani belirtilerini takınıyor. Yani Akhilleus’un rolünü, kutsal kralın, tanrısal insanın rolünü oynayarak ölüyor. Ölümünün özellikleri bir savaştan çok, bir kurban edilmeye benziyor. Yani âyindeki tanrının öldürülmesi — ya tanrının yahut vekilinin ölmesi demek istiyorum.

Ne var ki bir kurbanın öldürülmesi —o çağlara göre— aynı zamanda bir günah oluştururdu. Bu öldürme işine katılanların bütün dikkati işledikleri bu günahın tehlikeli sonuçlarından kendilerini korumaktı. Söz gelimi bir boğa kurban edilecek değil mi, bu işin bütün sorumluluğu boğayı kesen baltaya yüklendirdi (bunun biraz Labrys baltasıyla ilişkisi vardır, ama bir yere kadar) Balta mahkemeye çekilir. Muhakeme sonunda balta mahkûm olur ve kemali resabetle balta sürgün edilirdi. (Allah vere de atomik bomba için aynı işlem yapılmasa!) Fakat bu işte çoğu kez sorumluluğu elden geldikçe çok insanlar arasında dağıtmak yoluna gidilirdi. Böylece bu işten doğacak tehlike de paylaşılmış olurdu. Sonra asıl suçluyu kalabalık içinde bulmak güç olacaktı. Bunu Patroklos’un ölüdürülmesinde de görüyoruz. İlk önce Apollon vurur Patroklos’u ve adamın silahlarını yere düşürür, sonra Euphorbos çıkar ortaya ve onu yaralar, Hektor da işi tamamlar.

— Epik vakanın altında eski kurban töresinin sezilmesi güç değildir. Tanrının vekili tanrı silahlarını ve başkaca takıntılarını taktıktan sonra ölür, bunun üzerine tanrının kendisi hemen dirilip ortaya çıkar. O da Akhilleus’tur. Şimdi İlyada’nın XVIII’nci bölümünü oku (dize 203 vd.):

Zeus’un sevdiği Akhilleus de kalktı yerinden
Athene onun çalımlı omuzlarına püsküllü
Kalkanı atmıştı,
altın bir bulutla sarmıştı başını, çepeçevre,
gövdesinde ışık saçan bir alev yakmıştı.
Duman nasıl ağarsa bir şehirden göklere doğru,
düşmanla kuşattığı uzak bir adada
Akhilleus’un başından da tıpkı öyle
bir ışın yükseliyordu göğe doğru.
Akhilleus aştı duvarı, hendeğin önünde durdu,
Durup bağırdı, öte yandan haykırdı Athene.

Bu işte kutsal Akhilleus’un dirilmesi. Akhilleus ışığı, o fırtınalı gecelerin ışığıdır, o korkunç kalkan da Aigis, fırtınanın belirtisi. O elektrikli ışık, yani direğin tepesindeki ışık da fırtınada yolculuk eden denizcilere tanrı tarafından korunduklarını bildirir. Bizim denizciler de bunu uğurlu sayarlar, hemen şükranla kelimei şahadet getirirler, işte tanrı kendisine sadık olanları, nurdan bir tuğ salarak direğin tepesine, koruyacağını haber verir. Akhilleus’un on iki gün'çekilmesi, iki kral yahut sultan arasındaki aralıktır. Bu aralık on bir on iki gün olurdu çoğu zaman. Yani kamerî sene ile şemsî sene arasındaki gün farkı ki düzine oradan gelir. Bu iş «muharrem ul haram» ile, yani o günlerde oruç tutulur, eğlenilmez falan filan. Aynı zamanda paskalya ile ilişkisi vardır. Paskalyadan önce perhiz edilir, sonra İsa dirilince, ki Adonis’in dirilmesidir, kış tesaviülleyl u venneharmda yumurta yenilir. O yumurta dünya yumurtasıdır, hani Zeus Leda ile (ki tanrıça Leto’dur) çiftleşir de yumurta doğurur. Helene çıkar. Efsane Kybele’den alınmadır (Anadolu Tanrılarında bahsedilecek). 

Neyse vaz geç! Bana amma da yazdırdınız yahu! Şimdi okuyun öyleyse! Yazmak okumaktan güçtür, asıl siz benim canıma okudunuz. Merhaba. Ne diyorduk?


Halikarnas Balıkçısı - Düşün Yazıları
Azra Erhat
(*) Leuke Adası, Karadeniz'in Tuna Deltası açıklarında yer alan Romanya'ya bağlı Yılan Adası'dır. Leuke "Beyaz Kavak" demektir.
(13) Odysseia (XIX. 172-180) Altı çizili sözler şöyle anlaşılmalıdır: Minos dokuz yılda bir tanrı Zeus’un danışmanı oluyor, yani krallara krallık veren tanrı ile dokuz yılda bir görüşüp egemenliğinin sürmesini sağlıyor. Bizim «danışman» olarak çevirimiz «oarisess» sözcüğünü G. Murray doğru olarak «Zeus ile alış verişi, temasları vardı» diye çevirmiş, egemenliğinin dokuz yaşında başlamış olduğu yanlışını yapmış olması ise şaşılacak şeydir. H. B., ise yanlışını bulmuş ve çıkarmıştır, Homeros metnini anlayıp doğru yorumladığını gösterir.
(14) H. B.’nın burada, Tantalos’a neden İzmirli dediği anlaşılmaz. Tantalos Sipylos, yani Manisa dağının ve eteğindeki Magnesia'nın kralı olarak bilinir, İonya’lı değil, Lydia’lıdır. İzmirli demesi genelleme olsa gerek, çünkü başka yazılarında Tantalos ve Pelops'un asıl kaynağını kesinlikle belirtir.
(17) Allain dediği, o sıralarda Türkiye’deki tarikatlar üzerinde araştırmalar yapmak için Türkiye’ye gelmiş olan Fransız yazan Allain Gehrbrand’dır.
(18) Akhilleus’un klasik sonrası zamanlarda yapılan etimolojisine göre bu ad A-keilos’tan gelmedir ve dudaksız anlamına gelir. Oysa bu açıklama uydurmadır, sözcüklerin hepsinde Akhilleus’un etimolojisinin bilinmediği kayd edilir. H.B., kendisinin de uydurma dediği bu efsaneyi nerden naklediyor? G. Murray’den olmasa gerek.

(19) Böyle bir olgu İlyada’da kesinlikle yoktur, Akhilleus Myrmidon ordusunun başındadır ve bu ordu öbür Akha komutanlarından epey ayrılmaktadır, hatta Troya önündeki Akha’lar kampında uzak bir yerde yer almış bulunmaktadır. Tabii İlyada’ya göre, ne var ki H.B., burada söylediklerini İlyada’dan başka kaynaklara dayanarak söylüyor. Bu kaynakları ne yazık ki yeterince bildirmiyor.



**

Ağilefs'e gelirsek:

Bu durumda ne Akilleus'tir, ne de Fransızca okunuşundan aldığımız Aşil'dir.
Bizim de "Ağilefs" dememiz gerekmiyor mu?
Yani Ağ/Ak İl
SB.





19 Ağustos 2018 Pazar

HELLENIZM TUTKUSU




HELLENIZM TUTKUSU
HALİKARNAS BALIKÇISI - HEY KOCA YURD


20. Yüzyılın özelliği —hele ilk dünya savaşından sonra bilim ve tekniğin hızla ilerlemesinden ötürü— eleştiriciliğidir. I. Dünya Savaşından önce yerleşmiş inançların çoğu didik didik edilmiş, iler tutar yerleri bırakılmamıştır. Ama çocuklardan başlayarak kuşaktan kuşağa tekrarlanan duygu aşılamalarının ussal (aklî) nitelikleri yok ki. eleştiriden etkilensinler! Batıda, "O şan ki, Hellenistan idi” sözleri ile açıklanan batı romantizminin kökünde de dinsel bağnazlık vardır. O bağnazlığın kaynağı Sokrates’le Platon'dur. Bizde bile Sokrates için, "Bir gerçek uğruna canını feda eden Sokrates” denir. Kimse çıkıp da "Hangi gerçek uğrunda?’’ diye sormaz. Çünkü Sokrates’in bir gerçek uğrunda canını feda ettiği kanısı, bir eleştiri sonucu varılan bir gerçek değil, bir "moda" dır.

Bir çeşit karınca vardır: O karıncanın yuvasının bir karıncası bir besi yedi miydi, bir kısmını sindirir (hazmeder), sindiremediği kısmını başka bir karıncaya ciro eder. Nasıl ciro ettiğini anlatmanın gereği yok. Yuvanın birkaç karıncasına mavi bir besi verildikte, tüm yuva karıncaları masmavi olur. 

Batılılar, Sokrates'in ölümünü, İsa'nın haç üzerinde ölümüne benzettiler. Bu nedenle Sokrates, İsa'dan önce gelen, İsa'nın bir öncüsü sayıldı. Hellenler de Hıristiyan’dı. Batıkların Hellenistan'a ilk bağlantıları buydu. Bundan epeyce sonra, ozanların romantik Hellenistan tutkusu başlar. Ozanların romantizminin derininde de yukarıda anlatılan dinsel duygu uyumaktadır. Bu ozanların başlıcaları şunlardır: Almanlardan Goethe ve ne kadar İtalyan ozanı varsa, İngilizlerden Byron, Shelley, Keats ve öteki Ingilizler. Fransızlardan Victor Hugo ve öteki Fransızlar. Bunlar Hellenlerin bağımsızlık ve özgürlük tutkularından tutturdular. Marathon ve Thermophil dendi de başka şey denmedi. ...

Marathon'la Thermophil'e gelince; iki bin beş yüz yıldan beri batının okullarında öğrencilere Marathon çatışmasının ve Thermophil savunmasının ululuğu anlatılır. O günlerden bu yana, Marathon, Thermophil, Salamis ve Platea'dan kat kat daha çetin kurtuluş savaşları oldu. Günümüzde Anadolu, Küba, Çin, Cezayir, Vietnam vb. özgürlük savaşları oldu. Ama batılı ozanların, Hellenistan savaşlarından başka savaşlar için Thermophil savaşı konusunda olduğu gibi heyecan saralarına tutuldukları görülmedi. Yazılanlar ise ya insansal heyecanı alevlendirecek içtenlik gücünden yoksundu ya da seslendiği batılılarda alıcı bir gönül sıcaklığı yoktu.

Çünkü insanı insandan ayıran, yüz metrelik bir uzaklıksa ve o iki insandan biri ötekine doğru candan olarak elli metre koşarsa, öteki insan, gönül gözü ve kulağı ile kendisine doğru .koşulduğunu anlar da kendisine gelene doğru koşarak, onu bütün bir gönülle kucaklar. Hele bu hızlanma, ozan gönlünde olursa... Bu olmazsa, o zaman, "Batılı batılıdır, doğulu doğuludur... Bunlar hiç birleşemez!" olur. Doğulu denilenler de, batılıdan başka olsalar bile, tüm insandırlar. Ama batılılara göre, tüm eski sömürgelerin insanları... Bilinir a; Britanya İmparatorluğu üzerinde güneş hiç batmazmış.

20. Yüzyılın en belirgin özelliklerinden birinin, usa dayanan eleştiricilik olduğu yukarıda yazılmıştı. Ama bunca ozanın içten gelen romantizminin pek etkili afyonu ile eleştiricilik adamakıllı uyuşturuldu. Asıl tuhafı, bu ozanların hiçbirinin —Byron’un dışında— Hellenistan'a gitmemiş olmalarıdır. Bundan dolayı, düşlerindeki Hellenistan’ları objektif bir gerçeğe dayanmaz.

Shelley. İtalya’nın Adriyatik kıyılarında iken, kendisine bir gün, karşı Hellenistan kıyılarından bir Hellen gemisinin limana uğradığını bildirdiler. Tam o zaman da Hellenlerin Türklere karşı açtıkları savaşın en ateşli günleri idi. Shelley heyecanla limana koşar ve Hellen kaptanı ile tayfalarının Türklerle, kurtuluşları uğrunda nasıl kahramanlık ve ateşle savaştıklarını kendisine anlatmalarını bekler. Kaptanla tayfaların ağlamaklı bir halle, savaştan ötürü ticaretin durduğunu, kesatlık dolayısıyla açlıkla karşılaştıklarını; "Nereden çıktı bu Tanrı’nın belası savaş" diye yakındıklarını duyunca acı bir düş kırıklığına uğrar. İngiltere'ye yazdığı bir mektupta, bu olayı olduğu gibi anlatır.

Adlarını yukarıda andığımız ve adlarını anmadığımız daha birçok ozan, şiirlerinde Hellenistan’ı göklere çıkarmakla uğraşıyordu. Ama bu işte en etkili ozan, Lord Byron'du. Shakespeare'den sonra batıda en çok okunan ve batıyı en etkileyen Byron’du. Aristokrattı Byron. Yalnız sanatı ile değil, efsanesel yaşamı ile de Ingiltere’yi ve batıyı büyüledi. Doğrusu şiir dizeleri, efsanesel yaşamından da büyüleyici idi. 1814’e doğru basılan “Gâvur", "Abidos'un Gelini", "Korsan" ve “ Lara" şiirleri, batıyı alev gibi sardı. Dizeleri herkesin dudaklarında idi. Birkaç kuşak süresince gençlik onun «poz»larını taklit etti, hatta hafif topallığını bile!... Bir, iki yıl Türkiye’de, İzmir’in Buca’sında yaşadı. Arnavutluk’u gezdi. Yanya’lı, Ali Paşa macerasına karıştı ve Hellenistan’da, Missolonghi’de öldü. Byron’dan önce Hellenistan kültürüne tapınırcasına hayran kalmak ve buna karşın doğuyu, “Üçüncü Dünya” denilen koca bir âlemi hor görmek batının dinsel, romantik ve sömürgesel bir akımı iken, Byron’dan sonra ve onun sayesinde batının bir modası da oldu.

Modanın çirkinlikleri, gülünçlüğü, moda geçtikten iki ay sonra göze çarparmış. Moda sürdükçe, herkes onun etkisinde bulunur. İnsanlar “sürü”den ayrılmayı pek istemez. Bir de moda, gücünü, insanın doğal eğilimi olan değişme, yenilenme ve ilerleme isteğinden alır. ...

Modanın çirkinliğinin ve gülünçlüğünün moda geçtikten sonra göze battığı söylenmişti. Gelgelelim Goethe’ler, Victor Hugo’lar ve Byron’lar moda endüstrisinin figür ressamları ve mankenleri, moda ticaretinin propagandacıları değildiler. Ortaya bir sanat yapıtı koyan, bir şiir koyan ozanlar, sanatçılardı onlar. Bir sanat yapıtı on para etmez. Aynı zamanda o sanat yapıtı milyonlar eder. Sanat yapıtı ile para arasında ilişki yoktur. Onların çirkinliği ya da gülünçlüğü zaten olamaz. Olsa da bir moda matahı gibi, mevsim sonunda meydana vurmaz. Onların, olsa olsa, amaçlarında yanılmış olmalar sözkonusu olabilir. Amaçlarındaki yanılgı, ancak yüzlerce yıl sonra sezilebilir, görülebilir. Gene de yapıtları okunur. 

Evet, Hellenleri olağanüstü varlıklar, insanüstü yaratıklar saymışlardır. Hellenler ne olağan, ne de olağanüstü idiler. Onun için, batıkların yazdıkları dizeler canlı kaldıkça, insanlar tarafından okunacaktır. Ama batıkların son iki yüz yıl kültürünün kökü bilimsel inceleme ve eleştiri olmasına karşın son iki, üç yüz yılın ozanları —farkında olarak ya da olmayarak— içinde bulundukları batı toplumlarının sömürgeciliğine ve statükoculuğuna yardım etmişlerdir. Bu statüko, batının üstünlüğü, doğunun da altınlığı (Türkçe’yi yapanlar üstün demişler de altın dememişler. Burada altın, üstün karşıtı olarak söylendi) üzerine kuruludur. Batı, doğunun ya da Üçüncü Dünya’nın aydınlanmasından pek korkar. Doğulularda bir aşağılık duygusunun, gönüllerinde dağlarca kurulması için elinden geleni yapar.

Hikâye, Ida Dağı’ndaki bir güzellik yarışması ile başlayıp, Anadolu ve Hellenistan’ın estetiklerinin karşılaşması ve eleştirisi ile sona erdi. Böyle bir eleştiri yapmanın, batıkların akıllarının kıyısından bile geçmeyişinin nedenleri de yukarıda anlatıldı.

HELLEN HAYRANLIĞI

Orpheus'un TrakyalI olduğu, tartışılacak bir konu değildir. Ama Anadolu'da peyda olan her önemli insan, batıklarca mutlaka Hellen sayılır. Örneğin Profesör Guthrie, "Hellenler ve Tanrıları" adlı kitabında, doğrudan doğruya Orpheus’un AtinalI olduğunu yazar. Euripides tarafından, Anadolulu olduğu ısrarla söylenen Dionysos’u Hellen sayar; hatta bin dereden su getirerek, Euripides'i yalanlamaya bile kalkar. Profesör D.F. Kitto, Hellen mimarlığının Minos uygarlığınınki ile karşılaştırılınca, Hellen mimarlığının entelektüel olduğu için, o zamana kadarki bütün uygarlıkların mimarlığından üstün olduğunu ileri sürer. Bunlar rasgele alınan birkaç inceleme kitabıdır. Prof. VV.K.C. Guthrie’ye söylenecek söz yoktur! Kendisinin iddiası, aynı zamanda kendine cevap demektir.

Prof. D.F. Kitto’ya ise şu söylenebilir: Önceden tapınak yoktu. Ormanın bir parçası kutsal ya da tekinsiz sayılırdı. Sonradan, o orman parçası hangi tanrıya kutsal ise, orada, o tanrı ya da tanrıçaya kurban adanacak ve dua edilecek bir mihrap yükseldi. Git zaman gel zaman, mihraplar büyüdü, ormanların ortalarında bir tapınak oldu. Tapınak ormana öykünüyordu. Düz ağaç kütüklerinin üstü dallarla ve yapraklarla örtülü olacaktı. Yani ormanı ve ağaçları öykünen Gotik mimarlığındaki gibi... 

Ama Gotik mimarlık çok sonra, taş ve taşı oyacak aletlerle avadanlık bulunduktan sonra yapıldı. Hellen ve Anadolu mimarlığında, yalnız ağaç kullanılıyordu. Çünkü o zamanın âlemi orman âlemiydi. Ağaç da yuvarlak ya da dolamlı kesilemiyor, düz kesiliyordu. Bundan dolayı o zamanın mimarlığı yalnız düz çizgiler ve açılar karışımıydı. Tapınağın altı ağaç kütüklerinden —yani direk— olacaktı. Kütük toparlak olduğu için, ancak orada yuvarlaklık olabilirdi. Ormanın ve ağacın üstünün —yani dallı yapraklı yanı— ise, önce düz bir tavan, sonra da üçgen bir tavan olması zorunluydu. 

Bunun entelektüelliği mentelektüelliği yoktu. Sanki Sümer ve Babilon ziguratlarının entelektüellik bakımından neleri eksik? Batıda tapınağı ormanın bir köşesine benzetmiş, tapınağı da sonradan bir Olympos dağına oturtmuşlar. Örneğin, Atina'nın Akropolis tepesine. Sümer’de daha iyisini yapmışlar; ormanıyla, tepesiyle tüm olarak mimarileştirerek, yapma bir Olympos yaratmışlar.

Anadolu, hiçbir mimarlık yapıtını tepeye oturtmak gereğini duymamış. Efes'in Artemis Tapınağı hemen hemen su üstündedir. Menderes Manisası'nın ve Sardis’in Artemis tapınakları da tepelerde değildir. Bir batılının, nalıncı keseri gibi habire kendine yontusuna, insan usunun doğal eleştiriciliğinden vazgeçip sömürge olmaya alışmış eski doğu kafasıyla "lebbeyk" diyemeyiz.

HOMEROS'A DOĞRU

Yukarıda sözü edilen karanlık, yüzyıllarca sürdükten sonra, Anadolu'nun İzmir kentinde Homeros adlı bir ozan doğmuş. O ozanın adı Homeros değil se bile, ortada bir İlyada ile bir Odisseia vardır. Onları yazan da —her kimse— Homeros'tur. İlyada ve Odisseia, sonradan Grekçe ve Hellence diye adlandırılan bir dilde yazılmıştır. Homeros, kendinin Grek ya da Hellen olduğunu söylemez; Anadolulu Troya’lılardan ve onları istila etmeye gelen Akhalardan (Akalardan), Mirmidonlardan, Argoslulardan ve Danaelerden söz eder. Bunlar ulusların değil, kentlerin adlarıdır. Barbar sözünü de bir kez kullanır "barbarafon"; yani anlaşılmayan bir yabancı dilden 'Vırvır edenler” diye... Çünkü yani "v ita " harfi “ b " değil, ‘V " okunur. (bu kanı yanlıştır, çünkü ilk zamanlarda "b" olarak okunuyordu, ki basileus örnektir: Başil -SB)

Hititlerin Anadolu’ya girişlerinden, Homeros’un doğuşuna dek Yakındoğu, halkların ve dillerin karıştığı bir yer olmaya devam etti. Hititler Anadolu’ya geldikleri zaman burada, yirmiden fazla dil konuşulduğunu gördüler. Bunların dördünü beşini resmi dilleri olarak kabul ettiler. Bu arada Hellence diye bir dil de Anadolu'ya geldi. Güçlü bir dildi bu. Ta önceden, Girit'in parlak Minos uygarlığının etkisinde kalarak, kendi eksikliklerini Girit dilinden aldığı sözcüklerle kapatmaya çalıştı.

Bütün arkeologlar bilirler ki; "in th'', "enth’’, "sos" vb. ile biten ne kadar sözcük varsa, hepsi unutulmuş bir Anadolu dilindendir ve Hellence değildir. Hellenler bunları ve birçok Giritçe sözleri almadıkça, uygarlığa uygun bir dile sahip olamayacaklardı.

Girit dilinden Hellenceye alınan sözlerin birkaçı aşağıda verilmektedir.
Meropes: Adam ya da erkek; Sitos: Buğday: Mintha: Nane; Oine: Asma; Elaia: Zeytin; Olinthos: Taze incir; Sikon: Kuru incir; Oinos: Şarap; Elaion: Zeytinyağı; Spinks: Balansı; Simbelos: Arı kovanı; Sirintho: Balmumu; Rothon: Gül; Yakintho: Sümbül;
Vissos: Keten; Sisira: Deri Giysi; Sandalon: Sandalet ayakkabı; Solni: Lâğım; Kados: Testi; Depas: Bardak; Asamintho: Banyo; Kassideros: Teneke; Molibdos: Kurşun; Korisos: Altın; Sideros: Demir; Tirsis: Kule; Thalassa: Deniz; Nisos: Ada; Zali: Fırtına; Zefiros: Serin yaz rüzgârı; Sitharo: Yelken; Kuvernao: Dümen kullanmak; Sakkös: Çuval; Vasileos: Kral; Anaks.- Prens; Laos: Halk; Labiris: Çift ağızlı balta...

Homeros, İyada ve Odisseia'da "insan” yerine “meropes" sözcüğünü kullanır. Bardak ya da kupa yerine de "depas" der. Ama Homeros'tan sonra bu sözcükler pek kullanılmaz. Hem sonra “ İlyada" ve "Odisseia” sözcükleri de Girit dilindendir. Olympos sözcüğü de öyle. Hellence, İ.Ö. 7. Yüzyılda genel dil, bir "Lingua Franca” olmuştur.

Homeros yapıtlarında Girit'ten söz ettikçe güçlü bir heyecana kapılır. Girit'in özlemini çeken bir âşık sanki. “Yüz kentli Girit” diye yazar. Oralı bir saz sanatçısının nasıl çaldığını, genç ve güzel Giritlilerin ne güzel dans ettiklerini, dans havalarını anlatır da anlatır. Hiçbir zaman Akhaların cümbüşlerini anlatırken böylesine içten ve candan değildir. Eski Minoen uygarlığının şunusunu-bunusunu anlatırken, yüreğinin ”Cızz” ettiği duyulur. “ Girit, şarap renkli denizin ortasında bir adadır" dediği zaman, "Uzakta, büyülü, ona yakın, mutlu bir adadır" demek için dudaklarının derin bir yurtsama ile tir tir titreye koyulduğu anlaşılır. Çünkü bu eski Anadolu ozanının yüreğinin, eski Ege ve Akdeniz uygarlığı ve yurdu lonya ile birlikte çarptığı bellidir.

Delos Apollon'undan söz ederken —Delos Apollonu İlâhisinde— çocuklarıyla gemiler dolusu gelen upuzun giysili lonyalıları şöyle tanımlar.- " Bunlar olağan insanlardan çok ölümsüz tanrılara benziyorlardı. Uyurken gözlerde zaman kalmıyordu.” Homeros, böyle demekle, "Bunlar yaşlanmaz, sevinç ve mutluluklarıyla..." demek istiyor. Apollon’a yazılmış İlâhi, böylece daha çok İonya'ya yazılmış bir İlâhi oluyor. Sonra, Phythla İlâhisinde, Girit’ten Mora yarımadasında Pilos’a gitmekte olan bir Girit gemisine Apollon, yunusbalığı olarak görünüyor. Gemiye çıkınca, tanrı yunusbalığı kılığında çıkıp, gene müzik, ışık ve güneş tanrısı, korkunç okçu tanrı Apollon oluyor. Kayığa o komuta ediyor. Mora yarımadasının batı kıyılarını dolandıktan sonra, Korent Körfezine giriyorlar. Karaya çıkıp Delphoi'ye doğru yürüyorlar. Başta Apollon elinde liri, sırtında da ta yerlere dek sürünen harmaniyesi; onun arkasında da bütün Giritli gemiciler Delphoi’de tapınağa giriyorlar. Orada Apollon, gemi tayfası Giritlilerin hepsini tapınağa papaz tayin ediyor. Tayin eden Apollon ama, Delphoi biliciler evinin tanrıya kurban sunacak papazlarını hep Giritlilerden yapan "Delos llâhisi”ni ve Delphoi llâhisi'ni yazan Homeros’tur.

Neye Apollon’a kurbanları sunacak olanlar hep Giritli olsun? Unutulmamalı ki; Girit’in Minos uygarlığını kuranlar, hep Rodos ve Karparos yoluyla Anadolu'dan gelen Anadolulular'dır.

HOMEROS

Homeros İçin birçok tartışmalar yapıldı. İlk önce, Homeros diye bir ozanın varlığı tartışıldı. Kimi, “Öyle bir ozan yoktu” dedi, kimi, "Vardı" dedi. Ortada bir yapıt vardı ve bunu bir insan yapmıştı, donunda bu yapıtları, (llyada ve Odisseia'yı) Homeros adlı bir ozanın yazdığına oybirliğiyle karar verildi. Bu kez llyada'da anlatılan Troya savaşının düşsel olduğu ve Troya diye bir kentin hiçbir zaman varolmadığı ileri sürüldü. Schliemann Troya’yı kazınca, bir yerine dokuz Troya çıktı ortaya. Derken, bu Troya’ların hangisinin Homeros'un Troya'sı olduğu tartışılmaya başlandı. Uzun süren tartışmalardan sonra, İki yıl öncesine dek, VI. Troya, Homeros’un anlattığı Troya olmakta devam etti. İki yıl önce oturaklı bilginler VII. Troya’nın asıl Homeros Troyası olduğunu buyurdular!

Ondan sonra da Homeros’un nereli olduğu sorunu ortaya çıktı. Homeros’un sürüne sürüne sokaklarında ekmeğini dilendiği yedi kent, bu kez onun doğduğu yer olmak onuruna sahip çıkıyorlardı. Bu yedi kent şunlardır: İzmir, Sakız, Rodos, Kolophon, Salamis, Argos ve Atina. Homeros’un Atina, Rodos, Salamis ve Argos kentlerinde doğmuş olduğu kesinlikle' kabul edilemez. Çünkü Homeros, sütbesüt İon lehçesinde yazdı İlyada'yı da Odisseia'yı da. Bu dört kentte İonya lehçesi konuşulmazdı. Yalnız Kolophon, İzmir ve Sakız’dadır ki lon lehçesi konuşuluyordu. Bundan ötürü, Homeros bu üç kentten birinde doğmuş olacaktı.
Başka yerde değil!

Sakız adasında horoz ötünce Anadolu'dan da duyulur. Ada, Anadolu açığında ve hemen hemen bitişiğindedir. Kolophon ise, Anadolu kıyısında, İzmir’in az güneyindedir. Homeros'un İzmir, Sakız ve Kolophon kentlerinden hangisinde doğmuş olduğu sorusuna, "İzmir' de" karşılığının verilmesi zorunludur. Çünkü llyada ve Odisseia baştan aşağıya lon lehçesinde olmakla birlikte, yer yer Aiol lehçesine çalan sözcükler de vardı. Oysa Kolophon ile Sakız değil, yalnız İzmir, İonyalı olmadan önce Aioliyalı idi.

Çok tuhaftır ama, Homeros'la ilgilenen ilk Türk, İstanbul fatihi Sultan II. Mehmet’tir. Montaigne’e göre, Fatih, Papa’ya yazdığı bir notada, Yunanistan'a yardımını anlayamadığını çünkü İtalyanların Troya’lı Eneas soyundan ve bu nedenle Trakofriglerden oldukları için, Hektor’un öcünü almakta Papa’nın kendisine yardım etmesi gerektiğini yazmış. (Bunu Sabahattin Eyuboğlu "Montaigne-Denemeler” çevirisinde veriyor.) 

Fatih, bu sözleri söylemişse, bunlar boş sözlerdi... Çünkü batı ya da Papa, Hellenlere Hıristiyan oldukları için yardım ediyordu. Fatih bunu pek iyi biliyordu. Onunki bir Bizans Vasileosluğu, bir "Rum İmparatoru" taşlaması olmalı. İstanbul’da Bizantizmin gelişmesine yardımı —hiç olmazsa göz yummasıyla— esnaf yardımlaşma kurumlarını —Ahileri— (* Din ve mezhebe bakmayan ekonomi ve zanaatçi birlikleri) kaldırmakla, sayısız hizmetlerinin yanısıra İmparatorluğun gerileyip kokuşma tohumlarını atmıştır. İstanbul’da, Saraçhane'de yalnız saraçları alıkoyması, ordunun güçlü bir bölümü olan süvarisipahilerin atlarına eyer ve koşum yaptırmak içindi.

Osman’dan başlayarak ilk sultanlar kılıç kuşanmazlar; bir mesleğin çırağı olduklarını gösteren emekçi setini, yani önlüğünü kuşanırlar; "set çekerler’’ di. Fatih ise kılıç kuşandı.

HOMEROS TOKSÖZLÜLÜĞÜ

İlyada'nın 24. kitap ya da bölümü, "Akhilleus’un Öfkesi" denilen bir şiirden doğar. Konusu, tutsak edilen prenseslere sahip çıkmak isteyen Akhilleus İle başkomutan Agamemnon arasındaki kavgadır. Bunlar birbirlerine "köpek-möpek" diyerek çıkışırlar. Yapıtta Hellenistan liderleri öyle alçakça, hoyratça ve öylesine bir ikiyüzlülükle davranırlar; onlara karşın Troya’lılar o denli efendice ve doğrulukla davranırlar ki; Homeros'un bütün gönlünün, sevgi ve sempatisinin hangi tarafta olduğu, kör kör parmağım gözüne dermişcesine belli olur. Homeros, eski Anadolu ozanlarındandı. Gönlünün ve yüreğinin yurdu, bu barbarların çadırlarında ve kamp ateşlerinde değil, Ege uygarlığı denilen, zamanın şanlı gelişimindeydl. Barbar, açgözlü, saldırganların bağrışıp çağrıştıkları ordugahta yeri yoktu Homeros'un! 

O yapıtında, derebeylerinin hayatlarını, tam bir sanatçı bağlılığıyla anlatır. Kabile papazçalarıyla evlenerek, onların inandıkları tanrıların ekadlarını gaspederek ortada böbürlenip duranlar için, ’‘İyidirler, kahramandırlar; filan talandırlar" der ama, onların ne haltlar işlediklerini de bir bir anlatır; onlardan nefret ettiğini belli eder. Onların yalnız kılıç ve zor gücüyle yaşadıklarını; sevgi ile arkadaşlığı, candan dostluğu, söz erliğini ve güzel sanatları umursamak şöyle dursun, hor gördüklerini iyice belirtir. Adları üzerine ant içip durdukları Olymposlu tanrılara o kahramanların hiç de bağlı olmadıklarını bilmeseydi Homeros, Akha'ların önünde, tanrıların yaygaracılıklarıyla, kargıcılıklarıyla, kahpelikleriyle, o sulu şehvetleriyle alay edercesine yazmaya cesaret eder miydi?

İnsan Homeros'un eski Ege uygarlığına ait ve o uygarlığın yurdu Anadolu’nun, orada da Troya'nır. gizli bir âşığı olduğunu kendi yapıtından şiddetle duymazsa, onu, bir şeye candan inançtan yoksun, bomboş bir adam sayar; ona "Boşver, gitsin!” der... Onun yurt sevgisi, sımsıcak insan duygusu, Troya’daki aile yaşamını, orada şunda-bunda insancıl duyguları anlatırken, Homeros'un kendi duyguları ortaya çıkar.

Acaba dünya edebiyatında Andromakhe'nin kocası Hektor ile konuşmasından daha dokunaklı bir parça yazılmış mıdır? Dünyanın en büyük sevgi şiiri, Hz. Süleyman'ın "Neşideler Neşidesi’dir" denir. Homeros’un söz konusu parçası da kendi çeşidinde, İnsanoğlunun yazdığı en dokunaklı sözlerdir. O denli böyledir ki; Romalılar Troya aslından olduklarını ileri sürerler. Evet, Eneas masalı vardır ama, Eneas masalı da önemini, Troya'lılar hakkında yazılmış olmasından, bir de Troya'lılar ağzından söylettiği sözlerden kazanır.

Venediklilerin, hatta 16., 17. yüzyıla değin İngilizlerin Londra’ya "Troynovant" adını vererek, kentin Hektor tarafından kurulduğunu öne sürmeleri, hep Homeros'un Troya'yı ve Hektor’u sevimli göstermiş olmasındandır. Homeros’un Troya'yı ve Troya’lıları anlatışının uyandırdığı insancıl sempatinin sonucudur hep bunlar...

Patroklos'un ölümünü duyunca, Akhilleus'un o hafakanları tutan yaşlı, sinirli kadınlara yakışır çıldırışı nedir? Eski deyimiyle bunca "canhıraş" parlayışlar ise, hiçbir duygu uyandırmamış; yarı acır yarı alay eder, horlayıcı bir gülümseme yaratmıştır olsa olsa. Homeros duygulansaydı neler yazmazdı şu Patroklos'un ölümüne değgin? Akhilleus’un isterik kadın yaygaralarını Homeros hiç hoş karşılamamıştır. Homeros bu sahneyi yapmacık, tumturaklı ve ulu gümbürtülü sözlerle süslemeye çabalamıştır. Çünkü biliyordu ki; meşe odunu kafalı derebeyleri yerginin keskinliğinin farkına varamazlar ve davul patlatıcı gümbürtüler duyunca onları övgü sayarak koltuk kabartırlar!

Homeros bu işte, İspanyol ressamı Goya’ya hemen hemen üç bin yıl önceden önderlik etmiştir. Goya, İspanya Krallık ailesinin —babalı, analı, çocuklu ve torunlu— karikatürü denecek kadar maskara ettiği yüzlerini öyle güzel ve cafcaflı renklerle boyamıştı ki; grup halindeki Krallık Ailesi, maskaraya dönmüş resimlerin —renkler dolayısıyla— kendilerine benzediğini kabul zorunda kalmıştı. ...

İlyada ve Odisseia'nın, o zamanki Sümer ve Mezopotamya geleneklerine nasıl bağlı kaldığı, heksametr konusu anlatılırken ele alınacaktır. Hiçbir şey durup dürürken yoktan varolmaz. Olympos tanrıları Hellenistanlı değillerdir; Anadolu'dan oraya geçmişlerdir. 

Batılıların sandığı gibi, Homeros, arkası doğuya dönük, olarak Hellenistan'a bakan bir kimse değil, doğuya ve Anadolu’ya bakan, Hellenistan'a arkası dönük bir sanatçı idi....



Truva I MÖ 2920-2350 : Taşbaba 7.-8.yy Kazakistan
 'Luvi Dilinde' Hitit Mührü MÖ 12.yy : Kazakistan Aşiret Tamgası
not: Luvi dilinde olması , iddia ettikleri gibi 'Truvalıları' Luvi dilli yapmaz !



Manfred Korfmann - Traum und Wirklichkeit Troia,seite 13

"Hatten wir es bisher mit drei Epen vor angeblich historischem hintergrund zu tun, der İlias, der Odyssee un der Aeneis, so berufen sich die mittelalterlichen Troiaromane - Rittergeschichten des 12.und 13.Jhr.n.chr. - vorrangig auf zwei angeliche augenzeugen des Troianischen Krieges: auf den Kreter Diktys (zwischen 1.und 3.Jhr.n.chr.) und den Phryger Dares (zwischen 2.und 5.Jhr.n.chr.). Natürlich wusste man auch im mittelalter über sekundörquellen von der İlias des Homer. Die shrift selbst stand aber zunachst noch nicht zur verfügung. Sie gelagte erst spater von Konstantionopel - İstanbul nach İtalien, und zwar in form "der brühmten İlias handschrift aus Venedig", einer kopie des 10.Jhr.n.chr. 1360 n.chr. verfasste petrarca eine kurzfassung in lateinischer sprache, 1488 n.chr. wurde die İlias zum ERSTEN mal gedrucht.

Ausgehend von den Texten der beiden gananten Troia veteranen Dares und Diktys, wurde erschlossen, dass viele Völker in der welt eigentlich von Troia herstammten. Eine solche Ableitung war insbesondere für Europaer, dann aber auch für die in Anatolien eigenwanderten Türken nötig; denn weder in mitteleuropa, noch im fernen zentralasien, dem ursprungsgebiet der Turkervölker (SB), konnte man sich ansonsten glaubhaft auf eine noble mythische vergangenheit berufen. Diese brauchten die jeweils Herrschenden, um sich gegenüber dem einfachen volk abheben zu können."


* (SB : Es ist falsch, die Türken sind nicht nur auf dem Mittelasien. Die Königin Tomris, sogar in das Buch von Herodot, und Skythen oder Agatharsi, sind die Türken.  Abaris-Wort zeigt zu Avarische Türken an. Türken haben viele Stammesnamen ! Und nur die Türken trinken Koumiss (Stutenmilch), in der BC-Zeit gab es keine Mongolenstämme im Mittelmeerraum! Trojanen nannten sich TEUCER- TEUKROS, dass ist Türkisch: TÜRKER (Türkische Mann), und immer noch als männlicher Vorname - Nachname verwendet !)



"Up until now we had to deal with three epics in front of supposedly historical background, the İlias, the Odyssey and the Aeneid, so the medieval Troiaromans - knight stories of the 12th and 13th century. - primarily on two eyewitnesses of the Trojan War: on the Kreter Dictys (between the 1st and 3rd century) and the Phrygians Dares (between the 2nd and 5th centuries). Of course, in the Middle Ages, it was also known about secondary sources from the İlias of Homer. The manuscript itself was not yet available. She arrived later from Constantionopel - İstanbul to İtaly, in the name of "the famous İliad manuscript from Venice", a copy of the 10th century. 1360 AD Petrarca wrote a short version in Latin. The İliad was for the first time in 1488 AD printed. Based on the texts of the two Troia veterans Dares and Dictys, it was revealed that many peoples in the world actually came from Troy. Such a derivation was necessary, in particular, for Europeans, but also for the Turks, who had entered the country Anatolia; For neither in central Europe nor in distant central Asia, the origin of the Turkic peoples (SB), could anyone else credibly refer to a noble mythical past. These needed the respective rulers to stand out against the common people. " page 13


* (SB: It is wrong, Turks are not only from Central Asia. Even in the book of Herodotus, Queen Tomris, Scythians or Agatharsi are the Turks. Abaris word comes from Avar Turks. So, Turks have many tribal names. And only the Turks drinks koumiss (mare's milk), in the BC times there were no Mongolian tribes in the Mediterranean Basin! Trojans called themselves TEUCER - TEUKROS, that is Turkish: TÜRKER (Turkish Man), and still in use as male name and surname!)








10 Ağustos 2018 Cuma

Kutsal Sungular



Kutsal Sungular; 
Buğday sapları; çubuğa dolanmış saçlar;
zamanla yerini Ok'lara mı bırakmış?..



Herodot 4:33

"... Skythia'ya buğday saplarıyla bağlanmış kutsal sungular Hyperboreanlıların oralardan gelir derler;... ama ilk seferinde Hyperboreanlılar bunları iki kızoğlan kıza taşıttırmışlar, ki Deloslular bunlara Hyperrokhe ve Laodike adlarını verirler; kendi yurttaşlarından beş kişiyi de yanlarına katmışlar, ki bugün bunlar Delos'da büyük saygı görürler ve Taşıyıcılar diye anılırlar. Ama Hyperboreanlılar gönderdikleri adamların geri dönmediklerini görmüşler. Acaba sonradan gidecek olan elçilerimiz de dönmeyecekler mi diye telaş etmişler; bundan sonra buğday saplarına sarılıp bağlanmış olan sungularını getirip komşularına vermişler ve onların da öbür komşularına vermelerini istemişler. Böylece elden ele Delos'a kadar gelir derler. Ben kendi hesabıma, Thrak ve Paionia kadınlarında da bu sungular için yapılanlara benzer bir görenek olduğunu biliyorum: Kraliçe Artemis adına kurban kestikleri zaman töreni buğday sapı olmadan yapmazlar." 



Herodot 4:34

"... Hyperborean'dan gelen genç kızlar, Delos'ta ölmüşlerdir, bunlara saygı olmak üzere bu adada kızlar ve oğlanlar saçlarını dibinden keserler. Kızlar evlenmeden önce saçlarını keserler; bir çubuğa dolayıp, iki bakirenin mezarı üzerine koyarlar. Bu anıt, Artemis duvarları içerisindedir."



Halikarnas Balıkçısı - Düşün Yazıları

"Delos’a gelen kız ve erkekler Herodot’a göre «Perpherees»tir; buna göre Hyperferees de Hyperboreoi oluyor. Yani «taşıyıcılar» vb. oluyor. Abaris için de «ton oiston periephere» (çepeçevre taşıyordu) deniyor. Taşıdığı da «ton oiston» yani ok. Tuhaf değil mi, Kâbe’deki Kybele’ye de OK getirirlerdi, hattâ Hazreti Muhammed’in babası «oğlum doğmadan önce uğurlu olsun diye Hubele putuna (Kybele’ye) altı OK verdim» diyor."







Peki, başka kim "Ok" bırakıyordu?..


Prof.Dr.Firudin Ağasıoğlu - Taşbaba Türk'ün Taş Yaddaşı (Hafızası)

"Azerbaycan edebiyatında Nizami Gencevi 'İskendername' eserinde: Türk boylarının diktiği bu dikili taşlara secde edenler ona saygı duyar, yanından geçen her bir atlı Kıpçak buraya OK batırır, çobanlar ise sürüden ona bir kurbanlık koyun ayırırdı; der." 







- Hyperborean - Kuzeyli İskit boyu.
- Apollo rahibi Hyperboreanlı Abaris elindeki okla hiçbir şey yemeden içmeden atıyla dünyayı dolaşır, aynı zamanda otacıdır. Yani hem Kam, hem de Avar Türkleri'ndendir. (Apar/Abar/Avar).
- Artemis Grekçe değildir.

SB


7 Ağustos 2018 Salı

İlyada, Odysseus ve Bilgamış





Halikarnas Balıkçısı - Altıncı Kıta Akdeniz

"Sümerli kahraman Gılgameş'in (Bilgemiş (*) anası, ölümsüz güzel Ninsun, mükemmel aynasının önünde özenle tuvaletini yapar, sonra adım adım zigguratın tepesine çıkar. En görkemli tanrıya, güneşe (Şamaş) gider. O ve tanrı, zigguratın doruğunda yalnızdır. Homeros'un İlyada'sının kahramanlarından Akhilleus'un anası, ölümsüz tanrıça Thetis, şafak vakti denizin dalgaları arasından fırlar, çıkar, gökyüzünün enginliğine tırmanır, Olympos'a doğru çıkar; Zeus'a, en büyük tanrıya başvurur. O ve tanrı, yalçın Olympos'un doruğunda yapayalnızdırlar. iki tanrıçanın oğulları için tanrılara yalvarmaları aynıdır. Bu, iki başyapıt arasındaki benzerliği kanıtlamaya yeter. Homeros'unki sanat yapıtı olarak olağanüstü üstünlüktedir. Ancak, Bilgemiş destanının İlyada'dan iki bin yıl önce yazıldığını hesaba katmak gerekir.


İlyada, Gılgameş'le (Bilgemiş) bunun gibi daha nice benzerlikler gösterir. Bunların rastlantı sonucu olduğunu kabul etmek zordur. Bir an için raslantı olduğunu kabul edelim. Odysseia'da Kirke episodu ve Odysseus'un (ölüler ülkesi) Hades'te uzun gezileri ile ilgili olaylar dizisi, teorik bir benzetme olamaz. Bu verilere göre, Homeros'un Gılgameş (Bilgemiş) epik destanını bildiği tartışma götürmez. Odysseia'da Odysseus'un arkadaşları, Kirke'nin büyü ve kandırmalarıyla hayvan şekline girmişlerdi. Gılgameş (Bilgemiş) destanında Kirke yerini tutan tanrıça İshtar (iştar) olup, insanları hayvana çevirir. Gılgameş (Bilgemiş), Odysseus'un Kirke'yi aşağıladığı gibi Ishtar'ı aşağılamaktadır. Bu noktada Ishtar, Kirke gibi, güneşin kızı olan tanrıça Siduri ile yer değiştirmiştir. Siduri Gılgameş'e (Bilgemiş), geçmişle ilgili bilgiyi simgeleyen Noe'ye ulaşmak için okyanus ya da ölüm sularına doğru izlemesi gereken yol hakkında bilgi verir. Aynı şekilde Kirke de Odysseus'a okyanusu nasıl geçip, geçmişle ilgili bilgi olan Tyresias'ı bulmak üzere Hades'e ulaşabileceğini göstermektedir. Siduri Gılgameş'e (Bilgemiş), Kirke'nin Odysseus'a öğrettiği yaşam felsefesinin aynısını öğretir: "Yiyiniz, içiniz, neşeli olunuz! Çünkü, bu insanların yazgısıdır."


Olayların akışıyla bu iki kahramanın yolculuklarında yadsınmaz benzerlikler vardır.


İonia'nın güzel ortamında yalnız başına, dimdik duran Homeros, birçok farklı kültürleri içeren eski, mitolojik ve şiirsel bir dünyaya aitti. En doğuda önce Sümer, sonra Babil, Asur, Hitit, Suriye, Mısır ve batıya doğru Minoen Girit, bu farklı kültürleri oluşturuyordu. İonialıların bu ülkelerin hepsiyle sıkı ilişkileri vardı. Miletos İonialıları Akdeniz'de ve özellikle Karadeniz'de 80'den fazla koloni kurmuşlardı (**). Sonuç olarak, Asurbanipal'ın İonialı ozanları işitmiş; Homeros'un Odysseia'sı ile Hesiodos'un Theogonia'sını (Hesiodos'un babası Küçük Asya'dan, Kyme'den göç etmiştir) okumuş ya da hiç olmazsa duymuş olması güçlü olasılıktır. Öte yandan, İonialı denizcilerin, Doğu Akdeniz kıyılarında Gılgameş (Bilgemiş) destanını dinlemiş olmaları da çok olasıdır.


Sümerlerin hayatı tufan, kuraklık ve kavgacı komşularının tehditleriyle geçiyordu. Bu da onları bedbin kılıyor, ayrılık ve ölüm yasalarına karşı isyana itiyordu. Tanrılar ölümsüzdü, bunun aksine, trajik olamıyorlardı. Gılgameş (Bilgemiş) ölümsüz değildi. O halde, hakkında bazı şeyler bilinen ilk trajik kahramandı o. Hayatı, hoşgörü ve anlayışı arayan bir kimsenin tipik ve sempatik karakterini vurguluyordu Gılgameş (Bilgemiş). Bu anlamda sergüzeşti, trajik bir sonuca ulaşıyordu. İsa'dan Önce üç bin yılında yazılmış bir efsanenin İsa'dan Sonra XX. yüzyıl insanının dikkatini çekebilmesi şaşırtıcıdır."



Halikarnas Balıkçısı - Altıncı Kıta Akdeniz


*

Halikarnas Balıkçısı - Hey Koca Yurd
BİLGEMİŞ DESTANI İLE HOMEROS'UN ANLATTIKLARI

Şimdi, Bilgemiş Destanı ile Homeros'un anlattıkları arasında göze batan birkaç benzerliği belirtelim:

1. Kahraman Bilgemiş’in anası Tanrıça Ninsun’un tanrı Şamaş’a yalvarışı, Bilgemiş Destanı'nın başındadır. Kahraman  Akhilleus’un anası Thetis’in tanrı Zeus'a yalvarışı İlyada destanının başındadır. Yani burada, orkestra şefi çubuğunu havaya kaldırıp müziğin ana notasını öttürsünler diye, orkestraya kesin işareti vermiştir; "Daaaan! Daaaa... Daaaaa!" diye. İkisinde de bir uvertürdür, bir perde açılışıdır. Bundan sonra, destanın boylu boyunca neler olup bitecek, neler denecekse, bu başlangıçtan başlar, her şey bu başlangıca bağlanır.

2. Kahraman Bilgemiş'in anası Ninsun tanrıçadır; babası tanrı değil, ölümlü insan Lugulbanda’dır! Kahraman Akhilleus'un anası tanrıça Thetis’tir; babası tanrı değil, ölümlüe insan Peleus'tur.

3. Tanrıça Ninsun, Tanrı Şamaş’a yalvarmak için Egelmah sarayının tepesine çıkar. Egelmah sarayı bir Sümer zigguratı, yani insan yapısı bir Olympos dağıdır. Tanrıça Thetis, Tanrı Zeus'a yalvarmak için Olympos dağının tepesine çıkar. Zeus'un önünde, Ninsun gibi bir saygı durumundadır. Zeus’un önünde diz çöker; bir1 koluyla Zeus'un bacaklarını, öteki eliyle de sakalını sıvazlar, okşar... Zeus onun ricasına, “Evet" makamında başını sallar, Tanrı’nın "Olsun!" demesiyle Olympos dağı, temeline dek zangır zangır titrer. Yalnız, batılılarca Zeus'un saçı sakalı, kuzeyliler gibi sarı olmalıydı...


Şimdi de Bilgemiş efsanesi ile Homeros'un Odisseia'sı arasındaki benzerliklere geçelim:

Bilgemiş'in yolculuğunda, Enkidu'nun ölümünün acısı, Bilgemiş’in yüreğini burkar. Bilgemiş, sonsuz hayatı ölümsüz yaşantıyı bulmak için yola çıkmıştır. Bunun için Utnapiştim'e (***) varmalıdır. Utnapiştim, Babil dilinden bir sözdür; Sümercesi “Ziyusudra"dır. Ölümlüler arasında yalnız ona Tanrılar ölümsüzlük vermişlerdir. Bilgemiş, nasıl ölümsüz olabileceğini öğrenmek için ona doğru yolculuğuna çıkmıştır. Güneş Tanrısı Şamaş, Bilgemiş’e, "Aradığın sonsuz hayatı hiçbir zaman bulamayacaksın" der. Bilgemiş "Bu uzun yolculukta, buraya dek ulaştıktan sonra şimdi uzanıp, uyanmamak üzere toprağın beni örtmesini mi bekleyeyim? Gözlerim güneşi görsün kamaşıncaya dek. Ölülerden farksız isem de güneşin ışığını göreyim” diye yalvarır. 

Bilgemiş’in üstü başı paramparçadır. Yüzü yorgun, bakışları umutsuzdur. Tanrıça Siduri, onu bir serseri sanarak korkar; kapıyı sürgülemeye uğraşır ama, beceremez. Bilgemiş ona şöyle der: "Kapını sürgüleme, ben göklerin boğasını öldüren, ulu katran ağaçları ormanında Humbaba’yı alteden Bilgemiş'im..."

Bilgemiş ile Siduri arasında kısa bir konuşma geçer... Bilgemiş Enkidu'yu, can arkadaşını kaybettiğini ve Utnapiştim’e gitmekte olduğunu anlatır. Siduri, “Özlediğin hayatı hiç bulamayacaksın. Tanrılar insanı yaratırken onun kaderine ölüm yazdılar. Ölümsüz yaşamı kendilerine ayırdılar. Onun için Bilgemiş, mideni gece gündüz güzel gıdalarla doldur; dans et; esen ve güleç ol; giysilerin hem temiz, hem serin olsun; sularda yıkan; elini tutan küçük çocuğu sev. Koynuna aldığın karını da mutlu kıl. Çünkü hep bunlar insanın kaderidir" der. 

Bilgemiş, genç ve güzel Siduri’ye der ki: “Sevdiğim Enkidu toz toprak olunca nasıl rahat edebilirim? Ben de toz toprak olacağım. Genç kadın, Utnapiştim'e giden yol nerededir? Okyanusu aşarım mümkünse; değilse çölü aşarım.” 

Bira ve öteki içkilerin tanrıçası ve yapıcısı olan Siduri der ki: "Okyanus aşılmaz. Taa eskiden beri Okyanus’u geçen olmadı. Onu yalnız, sabahtan okşama Şamaş (Güneş) aşar. Unutma, ölümün suları derindir! Ölümün sularına varınca ne yapacaksın? Ama, orman kıyısında Utnapiştim'in kayıkçısı vardır; o sal yapar..."

BİLGEMİŞ’LE İŞTAR

Tanrıça Siduri, Batı Anadolu’da, Homeros'un Odisseia’sında Tanrıça (Kirke) olur. Kirke olunca, Siduri tatlı, güzel, canayakın bir genç kadınken hain, kavgacı, uğursuz büyücü oluyor. Çünkü Homeros, kavgacı, hain İştar'ı Siduri’ye yapıştırarak Kirke’yi yaratmıştır. Bilgemiş epiğinde, Bilgemiş’in İştar’la karşılaşması şöyle anlatılır;

Bilgemiş ulu katran ağaçları ormanında Humbaba'yı altetmiş, kahraman olmuştur. İştar onu görür, kendine, "Gel, gel de erkekliğinin tadına varayım. Sen kocam ol, ben de senin gelinin olayım" der, ona neler armağan edeceğini sayıp döker. Bilgemiş’in cevabı şudur:

"Ey şanlı İştar. Sevdiklerin, senin yaman bir ateş olduğunu anlamışlardır. Sen, içindeki kışlanın üzerine yıkılıp onu ezen bir kulesin! Sen saçaktan düşen taşsın. Hangi sevgilidir ki ihanetine uğramamıştır? Elvan elvan mavi kuzgun kuşunu sevdin sonra onun kanadını, kolunu kırdın. Şen küheylanı sevdin ama ona kamçı ile mahmuzu lâyık gördün. Çobanı sevdin büyüleyip kurda dönüştürdün, onu kendi köpekleri parçaladı! Babanın bahçıvanı Işşillanu’yu sevdin, sonra da ona bir vurdun, köstebeğe çevirdin!

Bilgemiş, yukarıda kısaltılarak verilen bu cevaplarla, İştar’ın önerisini reddeder.

ODYSSEUS İLE KİRKE

Şimdi Homeros'un Odisseia'sının 10. Kitabında —Odysseus da Bilgemiş gibi bir kahramandır— Odisseus ile Kirke'nin karşılaşmasına geçelim. Önce, Kirke’nin de Siduri gibi, güneş tanrısının kızı olduğunu söyleyelim. Odysseus’un arkadaşları Kirke tarafından bir şölene buyur edilir, ama yiyip içtikten sonra, kimi domuza, kimi de kurda kuşa çevirilirler. Tıpkı İştar’ın kimi sevgililerini hayvanlara çevirdiği gibi...

Odysseus, deniz kıyısında uzanmış dururken, tayfasının hayvanlara çevrildiğini, Kirke’nin yanında neler olup bittiğini gözlemesi için yolladığı bir tayfasından öğrenir. Bu kez Kirke'ye kendi gitmeye karar verir. Tanrıların habercisi Hermes, Odysseus’a, Kirke’nin büyüsünü bozacak bir ot verir. Odysseus gider ama, Hermes'in verdiği ot, Kirke’nin sunduğu içkinin büyüsünü bozar. Kirke de tıpkı İştar’ın Bilgemiş’e yaptığı gibi, içki içmeyi, soyunup yatmalarını önerir: "Sevgide ve uykuda karşılaşır kaynaşırsak, birbirimize içten güvenle kaynaşır, rahat ederiz" der. Odysseus, arkadaşlarını hayvanlara çeviren büyünün bozulması, çözülmesi için, tanrılar adına ricada bulunur. Kirke bu dileği kabul edeceğini söyler ve gerçekten, hayvan olmuş tayfalar yeniden insan olurlar. Kirke bile, onların sevincinden duygulanır. 

İşte burada Kirke’nin İştar’lığı biter, Siduri’liği başlar. Odysseus ve arkadaşları, bir yıl süreyle Kirke tarafından konuk edilir, yedirilip içirilirler. Bu noktada Kirke, aynı Siduri gibi bir hayat felsefesi açıklar; yani; "Mideni güzel gıdalarla doldur, ye iç!” der. Odysseus artık Kirke'den ayrılacaktır. 

Bilgemiş’in, Siduri'den ayrılacağı zaman, Utnapiştim’e varmak için ölüm denizini aşmak amacıyla Siduri'den yardım istediği gibi; Odysseus da İthake'ye varabilmek için, Okyanus'u aşmak ve Hades'te bilici Tiresiyas’ı görmek konusunda Kirke’nin yardımını diler. Kirke, Hades'e hangi yollardan gidileceğini anlatır: "Stiks ırmağı ile Kositos ırmağı arasında bir kaya vardır; orada toprağa bir çukur kaz. Deliğe önce bira dök; sonra şarap, sonra su dök; onun üzerine de un serp. Bu şeyler ölülere adaktır" diye salık verir.


Halikarnas Balıkçısı - Hey Koca Yurd






* Gılgameş değil Bilgamış/Bilgemiş'tir, bu sebeple Bilgemiş kelimesini ekledim ya da Gılgamış ile değiştirdim. Odysseus'un Bilgemiş ile benzerliği varsa Dede Korkut ile de benzerliği vardır. Bilgemiş, Bilge Kağan, Oğuz Destanı, Köroğlu, Dede Korkut ve Odysseus, hatta belki Odin... Ortak noktaları Mezopotamya'dır. Türklerin dört bir yana dağıldı bölgedir....

** İonlar "Grek" değildir, Pelasg kökenlidir. Pelasglar'da "Grek" değildir, hatta Saka Türkleriyle bağlantılıdır. Miletoslular'ın Karadeniz'de koloni kurması MÖ 9.yy'dır. Homeros (gerçek bir kişilikse) MÖ 8.yy'da yaşamıştır. Kırım merkezli Bosporus Kimmerleri'nin ilk kralı Gomer'dir, sonra Truva'dan sağ kurtulan Truva Prensi Helenus ile onun oğlu Genger gelir. Bu durumda destanı Miletos kolonicileri İonya'ya taşımış olabilir (ya da bizzat Kimmerler getirmiştir). Çünkü koloniciler ile Homer arasında 100 yıl varken, Kırım kralı Gomer ile Homer arasında da 1200 yıl, Helenus/Kenger ile 400 yıl bulunmaktadır. Destan Gomer'in ülkesinden yayıldığı için, belki de Homer diye birinin yazdığını düşünmüşlerdir.... Kenger (Genger) ise Peçenekler'in bir diğer adıdır, Sumerliler'de kendilerine Kenger/Kiengi demiyor muydu?

*** "Utnapiştim (Utnapishtim)" ya da "Ziyusudra (Ziusudra)" Nuh'tur. Odysseus/Ulysses ise Etrüskler'de adı "Uthuze - Oduze"dir. Bu kelimenin/adın da Romalılara, yani Latinceye "Ulysses" olarak geçtiği düşünülür. 


SB






Thukydides: Truva - Anadolu - Hellas





"Troia Savaşı'ndan önce Hellas için bu isim kullanılmıyordu. 
Çünkü ülkenin bir birlik olduğunu gösterecek herhangi bir delil de bulunmamaktaydı."


1. Atinalı Thukydides Atinalılar ile Peloponnessoslular arasındaki savaşı anlatacak. Her şeyi başından itibaren anlatmasının nedeni bu savaşın diğerlerinden çok daha önemli olduğuna inanmasıdır. Üstelik hem Atinalılar hem de Peleponnessoslular bu dönemde en parlak çağlarını yaşıyorlardı. Diğer kentler ise iki taraftan birisini destekliyordu. Bu savaş öyle bir savaş oldu ki hem de Hellenler, hem barbarların bir bölümü bundan etkilendi. Kısacası tüm dünyayı etkisi altına alan bir savaş oldu. Olayları başından itibaren anlatacağım ama en eski dönemlerden başlamak pek de olanaklı değil. Çünkü bu dönemde yaşayanlar ya da savaşlar hakkında çok güvenilecek kaynaklarımız yok.


2. Hellas'ta ilk zamanlardan itibaren düzenli bir yaşam kurulmamıştır. Sürekli olarak göçler birbirini takip etmiş ve bu nedenle de daima yer değiştirilmiştir. Öte yandan hem karadaki hem de denizdeki ticaret de pek güvenli sayılmazdı. Çiftçiler kendilerini bile zor besliyorlardı. Yine kentler korunaklı bir hale getirilmiyordu. Bu nedenle insanların para biriktirme şansları yoktu. Ne de olsa her an birileri gelip topraklarını işgal edebilirdi. Bu şartlar altında yaşayan insanların sadece günü geçirmeyi düşünmeleri, diğer kentler üzerinde egemenlik kurmak gibi bir heveslerinin olmaması çok doğal karşılanırdı. En verimli topraklar sürekli olarak işgale uğruyordu. Örneğin Thesselia, Boiotia ve Peloponnessos'un Arkadia dışındaki toprakları. Bu bölgelerin topraklarının verimli olması halk arasında anlaşmazlıklara neden oluyordu. Anlaşmazlıklar savaşlarla sonuçlanıyor, bundan zarar gören ülke de yeni saldırganlar karşısında çaresiz kalıyordu. Attika'nın durumu ise daha farklıydı. Çünkü bu topraklar verimli değildi ve diğer yerlere uzaktı. Bu nedenle de ülkelerinden kaçıp daha güvenli bir yerde yaşamak isteyenlerin başvurdukları bir yer halini almıştı. Sonuçta Atina topraklarında her zaman aynı halklar yaşadı. Kentin büyümesinde de yeni gelen göçmenlerin büyük rolü oldu. Zaman ilerleyip Atina toprakları halka yetmemeye başladığı zaman onlar İonia topraklarına göçmenler göndermeye başladılar.


3. Troia Savaşı'ndan önce Hellas için bu isim kullanılmıyordu. Çünkü ülkenin bir birlik olduğunu gösterecek herhangi bir delil de bulunmamaktaydı. Deukalion'un oğlu Helle zamanında ilk defa Hellas isminin kullanıldığını sanmaktayım. Bu sırada ülkeye Pelasglar başka bir isim vermekteydiler. Daha sonraları Hellen ve oğulları Phtiotis ile birlikte yeni bir yönetim kurdular. Ardından da çeşitli kentlerden yardım istediler. İşte bu sırada Hellas adı kullanılmaya başlandı ancak bu isim çok uzun bir süre boyunca kullanılmadı. Aslında bu anlattıklarımın doğruluğunu Homeros bize göstermektedir. Homeros destanlarında Akhilleus ve dostları için Hellen adı kullanılmasına karşın onların tarafında savaşan diğer müttefikler Danaoslar, Argoslular veya Akhaialılar gibi isimler taşımaktadırlar. Hellenler'in karşılığı olan barbar kelimesi de sanırım bu dönemde kullanılmamaktaydı. Yani özetlemek gerekirse Troia Savaşı'ndan önce bu halklar bir arada hareket etmediklerinden ve yeterince güçlü olmadıklarından dolayı Hellen ismini kullanmamışlardır. Ayrıca birlikte bir deniz seferine çıkmaları da kendi aralarındaki bağları güçlendirmiştir.


4. Anlatılanlara bakılırsa denizlerde egemenlik kuran ilk kişi Minos'tu. Hellen Denizi'nde egemenlik kurmuş, Kyklades Adaları'nı ele geçirmiş ve Karialı yerlileri kovarak buraya kendi oğullarını yerleştirmişti. Vergi toplamak amacıyla da korsanlığı yok etmeye çalıştığı da bilinmektedir.


5. Eski Hellenler deniz kıyısında yaşayan barbarların topraklarına yaklaşmaya başladıkları zaman korsanlık faaliyetlerine başladılar. Aslında böyle yapmalarında onursuz hiçbir şey görmüyorlardı, aksine yaptıklarının kendilerine ün kazandırdığı bile söylenebilirdi. Çünkü korsanlık yapmak onların zenginleşmeleri yönünde önemli bir adımdı. Surları ya da herhangi bir korunağı olmayan kentlere saldırıyorlar ve kolayca zenginleşiyorlardı. Yine bu sayede ülkelerindeki zayıf insanları da besleme olanağı buluyorlardı. Günümüzde de deniz kıyısında yaşayan halklardan bazıları korsanlık yapmaya devam etmektedirler. Şairler kendilerine korsan olup olmadıklarını sorduklarında bundan gocunmazlar ya da bir hakaret olarak algılamazlar. Çünkü yaptıkları işin onursuzca bir iş olduğuna inanmazlar. Bu nedenle de soruya doğru bir şekilde yanıt verirler. Anakarada yaşayan halklar ise birbirlerinin topraklraını yağmalamakla geçimlerini sağlamaktaydılar. Örneğin Lokrisliler, Ozoller, Aitolialılar ya da Akharnaialılar'ın yaşam tarzları böyleydi. Bu insanların o zamandan kalma geleneklerinin günümüzde de silahlı olarak dolaşmalarına neden olduğunu söyleyebiliriz.


6. O zamanlar Hellener'in tamamı demirden yapılmış zırhlar giyerek dolaşırlardı. Silahların elden bırakılmamasının nedeni de evlerin ve yolların yeterince güvenli olmamasıydı. İşte o sıralar Hellas'ın tamamında olan şeyler bugün dağlık bölgelerde geçerliliğini sürdürmektedir. Zırhlardan ilk kurtulanlar Atinalılar'dı. Atinalılar çok daha yumuşak bir yaşam şeklini tercih etmeye başladılar. Kısa bir süre sonra para kazanmaya başlayan yaşlılar da ketenden yapılmış tuniklerini giymeyi bıraktılar. Ayrıca artık saçlarının başlarının tepesinde de toplamıyorlardı. İonialılar ise bu soydan geldiklerini göstermek amacıyla uzun süre geleneklerine uygun davranarak yaşamayı sürdürdüler. Günümüzde de kullanılan kısa tunikler ise ilk önce Peloponnessoslular tarafından giyilmeye başlandı. Önce en zenginleri ardından da diğerleri bu şekilde giyindiler. Beden eğitimi çalışmaları için soyunup, vücutlarına yağ sürme geleneği de Peloponnessoslular'dan çıkmıştır. Olimpiyat oyunlarında ilk zamanlar güreş müsabakalarında edep yerleri örtülürdü. Daha sonraları bu gelenek ortadan kalktı. Günümüzde barbarlar da boks müsabakalarında bir kuşak sererler. Eski Hellenler'in bugünkü barbarlar gibi bir yaşam sürdüklerini gösteren çok sayıda örneğimiz vardır.


7. Belli bir süre sonra yolculuklar daha kolayca yapılmaya başlandı. Bunun bir sonucu olarak da insanlar deniz kıyısında kentler kurmaya başladılar. Böylece hem ticaret kolaylaştı hem de kentlerin güvenliği arttırılmış oldu. Eskiden kurulmuş kentler ise korsanlıktan ve yağmacılıktan olan korkuları nedeniyle iç kısımlara doğru yönelmeye başladılar. Bunda da haklıydılar. Çünkü herkes bir diğerinin topraklarını yağmalamaya devam ediyordu.


8. Adalardakiler de korsanlık yapıyorlardı. Karialılar ve Phoinikeliler bu konunun başını çekiyorlardı. Şöyle bir örnekle söylediklerimizi ispatlayalım. Atinalılar Delos'u yağmaladıkları zaman tüm mezarları açtırdılar. İşte o zaman kentteki ölü gömme biçimlerinin ve mezara konulan eşyaların Karialılar'ın gelenekleriyle aynı şekilde olduğu ortaya çıktı. Minos denizlerde egemenlik kurduğu zaman yolculukların kolaylaşmasını sağlamak amacıyla korsanlıkla mücadele etmeye başlamıştı. Hatta bununla da yetinmeyerek korsanların topraklarını birer koloni haline getirdi. Bu nedenden dolayı kıyıdaki kentler güçlenmeye başladılar. Bir yandan kentlerine yeni surlar yapıyorlardı, bir yandan da evlerini sağlamlaştırıyorlardı. Bu sırada zenginler zayıf insanların üzerinde egemenlik kurmaya başladılar. Zenginleşmeye başlayan kentler de diğer kentler üzerinde aynı şeyi yaptılar. Evet, Hellenler'in Troia Savaşı'na başlamadan önceki durumları böyleydi.


9. Sanırım Agamemnon'un Hellen donanmasını oluşturmasının asıl nedeni müttefiklerinin Tyndareios'a ettikleri yemine bağlı kalmalarıydı. Peloponnessos tarihi hakkında elle tutulur araştırmalar yapanların söylediklerine bakılırsa Pelops Asya'dan geldiğinde çok zengindi. Buna rağmen zengin olmayanların işine geldiğinden dolayı ülkeye ismini vermek gibi bir üne kavuştu. Ardından Pelops'un soyundan gelen Eurystheos, Attika'da Herakles oğulları tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Eurysthenos'un dayısı olan Atreus akrabalık ilişkilerini kullanarak Mykenai topraklarını ele geçirdi. Aslında Atreus, Khrysippos'u öldürmesinden dolayı babasından kaçıyordu. Bu sırada Eurystheos'un halen ülkesine geri dönmemesinden ve Herakles oğullarından çekinen Mykenai halkı da Atreus'un ülkelerinin başına gelmesine ses çıkarmadılar. Böylece Pelops'un soyu Perseus'un soyundan daha ön plana çıkmayı başardı. Evet, Agamemnon'un güvendiği şey buydu. İnsanları isteyerek değil, aba altından sopa göstererek bir araya toplamayı başarmıştı. Sefere çıkılırken en çok gemisi olan da Agamemnon'du. Hatta Homeros, onun Arkadialılar'a bile gemiler verdiğinden bahsetmektedir. Yine kendisine krallık asası verildiğinde Argos ve başka birçok yerde hüküm sürdüğünden söz edilmektedir. Diğer taraftan Agammenon anakrada yaşıyordu ama belli bir donanma gücüne de sahipti. Yoksa adalarda yaşayanlara söz geçiremezdi. Troia Savaşı'ndan önce durum bu şekildeydi.


10. Kimileri Troia Savaşı'nın anlatıldığı kadar önemli bir savaş olmadığını iddia ederler. Buna da Mykenai kentinin yeterince büyük olmaması delil gösterirler. Ancak bu yanlış bir yaklaşımdır. Örneğin Lakedaimonialılar'ın kentlerinin yıkıldığını düşünelim. Sadece binaların temelleri geri kalsın. Bundan birkaç kuşak sonra yaşayanlar kendi güçleriyle Lakedaimonialılar'ın güçlerini karşılaştırıken doğru bir yargıya varabilirler mi? Ancak Lakedaimonialılar Peloponnessos topraklarının yaklaşık beşte ikisinde oturuyorlar. Başka birçok kente komuta etmelerine karşın kentleri ve tapınakları çok da güzel değildir. Ayrıca eski Hellen geleneklerine bağlı kalarak küçük yerlerde yaşamayı sürdürüyorlar. Ancak Atina'nın başına aynı şeyler gelse gelecek kuşaklar onların bugün sahip olduğundan çok daha fazlasına sahip olduklarını düşüneceklerdir. Bu nedenle önemli olan kentlerin dış görünüşleri değil asıl güçleridir. Eskiden dış görünüşe daha fazla önem verilirken günümüzde durum böyle değildir. Yine Homeros'un şiirlerini nasıl güzelleştirebilen bir insan olduğunu da hesaba katarsak Troia Savaşı'nın sanıldığı kadar önemli olmadığı ortaya çıkar. Homeros şiirlerinde Boiotialılar'ın yüz yirmi kişilik, Philoktetos'un da elli kişilik gemilerinden bahsediyor. Diğer gemilerin ise listesini vermiyor. Bence böyle yapmasının nedeni en büyük ve en küçük gemilerin isimlerini saymak istemesidir. Ayrıca Philoktetes'in gemisindeki tüm okçuların aslında asker de olduklarını iddia etmiştir. Zaten yolculukta başka yolcuların olması da anlamsız olurdu. Gemiler de eski korsan gemilerine benziyordu. Bu nedenle gemilerini korumak için başka gemileri yanlarına almış olmaları olanaksızdı. O halde en büyük ve en küçük gemilerin aldıkları asker sayısı bilindiğine göre ve diğer gemilerin de içinde bu ikisi arasında bir sayıda asker bulunduğuna göre, sefere katılım pek de abartıldığı gibi değildir.


11. Katılımın az olmasının nedeni yeterince insan bulunamaması değil, yeterince paralarının olmamasıydı. Çünkü yiyecek sıkıntısı çekiyorlardı ve sadece besleyebilecekleri kadar askeri yanlarına almışlardı. Ancak Hellenler savaşı kazandılar. Zaten kazanmasaydılar karargahlarını korurlar mıydı? Bir kısmı da savaştan sonra Khersonesos'ta çiftçilik ve haydutluk yaparak geçimlerini sağlamışlardır. Düşmanları dağınık bir şekilde yer aldığından dolayı Troialılar'ın kendilerine on yıl boyunca direnmeleri doğaldı. Ancak yiyecek sıkıntısı nedeniyle Hellenler sadece kendi ordugahlarını korumak amacıyla orada kalanlarla Troialılar'ın karşısına çıkmışlardı. Bu durum da savaşın süresinin uzamasına neden oluyordu. Aslında Troia kenti çok daha kısa bir süre içinde ele geçirilebilirdi. Ama yiyecek kıtlığı buna izin vermedi. Bu nedenden ötürü de çok da önemli bir sefer olmayan Troia Seferi sanki diğerlerinden çok daha önemliymiş gibi göründü ve haksız bir ün kazandı.


12. Troia Savaşı'ndan sonra da Hellas'tan çeşitli göçler yaşandı. Yeni koloniler kuruldu bu nedenle de ülkenin gelişimi için gereken huzur bir türlü sağlanamadı. Troia Savaşı'ndan dönen Hellenler anakaradaki çok şeyi değiştirdiler. Eskiden vatandaş olanlar bu haklarını kaybetti. Savaştan sadece atmış yıl sonra Boiotialılar, Thesselialılar tarafından Arne'den çıkarıldılar ve bugünkü Kadmeia topraklarına yerleştiler. Eskiden Troia Savaşı'na da katılan Kadmeialılar bu topraklarda yaşarlardı. Savaştan seksen sene sonra ise Dorlar ve Heraklesoğulları Peloponnessos'u ele geçirdiler. Hellas'ta barışın sağlanması için daha uzun bir geçmesi gerekiyordu. Sonuçta barış sağlandıktan sonra koloniler kurulmaya başlandı. Atinalılar İonia'da, Peloponnessoslular ise Sicilya ve İtalya'da koloniler kurdular. Ayrıca Hellas civarında da yeni koloniler kuruldu. İşte bu kolonilerin kurulmaları Troia Savaşı'ndan sonra gerçekleşmiştir.


13. Artık Hellas zenginleşmeye başlamıştı. Bunun sonuçlarından biri de eskiden babadan oğula geçen krallıkların yerine tyranlıkların kurulmaya başlaması oldu. Daha sonra da donanmalar oluşturuldu. Bugünkü gemilere en çok benzeyen gemiler ilk defa Korinthoslular tarafından yapılmıştır. Korinthoslu Ameinokles'in Samoslular'a dört adet üç kürekli yaptığını da biliyoruz. Ameinokles Samos'a Troia Savaşı'ndan üç yüz sene sonra gelmiştir. İki kent arasındaki ilk deniz savaşı ise Korinthoslular ve Korkyranlılar arasında gerçekleşmiştir. Bu savaşta da Troia'dan iki yüz atmış sene sonra gerçekleşmiştir. Korinthos kenti deniz kıyısında kurulmuştur ve çok uzun zamandan bu yana ticaret amacıyla işlettikleri bir limanları vardır. Öte yandan Hellenler için karadan yapılacak yolculuklar deniz yolculuğuna göre daha güzeldi. Peloponnessos'ta yaşayan Hellenler de Korinthos üzerinden yolculuk yaparak diğer Hellenler'in yanına gidebiliyorlardı. Bu nedenle kimi şairler Korinthos'a 'mutlu' sıfatını takmışlardır. Zaman içinde deniz yolculuklarının sayısı artmaya başladı. Korinthoslular da denizlerdeki korsanlığı ortadan kaldırarak bölgeyi güvenli bir hale getirmek istediler. Böylece gün geçtikçe daha fazla zenginleşmeye başladılar. İonialılar'ın donanma kurmaları ise Pers kralı Kyros ve oğlu Kambyses zamanına denk gelmektedir. Bu sayede Pers egemenliği ile mücadel etmek niyetindeydiler. Kyros ile aynı zamanlarda yaşayan Samos tyranı Polykrates ise donanması sayesinde Rhenia'yı ele geçirdi. Bu arada Massilia kentni de kuran Phokaialılar Kartacalılar ile yaptıkları deniz savaşından zaferle ayrıldılar.


14. Dönemin güçlü donanmaları bunlardı. Troia Savaşı'ndan sonra yapılan gemiler ya uzun ya da üç sıra kürekliydiler [MÖ 485 - SB]. Kambyses'in ölümünden sonra Pers imparatorluğunda Dareios başa geçti. Dareios zamanında Sicilya ve Korkyra tyranlarının çok büyük donanmaları bulunmaktaydı. Evet, Kserkses gelmeden önce Hellas'taki büyük donanmalar bunlardı. Bu sırada Atinalılar'ın ve Aiginalılar'ın sadece birkaç gemileri bulunmaktaydı. Bu gemiler de genelde elli kürekliydi. Atinalılar, Aiginalılar ve Persler ile savaştıkları sırada Themistokles'in çabasıyla büyük bir donanma oluşturmuşlardır. Ancak bu gemilerin de boydan boya güverteden oluştukları söylenemez.



THUKYDİDES (MÖ 460-400)
PELOPONNESSOS SAVAŞLARI





* Atinalılar ile Spartalılar arasındaki savaş 27 yıl sürmüştür (MÖ. 431-404).
* Thucydides Herodot'un öğrencisidir, araştırmacı ve metodik çalışan bir tarihçidir. Sekiz bölümden oluşan kitabının, bölüm ve paragraf numaralandırılmasını kendisi yapmamıştır. Sicilyalı Diodorus dokuzuncu ve onüçüncü kitaplarının da olduğunu söyler.
* Truva Savaşı'ndan önce Hellenler diye bir tanım yok.
* "Karialıların mezar geleneği ile aynıydı" demek, bu geleneğin Atina'ya Karia'dan, yani Anadolu'dan gitti demektir. Karialılar "Grek" değildir.
* Homeros'ta verilen gemi ve ölü asker sayısı demek ki sonradan ilave edilmiş.
* Dare'e göre 10 yıl süren Truva savaşının 7,5 yılı ateşkes ile geçmiştir. 
* Hellenlerin savaşı kazanmaları ihanetin içeriden gelmiş olmasıdır.
* Truva savaşından sonra da Akhalar zenginleşir, dinlerini Anadolu'ya göre şekillendirir Hatta MÖ 6.yy da "kanun yapıcı" lakaplı Atinalı Solon bile yazıyı Anadolu'da öğrenmiştir.
* Khersonesos adında 3 kent var: 1.) Antik çağda Hellespontos’un Avrupa yakasında Gelibolu Yarımadası’nı içine alan bölge. 2.) Kırım’ı içine alan bölgeye adını veren kent. 3.) Girit Adası’nın kuzeyinde Herakleion’un doğusunda sahil kenti.
* İlyada destanı Anadolulu olan Truvalılara aittir, Hellenlere değil, bunu Homeros, her ne kadar tahrifat yapılmışsa da, çok açık bir şekilde belli eder.
* Altta Halikarnas'tan okuyacağımız bölümlerde geçen Pelasglar için not: Onlar ne Grek, ne de Hint-Avrupa dilliydi. İonyalılar Pelasgların torunlarıdır.

SB.



"Before the Trojan war there is no indication of any common action in Hellas,nor indeed of the universal prevalence of the name; on the contrary, before the time of Hellen, son of Deucalion, no such appellation existed, but the country went by the names of the different tribes, in particular of the Pelasgian....." link






Halikarnas Balıkçısı  "Anadolu’nun Sesi"

Grekler erken tarihleri hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Eski Mısır’daki gibi bir krallar listeleri yoktu; olayların tarih sırasını kaydeden bir kronolojileri de yoktu. Ancak hangi olayın hangi Olimpik yarıştan sonra ya da önce olduğunu bildiriyorlardı. Onların en öndegelen tarihçileri Thukydides (Peloponez savaşına değgin kitabının başında) Greklerin geçmişleri hakkında yazdığı üç beş sayfada da "Günümüzden önce önemli tarihsel bir olay olmadı” diyerek kesip atar. Grekler kendilerinin ”Pelaj”lardan (Pelasg) gelme olduklarını iddia ederler. Pelaj (Deniz Halkı) sözü, kendilerinden önce Anadolu'da karışan halklara verdikleri genel addır. Thukydides şöyle der; "Troya savaşından önce, Hellas'ın (Yunanistan'ın) bir savaşa girişmiş olduğuna dair hiçbir kayıt yoktur. Zannıma göre memleketimize eskiden Hellas denilmiyordu... Dukalyon'un oğlu Helen zamanında bu ad hiç yoktu."... Bunun hakkında en güzel kanıt Homeros'ta bulunur.


Troya savaşından çok sonra doğduğu halde, toplu olarak bütün kuvvetlere Hellenik demez. Onun yerine Akhilleus'tan yana olanlara ki; aslen Hellen idiler, Danaoi, Akhai ve Argoslular der. Bundan şu gerçekler anlaşılır: Homeros, Hellen sözünü ve soyunu bilmiyor. Böyle bir tarif Homeros'tan çok sonra uyduruluyor. Homeros Yunanistan'da bulunan Danaoi, Akhai ve Argosluları Anadolu'da bulunan İyonlılarla aynı soydan saymıyor. Ve İyon, Eol ve Dor'ların Yunanistan'dan lehçeleriyle birlikte Anadolu'ya gelip yerleştiklerini bilmiyor. Öyle bir şey olsaydı, herkesten önce Homeros bilirdi. Homeros ve kendisi gibi İyonları Anadolulu ve doğal olarak İyon lehçesini Anadolulu bir lehçe sayıyor. Bunlardan başka, bir çeşit Grekçe konuşan Troyalıları ve bu arada kendisini Akhai, Danaoi ve Argoslular soyundan saymıyor. Homeros kendi dilini konuşmayanları barbar saymıyor. Homeros'ta barbar telakkisi ve sözü yoktur. Yalnız bir kere "barbarofon" sözcüğünü kullanır, o da bambaşka bir anlamda. Bu saydıklarımı Homeros bilmiyordu da, ondan altı yüzyıl ya da üç yüzyıl sonra gelmiş olan Atinalılar mı biliyorlardı? Nereden? Yazılı vesika yok, mermer üzerine ya da vazo üzerine yazı yok. Bu konuyu adamakıllı ele almazdan önce kimi bilgiler vermek zorundayız.


Hellen adı Yunanistan demek olan Hellas sözünden gelir. Hellenler Hellaslılar demektir. Hellas sözünü de Tesalya’nın bir köşeciğinden aldılar ve bütün Yunanistan halkına malettiler. Grek ve Greece (Yunanistan) adlarına gelince: Yunanlılar Güney İtalya'ya yayılmışlardı. Bu arada Napoli'nin yanında Küme (Cumae) şehrini kurdular. Küme'lilere Latinler Graei, sonradan Graeci dediler. Grek ve Gres adları oradan kalmadır. Yakın bir geçmişten beridir ki, bu adlar geçer akçe oldular.


Burada dil sorununu ele almak gerek. Dilin kültüre etkisi inkâr edilmez. Dilin önemini teslim etmekle beraber, ayrıcalıkları hiç kabul etmeyen genellemelerden (generalisation) sakınmalı. Örneğin, "Her kadın anadır" gibi. Dil de, her zaman bir kültürün başlıca faktörü değildir. Dil biçilmiş kaftan gibi hazır olarak bir toplumun tepesine paraşütle inmez. Toplumun yapısı dili etkileyip geliştirir. Her dilin kendine göre bir canlılığı ve yayılma gücü vardır. Bu yayılışın dili kullanan ulusun politik ya da askersel yayılışıyla ilgisi yoktur. Grekçe, bu güçlü dillerin biri olarak yayılmıştır. Yayılırken de çevresindeki dillerden sözcükler alarak zenginleşmiştir çok. Klasik sayılan Grekçe'nin hiç olmazsa yarısı çevresindeki dillerdendir. Pelaj denilen toplumların bu işte payı büyüktür.


Grekçe başlıca üç lehçeye ayrılır; 1 – Eol lehçesi Batı Kuzey Anadolu'da, 2 - İyon lehçesi Batı Anadolu İzmir dolaylarında, 3 - Dor lehçesi Güneybatı Anadolu'da.


Bu lehçelerin hepsi de, Dorların güya Yunanistan'ı istila etmesi üzerine, Yunanistan’dan kaçan Greklerce Anadolu'ya getirildiği sanılır. Eol lehçesi Tesalya'dan, İyon lehçesi Attika'dan (Atina dolayları), Dor lehçesi de Peloponez'den (Mora Yarımadası). Bu böyle sayılıyor, ama bilginler hâlâ kafa ve yargı birliğine varamadılar bu konuda.


Her şeyi üstün ırk Yunanistanlı Greklerden getirmek Greklere ve batıklara hoş geldiği için, İyon uygarlığını yaratanları Yunanistan'dan getirmek eğilimi kuvvetlidir. Ama gelin görün ki; Dorların istilasını doğrulayan ne bir taş, ne bir yazı, ne de başka bir belit bulunmuştur. Son arkeolojik araştırmalar Dor istilasını gösteren bir ize rastlamamıştır. Sonra İyon lehçesinin Attika lehçesinden farklı olduğu anlaşılmıştır. Buna rağmen kimi batıklar I.Ö. 3200 yıl önce Atina'da ve Anadolu'da lehçeler teype alınmış da, şimdi teypler bulunmuş gibi konuşuyorlar. Batılılarca lehçeye verilen önem Anadolu uygarlığını Atina'ya bağlamak gayretinden ileri geliyor. Elde yalnız Pausaniyas ve Strabon'ları var. 


Pausaniyas l.Ö. 200 yılına doğru yaşamış bir Sipylos'ludur (yani İzmirli). Romalılar zamanında olan çoktan olup bitmiştir. Pausaniyas 1700 yıl önceki lehçeler hakkında tanıklık edemez. Lehçe gibi oynak ve değişici bir nesne "oradaki insanlarla konuştum, bin beş yüzyıl önce şöyle derlermiş" diye kulaktan dolma laflarla lehçelerin akımı tayin edilemez. "Öyle diyenler" nereden biliyorlar?


Pausaniyas ancak gözüyle gördüklerine "burada ve şimdiye" tanıklık edebilir. Ve bu tanıklıklarının büyük değeri olur. Ama batıklar "laf" kabilinden bir ima bulunca, kadıya turfanda hıyar yetiştirircesine, hemen alıp önyargılarını ispat için iki bin sayfa yazıyorlar. Gelecek dünya süprüntülüğe atılacak kütüphaneler dolusu kâğıt bulacaktır.


Strabon'a gelince, l.Ö. 64 l.S. 19 yılına dek yaşamıştır. Anadolulu, Amasyalıdır. Pausaniyas hakkında söylenenleri, Strabon hakkında da tekrarlamayalım. Bu iki değerli tarihçinin ikisi de Anadoluludur.


Her şey İyonyalıların doğudan öteki toplumlarla beraber geldiklerini, onlarla karışarak, özel bir Anadolu ve İyon uygarlığı yarattıklarını gösterir. Batı, kendi tefsirleri için Herodot'ta (Herodotos) da bir dayanak bulur. Ama bu dayanağı bulurken çok önemli gerçekleri hasıraltı eder. Önce Herodot'un kendisi Grek değildi. Babası Likses, amcası da Panyassis idi. Bu ad da Grekçe değil, öz Karya dilindendir. Ama Herodot, İyonca yazdığına göre Anadolu'nun İyon kültürüne ait bir insandır. Herodot Perslerin Anadolu'ya ve Yunanistan'a saldırışlarının tarihçisidir. 


Perslerden önce Anadolu Lidyalıların egemenliğindeydi. lyonya uygarlığında Lidya’dan çok yararlandı. Lidyalılar yüksek bir uygarlığa erişmişlerdi. İ.Ö. 8. yüzyılda parayı icat ettiler. Lidya lyonya'yı baskı altında bulundurmadı. Hatta İyonyalı olup Sardis'te yaşamış olan ozanlar var. Logograf Ksantos Sardis'liydi. Pers saldırısında, önce Lidya yıkıldı. Anadolu'nun Perslere karşı doğal müttefiki Yunanistan'dı. Kader birliği dolayısıyla Akdenizli Anadolu’nun, Akdenizli Yunanistan'a büyük bir sempatisi vardı o zaman. Ama Anadolu Yunanistan'la ittifak ettiğine sonraları bin pişman oldu.


Herodot, Halikarnas'ta sözü geçer büyük bir ailenin üyesiydi. Aileler arasındaki bir çatışmanın sonucu Herodot, Halikarnas'tan küskün ayrıldı. Ordan sürgün edilmiş gibiydi. Çatışma epeyce büyüktü: Herodot'un amcası Panyassis öldürüldü. Herodot Atina’ya gitti, orada çok iyi karşılandı. Atina'da "Pniks"den Atinalılara uzun uzadıya konuştu. Bu konuşması için Atina kendi sine on talent verdi -ki bu para, âdeta bir servetti o gün için-. Dinleyicilerinin arasında genç Thukydides vardı. Thukydides tarihçi olacağına andiçti. Herodot Atina'dan Sicilya'ya geçti, kitabını, yani "Historiya'yı -"serüven, araştırma" demektir- orada yazdı ve orada öldü. Atina'ya vardığında kitabı yazmamıştı, çünkü o zamanlar okuyucu sayılacak bir okur yazar kitlesi yoktu. 


Yazmaktan ziyade söylemek vardı, yani tiyatro. Tiyatronun gelişmesi kitap yokluğundandır. Herodot başlangıçta kitabını okunmak için değil, hikâye diye anlatılmak için yazmıştı, birçok hikâyemsi parçaları yapıtına onun için katmıştır. Bu masallar arasında Atinalı Solon'un, Lidya Kralı Krezüs'le (Kroisos) karşılaşması vardır. Bu masal Krezüs'e karşı Solon'un şahsında güya Atina ve Atinalıların üstün uygarlığını gösterir. Bu masal Herodot'un birinci kitabında yer aldığına göre Atinalıların nabzına göre verilen şerbetlerden saymak gerekir. Herodot çoğu masallarına şöyle başlar; "böyle diyorlar, ama ben sahi olduğunu sanmıyorum” ya da "böyle anlatıyorlar, ama gerçek mi değil mi bilmiyorum." Ama Solon'un Krezüs'le karşılaşması masalına böyle bir tümceyle başlamaz. 


Masalın özeti işte: - Solon, Krezüs'ü ziyaret eder. Krezüs ona birkaç gün sarayının zenginliklerini gösterir. Krezüs, kendisinin dünyanın en mutlu adamı olduğunu sanarak, Solon'a dünyanın en mutlu adamının kim olduğunu sorar. O da Hammurabi zamanından kalma "Fazilet iyidir, mefsedet kötüdür" yollu hikmetlerden -bir gömlek daha akı- ukala dümbeleklerine girişir. "Atinalı filan feşmekân vardı; çalıştı, çocukları, torunları oldu, sonra yurdu uğruna öldü, işte o en mutlu adamdı" der. Krezüs, "Eee, ikinci mutlu adam kimdi?" diye sorar. Solon, yine bir sürü uzun sakallı palavralar döker. Sıra üçüncüsüne gelir. O da öyle. Varılan sonuç şudur: İnsanın mutlu olup olmadığı, ömrünün nasıl sona erdiğine bağlıdır. Krezüs bu dersini alır. Günler gelir geçer, günün birinde Krezüs, Iran İmparatoru Kirus'un (Kserkses) tutsağı olarak, diri diri yakılmak üzeredir. Krezüs; Solon'u hatırlar, içini derin derin çekerek, "Solon! Solon!" diye seslenir. Kirus, Krezüs un niye öyle acı acı seslendiğini merak eder, Krezüs'ü önüne getirtip sorar. O da masalı anlatır ve Kirus kendi sonunun ne olacağını bilmediği için Krezüs'ü akıl hocası bir dost diye yanında alıkoyar.


Bu masal tarihsel bir gerçek olarak yüzyıllar, hatta bin yıllar boyunca gene ve gene tekrarlanmıştır. Plutark da masalı Herodot’tan kopya eder. Masal batıda kuşak kuşak çocuklara okutulup, Hellen hikmetinin derinliği övünülegelinmiştir. Oysa İranlılar ateşe taparlardı, ateşte yemek pişirilmezden önce bir sürü dinsel ayine başvururlardı. Perslerce özellikle ateşte insan yakmak, affedilmez günahların en büyüğü sayılırdı. Persler de insan yakılmayacağını, pekâlâ biliyordu. Hele son yıllarda Krezüs'le Solonun doğum ve ölüm tarihleri anlaşılınca Krezüs'ün Solon ile karşılaşamayacağı meydana çıkmıştır.


Masal Herodotça Atinalılara hoş görünmek için Atinalılardan alınma bir masaldı. Son yazılan kitaplarda -Bury'nin Yunanistan tarihinde- Atinalıların güzel masal uydurmadaki hayal güçleri alabildiğine övülür. Herodot "Historiya'sının sonuna doğru -sekizinci kitabında- Salamis deniz savaşında Kirus’un müttefiki genç ve güzel Halikarnas Kraliçesi Birinci Artemisia'nın kendi filosunun amirali olarak kendi filosuna kumanda ettiğini yazar. Atinalılar bir kadının kendilerine karşı savaşmasını erkekliklerine hakaret saydıkları için kraliçeyi diri olarak tutana dünyalar kadar para vaat ederler. Güneybatı Anadolu o zamanlar Grekçe konuşuyordu. Kraliçe doğal olarak kendisini Yunan kültürüne ait sansaydı, Yunanlılardan yana geçerdi ve Atina'da büyük saygı görürdü. Geçmedi. Sonuna dek savaştı. Filosunu tüm kurtardı, Halikarnas'a (Bodrum) döndü. 


Herodot, Artemisia'nın tedbirliliğinden, sakıncalı bir durumu realist bir görüşle değerlendirdiğinden büyük hayranlık ve saygıyla söz eder. Ama batılılar Herodot'un Artemisia'dan yana dil kullanışını, kendisinin Halikarnas'lılığına ve yurtseverliğine verirler. Bu tarihsel parçanın sekizinci kitabında yazıldığına göre, Atina'daki konuşmasında bundan söz etmediğine ve bunları Sicilya'da kitabına koyduğuna emin olabiliriz. Batıda son günlerde, milyonlarca dolar harcanarak, Kserkses'in Yunanistan'daki savaşlarına ait filmlerde, Artemisia Kserkses'e sulu sulu yaltaklanan bir orospu olarak gösterilmiştir. Oysa filmin- hazırlanmasında birçok anlı şanlı tarihçilere başvurulmuştu.


Herodot'un "Historiya"sı doğal olarak bir sürü yanlış bilgilerle doludur. Bunlardan başka, yüzyıllar süresince, yapıta yabancılar tarafından birçok şeyler eklenegelmiştir. En dikkatli çevirilerde, kimi tümceler ve bilgiler hakkında "sonradan eklenmiştir" denilmektedir. 


Salamis savaşı hakkında denilir ki, Kserkses'in savaşı oturup seyredebilmesi için, "Megara"da bir dağın tepesinin taşları taht şeklinde yontulmuştu denir. O taşın Kserkses için yontulmadığı ve çok eskiden beri oyuk olarak orada bulunduğu ve ona Pelops'un tahtı denildiği anlaşıldı. İzmir'de Sipylos (Yamanlar) Dağında Pelops'un tahtı denilen bir oyuk taş daha vardır. Pelops, Peloponez'e adını veren eski Anadolulu kahramandır. Bu efsane karanlığıyla birçok gerçekleri gizlemektedir. Herodot Karabel'deki Hitit kabartması hakkında da "bir Mısırlı Firavun" der. Bunları buraya not etmekteki amacımız lehçeler için söylenenlerin pek bel bağlanacak gerçeklerden olmadığına işaret etmektir. Nitekim Herodot lehçeleri anlatırken konuyu Arap saçına benzetir ve sonunda sorunun içinden çıkamaz. Anlatışını, bütün çapraşıklıklarıyla Türkçeye çevirip aşağıda sunuyoruz.


...Ve sonunda öğrendi ki; Lakedemon'lar (yani Ispartalılar) Don ırkının, Atinalılar da İyon ırkının en üstünleri idiler. Çünkü bunlar başlıca ırklardı. Biri eski zamanda Pelaj, öteki de Grek idi. Biri yurdundan hiç aynlmadı, öteki çok uzaklara gitti. Çünkü Kral Deukalion gününde onlar Etiya topraklarında yaşarlardı ve Hellen'ln oğlu Dorusun gününde Olimpos ve Ossa'nm altındaki topraklarda otururlardı. Oraya Hestiotis denilir. Onlar Hestiotis'ten Kadmos aşireti tarafından sürülünce Pindos'ta yerleştiler. Ve onlara Mesedne'li denildi. Oradan yine Driyopis'e uğradılar. Sonraları Driyopis'ten Peloponez'e geçtiler ve Doryalı denildiler. Ama Pelajlar hangi dili konuşuyorlardı? Bunu kesin olarak söyleyemeyeceğim. Ama, günümüzde Pelajlardan kalanlar ki; onlar Tirenlerin üzerindeki Kreston şehrini kurdular. (Ki onlar bir zamanlar, şimdi Doryalı denilen halkın komşuları idiler. O sıralarda ki, onlar Tessalyotis denen yerde idiler.) Hem de o, Pelajlar ki; Çanakkale'de Slaçe ve Plaçiya şehirlerini kurdular. (Bunlar Atina ve Pelaj olan ve sonra adlarını değiştiren bütün öteki şehirlerin hemşehrileri idiler.) Bunlardan anlaşılıyor ki, Pelajlar barbar bir dil konuşuyorlardı. Eğer Pelajlar bunlar gibi idiyseler, öyleyse Atinalılar ki, Pelaj ırkındandırlar, Grekliğe dönünce, yeni bir dil öğrendiler demektir. Çünkü Kreston ve Pelajyalılar bugünkü komşuları ile aynı dili konuşamamaktadırlar. Ama birbirleriyle aynı dildendirler. Ve oraya geldikleri zaman getirdikleri dile sıkı sıkı tutunmaktadırlar. Ama bana öyle geliyor ki, Grek halkı başladığından beri her zaman aynı dili kullanmıştır. Ama şu var ki, Pelajdan ayrıldıkları zaman dilleri zayıftı. Ve küçük bir başlangıçtan, büyük bir kalabalığa çoğaldılar. Çünkü onlara barbar uluslar katıldı. Bunların arasında sandığıma göre Pelajlar da vardı (-Herodot, Birinci Kitap, 54-58).


Herodot'un Spartalıları Hellen, Atinalıları Pelaj saydığı, kitabının burasından ve başka yerlerinden anlaşılıyor. Pelajlardan başka sık sık Karyalılardan ve Legellerden söz edilir. Herodot, kitabının başka başka yerlerinde Greklerin Pelaj, Pelajların Karyalı, Karyalıların Legel, Legellerin Pelaj ve Pelajların Grek olduklarını yazar. Strabon Frigya (Anadolu'nun boylu boyunca kuzey yanı) ile Misya (Anadolu'nun Bergama dolayları) halkını anlatmaya çalışırken, halk arası karışımına şaşar. (1-4, VI1-XII)


Kan karışımını gösterdiği için Herodot'tan şu tümcelerini de alalım: "Hatta onlar ki; Atina belediyesinde üyelik etmişlik iddiasındadırlar ve kendilerini kişizade sayarlar. Beraberlerinde zevce getirmediler, erkeklerini öldürdükleri Karya kadınları ile evlendiler. Bu nedenden ötürü, kadınlar kendi aralarında bir yasa yapıp, and içtiler ki; birbirlerini ve kızları, kocalarını kendi adlarıyla çağırmayacaklar ve onlarla birlikte yemek yemeyecekler. Çünkü onlar, babalarını, kocalarını ve oğullarını öldürmüşlerdi" (Birinci Kitap, 146-150).


Karyalılara karşı savaşılarak Anadolu'nun Greklerce işgali -yerinde tartışılacağı üzere- bir Atina uydurmasıdır. Herodot soy karışımına kitabının birçok yerinde değinir. Herodot'un ünlü Anadolulu düşünürü, Milet'li Thales hakkında şunları yazar-, "...Ama İyonya yenilmezden önce, Fenikeli ırkından olan Thales çok faydalı şu öğütte bulunmuştu, İyonyalıların hep bir mecliste toplanmalarını ve o toplanma yerinin İyonya'nın ortasında olan Teos'da (Sığacık) olmasını... (Birinci Kitap, 168-170). 


Thales'in Fenikeli olduğu ve İyonyalıların -Atina'dan hiç söz yok- Teos'ta toplanması, dikkate değer bir noktadır. Herodot Grekçe konuşmayanlara "barbar" der. Ama bu sözcüğü horlamak için kullanmaz ("barbar" sözcüğü "varvar" okunur. Tıpkı Türkçede "vırvır" sözcüğü gibi. Yani yabancı bir dilde "vırvır" eder, dermiş gibi). Herodot barbar saydıklarını çoğu kez uygarlıkta Greklere eşit görür. Kimi yol barbarları hor görürse, nedeni, bir süre Atina'da kaldığındandır. Çünkü Yunanistan hep hor görmüştür Anadolu'yu. Örneğin, Anadolulu "Kime" (bir kültür merkezi idi) şehir halkını tahkir için onlara "sizin tarihiniz bile yok." dediler. Kimelller de, "savaşmadık ki tarihimiz olsun!" diye cevapladılar. Bütün Anadolu çok haklı olarak aynı cevabı verebilirdi. (Anadolu’nun Sesi)




Halikarnas Balıkçısı
Hey Koca Yurd
SPARTA USULÜ

Hellenistan'da Sparta'lılar Hellen sayılırdı. Bunlar, savaşta yendikleri Messenia halkının hepsini de köle saydılar. Onları en murdar, en alçaltıcı işlerde kullandılar. Üstelik köle olarak yaşayıp öleceklerini unutmasınlar diye, kısa aralıklarla, pek acıtıcı kamçı vuruşlarıyla sıra dayağına çekerlerdi onları. "Helot" denilen bu köleler çoğolıp başkaldırmasınlar diye de iki üç yılda bir, sürüler halinde öldürülürlerdi. Şöyle:

Öldürülecek adam, tekmeyle dizüstü çöktürülürdü. Onu öldürecek Sparta'lı kahraman, kölenin sırtına dizini bastırırdı. Sol eliyle kölenin saçlarını kavrar öldürülecek kölenin başını arkaya çekerdi. Böylece öldürülecek adamın gırtlağı tamamen açılırdı. Kahraman, sağ elinde tuttuğu bıçakla adamın gırtlağını keser, başını gövdesinden ayırıp yere atardı. Bir yandan da kanlar içinde can çekişerek debelenen gövdeyi tekmelerdi. Helot’ların moralleri onca bozulmuştu ki, bu hale başkaldıran yoktu. Sparta usulü köle kullanmak buydu. Atina usulü de bundan pek farklı değildi.

Hellenistan uygarlığı (Atina-Sparta Uygarlığı tamamıyla kölelik üzerine kuruluydu), derebeyliğinden şöyle böyle sıyrılınca, orada zengin, toprak sahibi ya da tüccar "oligarki"sinin borusu ötmeye koyuldu. 400.000 nüfuslu Atina kentinin seçimlerde oy verme hakkına sahip özgür hemşehrisi, yalnız elli bin kadar oligarktan ibaretti. Köleler ise iki yüz elli bin kadardı kentte. Bunlardan başka, Atinalıların "Liman haytaları” dedikleri ve Atina'nın deniz ticaretini yürütenler vardı. Oligark Atinalılardan ve onların "Pire limanının haytaları” diye adlandırdıkları zavallılardan, Atina'da oturanlara "Metiokos” deniliyordu. Bunların siyasal hakkı hiç yoktu. Toprak sahibi olamazlardı, ev-bark sahibi bile olamazlardı. Erkek! iseler, bir Atinalı kız ya da kadınla evlenemezler; kadın iseler Atinalı bir erkeğin eşi olamazlardı. Çoğu Anadolulu olan bunların kadınları ancak Heteir (bir çeşit metres ya da orospu) olabilirlerdi, örneğin, anlı şanlı Perikles, Anadolulu, 'Miletos’lu Aspasia ile evlenebilmek için Atina yargıçlarının önünde hüngür hüngür ağlayarak yalvarıp yakarmak zorunda kalmıştı.

Anadolulu Teos’lu (Seferihisar’lı) Protogoras ile yine Anadolulu Klazomenaili (İzmir’in Kilizman köyünden) Anaksagoras, Atina’da kaldıkça ‘Metiokos'tular.

Spartalılar gibi, Atinalılar da, tekmil savaş tutsaklarını köle edinirlerdi. Atinalılarca, Atinalı olmayan insan, aşağı çeşitten bir yaratık sayılırdı. Bundan dolayı, onlarca Atinalı olmayan insan, doğal olarak köle yaratılmıştı. En insancıl duygulu Atinalıların kanısı işte bu idi. Hatta filozof Aristoteles bile bu kanıdaydı ve bu kanısını yapıtlarında kesinlikle açıklardı. Böyle düşünüp inanan yalnız o değildi. Socrates’le Platon da aynı fikirdeydiler. Buna inanılınca da Atinalı olmayan herkes doğal olarak Atinalıların kölesi olmak için yaratılmıştı. Atina’da bir köle yargıç karşısında tanıklık etmeye çağrılınca, yalancı tanıklık etmesin diye, kendisine pek acı işkenceler edilirdi.

Atina’da üç çeşit köle vardı. Birinci çeşit: Oligarkların aile köleleriydi; bunlar üçten on beş-yirmiye kadar olabilirlerdi. Ev işlerini görürlerdi. Öyle ya, Atina’nın hür hemşehrisi, bütün aklını devletin ciddi işlerine vereceğine, kölesizlikten, yemek pişirip bulaşık yıkamakla mı uğraşsın? Köleler, zaten böyle pis işleri görmek için yaratılmışlardı. Oligark filozof —örneğin Platon— değişmez ve ebedî metafizik gerçekleri düşüneceğine evinin lağım çukurunu boşaltmakla mı uğraşsındı? Bu köleler zaten köle olarak yaratılmışlardı. Domuzluk edip de emir dinlemezlerse basardın kamçıyı gözlerini patlatana dek!

İkinci takım köleler, yapımevlerinde ve madenlerde, özellikle Atina’nın Laurion’daki gümüş madenlerinde ve endüstride çalıştırılan kölelerdi. Bunları emakçi saymalı. Bu madenlerde kullanılan köleler Sparta’nın Helot kölelerinden çok daha kötü
koşullar altında eziliyorlardı. Kimi Atinalının bin kölesi vardı. Gerekince bunları, belirli süreler için, başka Atinalılara kiralayabilirdi.

Üçüncü takım köle de devletin köleleriydi; belediye işlerinde kullanılırlardı. Köleler makine yerini tutuyorlardı, üstelik çok ucuzdular. Atina'nın köle bolluğu dolayısıyla ve batıklarca Hellen uygarlığı sanılan Sokrates, Platon, Aristoteles filozof üçlüsünün yaydığı mistik ve metafizik düşünce akımından ötürü insanoğlu, bin yılı aşkın bir sürede fen ve icattan, yani Anadolu'nun düşünce akımından uzak kalmış ve Copernicus ile Galileo zamanına dek karanlıklar içinde debelenmiştir.

Köle alım satımlarının merkezi Atina idi. Orada haraç mezat satılan, her ulustan kölelerin kaça satıldıklarını gösteren listeler bulunmuştur. Aynı yaşta ya da güzellikte olan erkek-dişi Anadolulu, İonyalı, Karialı ve Suriyelilerle Filistinliler, başka ulusların yerlilerine oranla daha yüksek fiyatla satılıyorlardı. Isa'dan Önce 5. ve 4. yüzyılda Anadolulu kölelerin önemli bir kısmı, Atina köle piyasasına şu yolda sürüklenip getiriliyorlardı: Batı Anadolulular. 

Pers saldırısı karşısında —Mısır'dan yardım isteyemezlerdi ya— ancak Hellenistan'dan yardım isteyebilirlerdi. Bu Pers tehdidi ortadan kalktıktan sonra, Pers saldırısının tekrarlanmasını önlemek için Atina ile Anadolu ve Anadolu'ya yakın adaların devletleri, daha doğrusu kentleri bir Delos Devletler Birliği kurdular. Bu birliğin üyesi olan Anadolulular, birliğe, tayfasıyla birlikte şu kadar savaş gemisi verecekler, gemi veremeyenler de para vererek yardım edeceklerdi. Böylelikle, Anadolulu birlik üyeleri, bağımsızlıklarını tüm koruyacaklardı. Birliğin başkanı olan Atina (nedeni sonradan görüleceği gibi) üyelerin gemi yerine para vermelerini yeğliyordu. Üyeler de gemi yerine para verme yolunu seçiyorlardı. Çünkü gemide tayfa olunca, yurtlarından uzak kalıyorlardı.

Birliğin parası Delos’ta, birlik başkanı Atina’nın muhafazasında idi. Vakta ki (Ne zaman ki -SB) Atina İmparatorluk oldu; Atina bahaneler uydurarak, "Müttefikler"i birlik üyelerinin para yardımlarını —düpedüz Türkçesi vergileri— artırıyordu. Üyeler mırın kırın etmeye başlayınca da onların sızlanmalarını susturmak için, kentlerine Atinalı bir garnizon dikiyordu. Sparta emperyalizmi ile Atina emperyalizmi arasında Peloponessos savaşı çıkınca kimi Anadolulular Atina'ya isyan ediyorlardı. İsyan bastırılınca bu Anadolulular köle olarak Atina’da satılıyordu.

Birliğe verilen paralar "Delos Hâzinesi’’ diye Delos'ta saklanırken, Atina, hâzineyi Atina'ya taşıdı ve onun bekçiliğine Tanrıça Athena atandı. Bu kez Anadolu kentleri, verdikleri vergiden başka, bir de Tanrıça Athena’ya bekçilik parası vermeye zorlandı. Bu da yetmedi; Delos hâzinesi (büyük çoğunlukla Anadoluluların parasıyla) iyice şiştikten sonra, Atina kenti ona tüm olarak elkoydu. Anadolu parasıyla Akropol’deki Parthenon Tapınağı, başka tapınaklar, birçok yapı ve anıtlarla Atina kenti süslendi.

Emekçilik ve emekçilerle sıkı sıkıya bağlı olan kölelik hakkında Anadolu, Atina ve Sparta'nın anlayışları arasındaki büyük fark belirtilmiştir. Oysa, ilkçağın birbirine zıt bu üç varlığı batılılarca, "Hellen" etiketli bir torbanın içine, hep birlikte tıkılır.





H.B. "Düşün Yazıları"

Lukianos Samosata’lıydı, Samosata şimdiki Samsat’tır*. Urfa’nın kuzey-batısında. Ona, yani Lukianos’a küfürbaz diyorlardı, çünkü Diyaloglarında tanrılarla alay eder. Yalnız, «Tarih nasıl yazılmalıdır» adlı kitabında şöyle yazıyor:


 / Tarihçinin korkunç ve ayartılmaz bir adam, açık sözlü bir gerçek savunucusu olmasını dilerdim; güldürü ozanının dediği gibi incire incir, kılıca kılıç demekten çekinmemesini, kin ya da tutkudan arınmış, acımasız bir nesnellikle davranmasını, ne çekingen ne utangaç tarafsız bir yargıç olarak her iki tarafa da, iyi niyetle eğilip herkese hakkını vermesini, yazılarında ülke ya da kent diye bir şey tanımayıp, hiç bir güç karşısında boyun eğmeyip, hiç bir krala önem vermeyip, şu ya da bu adam ne düşünecek diye aldırmayarak olayları oldukları gibi yazmasını dilerdim.

Bu satırları hemen hemen iki bin yıl önce yazan adam, nabza göre şerbet vermeli denilen Türkiye’de doğdu.... 

Halikarnas Balıkçısı...




*Samsat - Adıyaman, Kommenege Krallığına başkentlik yapmıştır.



__________
__________