19 Aralık 2020 Cumartesi

Salgın

 



Marcus Aurelius ve Lucius Verus Dönemlerinde

M.S. 165-180 Yılları Arasında Görülen Büyük Salgın

Prof.Dr. Mustafa Hamdi Sayar*



M.S. 162 yılında Roma imparatorluğu uzun zamandır savaşmakta olduğu Parth krallığına karşı yeni bir askeri harekata başladı. Roma imparatorluğunu M.S. 161 yılında ölen imparator Antoninus Pius’un yerine geçen imparator Marcus Aurelius ve tıpkı onun gibi Antoninus Pius tarafından evlat edinilmiş olan Lucius Verus birlikte yönetmekteydiler.


162 yılında başlayan Parth seferinin komutasını Lucius Verus üstlenmişti. Verus’un harekatın komuta merkezi olarak kullandığı Antiokheia’dan (=Antakya) yönettiği harekât büyük ölçüde başarılı oldu. Ren ve Tuna sınırlarından Anadolu’ya sevk edilen üç lejyon, Kappadokia valisi Statius Priscus’un komuta ettiği Legio V Macedonica, Legio II Adiutrix ve Legio I Minervia, Romalılar ve Parthlar arasında tampon bölgeyi işgal ederek ve özellikle Elegeia (4) ile stratejik Artaxata şehirlerini (5) ele geçirerek daha sonra Parth ülkesinin merkezine yapılacak harekatın kuzeyden güvenceye alınmasını sağladılar.


164 yılında Antiokheia’da bulunan Lucius Verus, ileri harekâtı başlatmaya karar verdi ve Avidius Cassius komutasında taarruza geçen Roma lejyonları Edessa (=Urfa) ve Carrhae (=Harran) şehirlerini ele geçirdiler. Edessa’dan doğuya doğru ilerleyen Roma birlikleri o dönemde ormanlık bir arazi içinde bulunan Nisibis’e (Nusaybin) ulaşarak büyük stratejik önemi olan Nisibis’i uzun süren çatışmalar sonucunda ele geçirebildiler. Nisibis yüzyıllar boyunca Parthlar ile Romalılar arasında sık sık çatışmalara sahne olan bir sınır garnizonu oldu.


Avidius Cassius Parth kralı Vologaeses’i yenerek bölgeden geri çekilmek zorunda bıraktı. Roma birlikleri güneye doğru ilerleyerek Fırat nehri batı kıyısındaki stratejik öneme sahip Dura-Europos şehrini ele geçirdiler. Böylece Babil’den Palmyra’ya ve oradan da Suriye’ye uzanan ticaret yolunun denetimi Roma ordusuna geçmiş oldu. Daha güneyde Birtha üzerinden Sura kalesine ulaşan Roma birlikleri burada gemilerden oluşturdukları bir köprü ile Fırat nehrinin doğu kıyısına geçtiler. Bugün Bağdat şehrinin bulunduğu bölgenin güneyinde Dicle ırmağı batı kıyısında yer alan ve Seleukos krallığının eski başkenti olan Seleukeia şehrine vardılar. Seleukeia şehri ile karşı kıyıda nehrin doğu yakasında bulunan Parth’ların başşehri Ktesiphon Roma birlikleri tarafından ele geçirildi. Parth kralı IV. Vologaises’in karargâh olarak kullandığı kaleyi yakarak tahrip etmişlerdi.


Bu sırada Romalı askerler bir Apollon Komaeos tapınağına girmişler ve Apollon heykelini ganimet olarak alıp Roma’daki Apollon tapınağına sunmak üzere beraberlerinde götürmüşlerdi. Ayrıca yağma sırasında tapınağın adyton kısmında buldukları dar bir açıklıktan girdiklerinde uzun zamandır açılmamış olan ve içinde niteliği bilinmeyen bir madde olan eski bir mahfaza (= labes primordialis) kırılmış ve içinden spiritus pestilens = salgın ruhu olduğuna inanılan bir duman havaya yayılmıştı. Bu maddeden yayılan mikropların bulaştığı askerlerin ölümcül bir hastalığı Roma’ya ve İtalya’ya yaydıkları ve oradan da Gallia’ya ve Britannia’ya kadar bu hastalığın yayıldığı iddia edilmektedir. Oysa bu yağmalama öncesinde Seleukeia’da salgının zaten başlamış olduğu öne sürülmektedir.


Bu önemli askeri başarıları kazanan Roma ordusu salgın hastalık ve açlıktan kırılmasına rağmen güçlükle Suriye’ye geri dönebildi. 165 yılı sonbaharında sona eren Parth seferinin muzaffer komutanı Lucius Verus doğu cephesini büyük ölçüde güvene almış olarak 166 yılı yazında İtalya’ya geri döndü ve 12 Ekim günü Marcus Aurelius ile birlikte görkemli bir zafer alayıyla Roma şehrine girdi. Roma devleti Parthlara karşı kazandığı zaferle büyük bir güç olduğunu göstermişti. Ancak Romalıların hesaba katmadıkları bir olumsuzluk vardı. Kazandıkları bu büyük Parth zaferi için çok büyük bir bedel ödeyeceklerini zaman gösterecekti. 


Parth seferine katılan askeri birliklerin mensuplarında ağır hastalık belirtileri görülmeye başladı (21). Hastalanmaya başlayanların sayısının hızla artmasıyla birlikte Roma ordusundaki askeri doktorlar bu durumun nedenini araştırmaya başladılar ve yayılan hastalık ile Parth seferi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu belirlediler (22). Aslında salgının ilk belirtileri Nisibis’te (=Nusaybin/Mardin) konuşlanmış olan lejyon birliğinin askerleri arasında bir yıl önceden, 165 yılında görülmeye başlamıştı. Parth seferine katılan lejyonların Ren ve Tuna sınırlarındaki asli karargahlarına dönmeleriyle birlikte salgın Avrupa’ya taşındı.


162 yılından 166 yılına kadar süren Parth seferine katılan askeri birlikler, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde konuşlanmışlardı. Tamamı Parthlara karşı gönderilen legio I Minervia (Germania inferior), legio II adiutrix (Pannonia inferior), legio V Macedonica (Aşağı Moesia) dışında birçok lejyonun içinden bir kısım birlik vexillatio olarak alınarak doğu cephesine gönderilmişlerdi. Parth seferine mevcudlarının bir bölümüyle katılan Pannonia superior eyaletinden legio X Gemina, Tuna sınırından legio VII Claudia, Suriye’den legio III Gallica ve diğer Suriye lejyonları ile Filistin’den legio VI Ferrata ve Mısır’dan bazı birliklerin yanı sıra sayıları tam olarak bilinmeyen çok miktarda yardımcı birliğin de (=auxiliarii) katılmış oldukları anlaşılmaktadır. Sefer bitince bu birliklerin kara yoluyla geri dönüşleri sırasında geçtikleri yerlere hastalığı taşımış oldukları kuvvetle muhtemeldir (24). 


Hastalığın Roma lejyonları tarafından önce Anadolu sahiline doğru yayıldığı (25) ve kısa süre sonra Atina’da etkili olmaya başladığı görülmektedir. Salgın Balkan yarımadasına ve İtalya’ya yayılarak Roma’da hastalanmalara neden olmaya başladı. Bu salgının hangi hastalık olduğu konusunda araştırmacılar farklı görüşler taşımaktadırlar. Asya’dan fareler tarafından taşınılan veba (26) ile kolera, tifüs veya çiçek hastalığı bu kavramlarla ifade edilmekteydi.


Kaynaklarda salgın hastalık eskiçağ grekçesinde loimos, phthora ya da nosos latin dilinde ise lues, pestis, pestilentia veya plaga kavramlarıyla ifade edilmektedir. Tıp tarihçilerinin yorumlarına göre bu sözcükler her türlü salgın hastalığı tanımlamak için kullanılan kavramlardır. Neredeyse her dört kişiden biri ölmekteydi. Salgın İtalya’dan Gallia’ya (Fransa) ve Hispania (=İspanya) ve hatta deniz aşırı coğrafi konumuna rağmen Britannia’ya kadar yayılmıştı. Tarihi kaynakların bildirdiğine göre birçok bölgenin nüfus yapısı oralarda yerel yönetim birimlerinde görev yapacak uygun aday bulunamayacak kadar bozulmuş ve bu nedenle yerel yönetim görevlerine aday olacaklarda aranılan şartlar kolaylaştırılmıştı. Salgının gerçek boyutlarına ilişkin en kapsamlı bilgileri Mısır papyrusları vermektedir. Salgın öncesi ve salgın sırasında toplanan vergileri belgeleyen listelerin incelenmesi sonucunda da nüfusun dörtte birinin hayatını kaybettiği saptanabilmektedir.


M.Ö. 166 yılında Akdeniz’in tümüne ve Batı Avrupa kadar yayılan salgın eskiçağın en büyük küresel salgınıydı. Daha önceki yüzyıllarda oluştuğu bilinen salgın hastalıkların hiçbiri bu kadar geniş bir coğrafi alanda etkili olmamıştı. Ancak daha önceki ve daha sonraki salgınlarda çıkış yeri olarak kaynaklarda hep Avrupa toprakları dışındaki bölgelerin gösterilmesi ilginçtir. M.Ö. 5. yy. sonunda Atina’da görülen salgında, M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda görülen ve yıllarca süren salgınlarda da çıkış bölgelerinin Etiopya gibi Avrupa ve Akdeniz havzası uzağındaki bölgeler olarak belirtilmeleri dikkat çekicidir.


Marcus Aurelius ve Lucius Verus’un Roma devletini birlikte yönettikleri dönemde ortaya çıkan ve esasen eskiçağın küresel salgını (=pandemisi) olarak da tanımlanabilecek olan bu salgının hızla yayılmasında Roma imparatorluğunun egemenliği altındaki bölgelerin M.S. 2. yy. da ulaştığı yüksek refah düzeyinin büyük rolü vardı. Roma devleti M.Ö. 1. yy.ın son çeyreğinden başlayarak tüm Akdeniz bölgesini ve komşu coğrafyaları Roma şehrinden yönetecek merkezi bir yönetim sistemi kurmuş ve imparatorluğun her tarafında hayatın temelini oluşturan şehirleşmeye, ticareti desteklemek amacıyla limanlara ve şehirleri birbirine bağlayan yolların yapımına büyük önem vermişti. O dönem için yoğun nüfusa sahip olan şehirlerde insanlar dar alanda birlikte yaşamaktaydılar. Şehirleri birbirine bağlayan mükemmel birer mühendislik eseri olan yollar ve köprüler ile deniz üzerinden limanlar arasında ulaşımı sağlayan gemiler, bölgelerarası hareketliliği arttırmış ve hızlandırmıştı.


Roma imparatorluğu sınırları içinde yaşayan insanların refahı için yapılmış olan bu yatırımlar Roma devletinin egemenliği altında yaşayanlar için ölümcül sonuçlara yol açmaya başlamıştı. Eskiçağın en kapsamlı merkezi yönetim sistemine sahip Roma devleti sağlam eyalet yapısına rağmen bölgelerüstü boyuttaki salgın hastalık karşısında çaresiz kalmıştı. Çünkü bu boyutta geniş bir coğrafyaya yayılan salgınla insanlık daha önce karşılaşmamıştı.


Milattan önceki yüzyıllarda İtalya yarımadasında bazı bölgelerde salgın hastalıkların ortaya çıktığını tarihi kaynaklar yazmaktadır (31). M.S. 2.yy. ın ikinci yarısında ortaya çıkan salgın hastalık sırasında gerçi önce tanrıların öfkesini neden Romalılara yöneltmiş olduğunun nedenleri araştırıldı (32). Tanrıların topluma huzur sağlaması aynı zamanda baş rahip olan Roma imparatorunun göreviydi (33). Ancak hemen sonrasında hastalığın kaynağı somut verilere dayanılarak araştırıldığında bu hastalığın ilk olarak Parth’ların Bağdat yakınlarındaki başşehri Ktesiphon’u yağmalayan Romalı lejyon askerlerine bulaşmış olduğu anlaşıldı.


M.S. 4. yy.da Ktesiphon’un Romalılar tarafından ele geçirilmesini anlatan Ammianus Marcellinus, Romalı askerlere bu hastalığın Parth kralının ikametinin de bulunduğu yerdeki Apollon Komaeos kutsal alanının yağmalanması sırasında kutsal sayılan bir mahfazanın kırılması ve içindeki ölümcül maddenin yayılmasıyla bulaştığını yazmaktadır. Bu olayın gerçek olup olmadığı bilinmemektedir (35). Belki Roma’da hastalıktan kırılan Roma halkı bu öyküyü uydurmuş olabilir. Belki de Parthlardan kaynaklanan bir lanetleme hikayesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu hastalık nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, çok hızlı yayılmaktaydı ve daha önceki salgınlarda uygulanan tanrılara yakarma, kurbanlar ve çeşitli hediyeler sunma herhangi bir yarar sağlamıyor ve hastalık hızla yayılıyordu.


Roma’da 12 Ekim 166 tarihinde Marcus Aurelius ile Lucius Verus’un birlikte yaptıkları zafer alayından önce başkentte salgın belirtilerinin görüldüğü ve 163 yılından beri Roma’da imparatora çok yakın olan ünlü Bergamalı hekim Galen’in, kölelerinin birbiri ardına ölmeleri nedeniyle Lucius Verus’un Roma’ya ulaşmasından önce salgın nedeniyle Roma’dan ayrılmış olduğu bizzat kendi yazdıklarından anlaşılmaktadır.


Galen (M.S. 129-199) Bergamalı bir mimarın oğluydu. Bergama’dan sonra Smyrna ve İskenderye’de iyi bir tıp eğitimi aldıktan sonra 157 yılında döndüğü memleketi Bergama’da gladyatör okulunda doktor olarak görev yaptığı sırada anatomi ve özellikle yaralanmalara cerrahi müdahaleler konusunda önemli deneyim kazanmıştı. 163 yılında Roma’ya giden Galen kısa zamanda ünlü bir hekim oldu. Sıklıkla hastalıklar yaşayan ve aynı zamanda bir filozof olan imparator Marcus Aurelius, Galen’in tedavi yöntemlerinden başka Hippokrates’in tıp öğretisini daha geliştiren yazılarını da yakından takip etmekteydi (38). Galen hem Hippokrates’in (M.Ö. 460-370) sistemli hale getirdiği teşhis ve tedavi yöntemlerine sadık kalmakta ve hem de yaşadığı dönemdeki hastalıkların seyrine göre kendine özgü yeni teşhis ve tedaviler geliştirmekteydi. 


M.S. 166 yılında salgın başladığında yaklaşık 37 yaşında olan Galen Roma’da imparatorun en güvendiği hekimlerin başında gelmekteydi. Ancak imparatorluğun merkezinde birdenbire çok sayıda insan ölmeye başlayınca ve neredeyse yanındaki tüm kölelerini salgın nedeniyle kaybedince Roma’da kalmak yerine hızla başkentten ayrılıp daha güvenli olmamasına rağmen memleketi Pergamon’a (=Bergama) gitti. Fakat Galen’in bu olaya ilişkin anlatımları incelendiğinde onun, Roma’dan salgın başlaması nedeniyle Verus’un Roma’ya gelmesinden önce ayrıldığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık iki yıl kaldığı Bergama’dan 168 yılında imparator Marcus Aurelius’un derhal kuzeydoğu İtalya’da Venedik yakınlarında bulunan Aquileia şehrine gelmesini emretmesi üzerine ayrıldı. Marcus Aurelius’un Markoman savaşını yönettiği ana karargâhın bulunduğu Aquileia’ya ulaşan Galen hem imparatoru tedavi etti ve hem de orada hastalığın belirtilerini ve insan vücudundaki tahribatını ayrıntılarıyla gözlemledi.


Hastalığın belirtileri olarak ateş, ishal, boğazda iltihap ve hastalığın bulaşmasından dokuz gün sonra deride görülen kabarıklıkları saptadı. Bu saptamaları nedeniyle Marcus Antonius dönemindeki büyük salgın Galen salgını olarak da tanımlanmaktadır. Bazı tıp tarihçileri, Galen’in saptamalarını yorumlayarak çağdaş tıp verileri doğrultusunda bu salgın hastalığın tifüs ya da veba değil daha çok çiçek hastalığı belirtileri olarak yorumlanabileceğini tahmin etmektedirler. Galen ise o dönemdeki tıp bilgisi doğrultusunda solunan havanın kalitesinin bozulmasıyla bu hastalığın oluşmuş olabileceğini tahmin etmektedir.


Galen, Aquileia’da imparatorun, ordugâha birlikte gidip orada revirde yatan hastalanmış olan askerleri ayrıntılı bir şekilde tedavi etmesi isteğini rüyasında tanrı Asklepios’un kendisine görünerek askeri seferlere katılmasını yasakladığı gerekçesiyle reddetti. Marcus Aurelius bu gerekçeyi kabul etti ve birlikte Roma’ya giderek imparatorun oğlu Commodus’un boğazındaki iltihaplanmayı tedavi etti.


Galen, Roma’daki ağır havanın hastalığın nedenlerinden biri olabileceğini düşünmektedir. Marcus Aurelius’un da solunan havanın çok kirli ve ağır olduğunu söylemiş olduğunu tarihi kaynaklar yazmaktadır. Marcus Aurelius’un oğlu Commodus, hekim Galen’in bu değerlendirmesinin o kadar etkisinde kalmıştır ki Roma’daki ikametgâhını terk etmiş ve Latium bölgesinde bulunan Laurentum’daki villasına giderek orada temiz havada defne ağaçlarının kokusunun kendisine iyi geleceğini düşünmüştür. Roma şehrinde yaşayanların ise böyle bir imkanları yoktu. Sadece kulak ve burunlarına sürdürdükleri güzel kokulu merhemlerle kendilerini korumaya çalışmaktaydılar. Bu yöntemin hiçbir faydasının olmadığı, çaresiz bir şekilde insanların ölümlerini izlemekten başka doktorların ellerinden bir şeyin gelmediği anlaşılmaktadır.


Sadece Roma şehrinde kaç kişinin öldüğü tam olarak bilinmese de sayının çok yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Kimsesizlerin ve kölelerin ölmeleri halinde cesetleri yolun kenarına atılmakta ve yeni bulaşıcı hastalıkların oluşması tehlikesi yaratmaktaydılar. Durumu iyi olanlar yüksek toplumsal tabakaların mensupları ise onurlandırılarak törenle defnedilmekteydiler. Marcus Aurelius üst toplumsal tabakalarla ve senatörlerle gerginlik yaşamamak için onlardan ölenleri Roma devleti hizmetinde ölmüş gibi yücelterek devlet töreniyle defnedilmelerine imkân tanıyan düzenlemeler yapmıştır. Yakınlarını kendi imkanlarıyla ve geniş katılımla defnedemeyenlere devletin yardım etmesini, defin ekipleri kurarak yollarda defnedilemeden bırakılanları özel yapılmış arabalarla taşıtarak bu definler için belirlenmiş yerlere defnedilmeleri için yasal düzenlemeler yapmıştı. Definlerin Roma çevresinde tarıma elverişli arazilere yapılmasına izin verilmemekteydi. Marcus Aurelius bunlardan başka imparatorluğun her tarafında rahiplerin tanrılara yardım etmeleri için yakarmalarını, arınma törenleri düzenlemelerini ve Roma dini dışındaki dinlerin inanç dünyasından da yararlanılabilecek ritüellere başvurmalarını emretmiştir.


Salgının yayıldığı coğrafi alanın genişliği ve yıllarca sürmesi Roma imparatorluğu sınırları içindeki nüfus yapısını önemli ölçüde değiştirmiş olmalıydı (52). Salgının Roma dışında eyaletlerde ne kadar can kaybına sebep olduğu bilinmemektedir. Galen’in memleketi Bergama’da da ağır kayıplar olduğu ve Asklepion’da 17 yıl tedavi gördükten sonra 181 yılında hayatını kaybeden ünlü Mysia’lı hatip Aelius Aristides’in de Anadolu’da bu salgının devamı kabul edilen salgınlardan birinde ölmüş olabileceği tahmin edilmektedir. Büyükbaş ve küçükbaş hayvanların da salgından etkilendikleri bildirilmektedir. Atina’da da ağır kayıplar olduğu anlaşılmaktadır.


Tarihi kaynakların kaydettiği M.S. 2. yy.ın son çeyreğinde ortaya çıkan salgınların 166 yılında başlayan bu salgının devamı mı yoksa bu salgından bağımsız mı geliştikleri de bilinmemektedir (54). Kesin olan ise; bu salgının 166 yılından 170 yılına kadar şiddetini azaltmadan devam etmiş olduğudur (55). Yedi yıl boyunca yoğunluğu oldukça azalan salgının 177 yılında yeniden hızlanarak kitlesel ölümlere yol açtığı ve bunun 180 yılından sonra azalmaya başladığı düşünülmesine rağmen bazı tarihçiler 189 yılında Commodus döneminde çok büyük bir salgının Roma’ya kadar yayıldığını yazmaktadırlar. Roma şehrinde salgın döneminde günde 2.000 kişinin hayatını kaybettiğinden Nikaia’lı (İznik) tarihçi Cassius Dio bahsetmektedir.


M.S. 162 ile 166 yılları arasında yapılan Parth seferini yöneten Lucius Verus M.S. 169 yılı başında Aquileia’dan Roma’ya giderken Altinum’da 39 yaşında öldü. Marcus Aurelius ise Tuna sınırını korumaya çalışırken M.S. 180 yılında Sirmium yakınlarında Bononia’da -bazı tarihçilere göre Vindobona’da (=Viyana’da)- 60 yaşında öldü (58). Her iki imparatorun da salgın hastalık nedeniyle ölüp ölmedikleri halen sorgulanmaktadır (59).


Salgının sosyal ve ekonomik etkileri ise Roma imparatorluğu için çok yıkıcı oldu. Büyük insan kaybı nedeniyle işgücü eksilmesiyle şehirlerdeki ekonomik hayat ve kırsal kesimdeki zirai faaliyetler olumsuz etkilendi. Bölgelerarası ticari hareketlilik büyük ölçüde kesintiye uğradı. M.S. 2. yy.ın ikinci yarısındaki bu salgının Roma imparatorluğunun tüm eyaletlerine yayıldığı, hatta Barbaricum olarak tanımlanan Roma sınırları dışındaki bölgelerde de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu bölgelerde yoğun yerleşim ve fazla insan hareketliliği olmamasından ötürü can kayıplarının fazla olmadığı tahmin edilmektedir. Tarih boyunca görülmüş büyük salgınlardan hiçbiri Marcus Aurelius dönemindeki kadar büyük bir coğrafyayı bu kadar ağır kayıplarla etkilememişti (60).


Marcus Aurelius’un salgın nedeniyle giderek sayıları azalan askeri birliklerin kayıplarını gidermek için aldığı askere alma önlemleri ile Atina’da Areopag’a seçilebilmek için üç yıl önce getirmiş olduğu üç nesil öncesine kadar ailesinin fertlerinin özgür vatandaş olmalarının aranması için kendi yaptığı düzenlemeyi kaldırmak zorunda kalması hem askeri birliklerde ve hem de sivil halkta çok ciddi kayıpların olduğunu, birçok kimsenin ailesinin üç nesil oluşturmasının salgın nedeniyle oluşan kayıplardan ötürü mümkün olamadığını göstermektedir. Bu durum Marcus Aurelius dönemindeki salgında oluşan kayıpların kesinlikle abartılmadığını oldukça yüksek can kaybı olduğunu, imparatorluğun sınırları içerisindeki demografik yapının önemli ölçüde etkilendiğini ve hastalığın yarattığı tahribatın dönemin kaynaklarında da belirtildiği gibi yıllarca sürdüğünü ortaya koymaktadır.


Ne M.Ö. 430/429 yılında Atina ve çevresinde görülen salgının ve ne de M.S. 248 yılında Roma imparatorluğunda görülen ve Decius ya da Kyprianos salgını olarak tanımlanan hastalığın yayıldığı alan bu kadar büyük değildi ve bu kadar yüksek sayıda can kaybı yoktu. 6. yy.da Justinianus döneminde dalgalar halinde yayılan ve Justinianus vebası olarak tanımlanan veba salgını yıllarca kitlesel ölümlere neden olmuş ve neredeyse Ortaçağda görülen büyük veba salgınları gibi o zaman için bilinen dünyanın nüfus yapısının değişmesine neden olacak ağır can kayıpları meydana gelmişti. 19. yy.da bazı eskiçağ tarihçileri bu salgının yarattığı yıkıcı etkinin Roma imparatorluğunun 3. yy.da yaşadığı, siyasi, askeri ve iktisadi krizin hazırlayıcısı olduğunu hatta eskiçağın bitimi olarak yorumlanabileceğini öne sürmektedirler (62). Ancak Roma imparatorluğunun 3. yy.da yaşadığı krizin 2. yy.ın ikinci yarısındaki büyük salgının yarattığı olumsuzluklardan başka nedenleri de vardı. Nitekim 20. yy. tarihçileri tüm yıkıcı etkilerine rağmen Marcus Aurelius dönemindeki salgının Roma imparatorluğunun ve eskiçağın sonu olarak yorumlanamayacağını belirtmektedirler.



Dipnotlar:

4-) Erzurum'un batısında yer alır.

5-) Erivan’ın yaklaşık 20 km güneyinde Artaşat ören yeri.

21-) Hatip Aelius Aristeides’in de hieroi logoi (=kutsal sözler) eserindeki nutuklarından birinde (oratio 48, 38) bahsettiği Smyrna (=İzmir) salgını büyük ihtimalle bu salgın olmalıydı; “Yazın en yakıcı günlerini Smyrna’nın kenar semtlerinden birinde geçirdiğim bir sırada tüm komşularım bir bulaşıcı hastalığa yakalandılar. Önce iki ya da üç hizmetçim hastalandı, daha sonra da bir diğerleri. Sonunda genç-yaşlı herkes yatağa düştü. En son hastalanan kişi bendim. Şehir merkezinden gelen hekimler yakınlarına bile hastabakıcılık yaptırdılar. Hatta benimle ilgilenen hekimler de birer hizmetçi gibi çalıştılar. Bu arada hayvanlar da hastalanmıştı. Hastalardan herhangi biri yürümeye kalksa kapıya bile varamadan düşüp ölüyordu. Her yere bir umutsuzluk, feryat, inilti ve çözümsüzlük hakimdi. Şehir merkezinde de aynı korkunç hastalık hüküm sürmekteydi”, çeviri Hasan Malay.

22-) Roma ordusunda görev yapan askeri doktorlar hakkında en kapsamlı bilgileri Augustus dönemi yazarı olan Gaius Iulius Hyginus’tan (M.Ö. 64 - M.S. 17) öğrenmekteyiz. Hyginus, De munitionibus castrorum 4, 35. Marcus Aurelius bir yasal düzenlemeyle askeri doktorlara vergi muafiyeti getirmiştir.

24-) Parth savaşına katılan birlikler ve bunların doğu sınırına intikal etmeleri ile doğudan tekrar karargahlarına dönüşleri sırasında temas ettikleri sivil yerleşim yerleri ve bu yolla hastalığın hızla yayılması...

25-) Manisa’nın Gördes ilçesine bağlı Çiçekli ile Dutluca köyleri arasında bulunan Hyssa adındaki eskiçağ köyünde M.S. 2. yy.da yaşamış olan Flaccus isminde bir köylü kendisini ölümcül bir salgından kurtaran tanrıya orada kaya yüzeyine yazdırdığı bir adak yazıtı ve armağanlar sunmuştu; Hasan Malay.

26-) Veba hastalığının fareler tarafından taşındığı arkaik dönemden beri bilindiğinden Apollon sağlık ve veba  tanrısı olarak Akdeniz kültürlerinde tapınım görmüş ve bu nedenle yan isimlerinden biri sminthos = fare olarak tanımlanmıştı.

31-) İmparator Augustus döneminde yaşamış olan tarihçi Titus Livius (M.Ö. 59 - M.S. 17) M.Ö. 3. yy. da İtalya’da bir salgın hastalığın ortaya çıktığını yazmaktadır; bkz. Livius 10, 47, 6. Ancak bu salgının ve diğer yayılan hastalıkların İtalya yarımadası dışına yayılıp yayılmadığı bilinmemektedir. Bu tür çaresiz kalınan durumlarda Roma’da Kapitol tepesindeki tapınakta muhafaza edilen kehanet kitaplarına başvurulmakta ve kehanet kitaplarının tavsiyesi doğrultusunda genellikle Epidauros’ta (Epidauros, Yunanistan’da Mora yarımadası üzerinde Argolis bölgesinde ve Naphlion şehri yakınlarındadır) bulunan sağlık tanrısı Asklepios’un kutsal alanına bir heyet gönderilerek salgının ortadan kalkması için tanrıya yakarılırdı. Livius’un anlattığı M.Ö. 292 yılındaki bu olay sırasında da Romalılar çare olarak hemen senatör Quintus Ogulnius Gallus başkanlığında bir heyeti Epidauros’a yolladılar. Heyet sağlık tanrısının sembolü olan bir yılanı alarak Roma’ya döndü. Yılan serbest bırakılınca yüzerek Tiber nehri üzerindeki adacığa çıktı. Bu olayı Romalılar tanrının kendilerine verdiği bir işaret olarak kabul edip Tiber üzerindeki adada sağlık tanrısı için bir tapınak yaptırmaya karar verdiler. Bu olay Romalıların salgınları tıpkı diğer Akdeniz kavimleri gibi tanrılar tarafından üzerlerine gönderilmiş olumsuz olaylar olarak yorumladıklarını ve bu olumsuzluğun ortadan kalkmasını da ancak tanrıların sağlayacağına inandıklarını göstermektedir. M.Ö. 3. yy. başlarında Romalılar henüz tıp ilmine ve tıbbi yöntemleri kullanarak insanları iyileştirmeye çalışanlara güvenmek yerine tanrıların bağışlayıcılığına sığınmayı tercih etmekteydiler.

32-) Tanrıların öfkesini Roma’ya yöneltenlerin başında tahta göz diken Avidius Cassius olduğu öne sürülmüştür. 

33-) Bazı bilim insanları Marcus Aurelius ile Lucius Verus arasındaki rekabetin bu salgına sebep olduğuna inanların sayısının o dönem Roma toplumunda oldukça fazla olduğunu yazmaktadırlar; Salgın sırasında Apollon’a yapılan adakların dikkat çekecek düzeyde arttığı görülmektedir.

35-) Klinkott Ktesiphon’da kutsal bir mahfazanın açılmasıyla yayılan madde anlatımının Pandora mythosuyla özdeşleştirilen uydurulmuş bir öykü olduğu düşüncesindedir. Buna karşın Adams salgının doğudan başladığı tezine katılmaz ancak bu düşüncesinin gerekçesini de belirtmez.

38-) Galen’in bizzat yazdığı tahmin edilen içerikleri tıbbi, felsefi ve tıp etiğine yönelik 441 eseri vardır.

52-) Bazı araştırmacılar salgının şiddetinin abartıldığını düşünmektedirler.

54-) Bazı araştırmacılar birbirlerinden bağımsız gelişen yerel salgınların tüm Roma imparatorluğuna yayılmış olduğunu düşünmektedirler.

55-) Duncan-Jones 1996 yılında yazdığı bir makalede salgının 165 yılından sonra da devam ettiğini insanların ihtiyaçlarının temin edilmesi için gerekli tedarik zincirinin ve üretimin düşmesini pişmiş toprak kapların üretim yoğunluğu ve sikkeler üzerinden yorumlamaya çalışmaktadır. Bazı araştırmacılar bu sonucun amphora buluntularının farklı bölgelerde farklı yoğunluklar göstermesi nedeniyle gözden geçirilmesi gerektiğini yazmaktadır.

58-) Cassius Dio, imparator Marcus Aurelius’un salgın hastalığa yakalanması nedeniyle öldüğünü yazar; Cassius Dio 72. 33. 4; Scriptores Historiae Augustae’da Marcus Aurelius hayatını anlatan anonim biograf, imparatorun ölümünden çok sayılamayacak kadar çok insanın ölmesine üzülmek gerektiğini yazmaktadır.

59-) Marcus Aurelius’un hastalığının 166’da başlayan ve yıllarca devam eden salgınla bağlantılı olduğu öne sürülmektedir. Marcus Aurelius’un ölüm döşeğinde kendisinin ölümüne değil salgının kurbanlarına ağlamaları gerektiğini söylerken, kendisinin onlardan biri olmadığını ifade etmesi doğrudan salgınla ilişkili bir hastalıktan ölmediğinin belgesi olarak kabul edilmektedir.

60-) Marcus Aurelius’un asker mevcudunun salgın nedeniyle hızla azalmasına karşı aldığı önlemlerin gerekliliğinin ve ne ölçüde faydalı olduklarının mezar yazıtları, askeri birliklerin onurlandırma listeleri ve askeri diplomalar vasıtasıyla belirlenmeleri hakkında bkz. Eck, “Die Seuche unter Marc Aurel: Ihre Auswirkungen auf das Heer”, s. 68-76.

62-) Bu görüşler hakkında bkz. B. G. Niebuhr, Vorträge über Alte Geschichte II (1825), 1848, s. 65; O. Seeck ise imparatorluğun nüfusunun neredeyse yarısının hayatını kaybettiğini belirterek ordunun mevcudunun da büyük ölçüde azaldığını ve askeri gücünü kaybeden Roma devletinin çöktüğünü düşünmektedir, O. Seeck, Geschichte des Untergangs der antiken Welt, Stuttgart I, 1895, s. 398.


*İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Tarih Dergisi - Turkish Journal of History, 71 (2020/1): 15-28/PDF



PART TÜRKLERİ




14 Aralık 2020 Pazartesi

Luviler Abartılmaktadır...

 

MÖ 13.yy'a tarihlendirilen Mira mührü üzerindeki yazıtta "Tarkasnawa, king of Mira (Mira Kralı Tarkas-nawa)" yazar.
Bu sözcük Luvice ise, niye Hint-Avrupalılar "Tarkas - Tark(As) - Tarku/Tarqu - Tarkan" kelimelerini/adlarını kullanmıyor da, Türk dünyası kullanıyor?
Israrla sormak gerek.
Peki ya Troy VIIb2'de bulunan o Turova mührüne ne demeli?
Tek bir mühür ile Turovalılar "Luvi dilli" ilan edilebilinir mi? Turova'da ikamet eden İç Anadolulu bir çift olamaz mı?
Tüccar, elçi, danışman olamaz mı? Üstelik, yazıt tam manasıyla da çözülemedi!



Prof.Dr. Ahmet Ünal "Hititler" kitabından


" Arzawa'da.... Birkaç kaya kabartması, tek tük hiyeroglif yazıt, mühürler ve bazı seramik parçaları dışında bir Hitit veya araştırmalarda pek abartılan Luwi varlığının izleri de pek zayıftır."

"Eğer Hitit Kanunlarında karşımıza çıkan değişik yazılış biçimi gerçeği yansıtıyor ise, Eski Hitit Çağında Hititler Arzawa'ya Luwiya Ülkesi diyorlardı, keza kanunların Eski Hititçe nüshasında (A), Arzawa yerine Luwiya denmektedir. Söz konusu 19.maddede herhangi bir Luwilinin Hattuşa'dan bir erkek veya kadını çalarak Arzawa'ya götürmesi konu edilmektedir. Burada Kanunların bir başka nüshasının Arzawa yerine Luwi yazması, herhalde insan hırsızlığı yapan kişinin Luwili olması dolayısıyla bir "dil sürçmesi" olarak kabul edilebilir; böylece sayısız araştırmalarda haddinden fazla abartılan bu Arzawa-Luwi eşitlemesinin de basit bir katip hatası olduğu anlaşılır. Buna ilaveten en başta I.Hattuşili'nin metinleri olmak üzere niye bu ülkeye Luwiya denmemesi de çok önemlidir ve bir çelişki söz konusu olduğunun açık seçik kanıtıdır.

Tüm bunlara rağmen Pan-Luwist araştırmalarda, metinlerde yüzlerce kez karşılaştığımız bu katip hatasına dayalı olarak akıl almaz görüşler öne sürülür ve sanki etnik kökenleri hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız tüm Arzawa Ülkeleri halkları Luwi asıllıymış ve bütünüyle tek bir dil Luwice konuşuyorlarmış gibi yanlış sonuçlar çıkarılır. Eğer Arzawa halkı gerçekten tümüyle Luwi, yani Hititler'le kardeş bir kavim idiyseler, ta Eski Hitit devrinden beri her iki kavim arasında da sürdürülen amansız mücadeleyi, savaşları, yağmaları, sürgünleri, tutsaklar, dökülen kanları nasıl açıklayacağız?

Gene bu yanıltıcı haberden hareketle Pan-Luwist nazariyeler geliştirilmiş, şahış ve yer isimleri de göz önünde bulundurularak Güneydoğu Malatya, hatta Fırat hattından başlamak üzere Kommagene, Kilikya, Kappadokya, Lykaonia, Psidya, Likya, Karia ve Lydia, Misiya ve Troad hududuna kadar olan geniş bir bölgelerde yaşayan insanların sadece Luwice konuştukları iddia edilmiştir. Bu ve buna benzer savlara göre MÖ 1200'lerde Hitit Devletinin yıkılmasında sonra tıpkı Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de olduğu gibi eski Hitit-Luwi gelenekleri ve kültürü ölmemiş, yok olup gitmemiştir, yani bir "devamlılık" söz konusudur. Yani burada düpe düz MÖ 1200'lerde sönüp giden "büyük İndogermen Hitit meşalesi"nin yerine, gene başka bir İndogermen "Luwi meşalesi" ateşlenmektedir!

Bu devamlılığın kanıtlarından en önemlisi, Homeros'un İlias Destanında bir kökenleri Hititler devrine kadar geri giden birçok Anadolu unsurlarının bulunmasıdır. Bu yerli unsurların hepsinin de yerli Troia'lılarla ilgili olduğu, buna karşın Anadolulu olmayan Akalar'ın destanlarda başka türlü tasvir edildikleri ve bundan dolayı Homeros'un şimdiye kadar zannedildiği gibi sadece "bir tek dünyası" değil, aynı zamanda bir de "Anadolu dünyasını" tasvir ettiği ileri sürülmüştür.

Sözü edilen Anadolu halkı ise MÖ 800'lerde Batı Anadolu'da varlıklarını sürdüren ve eski Hitit geleneklerini devam ettiren Luwiler'den başkası değildir. Hatta Troia'da ele geçen o meşhur mühürü MÖ 1200'lerden sonraki devire tarihleme çabalarının arkasında bile Hititler sonrası Luwi varlığı için ipuçları bulma eğilimi saklıdır. ama daha da önemlisi, Eski Doğu'nun kültür verilerini ve nimetlerini Yunanistan'a, Hellas'a aktaranlar da Fenikeli Samiler değil, işte bu İndogermen Luwilerdir! Bu kültür verilerinin en önemlileri arasında alfabe yazısı vardır ve işte bu yazıyı Hellas'a taşıyanlar da Fenikeliler değil, İndogermen Luwilerdir. Yakında İyonia Mucizesini yaratanların da Luwiler olduklarını işitirsek, şaşmayalım !

Burada mantığın kabul etmesi imkansız olan bir hata yapılmıştır: Öğrenilmesi ve yazılması çok zor hiyeroglif yazısı kullanan Luwiler acaba kendilerinin öğrenip kullanmadıkları Fenike yazısını nasıl olup da Grekler'e aktarabilmişlerdir?

Burada kültür sömürücülüğü açısından Luwiler için çıkarılan arslan payına zemin hazırlamak üzere Homeros'u bile yerli Anadolu muhtevası içinde görmek isteyen aşırı Pan-Anatolist görüşü savunanlara şöyle bir taviz verilmiş ve onların susturulması sağlanmıştır: Eski Doğu kültür verilerinin Batı'ya taşındığı yer deniz yolu değil, Anadolu'dur; taşımacılığı yapanlar ise yerli Anadolular, yani İndogermen Luwiler'dir. Görüldüğü gibi burada tıpkı Troia kültürünün yerli Anadolu ilişkilerinde olduğu gibi, bir elin verdiğini, diğer elin alması söz konusudur. Açıkça belirtmek gerekirse, Sami-Fenike-İbrani tarih yazıcılığıyla Pan-İndogermenist ideoloji arasında bir koz paylaşılması söz konusudur. Bu aşırı Pan-Luwist görüşü bizim kabul etmemiz söz konusu olamaz.

Bir kaç yerde belirttiğimiz gibi Luwiler Hititler'le akraba bir kavimdir ve dilleri Hititçe'ye oldukça benzer, yani Hintavrupa kökenlidir. Dillerinin Troia bölgesi de dahil bu kadar geniş bir alana yayıldığı iddialarının ortaya atılmasının temelinde zaten bu dil akrabalığı vardır. Troialılar ve Wiluşalılar'ın da Luwice konuşmuş oldukları iddialarının temelinde de bu ideolojik görüş saklıdır. Prensip olarak MÖ 1. ve 2. yüzyıllarda doğuda Fırat hattından batıda Troad'lara kadar geniş bir bölgede Luwice konuşulmuş olduğunu iddia etmek büyük bir cesaret ister. Bir defa Anadolu'nun partikularist coğrafi yapısı içerisinde böyle lengüistik bir dil birliği Türkler devri hariç, hiçbir dönemde olmamıştır. Sonra, Anadolu'nun Grekler öncesi devri için henüz lengüistik bir haritası çıkarılmış değildir.

Gerçekte ise 'Luwi Ülkesi' veya 'Devleti' diye kendi içinde tutarlı bir coğrafi bölge veya politik oluşum YOKTUR."

"Hititlerin çivi yazısı yanında bir de Luwi hiyeroglif yazısı kullandıklarını görmüştür. Ancak, bu dille ve yazıyla yazılmış edebi eser YOKTUR. Hititler bu yazıyı mühürlerde, madeni eserlerde, çanak çömlek ve kaya anıtlarında kullanmışlar, bazı durumlarda isim ve şecere yanında tarihi olayları da kısaca yazmışlardır."


Prof.Dr. Ahmet Ünal, "Hititler"


****

Sorguluyorum...: 


1 - Hintavrupa dilli ilan edilen Luvicede neden Türkçe kökenli sözcüklerin kullanıldığı sorgulanmalıdır !

2 - Luvice ilan edilen sözcüklerin neden Hintavrupa dilli halklar arasında değil de Türk Dünyasında kullanıldığı sorgulanmalıdır ! (Örnek: Ana / Ene, Ata, Ataman / Adaman, Oba / Uba, Urtta / Jurtta / Yurt, Taşei / Taşı,  Tarhunt / Tarhun / Tarkun / Tarkan /Tarqu, Erman / Arman / Arma, gibi. Ya da "Frigce" dedikleri OVA sözcüğünün de Türkçe kökenli olması gibi...) [Luvice Sorunu]

3 - Pelasgların Grek öncesi Batı Anadolu, Adalar ve Kıta Yunanistan'ın yerli halkı olmakla birlikte, Pelasgcanın Hintavrupa dil sınıfında değil, Türkçe gibi eklemel dil sınıfında olduğu kanıtlanmışken, neden araştırmacıların "Pelasgca/Luvice" diyerek iki farklı sınıfta yer alan dilleri birleştirdikleri sorgulanmalıdır !

4 - Birçok Pelasgca sözcüğün Luvice ilan edilip edilmediği sorgulanmalıdır ! Hatta neden Pelasgların ısrarla "Luvi" ilan edilmek istendiği sorgulanmalıdır !

5 -  Neden ilk dönemdeki araştırmalarda "Hittite-Moschi (Muşki)" yazarken şimdi "Hitit-Luvice" yazdıkları sorgulanmalıdır !

6 - Her bölgenin kendine göre hiyeroglif yazıtı olduğuna göre, neden tüm hiyerogliflerin "Luvice" ilan edildiği sorgulanmalıdır !

7 - Hititler döneminde 8 farklı dilin kullanıldığı; yazıtlarda Hattice (özellikle hatırlanmalı ki Hitit öncesi, Anadolu'nun yerlileridir), Sumerce gibi Türkçe gibi eklemeli dil sınıfından ve Hurrice gibi Kafkas dil sınıfından sözcüklerin bulunması; üstüne yine Kaşka (Hatti ve Muşkilerle soydaş oldukları) ve Muşki (Saka Türkleriyle soydaş oldukları) gibi Hintavrupa topluluğu ve dillerinden OLMAYAN toplulukların varlığı ortada iken Anadolu'yu neden ısrarla Hintavrupalıların "anavatanı" yapma çabasında oldukları sorgulanmalıdır !

8 - Neden bu tip (sahte) araştırmaların daha fazla finansal destek aldığı, diğerlerinin ise desteklenmediği sorgulanmalıdır !

9 - Luvici Eberhard Zangger'i Turova eski kazı başkanı Prof. Manfred Korfmann'ın neden kovduğu, neden ona sahtekar dediği, Zangger'in bilim camiasında ciddiye alınmadığı, ancak "bazı çevrelerce" neden "parlatıldığı" da sorgulanmalıdır !

10 - Yurtdışını bırakın, Türkiye'de bile Luviler/Luvice üzerine araştırma yapan, kitap, makale yazıp konferans veren ve de "Luvileri süsleyip püsleyip parlatanları" kimlerin desteklediği de sorgulanmalıdır !


Semra Bayraktar (SB)


***


Luvi-Luvice üzerine yaptığım araştırmalarımdan çıkardığım sonuçlar:

Luvi diye bir halk / etnik yok.

Luvi diye bir devlet / uygarlık yok.


Luvice diye bir dilin olma olasılığı var mı? Olabilir de olmayabilir de! Hitit yazıtları Sumerce, Hattice, Akadca, Asurca, Nesice (Hitit dili) kökenli kelimeler barındırır. Yani Hititler bile 2 kelime buradan, 3 kelime oradan alıp yazıya geçirmiş. Bugün film endüstrisi için bile dil üretebiliyorlar! Ne ki,  Islık Dili gibi bir dil UNESCO Acil Koruma Gerektiren Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alındı. [Hürriyet, 06.12.2017] 

Batı Anadolu'yu, özellikle de Turova'yı Luvice dil sınıfından göstermek için büyük çaba sarf ediyorlar. Tek bir mührün bulunmasıyla (- yazıtı Luvice olarak açıkladılar-)  Turovalılar 'Luvice konuşan halk' olarak ilan edilemez! Bölgenin bir ticari yol üzerinde olduğunu unutmayalım. Luvice dedikleri birçok kelime Pelasgcadır ve Pelasgca kesinlikle Hint-Avrupa dil sınıfına girmezken, Luvice Hint-Avrupa dil sınıfından gösterilir.

Luvileri İtalya'ya kadar götürdüler bile. Hint-Avrupa bakışlı araştırmacılar Etrüskleri Luvice dili sınıfından göstermektedir ki Etrüsklerin Hint-Avrupa dil sınıfından olmadığı defalarca ortaya konulmuştu. Daha da ileri giderek, yerlisinin Pelasglar olduğunu birçok antik kaynak belirtirken, Luviciler "anakara Yunanistan'da bile Luvice konuşuluyor"du demektedirler. Oysa hiçbir anitk kaynak Luvilerden bahsetmez!

Luvice dedikleri dilin Muşki, Kaşka, Saka, Kimmer, hatta ondan öncesi Pelasg ve Hatti olma olasılığı çok yüksektir. Çünkü H.Sayce "Hitit-Moşki" derken makalesinin başlığına, ne olduysa ( ki biliyoruz! )  ondan sonra gelenler makalelerini Hitit-Luvi başlığı altında yazmaya başlamıştır. Eğer Luvice dedikleri bir dil varsa, ki o da M.Ö. 1,400-800 arasında Orta ve Güney Anadolu bölgesinde konuşulmuştu. 

Bunlarla birlikte, Lulubi Türkleri'nin adındaki Lullu/Lulu sözü ile Luvi sözü arasında da ciddi bir ilişki olabilir. Lullu sözü etnik bir ad belirtmediği gibi, Luvi sözü de etnik bir ad değildir. 

Luvi sözünün etnik bir ad olmadığını da "Soros" bursuyla okumuş, Rockefeller'in kurmuş olduğu Chicago Üniversitesinde akademisyenlik yapmış ve Luvi dili araştırması yapan akademisyenin kendisi söylemektedir ; İlya Yakubovich: "Ne Luvi İmparatorluğu diye bir oluşumun gerçekte var olduğuna, ne de Luvice konuşanların tek bir devlet ile bağdaştırıldığına dair hiçbir ipucu yok. Luvi İmparatorluğu diye bir olgunun aslında var olmayışı ve Luvi etnik kökeninin tanımlanmasında ortaya çıkan tüm bu sorunlar hayal kırıklığı yaratmamalıdır" (!)  demektedir... 

Demek ki, hayal kırıklığı yaşamamak için, olmasını arzuladıkları "şeyi" "yaratmak" zorundalar !

Luvi ve Luvice üzerine yapılan araştırmacıları ile üniversitelerini, kitaplarını basan yayınevlerini, makalelerini yayınlayan "hakemli" dergilerini ve hatta onları destekleyen kardeş örgütleri 2 kere, hatta 4 kere kontrol etmeliyiz. Çünkü kurucuları ve sponsorları, ki bu çok önemlidir, basın ve kitaplardan öğrendiğimiz yeni dünya düzencileridir. Nasıl bir ağın içinde olduğumuzu anlamak için Mustafa Yıldırım'ın "Sivil Örümceğin Ağında" ve "Ortağın Çocukları" kitapları sanırım bir fikir verecektir. Güler Sabancı'ya Rockefeller ödülünün verilmesi gibi ya da "Tarih Vakfı"na Rockefeller desteği gibi. Veya Bilderberg üyesi olan Koç Hanedanına ait Koç Üniversitesi'nin bünyesindeki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi'nin ( ANAMED) Luvice'yi araştırmalarına katması gibi.

1994'ten beri Luvi-Luvice araştırmaları yapan Luvi Araştırma Ensititüsü'nün kurucusu E.Zangger'ın doktora yaptığı Stanford Üniversitesi'nin Rockefeller Vakfı'yla yakından ilişkisi vardır! Propaganda  Üniversitelerinden olan Cambridge'de araştırmacı olarak çalışmıştır. Zangger'ın çalıştığı ya da başkan veya üye olduğu dernek veya sivil toplum örgütlerinin arkasına baktığımızda da Rockefeller'ı görürüz.

Kısaca demem o ki, okuduğumuz her şeyi sorgulayalım, araştıralım, çünkü "bilim dünyası" birkaç elitin kuklası durumundadır ki "bilim dünyası"nın "hakemli" dergileri de işine gelmeyen hiçbir makaleyi, doğruları gösterseniz bile zorluk çıkarır, hatta yayınlamaz.


SB.


EK:

* "Aratta'dan sonra M.Ö. 2,300' lerde ortaya çıkan Lulu boyları, ikinci Türk Eli. Enkidu lullu-awilu(Lulu-kişi), yani Lulu soylu verilir, ama etnik manada değil, yabanı anlamındadır. Lulu ve Gut dağılınca, küçük boylara ayrıldı."

Prof.Dr. Firudin Ağasıoğlu, Lulu Eli, Ön Asya'da Kurulan Türk Devletleri, Dokuz Bitik 3


* "Asur topraklarında yaşayan Kutlar (Gut)/Kut-Lulubi adıyla anılan boylar. Hurrice Lulu dağlı, Urartuca düşman demekti. Lulubiler, Elamlar, Gutiler, Kassiler ve Mannalara kök ve dil bakımından yakındı. Lulubi sözüne MÖ 3000'lerde rastlanıyor."

Prof.Dr. M.Taki Zehtabi, İran Türklerinin Eski Tarihi


* "Lulubi etnonimi Türk kökenlidir, Lu>insan, bi>çoğul eki = Lulubi > insanlar, ulus, halk"

Prof.Dr. Aləkbər Ələkbərov, Lulubi Etnoniminin Kökeni


İlk kez 27 Şubat 2020 de yayınlanmıştı:


***


EK:

Bergama'nın eski Belediye Başkanı (kitapları da var!) Sefa Taşkın'ın Luviler konferansını izleyin ve şimdiye dek öğrendiğimiz bilgilerle kıyaslayalım!

Video 1 ; Video 2 ; Video 3 ; Video 4 ; Video 5


Gösterilen bölgelere, tarihlere bakın ve Hatti-Kaşka kronolojisi ve Hitit-Kaşka mücadelesini hatırlayın. Verdiği isim ve kelimelere, Luvilerin yayıldığı coğrafyaya dikkat edin. Peki ya 3.bölümde anlattığı tuz-ekmek hakkına ne demeli?**

Ayrıca, MÖ 1700lerde siyasi hayatı başlayan Hititlerden önce yerlisi olan Hattilerin hepsi katledildi mi? Hayır.

Hititlerin ezeli düşmanı Kaşkalar ve Muşkilerin MÖ 11.yy'da Anadolu'da hem batıda hem de doğuda görülmesine ne demeli?...

Daha ne diyebilirim ki?...

"Luviciler" yeni "Turova Atları"dır...


SB


** Tuz-Ekmek Hakkını daha önce paylaşmıştım ( 8.12.2017 )... 

"İyen duzun urar" (Yediğin tuz çarpar)

Sen bana bir kötülük yaparsan, yediğin tuzdan dolayı yaptığın kötülük sana geri döner. Yaptığın kötülüğün aynısı senin başına gelir. (Türkmen Deyimi)



Modern Lawrence’lar Arazide: Anadolu’dan Anavatan Yaratma Fikri ve Luviler


Türkçe kökenli olan Trqqas'ı "Luvice" yapanları
Yedikleri Tuz Çarpsın!

12 Aralık 2020 Cumartesi

Taştık Türk Kurganları

 

Taştık Türk Kurganları ve Yazıt

"Taştık Türk kurganlarında bulunan kayın ağacı kabuğu içlerine runik yazıyla yazılmış tek kelimelik Türkçe yazıtların varlığına her fırsatta değinirim. Bu belgeler maalesef bir türlü yayınlanmıyor, ama onların yayınlan-ma-ma-sı onları yok yapmaz. En azından onların, o gün kazıları yürüten ve bugün (2018) Abakan Müzesi müdürü meslektaşım Andrey Gotlib ile birlikte ortak tanığı benim."


Prof.Dr. Semih Güneri

Yeni Bir Türk Tarih Tezi Olarak Türk-Altay Kuramı: Ana Hatlar

Kafkasya & Orta Asya Arkeoloji Araştırmaları Merkezi, Dokuz Eylül Üniversitesi


Görsel: (Yazıtın görseli olmadığı için...)
Taştık Kurganlarından çıkan bir cenaze maskesi
Moskova Devlet Tarih Müzesi


***

Oglakhty/Oglahtı Kurganları

"Taştık Türk arkeolojik kültürü ile ilgili bilgileri ağırlıklı olarak erken çalışmaların yürütüldüğü Minusinsk havzasında Oglakhty/Oglahtı kurganlarından gelen bir dizi ilginç malzemeden öğreniyoruz. Lena havzasından Baykal gölüne, Sayan taygalarına, Altaylar üzerinden Moğolistan içlerine uzanan geniş arazide yaşam alanı bulan Taştık Demir Çağı halklarının Türk etnik kimliğini Çin kaynakları da doğruluyor. Taştık kurganlarının erken tarihi Oglahtı buluntuları ve Güney Sibirya’nın diğer yakın noktalarında hâlâ yapılmakta olan kazılarda elde edilen arkeolojik malzeme temelinde MS 2. yüzyıl olarak tanımlanmaktadır. MS 7. yüzyıla kadar devam eden kültürün en ilginç buluntuları daha çok MS 3. ve 4. yüzyıl gömmelerine aittir."

Prof.Dr. Semih Güneri
Yeni Bir Türk Tarih Tezi Olarak Türk-Altay Kuramı: Ana Hatlar




Görseller:
Oglakhty/Oglahtı kurgan 1'den saçlar, kurgan 4'ten maskeler.

Resimlerin linki saçlar üzerinde araştırma (Türk demez tabi ki!):
Pastoralists and mobility in the Oglakhty cemetery of southern Siberia: new evidence from stable isotopes
N. Shishlina, S. Pankova, V. Sevastyanov, O. Kuznetsova and Yu. Demidenko

Leaving hair in kurgans/graves is a Turkish tradition!...
SB






Pan-Türkizm / Pan-İranist

 

Sorunlardan biri de, Ermenistan veya İran'da, bizi pan-türkizmle suçlamalarıdır. Ancak, kendilerini asla pan-hint/iranimz olarak tanımlamazlar. Bu gerçekten harika !...

Azerbaycan ve Türkiye Türkleri aynı soydan geliyor ve kesinlikle aynı dili konuşuyorlar. Ancak Ermenistan ve İran için aynı şeyi söyleyemem. Ermenistan tarihte hiçbir zaman büyük bir devlet olmadı, her zaman küçük bir beylikler halindeydi. Dünya çapında kabul gören "Ermenistan" adı ise Ermeni kökenli bile değildir, Türkçedir. Arsak hanedanı da Ermeni değil Türk'tür. Bu da bizi İran'daki Sasanilere getiriyor. Arsakların sona ermesiyle Sasani dönemi başlar.

Sasani imparatorluğunda çok sayıda Türk askeri vardı. Bu askerler aileleriyle birlikte İran'da yaşıyordu. Sasaniler'in çöküşünden sonra 1925'e kadar İran hiçbir zaman Farslar tarafından yönetilmedi. Arap hanedanları Emevi ile Abbasi ve Samaniler (*) dışında ki, Samaniler MS 9. yüzyılda antik Fars kültürünü canlandırdı, ama o da sadece 100 yıl sürdü.

Ama bir de can alıcı nokta var; Antik dönem İran coğrafyası o kadar da saf Pers değildi. Doğudan gelen Ahamenişler bu bölgeye ancak MÖ 8. yy'dan sonra gelmişti. "Pers" kelimesi bile Farsça kökenli değil, Türkçeydi. Bölgeye adını veren Türk boyu Bars/Pars'tan alıyordu adını. Bu nedenle Ahameniş halkına bölgede yaşadıkları için "Parslılar" denildi ve sözcük zamanla "Pers (Fars)"e dönüştü. Kiros ve Darius ordusunda da çok sayıda Türk boylarından savaşçı vardı. Ve dürüst olmak gerekirse, bu Türk boyları olmasaydı Persler bir imparatorluk kuramazlardı!

Milattan sonraki dönemlerde ise, Samanilerin (*) Türk Karahanlılar tarafından yıkılmasıyla İran coğrafyası Türk boyları/devleetleri tarafından yönetildi. İran'ı yöneten diğer Türk boyları/devletleri ise; Gazneliler, Selçuklular, İldenizliler, Harzemşahlar, Timur dönemi, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safeviler, Afşar dönemi ve Kaçarlar'dır. Kaçar devletinin sona ermesiyle İran'da Fars dönemi başlar... Bu da İran'da 900 yılı aşkın Türk hakimiyetini gösterir. Ah evet, bir de Moğollar var, ancak onların da ordusunun çoğunluğunu Türkler oluşturur ki birçok generali de Türk kökenlidir.

Sonuç; Tarihe dönüp bakarsak, her iki devletin - Ermenistan ve İran'da yaşayanların damarlarında birçok Türk boyunun kanı akar. Birçok Kıpçak ve Alban Türkü asimile oldu ve Ermenileşti... Bugün İran'da 40-45 milyon Türk yaşıyor ve birkaç milyon Türk de İranlaşmış. Ve bu pan-türkizm değil, bu Türk Tarihidir. ...


Semra Bayraktar (SB)

(*) Samanilerin de Türk kökenli olduğu söylenir.



One of the problem is, accusing us with pan-turkism, in Armenia or İran, but never see themselves as pan-indo/iranism, that's just marvelous !..

Azerbaijan and Turkiye Turks comes from the same Turkish root, and they speak definitely the same language. However I can't say the same thing about Armenia and İran. Armenia was never a big state in history , always as little principality. The worldwide accepted name "Armenia" is not even Armenian of origin, it's Turkish. Arsacid (Arsak) dynasty was not an Armenian, but Turkish. Which brings us to Sasanids in İran. With the ending of Arsacids begins the Sassanid period.

Sassanid empire had many Turkish soldiers. These soldiers lived with their families in İran. After the collapsing of Sassanids, İran was never ruled by the İranians till 1925. Except Arabic dynasties Umayyad and Abbasid, and Samanids (*) who revived ancient İranian culture in the 9th c AD, which last only 100 year.

But there is also a catch; Ancient İranian was also not so pure İranian. Persians (Ahamenish) came only after the 8th c BC in this region from east. Even the word "Pers" was not Persian of origin, it's Turkish and it comes from Pars, Turkish tribe name which gave the name to the region, and therefore Ahamenish people were called as "people from Pars", and Pars became "Persian". There was also many soldiers of Turkish tribes in the army of Cyrus and Darius. And honeslty, without these Turkish tribes they couldn't built an empire!

In the AD times, after the collapsing of Samanids(*)  by the Turkish tribe/state Karakhanids (Karahanlılar), other Turkish tribes/states who ruled İran are; Ghaznavids (Gazneliler), Seljuks (Selçuklu), Eldiguzids (İldenizli), Khwarazm (Harzemşahlar), Timurid (Timur), Karaqoyunlu (Karakoyunlu), Aqqoyunlu (Akkoyunlu), Safavids (Safevi), Afsharid (Afşar) and Qajar (Kaçar). With the end of Turkish Qajar state, begins the İranian period again... That'makes more then 900 year Turkish rule in İran... Oh yes, there was also a period of the Mongolians, which most of the army and the generals were of Turkish origin.

The conclusion is; both states - Armenia-İran - have many Turkish tribes blood in their veins, if we look back in history. Many Kipchak and Alban Turks are assimilated, became Armenian. 40-45 million Turks live in İran today and a few million Iranianized Turks... And it is not pan-turkism, it is Turkish History...


Semra Bayraktar (SB)

(*) The probability of the Samanids being of Turkish origin is much higher then of İranian.




İSLAM DÜNYASININ İNHITATI SEBEBI SELÇUK İSTILÂSI MIDIR?
Şemseddin GÜNALTAY




7 Aralık 2020 Pazartesi

Hun-Sarmat Damgalı Taşbaba

 

Saka ya da Sarmat dedikleri, ancak Hun olabilecek Tamgalı Taşbabalar, MÖ 4.yy-2.yy.

Bayte Tapınağı-Üstyurt/Kazakistan

Turkish Tashbaba with mark from Hun period


Bölgede kutsal alanlarla birlikte kurganlar ve 100'ün üzerinde de taşbaba bulunmuştur. 

SB








"1980'li yılların ortalarında Kazakistan'ın Üstyurt Platosu'ndaki kurganlar ve ritüel komplekler üzerinde çalışmalar yapılmıştı. MÖ 5.yy sonu ile MÖ 3.yüzyıl başı arasında konan bu kurganlar üzerinde ilk çalışma ve kazıları L.L.Galkin ve V.S.Ol'khorsky gerçekleştirmiştir. Bu bilim adamlarından başka Kazakistan Arkeoloji Enstitüsü'nden Z.Şamaşev'in başkanlığında bir Batı Kazakistan Araştırma Seferi düzenlenmiştir. Bu çalışmalar kimilerince erken Sarmat devri olarak anılan, dönemin bozkır halklarına ait mezar sitelerinin keşfedilmesini sağlamıştır. Galkin ve Ol'khorsky, çok sayıda heykelin kuşattığı üç kurgan üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdı. Bu siteler Bayte I-III kutsal alanları olarak bilinen yerlerdi. 1989 yılında Üstyurt'un kuzey bölümünde yapılan yüzey araştırmalarında 40'ın üzerinde Bayte tipi ritüel kompleks (kurgan kompleksi) keşfedildi ve incelendi.

Bir takım bilim adamları Orta Asya, Sibirya, Kazakistan bölgelerindeki bir kısım mezar ve kurganları Saka-İskit-Sarmat devri anıtları olarak nitelemekteydiler. Çalışmamızın çeşitli yerlerinde bu konulardaki görüşlerimizi Proto-Türkler ve bilinen diğer Türk devletleri ve toplulukları lehine olmak üzere ifade etmiştik. Kazakistan'ın kuzey batı Üstyurt bölgesindeki bazı kurganlı mezarlar da İskit (Saka) ve Sarmat dönemine ait olarak ileri sürülmeye çalışılmıştır."

Prof.Dr. Yaşar Çoruhlu
Eski Türklerin Kutsal Mezarları : Kurganlar




"Sarmatların Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda M.Ö. II. yüzyılın sonlarına kadar egemen bir güç olarak ortaya çıktıkları arkeolojik ve yazılı belgelerden anlaşılmaktadır. Onlar İskitler, Grekler, Daklar, Romalılar ve Gotlarla münasebeti olmuş önemli bir bozkır kavmidir. Sarmatların genel olarak kökeni düşünüldüğünde Sarmatia’da var olan topluluklar ve onların bir güç olarak ortaya çıkmalarıyla birlikte İskit bakiyelerinin hesaba katılması zorunluluğu vardır. Özellikle, Sarmat toplulukları arasında sayılan Yazığlar, Kralî Sarmatlar, Roksolanlar, Ugorlar, Aorslar ve Sirakların ayrı ayrı değerlendirilmeleri gerekmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi eldeki belge ve bilgilerin sınırlı olması, Sarmatların kökenini belirlemeyi güçleştiriyor. Onların batı kolunu oluşturan Yazığlar ve doğu kolu içerisinde yer alan Sirakların Türklükle bağlantılı olabilecekleri arkeolojik buluntu ve yazılı belgelerin yönlendirmesiyle güç kazanıyor."


Doç. Dr. İlhami Durmuş

Sarmatlar , Türkler, Cilt I/ link


***

Alttaki makale ve görsellere göre Taşbaba'daki tamgaların "Hun tamgası" olma ihtimali yüksektir.


Archaeological evidence for the existence of a Hun inscription during the Hun Empire has not yet been found. According to Chinese sources, "the Huns have no writing, their laws are spoken."

However, there are reports that "there is an inscription" kemu> kemu "on the bone, which is engraved and embossed on the bone, and it is discussed by the leaders."

In addition, in Chinese writings it is written  "tang-li-ku-tu-san-juj   - Tanli kutu san yui", which means "Blessed Shanyu" in the Hun language. In modern Turkic, Mongolian (and early Manchurian) languages ​​teŋiri // teŋri // tanara> "Tengri", qut // qutuγ //> "kut, kutty", kün // šön // šün // šaŋï> "sun, light, light ”(and also tün // tön // šön,“ night, darkness, darkness, moon ”) with the general semantics of the word“ Tanri qut (i) šan'juj ”. »  Can be reproduced. 

The next text is  "soucig thalig-qan boug qourginug toutqan -   we will conquer this mound by marching the army (you will lead the army (voivod) on a campaign - this camp (city, fortress) will be taken). 


Link : Atalar Mirası - Hun İmparatorluğu dönemi Yazıtlar

(google translate from Kazakh Turkish)






Hun İmparatorluğu döneminde bir Hun yazıtının varlığına ilişkin arkeolojik kanıt henüz bulunamamıştır. Çin kaynaklarına göre, "Hunların yazısı yok, kanunları konuşuluyor." Ancak kemiğin üzerinde "kemu> kemu yazıtının kemiğe kazınmış ve kabartmalı olduğu ve liderler tarafından tartışıldığı" haberleri vardır.

Ayrıca Çin yazılarında Hun dilinde "Kutsanmış Shanyu" anlamına gelen " tang-li-ku-tu-san-juj - Tanli kutu san yui" yazmaktadır. Modern Türkçede, Moğolca (ve erken Mançu) dillerinde teŋiri // teŋri // tanara> "Tanrı", qut // qutuγ //> "kut, kutty", kün // šön // šün // šaŋï> "güneş, ışık, ışık ”(ve ayrıca tün // tön // šön,“ gece, karanlık, karanlık, ay ”). » 

Bir sonraki metin  "soucig thalig-qan boug qourginug toutqan " -   "Bu orduyu alacağız ve bu höyüğü fethedeceğiz (orduyu (voyvod) bir seferde yöneteceksiniz - bu kamp (şehir, kale) alınacak). 

Bilimsel edebiyat:

Moğol arkeolojik mirası. Moğolistan'ın arkeolojik seçilmiş kalıntıları. II. -Moğol Bilimler Akademisi, Tarih ve Arkeoloji Enstitüsü. -Ulaanbaatar, 2016.

Xiongnu mirası. İlk göçebe devlet - Hunların kültürü. Hiongnu Hazineleri. Hiongnu Kültürü - Moğolistan'daki ilk Göçebe İmparatorluğu. –Ulanbator, 2011.-296.

Bichurin N. Eski zamanlarda Orta Asya'da yaşayan halklar üzerine bir makale koleksiyonu. - Almaty, 1998, s. 40.

Faseev FS Hun parçalarını deşifre etmek için // Türk dillerinin kaynak çalışmaları ve tarihi. Kazan, 1978. s. 137-147.


Jalpı mälimet (Kazak Tr.)

Ğun ïmperïyası däwirinde ğundardıñ jazwı bolğandığın rastaytın arxeologïyalıq ayğaqtar äzirşe tabılmağan. Qıtay derekterinde «ğundarda  jazw joq, zañdarı awızşa aytıladı» delingen.

Alayda, «süyekke sızıp ağaştı oyulap, örnektegen «kemu>kemw» jazwları bar, onı şwmaqtap wäzirleri talqılaydı» degen derekter de kezdesedi.

Sonımen qatar, qıtay jazbalarında " tang-li-ku-tu-san-juj  - Ténlï kwtw san yyuy" dep xattalğan, yağnï, ğun tilinde "Täñiri quttı şanyuy" degen söz bar.  Qazirgi türk, moñğol (jäne tuñğıs-manjur) tilderinde  teŋiri // teŋri // tanara > «Täñir», qut // qutug //> «qut, quttı»,  kün // šön // šün // šaŋï > «kün, jarıq, säwle» (jäne de  tün // tön // šön «tün, tünek, qarañğı, ay») degen sözderdiñ ortaq, jalpılama semantïkasımen qarastırsaq «Tanri qut (i) šan’juj» degen sözdi «Täñiri qutı kün men aydıñ ïesi» dep jañğırtwğa boladı.

Kelesi bir mätin «soucig thalig-qan boug qourginug toutqan -  «äskerdi jorıqqa şığarıp bul qorğandı jawlap alamız (vıvedeş voyska (voevod) v poxod – to étot lager (gorod, krepost) bwdet vzyat).



SB





Scythians and Turks - Stone Statues

 

Tashbaba/Balbal from Scythian and Turkish Khaganate (Göktürk) Periods.


* Balbal (Tr.of ety.), represents the enemy, even if it is from an other Turkish tribe. They are simple and without an oath cup.

* Tashbaba (Tr.of ety. Taşbaba=Stonefather) with oath cup, represents the Leader/İl (El)başı/Kağan.


These are also one of the material proof, that the "Scythians" and "Turks" are kinsmen. Because the "Indo-Iranians" doesn't have this culture/tradition, neither does the Mongolians !


Turks - Altai

Korsika'daki Balbalın Deniz İnsanları dedikleri "Ege Göçleriyle" gelenlerden kaldığını düşünüyorlar. Bu durumda Pelasgların arasında sonradan Kimmer olarak anılan boylar da olmalı. Hatta Çingiz Garaşarlı Etrüsklerin arasında Kimmerler olduğunu belirtir. Böylece niye hem Korsika'da, hem de Altay ve Doğu Avrupa'da aynı tip taşbabalar olduğunu anlayabiliriz.

Filitosa V - Corsica/link
They think that these belongs to the people who came with "Sea People". In that case, these statues belongs to Pelasgians (Sea Saka/Sacae) or Cimmerians. We do know that among the Etruscans (NON-IE) there was also Cimmerians in Italy at that time, so there must be also Cimmerians among Sea People.
That's why the similarty Altai (Turks) - Corsica (Filitosa V)


From France / Aveyron /link




Cuman Turks - 12th-13th c (Ukraine?)





On one of the statue has a quiver and a metal belt buckle... So these are from the Cimmerian/Scythian period, and doesn't belong to Celts or Germanic people. We see also in Germany such statues, but that does not mean it belong to the Germanic people ! They didn't even had a name as Germanic at that time and it is not even Indo-European of etymology! Besides, some Cimmerian tribes are written as Germanic tribe in Tacitus (Gambrivi). The Basques (Euskal, Euskara) for example, are one of the NON-Indo-European people in France, who came from Caucasus İberia, which was interactive with the Cimmerians and Scythians. (Basque language is agglutinative language, so NON-IE. And there are many words shared with the Karachay-Balkar Turkish.)


You can also look at Anatole A. Klyosov works


Germany and Italy (below) / link


Even the word "menhir" is not etymologyical Indo-European, it is Turkish, It was written in Orhun inscriptions as "Mengü" (with m>b also as Bengü, meaning "eternal memorial stone") = Mengü > Menghur > Menhir.


It is important to follow it in time with the question "Who continued this culture/tradition?" !


Turkish Balbals/Tashbaba





Did the European tribes (such as Franks) continued this in AD times? No, they did not... But Turkish tribes did... Such as; Turkish Khaganate (Göktürks), Huns (mostly Ak-Hun, i.e. Hephthalites, which the word was derived from the other name of the White-Huns = Abdaly > Hapdalit > Hephthalites ), Avars and Kipchaks (Polovets)-Cumans, etc. And some, not many, other nations did borrowed this tradition/culture, but did not continued or they were mixed with the Cimmerian/Scythian people. Because it was a strange culture/tradition for others. Even at the end of the 19th- beginning 20th c AD in Turkiye, we have many Tashbaba or Balbal to be seen.





Altay (Altai) - Turkish kurgans and Tashbaba/Balbals


The political pressure back in time on Turkology in the USSR (mass arrests, imprisoning, killing the Turkology scientist, scholars, changing the names of the tribes/nations, and not using the word "Turk" - link), doesn't work anymore, and definitely not the pressure of the "Westernes" who took this "erasing" idea over form the USSR ! "Westernes" are not the authority to write "the history of the Turks"! Turkish scientist are the authority of their own history! Because many do not know wat "Artuk, Selçuk, Kıpçak or Memluk" is, if the Westerner writes "Artuq, Seljuk, Polovets or Mamluk" without the word "Turk" in his book or article. But we do know immediately, when a scholar write "Artuk, Selçuk, Kıpçak or Memluk", that they are one of the Turkish tribes, we do not need the word "Turk" extra next to the word "Kipchak" for example !... And please don't underestimate the history of the Turks, be open minded... maybe one of your ancestor comes from one of these Turkish tribe that I mentioned before... 



Semra Bayraktar (SB)

Scythians-Turks

The continuity of art and culture/tradition is the Social DNA of the nations.



Not "Turkic", but "Turk"

Turcae - Turks - Scythians

Kazakh Prof. Salkaroğlu /Turks-Scythians

Turks - Scandinavians/Vikings

Turks

Scythians-Turks

Franks?