28 Temmuz 2016 Perşembe

Osmanlı Kayı boyundan değildir.....












Osmanlı Kayı boyundan değildir.....
Kayı damgasını sonradan kullanmaya başlamışlardır.

" Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Timur'un oğlu Şahruh, İkinci Murat zamanında kendisine bir hil'at (Hükümdarların takdir için bir kimseye verdikleri cübbe) gönderip bunu giymesini, kendi egemenliğini tanımasını istemiştir. Zira Timur ve oğulları kendilerini Oğuzhan neslinden sayarlar. Büyük hanlığın kendilerine ait olduğunu iddia ederler. İşte bu iddia karşısında II. Murad kendi bağımsızlığını göstermek üzere Oğuzname destanını kullanmış ve Osman Bey'in Oğuzhan'ın neslinden olduğu iddiasını benimsemiştir. Kayı menşei iddiası, Timuroğulları'nın Oğuzhan'dan geldikleri iddiasına karşı siyasi bir iddiadır. Bu bir kurgudur. Fatih zamanında şehzadelere Oğuz, Korkut adlarını vermişler ve topların üzerine Kayı damgasını koymaya başlamışlardır. Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Bunu 40 yıl önce de yazmıştım. " 







- Eski tarihçilerimiz birisinin naklettiği rivayeti aynen alır kitabına koyar. Bu sahte bir rivayet midir, yanlışlıklar var mı, sorgulamadan aynen kaynağının söylediği gibi alır. Bunun asıl bir sebebi "Müslüman yalan söylemez" inancı olabilir. Halbuki bir tarihi olay ve kişi hakkında söylenen rivâyeti tarihçi kullanırken, bunu süzgeçten geçirmek zorundadır. Buna "textkritik" metodu denir.


Bir misal vereyim. Sözde Osman'a rüyasında dünya hâkimiyeti müjdelenmiş. Bunu Şeyh Edebali yorumlamış. Bunu modern bir tarihçi kabul edebilir mi? 15. yüzyılda Aşıkpaşazâde'de, Neşri bunu gerçek gibi kayd ederler. Kaynaklarımız bunun gibi hurafeler içerir.


Osmanlı beyliğinin kesin biçimde Yalak-Ova savaşı sonucu kuruluşu meselesine gelince... 1302'de Osman Gazi'nin kazandığı Yalakova-koyunhisarı (Bapheus) Zaferi, Anonim Tevarih-Âli Osman'da uzun uzadıya anlatılıyor. Aşıkpaşazâde'de sadece iki cümle var, ayrıntısı yok. Bu önemli zaferin ayrıntılarını Osman Gazi'nın çağdaşı Bizanslı Georgios Pachymeres'in eserinde buluyoruz. Yalakova'da Osman Gazi'nin 5 bin kişilik bir kuvvetle Bizans kuvvetlerini denize döktüğünü yazıyor...


Bizans tarihçisi bu savaşı büyük bir zafer olarak tespit etmiş ve bundan sonra Osman'ın bayrağı altına Anadolu'dan gazilerin gelip katıldığını işaret etmiştir. Bu karşılaştırmalı olayı Girit'te bir sempozyumda bildirdim ve bu bildirim Yunanistan'da basıldı.


Türkiye'de İznik üzerinde bir kitap çıkarıldı, orada da neşredildi; bu makalede tüm kaynaklar gösterildi. Bırakın sıradan kimseleri tarihçiler bile bunu okumamış görünüyor. Osman Gazi'nin 1302'de tarih sahnesine çıkmış olduğunu, Bizanslı tarihcinin ifadesini esas olarak yazdım. Osmanlılarda hanedanın menşei hakkında başka bir teori vardır. Oğuznâme'de Türkler'in dip-atası Oğuz Han olarak kaydedilir. Sözde onun 6 oğlu olmuş. Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz...Gün en büyük oğluymuş... Onun oğlu da Kayı...


Oğuz Destanı diyor ki, Hanlık Oğuz Han'dan sonra Gün Han'ın hakkıdır ve ondan sonra da bütün Türk kabileleri üzerinde egemenlik Gün Han'ın oğlu Kayı'ya aittir. Osmanlı hanedanı da işte bu Kayı Han'dan geliyor. Bu şecereyi, ikinci Murad zamanında 1440'lara doğru Yazıcızade ortaya atmıştır.


Yazıcızade diyor ki, Osman Gazi zamanında kabileler toplandı ve Oğuzhan'ın vasiyeti gereğince Kayı Han neslinden gelen Osman'ı han ilan ettiler... Osmanlı hanedanı Kayı Han neslindendir. Bu hikâye, 1440'larda ileri sürülmüştür. Yazıcızade neden bunu yazdı, açıklanması kolay. Timur, Osmanlılar'ı yendikten sonra Yıldırım Bayezid oğulları üzerinde egemenliğini kabul ettirmiştir.


Timur'un oğlu Şahruh, İkinci Murat zamanında kendisine bir hil'at (Hükümdarların takdir için bir kimseye verdikleri cübbe) gönderip bunu giymesini, kendi egemenliğini tanımasını istemiştir. Zira Timur ve oğulları kendilerini Oğuzhan neslinden sayarlar. Büyük hanlığın kendilerine ait olduğunu iddia ederler. İşte bu iddia karşısında II. Murad kendi bağımsızlığını göstermek üzere Oğuzname destanını kullanmış ve Osman Bey'in Oğuzhan'ın neslinden olduğu iddiasını benimsemiştir.


Kayı menşei iddiası, Timuroğulları'nın Oğuzhan'dan geldikleri iddiasına karşı siyasi bir iddiadır. Bu bir kurgudur. Fatih zamanında şehzadelere Oğuz, Korkut adlarını vermişler ve topların üzerine Kayı damgasını koymaya başlamışlardır. Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Bunu 40 yıl önce de yazmıştım.


Gelelim bana yapılan itirazlara: 

Deniyor ki Osmanlı devleti Bilecik'in Söğüt kazasında kurulmuştur... Osman Gazi'nin kariyerinde, beylik yani bir devlet kuruluncaya kadar bir takım aşamalar vardır. Babası Ertuğrul gelip Söğüt'te yerleşiyor...


Bir aşiret olabilir ama bu beylik, bir devlet kurulması şeklinde yorumlanamaz. Osman 1288'de Eskişehir yakınında tepede Bizans tekfuru elindeki Karacahisar kalesini fethetti. Bazıları bunu Osmanlı beyliğinin kuruluş tarihi olarak yorumlayabilir. Ondan sonra Osman 1299'a doğru Eskişehir'den Bilecik'e kadar geniş bölgeyi fethetti.


Yenişehir sınırında Bizans'a karşı yerleşti ve akınlara başladı. Bunun tarihi 1299'dur. Bu söylediğim tarihlerin herhangi birini beyliğin, devletin kuruluşu olarak alabilirsiniz. Ama bu aşamalardan hiçbiri Bapheus zaferi gibi çağdaş bir kaynak tarafından tam tarihiyle teyit edilmemiştir. Ancak Osman'ın 27 Temmuz 1302'de Bizans ordusuna karşı kazandığı zafer çağdaş Pachymeres tarafından zikredilmiştir. Bu nedenle bir tarihçi olarak 27 Temmuz 1302 tarihini alıyorum.


Prof.Dr.Halil İNALCIK.








Soy kütüğü kimine göre Gök Han, kimine göre de Gün Han'dır.


Halil İnalcık'ın Devlet-i Aliyye kitabında: "Eskişehir Mogol valisi Caca oğlu Nureddîn Bey'in 1272 tarihli vakfiyesindeki köy adları, daha bu tarihten önce, Osmanlıların bu ilk yerleşme bölgesinde birçok Türkmen boyunun köyler kurduğunu göstermektedir. Bölgede Çepni, Bayat, Eymir, Avdan, Kayı/Oğuz/Türkmen boy adlarını taşıyan köyler buluyoruz." 


"Osman'la çağdaş olan tarihci Pachymeres'in Osman hakkında şu gözlemi ilginçtir: Uc bölgesinde Türkmenler arasında en atılgan, en enerjik akıncı önderi Osman'dır. Pachymeres, bölgede kendi başına hareket eden başka önderler olduğunu da (Osmanlı riviyetinde adı geçen Konur Alp, Akça Koca, Turgut Alp gibi) işaret eder. Bizanslı kronikci, Osmanlı rivayetlerinde olmayan bir başka önemli noktayı belirtir: Osman (Atmanes), Kastamonu (Paflaogonya) Uc emirleri Çoban-oğulları emrinde bir Uc savaşçısıdır."


SB * Çobanoğulları Kayı boyundandır. Açıklamalara göre diğer Uc Beyleri en çok galibiyet alan ve de Uc Beyi olan Osman'ın altında biraraya gelmiş. Bu da boyların karıştığını gösterir.


"Bapheus Savaşı Osman'a hanedan kurucusu bir bey ünü kazandırmış,, kendisinden sonra oğlu Orhan rakipsiz beylik tahtına geçmiştir. Böylece biz 27 Ternmuz 1302 tarihini Osmanlı hanedanının, dolayısiyle Osmanlı Devleti'nin kuruluş tarihi olarak kabul edebiliriz."


Halil İnalcık "Osman Beg" (Soy kütüğü hakkında varsayımlar) PDF:



SB * Çepni, yukarıda da belirtildiği gibi bu bölgede gösterilir, bu boydan da olabilir, ayrıca bu benim düşüncemdir. Çepnilerde gözü pek, cesur Alpler olarak tanınır. Sonuçta Gök Han soyundan. Aşağıdaki bilgi ile daha anlaşılır hale gelir. "Gök Alp nesliyim"


"Osman Bey, Karacahisar'ın fethinden sonra Dursun Fakih'i buraya kadı atar ve ondan kendi adına hutbe okumasını talep eder. Dönemin anlayışı içerisinde kendi adına hutbe okutmak bağımsızlık alameti sayıldığından Dursun Fakih Konya Selçuklu sultanından izin alınması gerektiğini ileri sürer. Bundan sonrasını Aşıkpaşazade'nin üslubuyla izleyelim: " Osman Gazi eyidür: "Bu şehri ben hod kendi kılıcım ile aldum. Bundan Sultanun ne dahli var kim andan izin alam. Ona Sultanlık veren Allah bana da dahı gazayile hanlık verdi" dedi. " Ve eger minneti şu sancağ ise ben hod dahı sancak götürüb kafirler ile uğraşdum" der. "Ve eger iderse kim ben Al-i Selçukum dirse ben hod Gök Alp nesliyim. Eğer bu vilayete be anlardan öndin geldim dirse Süleyman Şah anlardan hod öndin geldi."41 bu diyalog içerisinde dikkat etmemiz gereken isim işaretlediğimiz Gök Alp olmalıdır. Yukarıda da sözünü ettiğimiz üzere kayda göre bizzat Osman Bey kendisini Gök Alp'e nesli saymakta dolayısı ile kendisinin Kayı boyuna mensup olmadığını ortaya koymaktadır."

"Kayı boyu mensubiyeti konusunda bir birlik söz konusu değildir. "

Osmanlı Vekâyinamelerindeki Soykütükleri Hakkında Notlar
Yrd. Doç. Dr. Cezmi Karasu -link



SB* Yani bu kesindir diyebileceğimiz bir cevap yok. Bence Gök Han soyundan. Bu boylar hep birbirine karışmış zaten. Tartışmanın gereksiz olduğunu da düşünüyorum, sonuçta hepsi Oğuz'dur, Türk'tür. Yoksa, hepsi Türk olan ama batılılarca bu boyları "sözde etnik" olarak böldükleri yetmiyormuş gibi, (yabancıların asla anlayamadığı şey bu boy adlarıdır, hep farklı etnik zannederler :) ) biz de Çepni, Kayı, Peçenek, vs. gibi boy ve aşiret olarak mı böleceğiz? 


Saygılar.
SB

 Çepni = Cesur ve Bahadır (Yiğit) ?
"Kaşgarlı ve diğer bazı kaynaklar da cepni veya cebi şeklinde geçer. Etimolojisi karanlıktır.
Reşideddin 'Düşman gördüğünde hemen savaşır',
Ebülgazi ise 'Bahadır' olarak vermiştir.
Düşüncemize göre verilen bu anlamların,
boy adının esas kökü ve etimolojisiyle ilgisi yoktur.
Halk etimolojisi = 
Halk sözleri manalandırırken, kendi çağlarındaki köklere, eklere veya bize kadar gelmiş,
kaybolmuş sözlere bakarak mana veriyordu."
B.Ögel




EK:

Şahruh'un gölgesinde harekete geçen Akkoyunlu Kara Yülük, Osmanlı Padişahına, Şahruh'a bağlı Türkmen Beyliklerine zarar vermekten kaçınmasını söyler. Kara Yülük, Şahruh'a yazdığı ileri sürülen bir mektupta da , Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu, Hamidoğlu, İzmiroğlu, Dulkadiroğlu gibi Türkmen Beyleriyle Bizans İmparatoru, Dulkadiroğlu gibi Tükmen Beyleriyle Bizans İmparatoru, Trabzon ve Gürcistan Meliklerinin kulluklarını sunmak için Şah'ı beklediklerini bildirir. Gerçekten gerek Hıristiyanlar, gerekse Türkmen Beyleri Osmanlı'ya karşı yeni bir Timur'un Anaolu seferinin özlemi içindedirler. Bu koşullarda Çelebi Mehmet, yanıtında son derece aşağıdan alır, Şahruh'a bağlılığını ve itaatini tekrarlar ve Karamanoğlu'na karşı hareketini "nefis müdafaası" diye açıklar. İkinci Murat, Timurlu'ya bağımlılık politikasını ölümüne kadar izler. 1435'te Şahruh'un Akkoyunlu'ya, Dulkadirli'ye, Karamanlı'ya ve Osmanlı'ya yolladığı kaftanı giyerek Şahruh'a bağlılığını yineler. Murat, Malatya ve Divriği'ye kadar Anadolu içine girmiş Mısır Memluk Sultanı'na karşı da benzeri bir yumuşaklığı sürdürür. Dedesi Yıldırım'ın hatasını işlemekten kaçınır.

İşte bu büyük güçlükler arasındadır ki, Osmanlılar , Oğuzlardan olduklarını, Oğuzların hem de önde gelen Kayı boyundan çıktıklarını anımsarlar. Paralarda Kayı boyunun damgası yer alır. Tarihçi Yazıcıoğlu'nun düzenlediği şecere, Osmanoğullarını Oğuz Han'a ve Nuh'un oğlu Yafes'e bağlar. Timurluların Cengiz Han'ına karşı Oğuz Han çıkarılır. Akkoyunlular'ın Oğuzlardan Bayındır soyuna karşılık Kayı soyu ileri sürülür. Wittek, bu Oğuzculuğa "ulusal romantizm" akımı diyor; aslında tehlikeli bir durumda aşiret savaşçılarını kazanmak ve Timurlular ile Akkoyunlulara karşı ideolojik bir meşruiyet savaşı vermek söz konusudur. Romantizm değil gerçeklik egemendir. (syf 175)

Akkoyunlular yine de bu savaşçı ve dağınık Türkmen boylarını bir araya getirerek aşiretlere dayalı bir devlet kurmayı başarırlar. Mogol İlhanlı geleneklerine dayanarak feodalleşme yolunda ilerlemeye koyurlurlar. Kur'anı Türkçe'ye çeviren ilk hükümdar olan Uzun Hasan, bu yolda hayli çaba gösterir. Trabzon Rum İmparatorluğu ile kız alarak akrabalık ve dostluk ilişkileri kurar ve henüz daha pek güçlü bulunmadığı bir dönemde kendini Timurlu'nun mirasçısı sayar. 1459 yılında İstanbul'a elçiler yollayarak Fatih'ten uzun süredir ödenmeyen haracın gönderilmesini, Trabzon Rum  İmparatorluğu'ndan haraç almaktan vazgeçilmesini ve Rum Prensesi karısının çeyizi olan Kayseri bölgesinin kendisine verilmesini ister.

Uzun Hasan giderek güçlenir. Doğu Anadolu ve İran'a egemen olur. Timurluların mirasçısı durumuna geçer. Bu niteliği ile Osmanlı'yı kendine bağımlı sayar. Oğuz Han soyundan geldiğini söyleyerek, bütün Türkmenlerin liderliğinde hak iddia eder. Bunun içindir ki Osmanlı tarihçileri de, Osmanoğulları'nın Oğuz Han'ın meşru miraasçısı Kayı soyundan geldiklerini, Osman'ın Türk töresine göre Türkmen Beylerince Han seçildiğini ve Anadolu'daki bütün Türkmenlerin meşru egemeni bulunduğunu iddiaya koyurlurlar.(*) Fakat daha önce Timur'a bağlanan Anadolu Türkmen beyleri, bu kez Uzun Hasan'a koşarlar. Karamanoğlu Pir Ahmet ve Kasım, Candaroğlu Kızıl Ahmet, Germiyanoğlu, Dulkadiroğlu Şah Ahmet, Rüstem ve Süleyman, İnaloğlu vb., gibi Anadolu Beyleri, Hasan'ın yanındadırlar. Özellikle Kızıl Ahmet, Timur gibi Uzun Hasan'ın da Osmanlı'ya dersini vermesini ister. Hasan'a sığınan Osmanlı ulemasından Titrek Sinan, Sıvas Beylerbeyi'ne "Timur'dan daha büyük" olan Hasan'a direnmenin boşluğunu yazar. Hasan'ı "gerek soy ve sop, gerek kişisel yetenek bakımından" Fatih'ten üstün tutar. (sayfa 181)



Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi

(*) Timur, bir mektubunda Yıldırım Bayezıt'a "Alelade bir gezici Türkmen soyundan geliyorsun, Anadolu halkı bunu biliyor" diye hakaret etmiştir.
Türk-Osmanlı Alem 1825 - 1832
Rijksmuseum - Amsterdam











İlgili













27 Temmuz 2016 Çarşamba

AMİSOS (SAMSUN) MOZAİĞİ










Mozaiğin ortasındaki merkez panoda Akhilleus ve Thetis konu edilmiştir. Bu panonun etrafında tam olarak köşelere gelecek şekilde dört mevsimin kişileştiriidiği büstler, bunların arasında ise birbirlerinden farklı olarak işlenmiş Hypocampos, deniz canavarları ve Triton'un taşıdığı Nereid'lerin konu edildiği dört tane pano bulunmaktadır. Büyük bir olasılıkla, girişin karşısına gelecek şekilde yerleştirilmiştir ve ev sahibini kurban töreni esnasında betimleyen panodan oluşmaktadır.


Bu panoların etrafı iki farklı geometrik desenle çevrelenmiştir. Amisos mozaiğini Akhilleus ve Thetis'in olduğu merkez pano ile birlikte beş ana başlık altında incelemek doğru olacaktır:

1) Akhilleus-Thetis panosu
2) Mevsimler
3) Nereidler
4) Kurban sahnesi
5) Bu panoları ve esas mozaiği çevreleyen geometrik motifler


Akhilleus ve Thetis'in kompozisyona konu olan figür tiplerinin araştırıldığı ilk alt başlıkta, Akhilleus'un tipinin Polykleitos öncesine gittiğini ve Büyük İskender'in portrelerinin de Akhilleus'un bu ön tipinden esinlenerek yapıldığını ortaya koyduk. Ayrıca, Thetis'in tipinin de İ.Ö. 4. yüzyıllardaki heykel ve mezar stellerinden esinlenerek yapıldığını belirledik. Thetis'in üzüntüyü niteleyen pudidtia tipinde işlenmiş olması Amisos mozaiğinin ikonografi açısından da ayrı bir yerinin olduğunu ortaya çıkardı. Sahnede açıkça Thetis'in oğluna silâh teslimi betimlenmiştir. 


Ancak bu güne kadar bilinen silâh teslimi sahnelerinden hiç birisinde burada olduğu gibi üzüntü açık bir şekilde gösterilmemiştir. İlyada'dan öğrendiğimize göre Akhilleus'a ikinci defa silâhları teslim ederken, bu arada Thetis oğluna kötü kaderini de açıklamaktadır. Diğer bir ifade ile, Thetis bu mükemmel silâhların bile oğlunu kötü kaderden koruyamayacağını bilmektedir. Bu nedenle, Amisos mozaiğinde olduğu gibi ana-oğul ikisi de üzgündür. Dolayısı ile Amisos mozaiğinde bu güne kadar bilinen silâh teslimi konularından farklı bir sahne yer almaktadır:
Annenin oğluna aynı zamanda kötü kaderini açıklaması.


Akhilleus'un tanrılaştırılması ve bir tanrı olarak saygı görmesi:

Bugüne kadar başta Kuzey Karadeniz olmak üzere Batı Anadolu, Yunanistan ve hatta Aşağı İtalya gibi geniş bir alanda Akhilleus'a ait kült merkezlerinin bulunduğu bilinmekteydi. Ancak Karadeniz'in güney kıyılarında bu kültün varlığına ait hiçbir ipucu yoktu. Amisos mozaiğinin ışığında, bu bölgede de Akhilleus kültünün olabileceğini ortaya koymuş olduk.


Amisos mozaiği üzerinde, ana panonun dört köşesine gelecek şekilde mevsimleri konu alan figürler yerleştirilmiştir. Bu tercihte ev sahibinin beğenisinin ve dünya görüşünün önemli rol oynadığına inanıyoruz. Bunlar sonbahar, yaz, ilkbahar ve kış mevsimlerini karakterize etmektedir. Bunlar, erkek, kadın figürler, bitkilerle kombine edilerek anlatılmıştır. İ.Ö. 3. yüzyıldan başlayarak betim sahnesinde görülmeye başlanan mevsimler, Roma dünyasında kişileştirilerek sık kullanılan konulardan birisi olmuştur. Mevsimlerdeki kişileştirmelerle ilgili çeşitli tipler kullanılmış ve ziraî aktiviteler mevsimlerin belirteci olarak tercih edilmiştir. Bitkilerle yapılan mevsim betimi o mevsimde yetişen ve halk için önemli olan bitkilerden alınmıştır. İlkbahar güller, sonbahar üzüm, yaz buğday demeti, kış ise zeytin ile karakterize olmuştur. Yaz kimi zaman çeşitli meyvelerle de ifade edilmiştir.


Nereidler'in betimlendiği panolar:

Bu panolarda ortak olan özellik bir Nereid'in balık kuyruklu mitolojik deniz yaratıklar üzerinde yaptığı yolculuktur. Seçilen deniz yaratıklarından birisi Hippokampos, birisi Triton, birisi panter başlı, sonuncusu ise ejder başlı deniz yaratığıdır. Nereus'un kızları olan Nereid'ler, aynı zamanda Akhilleus'un annesi Thetis'in kızkardeşleridir. Thetis'in Akhilleus'a silâhları teslim etmesi ile ilgili sahnelerin birçoğunda Nereidler kızkardeşlerinin yanında yer alırlar. Ancak bizim kompozisyonumuzda Nereidler silâh tesliminde aktif rol oynamamış sadece tamamlayıcı motif olarak kullanılmışlardır.


Amisos mozaiğinin en ilginç panellerinden bir diğeri de kurban sahnesinin işlendiği paneldir. Burada muhtemelen ev sahibi, bir kasap yardımıyla boğa kurban ederken resmedilmiştir. Ancak gerçekte enteresan olan kısım Akhilleus panosu ile kurban sahnesinin tam karşı karşıya gelecek şekilde yerleştirilmiş olmasıdır. Bu kompozisyon her iki sahnenin birbiriyle ilişkili olduğunu düşündürmektedir. Olasılıkla burada ev sahibi doğrudan Akhilleus'a bir boğa kurban ederken, kendisini betimletmiş olmalıdır. 


Saptadığımız kadarı ile Amisos mozaiğinde belli başlı 11 desen söz konusudur. Özellikle sarılı ikili halat motifinin benzerleri güneyli bir özellik olarak ön plâna çıkmaktadır. İkinci olarak tekrarlanan geometrik desenlerin arasındaki ilişkisi göz önüne alınmış ve Amisos mozaiğinin Antakya-Korykos-Zeugma grubu içine yerleştirilebileceği sonucuna ulaşılmıştır. 


Son olarak da mozaik üzerinde bulunan konu ve figürlere göre lokalizasyon denemesi yapılarak, yine benzerlerinin özellikle Zeugma civarında yoğunlaşmış olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Böylece, Amisos ile güneydoğu Anadolu arasında mozaik yapımı konusunda yakın bir bağlantının varlığı ortaya çıkmıştır. Bu bağlantı Amisos'u Tokat, Amasya, Sivas üzerinden güneye bağlayan karayolu vasıtası ile olmalıdır. Ayrıca, mozaik üzerindeki yazıttan, Amisos mozaiğinin güneyden gelen gezginci ustalar tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır.


Tarihleme:
En yakın örnekler Zeugma'da ortaya çıkarılmıştır. Bunlar stratigrafi özelliklerinden dolayı 253 yılından önceye tarihlendiklerinden, Amisos mozaiği de bu tarihten önce, yaklaşık MS.250 olmalıdır.



Dr.Derya Şahin
Amisos Mozaiği
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2004. 
 ayrıntılı pdf:


























Türklere Karşı Haçlılar ve Papalık





Papalığın gücünü yitirmesi


1. Fransa kralı ile Papa VIII. Boniface arasındaki mücadelelerin kral lehine sona ermesi (1303)
2. Papaların Avignon’da yerleşerek Fransız kralının nüfuzu altına girmesi (1309-1378)
3. Büyük Şizma, (1378-1417). Yani Batı Hıristiyan dünyasının birbirine rakip iki, hatta üç Papa arasında parçalanması
4. Rafizî-Heretik akımlar
5. Dinî konsillerin toplanması: Piza Konsili (1409), Constance (Konstanz) Konsili (1414-1418), Bale (Basel) Konsili (1431-1438) ve Floransa Konsili (1438-1445)
6. Concordato’ların imzalanması


1. Fransa kralıyla Papa arasındaki mücadele. Papa aleyhine sonuçlanmıştır. Güzel Philippe, Papa’nın kendi krallığı içerisindeki rakiplerini belirleme yetkisini tanımadı. Krallığı içerisindeki rakiplerden, Papa’nın emrine rağmen vergi topladı. Böylece Papa’nın, krallığın iç işlerine karışma hakkı olmadığını ilan etti. Bu mücadelenin sonucu. Papaların, devletlerin ve hükümdarların iç işlerine karışamayacaklarını gösterdi. Papalık, karşısında devletlerin hükümranlığını onadı. Papaların evrensel egemenlik savlarına ilk büyük darbe vurulmuş oldu. Bunu büyük buhranlar izledi.


2. Bu aşamada, Fransız kralının, kendisine yandaş bir Papa seçtirmesi ve Papaların Fransa’da Avignon’da yerleşmeleri (1309), Papalığın Hıristiyan dünyasındaki erkini zayıflattı. Diğer Hıristiyan uluslar, Avignon Papalarına, Fransız krallarının esiri olarak bakıyorlar ve ancak Roma’yı Kilise’nin merkezi olarak tanıyorlardı. Papaların Avignon’da yeni bir başkent kurmak için çok paraya gereksinim duymaları ve bütün Hıristiyan ülkelerden yeni vergiler toplamaları, kilise memuriyetlerini satmaları, tamamıyla maddi kaygı taşımaları, etkinliklerini büsbütün kırdı. Kilisenin başı ile kilise mensupları arasında düzenlemeler yapılması, her açıdan arzulanan bir fikir olarak belirdi.


3. Büyük Şizma, (1378-1417) Hıristiyan dünyasının birbirine rakip papalar arasında parçalanması. Papalığın konumu için çok ağır kriz doğurdu. Hıristiyanlar, hangi papayı meşru sayacaklarını bilemiyorlardı. Bir tarafı tanıyan, öbür papa tarafından aforoza uğruyor, mücadele için paraya gereksinimi olan papalar da daha çok rüşvete ve kayırmacılığa düşüyorlardı. Sonuçta Papalık, Hıristiyan milletler üzerinde erkini büsbütün yitirdi. Bazı samimi dindarlar, ruhlarının kurtulması için Kilise’nin ve papanın aracılığına gerek olmadığını bile düşünmeye başladılar.


4. Böylece Şizma’dan sonra Hıristiyan dünyasında yeni rafızî- heretik akımlar ortaya çıktı. Bunların en önemlileri Wycliff’in doktrinleri ile Jean Hus’un doktrinleridir. Bu doktrinler, papanın dinî otoritesine hücum ediyorlar ve Hıristiyan’ın selameti için, papanın ve Kilise’nin aracılığının gerekli olmadığını ileri sürüyorlardı. Böylece, papanın ruhanî otoritesi de tehlikeye giriyordu. Wycliff ve Hus’un nazariyeleri, memleketlerinde yayıldı ve tutundu. Bununla beraber papaya sadık kalanlar da, kilisede bir reform olması gerektiğini söylüyorlardı. İşte bu amaçla konsiller toplanmıştır.


5. Heretik hareketlere karşı önlem alan ve kilisede reform yapmak isteyen konsiller papanın otoritesi bakımından yeni bir tehlike ortaya çıkarmıştır. Bütün Batı Hıristiyanlığını temsil eden bu genel ruhanî meclislerde bir kısım üyeler, konsilin, papanın üstünde olduğunu, papanınsa konsilin emirlerine uyması gerektiği fikrini ileri sürdüler. Konsilin kiliseyi ıslah için kararlar almaya yetkili olduğu ve papanın bunlara bağlı olması gerektiği savunuldu. Islahat tamamlanıncaya kadar konsilin belirli aralıklarla kararlaştırılan zamanlarda toplanması istendi. Papa, savlarında çok ileri giden ve Hıristiyan dünyasında en yüksek ruhanî otoriteyi elinden almak isteyen bu konsilleri ortadan kaldırdı. Fakat sonuncusu, yani Bale (Basel) Konsili (1437) kaldırıldığı halde, küçük bir grup Papa’yı görevden alarak, yerine yeni bir papa seçme iddiasında bulundu ve Kilise’nin reformu konusunda kararlar aldı. Papa, Floransa Konsili’nde (1438-1442), İstanbul Ortodoks Kilisesi’ni Papalığa bağlayarak, Hıristiyan dünyada iktidarını yeniden elde etmek istedi. Fakat Kumlar, kısa bir süre sonra bu birleşmeyi reddettiler. Özetle; konsiller, papaların otoritesine karşı Hıristiyan dünyada yeni bir karşı akımın doğmasına yol açtılar.


6. Bu büyük buhranlar sonunda, 15. yüzyıl ortalarında da Papalık, Hıristiyan dünyasında eski otoritesini yitirmiş bulunuyordu. Papa, krallar ile yapmaya mecbur olduğu concordato’larla ulusal kiliseler üzerinde haklarının sınırlandırılmasına razı oluyordu. Bu durumda Papalık bütün dikkatini İtalya’daki toprakları üzerine topladı. Burada bütün siyasi ilişkiler ağına girerek sıradan bir devlet siyaseti güttü. Papalık, son derece maddi, siyasî amaçların esiri, oldu. Avrupa’da erkini ve itibarını yeniden kazanmak için haçlı seferleri düzenlemekten başka çaresi yoktu.




Türklere karşı Haçlılar


Papalığın güçsüzlüğü ve çaresizliği, Türklere karşı açmak istediği haçlı seferlerine Avrupa devletlerinin olumlu cevap vermemesi ve tüm girişimlerinin suya düşmesiyle büsbütün meydana çıktı. Son Bizans imparatorları, her taraftan sarılmış olan başkentlerinin kurtarılabilmesi için tek ümidi Batı Hıristiyan dünyasının düzenleyeceği bir haçlı seferinde görüyorlardı. Onun için Batı Hıristiyanlığının başı saydıkları papaya başvurmakta ve Batı’dan Türklere karşı yardım geldiği takdirde papanın bu işte öncülüğünü tanıyacaklarını bildirmekteydiler. 1054’ten beri Şizma’yla bölünmüş olup papanın otoritesini tanımayan Ortodoksları Roma Kilisesi’ne tekrar bağlamak, Papalık için büyük bir kazanç olacaktı. Papa, Bizans’ın istediği haçlı seferini harekete getirmekle hem Batı milletlerini kendi emrinde toplayarak kilise davası için kullanmış, hem de Ortodoks kilisesini kendisine bağlamış olacaktı.


Bizans imparatorlarının kiliselerin birleşmesi karşılığında papadan yardım talep etmeleri, Osmanlı tehlikesi kendisini gösterdiği andan itibaren başlar. Daha 1339’da İmparator III. Andronikos, Papa XII. Benedictus’a Barlaham adında bir keşiş göndererek, kiliselerin birleştirilmesini önermişti. Bundan sonra İmparator V. İoannis Paleologos’un kuzeni Savoy kontu VII. Amadeus’un 1366’da Gelibolu’ya gelerek ele geçirmesi Rumları yüreklendirdi. V. İoannis, 1369’da Roma’ya gelip kişisel olarak Ortodoksluktan çıkarak Papa’yı tanıdı. Papa da İoannis’i kilisenin bir evladı olarak kabul etti ve ona Türklerden kurtulacağını vaat etti.


Papa, bütün Hıristiyan hükümdarlarına, Türkler aleyhindeki davasından yana olmaları gerektiğini bildiren bir mektup gönderdi. İoannis de onun yanında yer alarak bu sayede Latin prenslerinden para ve asker toplayacağını ümit ediyordu.


Aslında papalar, Müslüman Osmanlıları geriye atmak düşüncesinden çok kendi erk ve otoritelerini yükseltmeyi düşünüyorlardı, diyebiliriz. Ünlü şair Petrarca’nın, Papa XI. Gregorius’a yazdığı mektup ilginçtir. Petrarca bu mektubunda, Osmanlı tehlikesine karşı mücadeleyi, sadece Doğu Hıristiyanlarını Roma’ya bağlamak için bir araç gibi düşünüyordu. Mektubunda diyor ki, “Osmanlılar sadece düşmandır. Heretik Rumlar ise düşmandan daha beterdir.”


Bu koşullarda İoannis, hiçbir yardım elde edemediği gibi Venedik’te borçlarından dolayı tutuklandı ve hürriyetine kavuşmak için İstanbul’dan bir kurtuluş parası gelmesini bekledi. Onun 1373’te, Batı hükümdarlarından yardım istemek için gönderdiği elçisi İoannis Lascaris de daha fazla bir başarı elde edemeden döndü. İmparatorlar bundan sonra da yardım başvurularını yinelemeye devam edecektir.


Papa II. Gregorius, Osmanlı ilerleyişinin Avrupa için ne kadar tehlikeli olduğunu fark etmişti. Macar kralına gönderdiği 1372 tarihli mektupta “Osmanlılar Avrupa içlerine daha fazla ilerlemeden karşı koyma gereğini” ısrarla bildiriyor ve komşuları ile ittifak ederek harekete geçmesini istiyordu. Macaristan ve Dalmaçya’daki bütün piskoposlara Haçlılar için vaazda bulunmaları emri gönderildi. Her tarafa kutular konularak Ehl-i Salip (haçlılar) için yardım toplandı. Manastırlarda tithe (öşür) vergisi toplandı. Macar kralı, bir yıl içinde bir ordu hazırlayacağını vaat etti. Fakat Venedikliler, Macar kralının yardım olarak istediği üç gemiyi vermediler. Macar kralı da sözlerini unuttu. Papa Gregorius, imparatorun son başvurusunu bildirmeye gelen Bizans elçisi karşısında ağlamaktan başka bir iş yapamadı, Şizma sona erdiği takdirde, İstanbul’u kurtaracağına söz verdi. Hıristiyan prenslerine gönderdiği ısrarlı mektuplar yine cevapsız kaldı. Venedik ve Ceneviz, doğuda kendi ticarî çıkarlarını korumak için Osmanlılar ile iyi geçinmeye bakıyor ve haçlı seferi için yardım isteklerine pek aldırmıyorlardı. Bunlar Mısır Kölemenlerine, ordularının esasını kuran Kıpçak kölelerini taşıyarak esir ticaretinden elde ettikleri kazanımları her şeyin üstünde tutuyorlar ve bu konuda Papa’nın uyarılarını dinlemiyorlardı. Batı’dan bir yardım gelmeyeceğini gören İoannis çaresiz kalarak, Osmanlı hükümdarı I. Murad’ın üstünlüğünü, haraç ödeme suretiyle tanıdı ve oğlu Manuel’i ona rehine verdi (1373). Bildiğimiz üzere. Papa II. Gregorius, Avignon’dan Roma’ya dönerek Babil esaretine son veren papadır. Ondan sonra Batı’da Büyük Şizma çıkmış ve Papalık Doğu’daki gelişmelere gözünü çeviremeyecek kadar buhranlı bir döneme girmiştir.


Yukarıdaki açıklamalar. Papalığın düştüğü aczin, Osmanlılar ilk fetihlerini yaparken onlara ne kadar elverişli bir ortam yarattığını gösterir. Papalık, eskiden olduğu gibi o dönemde Avrupa’yı Osmanlılara karşı harekete geçirebilecek kadar güçlü bir durumda olsaydı, Osmanlıların ne kadar büyük güçlüklerle karşılaşacakları meydandadır. Şimdi Balkanlar’da ilerleyebilmek için Osmanlıların elleri serbest kalıyordu. Bununla beraber, Papa’nın ısrar ve öğütlerinin büsbütün işe yaramadığı düşünülmemelidir. Aşağıda Doğu Hıristiyanlarına Batı’dan haçlı ordularının yardıma geldiğini göreceğiz.


1388’de Papa VI. Urban, İstanbul’un savunulması için iki kadırga yolladı ve Türklere karşı haçlı seferine katılanlar için her yere Endüljans, öbür dünyada selamet vaadini içeren mektuplar gönderdi. Fakat kendisi İtalya’da Papalık topraklarındaki şehirleri korumaya çalışmakla meşgul olduğundan, Osmanlılara karşı düzenlenecek haçlı seferi için fazla çaba gösteremedi.


Yıldırım Bayezid devrinde Osmanlı tehdidi, gerek İstanbul, gerekse Adriya sahilleri üzerinde oldukça artmıştı. Papa Gregorius, 1372’de Macar kralına gönderdiği bir mektupta “Osmanlıların Arnavutluk sahillerine inmeleri olasılığını” dehşetle anımsatıyordu. Şimdi bu korku gerçek olmuş, Osmanlılar, İtalya sahilleri karşısında, Arnavutluk kıyılarında Adriya Denizi’ne inmişlerdi. Papa, Fransa kralına, Türklere karşı Macarlara askerce yardım etmesi için mektup yazdı. Haçlılar yanma vaizler verilmesi için emirler çıkardı (1394). Macar kralı Sigismund da aynı tarihlerde Türklere karşı sefer hazırlıklarına girişmişti. Macar kralı bunu bütün Avrupa’nın yardıma koşacağı büyük bir haçlı seferi haline getirmek için Papa’dan yardım bekliyordu. Fakat Macar kralına gelip katılan Fransız şövalyelerinin hareketinde, Papa’nın teşviklerinden çok Bourgogne dukasının bazı siyasî hesapları rol oynadı. Sonunda Niğbolu bozgunu (1396) Avrupa’da büyük korku yarattı. 1398- 1399 yıllarında Papa IX. Boniface İstanbul’un savunması için Hıristiyanlık dünyasının her tarafında vaazlar verilmesini ilan etti. Galata’daki kolonilerinin tehlikeye düştüğünü gören Cenevizlilerin ve Ceneviz’i koruması altına alan Fransız kralının gayreti ile Mareşal Boucicaut, 1399 yazında dört gemi ve iki kadırga ile İstanbul’un imdadına koştu. Bu sırada Bayezid, İstanbul’u sıkıştırmakta ve neredeyse almak üzere idi. Bu küçük haçlı kuvvetlerinin İzmit Körfezi ve Boğaz’da yaptığı akınlar önemli bir sonuç doğurmadı. İmparatordan askerî ücreti alamayan Boucicaut bir süre sonra Fransa’ya dönmek istedi ve Doğu Akdeniz’de Hıristiyan tacirlerini zarara uğratan korsanlıklara başladı.


1399 kışında İmparator II. Manuel, Avrupa’dan yardım istemek üzere bir kadırga ile Venedik’e hareket etti. Avrupa merkezlerinde oldukça parlak karşılanan Manuel, boş tavsiyelerden başka bir şey elde edemedi. O, kiliselerin birleşmesini istemeyecek kadar Ortodoksluğa bağlı olduğundan Papa ile bir görüşme yapamadı. Papa IX. Boniface, bu sırada Hıristiyanlığın geleceğinden çok Napoli işleri ile meşguldü.


1401 tarihine doğru İngiliz kralı IV. Henry’nin ve Bourgogne dukası Güzel Philippe’in haçlı seferi projeleri bir sonuç vermedi. Hatta Güzel Philippe, 1431’de yollar ve durum hakkında bilgi edinmek için de Bertrandon de la Broquiere adında bir şövalyeyi Doğu’ya göndermişti. {Şövalyenin bıraktığı değerli seyahatname II. Murad’ın zamanına dair çok önemli bilgiler içermektedir.)


II. Murad zamanında Osmanlılar yeter derecede kuvvetlenince İstanbul’u sıkıştırmaya başladılar. Yıldırım Bayezid kuşatmasından (1396-1402) sonra, 1422’de şehir Türkler tarafından bir kez daha kuşatma altına alındı. Bizans İmparatoru tekrar kiliselerin birleştirilmesinden söz etmeye başladı. Görüşmeler 1431’de başladı. Papa IV. Eugene, İstanbul’a meşhur bilimadamı Nicola de Cusa’yı gönderdi ve İtalya’da bir şehirde toplanacak konseyde bu birleşmenin prensiplerinin belirlenmesi kararlaştırıldı (1435). Bu tarih, Papa’nm Bale (Basel) Konsili’nde kiliseyi konseyin boyunduruğu altına almak isteyenlerle çarpıştığı bir zamana denk gelmişti. Papa, Ortodoks Kilisesi ile birleşmek için 1437’de Ferrara’da başka bir konsil topladı ve birleşmeyi (Basel’de kalan rakiplere karşı) bir koz olarak kullanmayı tasarladı. Ferrara’dan Floransa’ya nakledilen konsilde uzun görüşmelerden sonra İstanbul Ortodoks Kilisesi’yle birleşmenin esasları belirlendi (1439). 


Papalık Doğu Şizması’na son verilmesini büyük bir zafer olarak Batı Hıristiyan dünyasına ilan etti. Kumlar, Papa’nın üstünlüğünü tanıyorlar ve Katolik ayin ve akidelerini kabul ediyorlardı. İmparator VIII. İoannis Paleologos, artık Batı dünyasının yardıma koşacağını umuyordu. Fakat Papa bu birleşmeyi her şeyden önce Batı’daki rakiplerine karşı bir koz olarak kullanmak ve erkini yeniden elde etmek için kullanma peşinde idi. Bu birleşme Doğu’da Ortodoks halk kitlelerinde memnuniyet uyandırmadı. Bu birleşmeye ancak İmparator gibi siyasî tehlikenin büyüklüğünü gören İstanbul Latin Patriği Kardinal Bessarion ve diğer geniş düşünceli Kumlar rıza gösterebiliyorlardı. Daha 1443’te Doğu Kilisesi’nin bazı ruhanî reisleri, Roma ile birleşmeyi reddettiler. Papa, Osmanlılar tarafından doğrudan doğruya tehdit edilen Hıristiyan milletlere, Macarlara ve Arnavutlara, Batı devletlerinin yardımını sağlayamıyorsa da, Rumları teşvik ediyordu. Papa’nın, Macar komutanı Hünyadi Yanoş’un II. Murad’la yaptığı antlaşmayı (1444 Edirne Antlaşması) yırtmasında ve Varna’ya yürümesinde (1444 Varna Savaşı) birinci neden olarak görünmektedir.


Fâtih, İstanbul’u tehdit edince İmparator XI. Konstantin, Ayasofya’da birleşme ayinini resmen yaptırdı. Bununla beraber Batı’dan önemli bir yardım gelmedi ve İstanbul Türklerin eline geçti (29 Mayıs 1453). İşte Papalığın düşkün zamanları da, Batı’da erkini güçlendirmek için kullandığı Ortodoks kilisesini bağlama {Union) girişimi de bu şekilde iflasa uğradı. Fâtih, Doğu Ortodoks Kilisesi’ne bütün ayrıcalıkları tanıdı. Batılıların ikiyüzlülüğünü çok sınamış olan Bizanslılar, 1472’de İstanbul’da toplanan bir sinod’da birleşmeyi resmen iptal ettiler. Bununla beraber İstanbul’un düşmesi Avrupa’da bir darbe etkisi yaptı. Papa, bu genel heyecandan yararlanarak Türklere karşı haçlı seferleri düzenleme çabalarına devam etti.


1447’de papa seçilen V. Nicholas bu mevkiye hümanist şöhreti sayesinde gelmişti. Hıristiyan dininin en yüksek makamına ateşli bir hümanistin seçilmesi İtalya’da fikir ve sanatseverlerin bir zaferiydi.  O , 1452’de Roma’da III. Frederik’in başına İmparatorluk tacım koydu. Bu, Roma’da yapılan son taç giyme törenidir. Tören, bütün tantanasına rağmen artık modası geçmiş bir özenti etkisi bırakmıştı. Devrin en ünlü hümanistleri ile çevrelenmiş olan Nicholas, kendisini şan ve zafer içinde hissettiği bir anda İstanbul’un yitirildiği haberini alınca tüm hülyaları dağılmıştır. Nicholas, 1454 Mart’mda Roma’da bütün İtalyan devletlerinin temsilcilerinden oluşan bir kongre toplayarak bir haçlı seferi düzenlemeye kalkışır. Fetihten sonra İtalya, doğrudan doğruya tehdit altına girdiği için.


Papa burada her türlü savaşa son verilmesi için etkinliğini kullanmış ve Milano Venedik arasında Lodi barış anlaşmasını imzalatmıştı. Fakat anlaşmada haçlı seferi konusunda bir karar alınamayıp, ancak 25 Şubat 1455’te, İtalya’nın herhangi bir istilaya uğraması tehlikesine karşı İtalyan prensleri arasında bir ittifak (liga) kurulmuştu. 25 yıllığına kurulan bu liga, savunma ve saldırıyı savuşturma amacını taşır. Bu liganm kurulması İtalyanların İstanbul’un kaybedilmesi karşısında düştüğü telaşı gösterir.

Nicholas’m ölümü (1455) ile Papalık tahtına gelen Borgialarm ilki Calixtus derhal Türklere karşı haçlı seferi için vaaz vermeye başlayacaktı. Her tarafa temsilcisi Legatları gönderip Kilise topraklarını satarak kadırgalar yaptırır. Fakat Hıristiyan dünyasından yardım görmez. Bourgogne dukası Güzel Philippe’in sözünü verdiği kara ordusu bir vaatten öteye geçmez. Aragon kralı Alphonse ile Portekiz kralının göndereceği donanmanın yerinde yeller esmektedir. Papa’nın Kardinal Scarompo kumandasında gönderdiği 16 kadırgalık donanma Kuzey Ege adalarını ele geçirir; fakat Rum halkın işbirliği sayesinde Fâtih’in donanması bu adaları işgal eder. 1456 yaz ayları, Fransız kralının haçlı seferi için ruhbandan toplanmasını emrettiği onda bir vergi İngilizlere karşı donanma kurulmasına harcanmıştır. Almanlar ise hiçbir yardım göndermeyeceklerini bildirmişlerdir. Hıristiyan milletler ve bilhassa Almanlar Papa’ya karşı şikâyetler yağdırıyorlardı. Buna karşı Papa, Papalığın, servet ve kuvvete sahip olması gerektiğini kanıtlamaya çalışıyor, fakat bütün zengin makamları kendi ailesine dağıtıyordu. Hatta İstanbul, Türklerin elinden alınırsa, burasını yeğeni Pierra Borjia’ya vermeyi bile tasarlıyordu.


Bu dönemde papalık makamı ve hümanizm ile ilişkisini değerlendirdiğimizde, ateşli bir hümanist olan V. Nicholas ölürken şöyle diyordu: “Şizmaya son verdim, Saint Pierre’in devletini yeniden fethettim, borçları ödedim, güzel saraylar yaptırdım, birçok kitap yayınlanmasını destekledim ve zamanın en büyük bilimadamlarını etrafımda toplayıp gözettim.” Bu sözler hümanist kafaların esas düşüncelerinin ne olduğunu güzel ifade etmektedir. Onun yerine geçen Papa II. Pius (1458-1464) Papalık tahtına yerleşen hümanistlerin İkincisidir. Gençliğinde maceralı bir hayat geçirmiş ve şehvanî şiirler yazmakla ün kazanmıştı. Papa seçilince sanki gençliğindeki hatalarını affettirmek istiyormuş gibi, sanatseverlik eğilimini tamamıyla bırakarak başlıca amaç ve programını şöyle tespit ediyordu; “Türklere karşı bütün Hıristiyan Avrupa’nın harekete geçirilmesi ve İstanbul’un geri alınması.” O, bütün eylemlerini bu hedef üzerinde topluyordu. İlk işi 1458’de Mantua’da Türklere karşı haçlı seferlerini görüşecek bir kongre toplamak oluyor ve buraya bütün Hıristiyan hükümdarlarını davet ediyordu. Kongre toplamak düşüncesi modern bir düşüncedir; fakat bu amaç artık modasını kaybetmişti. 


Haçlı seferi için Papa Macaristan’ın, Arnavutluk’un, Bosna, Mora ve Epir’in delegeleri aylarca boşu boşuna Batı devletlerini beklemişlerdir. Yalnız Bourgogne dukasından önemli sayılabilecek vaatler gelmişti. Napoli kralı, Milano dukası ve diğer bazı İtalyan prensleriyle İtalyan cumhuriyetlerinin temsilcileri kongrede hazır bulundular. Bütün İtalyan prensleri ve şehirleri bir filo oluşturmaya, imparator da bir ordu meydana getirmeye söz verdi. II. Pius, 1460 yılı başında haçlı seferini ilan etti. Papa’nın bu çalışmalarında en büyük yardımcısı vaktiyle Doğu Kilisesi’nin Papa’yı tanımasına çok çalışmış olan eski Bizans din adamı, Roma’da kardinalliğe yükseltilen Bessarion idi. İtalya’da Platon felsefesinin önde gelen savunucularından olan bu Rum’un, hümanizm hareketinde de önemli rol oynayacağını göreceğiz. 


Haçlı seferinin sonucundan pek emin olmayan Papa’nın dikkate değer bir başka girişimi de Hıristiyanlığın İslam’a üstünlüğünü savunan uzun bir mektupla [Epistola ad Mahomatem II) Fatih Sultan Mehmed’i Hıristiyan olmaya davet etmesidir. “Hıristiyan olursan Roma İmparatoru unvanına hak kazanırsın” diyordu. Papa daima iki taraflı bir oyun oynuyordu. Bir taraftan Türklere karşı haçlı seferini propaganda ederken öbür taraftan konsillerde Papalık yetkilerini sınırlandırmak için alınan kararları ortadan kaldırıyor ve yeni Fransa kralı XI. Louis’ye Pragmatique Sanction’u kaldırması için baskı yapıyordu. (Belge, Fransa kralı tarafından Fransız Kilisesi’ne dair çıkarılan bir emirnamedir.) Bu emirname, Papa’nın çeşitli ülkelerdeki savlarına karşı Bale Konsili’nde alınmış kararlardan esinlenmiştir. Pragmatique Sanction’â göre, Fransız piskoposlarını papa görevlendirmeyecek, onlar yerel bir seçimle seçileceklerdi. Emirname aynı şekilde papanın Fransız ruhbanından aldığı sonradan konulmuş vergileri kaldırıyordu. Aynı zamanda Bohemya’da heretiklerle daha önce yapılmış Prag Compacta’sim feshediyordu. II. Pius, böylece yüzyılın birinci yarısında konsiller tarafından alınan ve Papalığa karşı ulusal kiliselerin bağımsızlığını sağlayan bütün belgeleri sistematik olarak kaldırmak istiyordu. II. Pius bütün bu hareketlerini yerli yerinde göstermek zorunda idi: 


1463’te bizzat haçlı seferinin kumandasını eline alacağını bildirdi. Bununla ilgili verdiği nutukta şöyle diyordu: “Halk bizim lüks ve zevk içinde yaşadığımızı söylüyor, tamamıyla haksız değildir, sarayımızda kardinaller arasında böyleleri çoktur. Bunun için halk bizden nefret ediyor ve ona samimiyetle hitap ettiğimiz zaman bizi dinlemiyor. Şimdi kaybolan güveni tekrar kazanma çaresini bulmamız gerekmez mi? Belki benim gibi sakat, güçsüz bir ihtiyarın. Roma Papası’nın savaşa girdiğini gördükleri zaman evde kalmaktan huzursuz olacaklardır.”


II. Pius, İtalyan şehir ve prenslerinin delegelerini yeni bir toplantıya çağırdı. Arnavutluk’ta İskender Bey, Macaristan’da Matthias Corvinus, Türklere saldırı için Batı’nın haçlı kuvvetlerinin gelmesini bekliyorlardı. 14 Temmuz 1464’te Ancona’ya gelen Papa burada boş yere Venedik donanmasının ve Bourgogne Dukası’nın gelmesini bekledi ve bütün çabalarının sonuçsuz kaldığını görerek üzüntüden öldü (1464).


II. Pius’un senelerce bu büyük işe, yani haçlı seferine girişmesine engel birinci neden. Batı devletlerinin kayıtsızlığı ve ulusal çıkarları ise, ikinci neden de Papa’nın İtalya’da birçok yerel taht üzerinde kendi adaylarının bulunmamasıydı. Ferdinand’a yardıma asker göndermek istiyor ve bu yüzden Rimini Tiranı Sigismondo Malatesta ile büyük bir mücadele veriyordu. İtalyan Rönesans adamlarının tipik örneği olan Malatesta, Napoli tahtında Aragon Hanedanı’na karşı hak iddia eden eski hanedan Anjouların hizmetine girmiş bulunuyordu. Papa, 1462’ye kadar onunla uğraşmak zorunda kalmış, sonuçta onu yenerek Ferdinand’ı Napoli tahtına yerleştirmeyi başarmıştı. Papa, Napoli tahtına taraftarının geçmesini kendi devletinin güvenliği için gerekli görüyordu. Böylece, Papa’nın Türklere karşı haçlı seferi gibi büyük girişimler peşinde koşarken, öte yandan İtalya’da tamamıyla yerel çıkarları uğrunda güçlerini harcadığına tanık oluyorlardı.


II. Pius’un halefi Papa II. Paul, bir Papa’dan çok, sıradan İtalyan hükümdarlarından birine benziyordu. O, haçlı seferini daha çok Macar kralına bıraktı. O zamana kadar İskender Bey’e gönderilen para ve yardımlar, Osmanlı kuvvetleri tarafından ele geçirilemiyordu. 1468’de İskender Bey’in ölümü üzerine Osmanlı kuvvetleri Adriya kıyılarına tekrar indiler ve doğrudan doğruya İtalya’ya gözlerini çevirdiler. Papa, Compacta'lânn kaldırılmasını tanımayan Bohemya’ya karşı Macar kralını görevlendirdi. Bu hareket de doğal olarak Osmanlıların işine yaradı. Fakat Osmanlıların Venediklilerin elinden Ağriboz Adası’nı aldığı haberi gelince Papa haçlı seferinden söz etmeye başladı ve 22 Kasım 1470’te Roma’da İtalyan devletleri arasındaki ittifakı (liga) yeniden imzalattı. Fakat kısa bir süre sonra öldü (1471) ve her şey unutuldu. Haçlı seferleri için her defasında toplanan paralar. Papalık kasalarını altınla doldurmaktan başka bir sonuç vermedi.


Yeni Papa IV. Sixtus (1471-1484) lükse düşkünlüğüyle tanınıyordu. Kendi ailesini zenginleştirmek. Papalık topraklarını genişletmek ve Papalığı İtalyan prensleri arasında birinci konuma yükseltmek için her türlü politika oyunlarında gösterdiği beceriyle Papalığın yuvarlandığı çukuru biraz daha derinleştirdi. Kendisinden öncekiler gibi onun da ilk işi, bir haçlı seferi hazırlamak oldu. 1472 baharında haçlı seferi için yazdığı bildirgeyi kimse ciddiye almadı. Avrupa’nın çeşitli yerlerine gönderdiği Legatlardan da bir sonuç çıkmadı. Ancak Papalık, Venedik ve Napoli gemilerinden oluşan bir filo ile Antalya’ya saldırmak istediyse de, başarısızlığa uğradı. Napoli’nin çekilmesi ile zayıflayan donanma İzmir önüne giderek şehri yağmalamakla yetindi.


Papa, Kilise Devleti’ni gerçek bir İtalyan devleti durumuna getirmek için bütün gayretini sarfediyor, diğer hükümdarların kanun ve ahlak tanımayan yöntemlerini kullanmaktan çekinmiyordu. Milano Dükü’nün öldürülmesine seyirci kalıyor ve Medicilere karşı 1477’de Roma’da bir komplo hazırlanmasını engellemiyordu. Kilisenin manevi silahlarını, yani aforoz ve interdifi Floransa’ya karşı kullanmaktan, hatta Papalık ordusunu buraya sevketmekten de çekinmedi. Bunun üzerine Milano, Venedik ve Fransa, Papa’ya karşı cephe aldılar. 1478’de Fransız ruhbanı toplanarak, Papa’ya, Hıristiyanlara karşı silah kullandıkça kendisine para ödemeyeceklerini bildirdiler. Papalığın kendi devletinin çıkarları için komşu İtalyan devletleri ile çekiştiği bir anda, 11 Ağustos 1480’de Osmanlılar Otranto’ya girdiler. Papa, bir ara Avignon’a kaçmak istedi, yeniden İtalyan devletlerinden oluşan bir kongre topladı ve bir bildirge göndererek bütün Hıristiyan hükümdarları kutsal savaşa davet etti. Fâtih’in ölümü, İtalya’yı kurtardı. Otranto, Osmanlıların elinden geri alınır alınmaz herkes haçlı seferini yine unuttu ve Papa tekrar İtalya’daki işlerine daldı.


Avrupalı devletlere üstünlüğünü kabul ettirmek istemesine rağmen Papalığın manevî etkinliği her zamankinden daha düşmüştü. Bununla beraber FV. Sixtus, Papalık topraklarında kendisine karşı koyan senyörleri egemenliği altına alarak ve Roma’da şehrin idaresi ile sorumlu memurları bizzat seçerek Kilise Devleti’ni diğer prenslikler gibi gerçek bir monarşi haline getirdi. Kardinaller meclisinin temsil ettiği oligarşik idare de, monarşik bir duruma dönüştü. Artık papalar seçilirken bu meclise verdikleri sözleri, seçildikten sonra hiçe sayıyorlardı. Böylece, Papa siyasal egemenlik kurma çabalarında başarılı olmuş sayılabilirdi. Papalık, artık İtalyan devletleri arasında birinci konuma yükselmişti.


1484’te papalığa yükselen VIII. Innocent’in birçok karısı vardı. Kasasına para toplamak için rüşvetle dağıttığı Papalık memuriyetlerini gereğinden fazla çoğalttı. Hatta şimdi kardinaller, çok çirkin pazarlıklarla seçiliyorlardı. Papa VIII. Innocent, oğullarından birinin gayrimeşru oğlunu kardinal yapmaktan bile çekinmemişti. Bütün bunlar 1492’de onun düşmesine yol açtı. Papaların en kötüsü olarak nitelendirilebilecek olan Alexandre Borgia, açıktan açığa yapılan pazarlıklardan sonra papa seçildi. O zamanki İtalyan toplumunu göz önüne alırsak, Hıristiyan dini ile bir ilgisi kalmamış bu papaları yadırgayamayız. Rönesans toplumunda İtalyanlar için, geçmişi rezaletlerle dolu, erdemden, ahlaktan yoksun, maddeye tapan bu insanların Kilise Devleti’nin başına geçmesi şaşkınlık uyandırmıyordu. Papaların, Machiavelli’nin betimlediği diğer İtalyan prenslerinden farkı yoktu. Hiçbir ahlaki ilkeye kendini bağlı görmeyen, fakat sanatı ve güzelliği her şeyin üzerinde tutmasını bilen bu insanlar, Hıristiyan dininin başı olmaktan ziyade birer İtalyan prensi sayılmalıdır. Papalığın içine düştüğü bu durum Hıristiyan dünyasını altüst eden büyük dinî devrimi. Reform hareketini doğurmakta gecikmeyecekti. Papalığın bundan sonra tarihini bu harekete bağlı olarak ileride anlatacağız.



HALİL İNALCIK 
RÖNESANS AVRUPASI
TÜRKİYE’NİN BATI MEDENİYETİYLE ÖZDEŞLEŞME SÜRECİ
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2011






Osmanlı Kayı boyundan değildir.....
Kayı damgasını sonradan kullanmaya başlamışlardır.

" Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Timur'un oğlu Şahruh, İkinci Murat zamanında kendisine bir hil'at (Hükümdarların takdir için bir kimseye verdikleri cübbe) gönderip bunu giymesini, kendi egemenliğini tanımasını istemiştir. Zira Timur ve oğulları kendilerini Oğuzhan neslinden sayarlar. Büyük hanlığın kendilerine ait olduğunu iddia ederler. İşte bu iddia karşısında II. Murad kendi bağımsızlığını göstermek üzere Oğuzname destanını kullanmış ve Osman Bey'in Oğuzhan'ın neslinden olduğu iddiasını benimsemiştir. Kayı menşei iddiası, Timuroğulları'nın Oğuzhan'dan geldikleri iddiasına karşı siyasi bir iddiadır. Bu bir kurgudur. Fatih zamanında şehzadelere Oğuz, Korkut adlarını vermişler ve topların üzerine Kayı damgasını koymaya başlamışlardır. Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Bunu 40 yıl önce de yazmıştım. " Halil İnalcık;


- Eski tarihçilerimiz birisinin naklettiği rivayeti aynen alır kitabına koyar. Bu sahte bir rivayet midir, yanlışlıklar var mı, sorgulamadan aynen kaynağının söylediği gibi alır. Bunun asıl bir sebebi "Müslüman yalan söylemez" inancı olabilir. Halbuki bir tarihi olay ve kişi hakkında söylenen rivâyeti tarihçi kullanırken, bunu süzgeçten geçirmek zorundadır. Buna "textkritik" metodu denir.

Bir misal vereyim. Sözde Osman'a rüyasında dünya hâkimiyeti müjdelenmiş. Bunu Şeyh Edebali yorumlamış. Bunu modern bir tarihçi kabul edebilir mi? 15. yüzyılda Aşıkpaşazâde'de, Neşri bunu gerçek gibi kayd ederler. Kaynaklarımız bunun gibi hurafeler içerir.

Osmanlı beyliğinin kesin biçimde Yalak-Ova savaşı sonucu kuruluşu meselesine gelince... 1302'de Osman Gazi'nin kazandığı Yalakova-koyunhisarı (Bapheus) Zaferi, Anonim Tevarih-Âli Osman'da uzun uzadıya anlatılıyor. Aşıkpaşazâde'de sadece iki cümle var, ayrıntısı yok. Bu önemli zaferin ayrıntılarını Osman Gazi'nın çağdaşı Bizanslı Georgios Pachymeres'in eserinde buluyoruz. 

Yalakova'da Osman Gazi'nin 5 bin kişilik bir kuvvetle Bizans kuvvetlerini denize döktüğünü yazıyor...

Bizans tarihçisi bu savaşı büyük bir zafer olarak tespit etmiş ve bundan sonra Osman'ın bayrağı altına Anadolu'dan gazilerin gelip katıldığını işaret etmiştir. Bu karşılaştırmalı olayı Girit'te bir sempozyumda bildirdim ve bu bildirim Yunanistan'da basıldı.

Türkiye'de İznik üzerinde bir kitap çıkarıldı, orada da neşredildi; bu makalede tüm kaynaklar gösterildi. Bırakın sıradan kimseleri tarihçiler bile bunu okumamış görünüyor. Osman Gazi'nin 1302'de tarih sahnesine çıkmış olduğunu, Bizanslı tarihcinin ifadesini esas olarak yazdım.

Osmanlılarda hanedanın menşei hakkında başka bir teori vardır. Oğuznâme'de Türkler'in dip-atası Oğuz Han olarak kaydedilir. Sözde onun 6 oğlu olmuş. Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz...Gün en büyük oğluymuş... Onun oğlu da Kayı...

Oğuz Destanı diyor ki, Hanlık Oğuz Han'dan sonra Gün Han'ın hakkıdır ve ondan sonra da bütün Türk kabileleri üzerinde egemenlik Gün Han'ın oğlu Kayı'ya aittir. Osmanlı hanedanı da işte bu Kayı Han'dan geliyor. Bu şecereyi, ikinci Murad zamanında 1440'lara doğru Yazıcızade ortaya atmıştır.

Yazıcızade diyor ki, Osman Gazi zamanında kabileler toplandı ve Oğuzhan'ın vasiyeti gereğince Kayı Han neslinden gelen Osman'ı han ilan ettiler... Osmanlı hanedanı Kayı Han neslindendir. Bu hikâye, 1440'larda ileri sürülmüştür. Yazıcızade neden bunu yazdı, açıklanması kolay. Timur, Osmanlılar'ı yendikten sonra Yıldırım Bayezid oğulları üzerinde egemenliğini kabul ettirmiştir. 

Timur'un oğlu Şahruh, İkinci Murat zamanında kendisine bir hil'at (Hükümdarların takdir için bir kimseye verdikleri cübbe) gönderip bunu giymesini, kendi egemenliğini tanımasını istemiştir. Zira Timur ve oğulları kendilerini Oğuzhan neslinden sayarlar.

Büyük hanlığın kendilerine ait olduğunu iddia ederler. İşte bu iddia karşısında II. Murad kendi bağımsızlığını göstermek üzere Oğuzname destanını kullanmış ve Osman Bey'in Oğuzhan'ın neslinden olduğu iddiasını benimsemiştir.

Kayı menşei iddiası, Timuroğulları'nın Oğuzhan'dan geldikleri iddiasına karşı siyasi bir iddiadır. Bu bir kurgudur. Fatih zamanında şehzadelere Oğuz, Korkut adlarını vermişler ve topların üzerine Kayı damgasını koymaya başlamışlardır. Kayı teorisi Osmanlı hanedanını yüceltmek için ortaya atılmış bir teoriden ibarettir. Bunu 40 yıl önce de yazmıştım.

Gelelim bana yapılan itirazlara: 
Deniyor ki Osmanlı devleti Bilecik'in Söğüt kazasında kurulmuştur... Osman Gazi'nin kariyerinde, beylik yani bir devlet kuruluncaya kadar bir takım aşamalar vardır. Babası Ertuğrul gelip Söğüt'te yerleşiyor...

Bir aşiret olabilir ama bu beylik, bir devlet kurulması şeklinde yorumlanamaz. Osman 1288'de Eskişehir yakınında tepede Bizans tekfuru elindeki Karacahisar kalesini fethetti. Bazıları bunu Osmanlı beyliğinin kuruluş tarihi olarak yorumlayabilir. Ondan sonra Osman 1299'a doğru Eskişehir'den Bilecik'e kadar geniş bölgeyi fethetti.

Yenişehir sınırında Bizans'a karşı yerleşti ve akınlara başladı. Bunun tarihi 1299'dur. Bu söylediğim tarihlerin herhangi birini beyliğin, devletin kuruluşu olarak alabilirsiniz. Ama bu aşamalardan hiçbiri Bapheus zaferi gibi çağdaş bir kaynak tarafından tam tarihiyle teyit edilmemiştir. Ancak Osman'ın 27 Temmuz 1302'de Bizans ordusuna karşı kazandığı zafer çağdaş Pachymeres tarafından zikredilmiştir. Bu nedenle bir tarihçi olarak 27 Temmuz 1302 tarihini alıyorum.



Prof.Dr.Halil İNALCIK



GEUZEN MADALYASI 1570
LIVER TVRCX DAN PAVS - LİEVER TURKS DAN PAPS
EN DESPIT DE LA MES - IN SPITE OF THE "MASS "
ANLAMI: 
"PAPA'DAN ZİYADE TÜRKLER , 
ROMA KATOLİK KİLİSESİNE-KOMÜNYONUNA KARŞI"

Ne yazık ki Hollanda bunu tarih kitaplarında yazmaz ve okullarda öğretmez. Lakin Türklerin 'barbar' olduğunu ,Hollanda’nın her tarih kitabında dile getirmekten de geri durmaz..!







Prof.Dr.Halil İnalcık'ı 25 Temmuz 2016'da kaybettik.

Prof. Halil İnalcık, 7 Eylül 1916'da İstanbul'da doğdu. Babası Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey, annesi Ayşe Bahriye Hanım'dır. İlk tahsilini 1923-1930 arasında Ankara Gazi Mektebi'nde yapan İnalcık, orta öğretimine bir yıl Sivas Muallim Mektebi'nde devam etti. Orta tahsilini 1931'de Ankara'da Gazi Muallim Mektebi'nde tamamladı. Lise eğitimini o dönemin en iyi okullarından biri olan Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi'nde 15 Eylül 1935'te tamamladı. Yüksek tahsiline 1935'te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde (AÜDTCF) başladı. Yeni Çağ Tarihi Kürsüsü'nde M. Göker, B. S. Baykal ve F. Köprülü'nün derslerini takip etti. 1940'ta mezun olan İnalcık, Timur üzerinde hazırladığı bir seminerle Fuad Köprülü'nün dikkatini çekti, onun takdir ve tavsiyesiyle 30 Nisan 1940'da AÜDTCF Yeni Çağ Kürsüsü'ne ilmî yardımcı tayin edildi. 1942'de Türkiye'de sosyo-ekonomik tarih yazıcılığının ilk örneklerinden biri olan Tanzimat ve Bulgar Meselesi adlı teziyle doktor oldu (Ankara: TTK, 1943). 28 Nisan 1942'de AÜDTCF Yeni Çağ Kürsüsü'ne asistan olarak atanan İnalcık, 15 Aralık 1943'te Viyana'dan ‘Büyük Ricat'e Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı unvanlı teziyle doçentliğe atandı. 1945'te AÜDTCF Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden Şevkiye Işıl hanımla evlendi. Araştırma sahasını doktora tezinden itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal ve ekonomik meselelerine yoğunlaştıran İnalcık, İstanbul'da Osmanlı arşivlerinde ve Bursa şer'iyye sicilleri üzerinde araştırmalar yaptı. 1947'de Türk Tarih Kurumu (TTK) üyeliğine seçildi.

AÜDTCF tarafından bilgi, görgü ve çalışma alanındaki ihtisasını artırmak üzere 1949'da gönderildiği İngiltere, British Museum'da Türkçe yazmalar üzerinde çalıştı ve Calendar of State Papers serisinde Osmanlı tarihine ait kayıtları topladı. Londra Üniversitesi, School of Oriental and African Studies'de (SOAS) Prof. Paul Wittek'in seminerlerine katıldı. Bu seminerlere katılan B. Lewis, V. Ménage, V. Parry, E. Zachariadou gibi tarihçilerle tanıştı. Dünyanın en önemli arşivlerinden İngiltere, Public Record Office'te Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili kaynak taraması yaptı. 1950'de Paris'te toplanan Milletlerarası Tarihi İlimler Kongresi'ne katıldı. Annales okulunun (École des Annales ) kurucularından Fernand Braudel ile tanıştı. Onun 1949'da yayınlanan La Méditerranée et le monde méditerranéen à l'époque de Philippe II (II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası) adlı çığır açan eseri İnalcık üzerinde derin etki yaptı ve Türkiye'de bu eseri tanıtan bir yazı yazdı (1950). İngiltere'den 1 Şubat 1951'de Türkiye'ye döndü. 1951'in yaz aylarında Bursa Şer'iyye Sicilleri üzerinde çalışmaya başlayarak bu sicillerin önemi belirten bir makale yazdı (“15. Asır Türkiye İktisadî ve İçtimaî Tarihi Kaynakları”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 15 (1953-54), 51-67). Osmanlı hukuku ve sosyal hayatı açısından son derece kıymetli bilgiler içeren 280 defterlik bu koleksiyonunun tasnif edilip ciltlenmesi için girişimde bulundu. Bu girişim neticesinde Topkapı Sarayı'ndaki atölyede ciltlenip temizlenerek tekrar Bursa'ya gönderilen siciller bugün Bursa Arkeoloji Müzesi'nde araştırıcıların istifadesine açılmıştır.

İnalcık, 2 Haziran 1952'de Viyana Bozgun Yıllarında Osmanlı-Kırım Hanlığı İşbirliği teziyle profesörlük pâyesi aldı. 1953–54 ders yılında Columbia Üniversitesi School of International Affairs'a ziyaretçi profesör olarak davet edildi. Prof. Tibor Halasi-Kun ile birlikte Amerika'da Osmanlı-Türk araştırmalarının gelişmesinde rol oynamış bulunuyor. 1956-57'de Rockefeller Vakfı'nın bursuyla Harvard Üniversitesi'nde “research fellow” olarak bulundu. Amerikan tarihi derslerini izledi. Harvard Üniversitesi'nde ayrıca Prof. H. A. R. Gibb'in İslam tarihi derslerini izledi. Harvard profesörlerinden W. Langer'in teklifi üzerine An Encyclopaedia of World History'nin Osmanlı kısmını gözden geçirmeyi üstendi (bkz. eserin 4. baskısı). 1957'de Türkiye'ye döndü. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde (AÜSBF) Osmanlı, Avrupa ve Amerika tarihi okuttuğu gibi “İdari Teşkilât Tarihi” ve “Devrim Tarihi” derslerini de üstlendi.

Bu yıllarda İnalcık, yurt içinde ve Batı memleketlerinde birçok kongreye bildiri vererek katıldı. 1958'de Münih'te düzenlenen XI. Uluslararası Bizantinistler Kongresi'nde “The Problem of the Relationship between Byzantine and Ottoman Taxation” başlıklı bildirisini okudu. 1960'ta ders vermek üzere İsrail İbranî Üniversitesi'ne davet edildi. Yaz aylarında Millî Birlik Komitesi'nin isteği üzerine Güneydoğu bölgesine üniversiteden bir heyetle inceleme gezisi düzenledi. Toprak meseleleri hakkındaki araştırmaları dolayısıyla çağrıldığı toplantıda bölgenin meselelerinin tespiti için bir Güneydoğu Enstitüsü kurulmasını teklif etti. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nün (TKAE) kuruluş döneminde faaliyetlerde bulundu.

Nisan 1961'de bir heyetle Kıbrıs tarihi hakkında araştırma yapmak maksadıyla Kıbrıs'a giden İnalcık, Kıbrıs Vakıflar İdaresi'nde Kıbrıs kadılıklarına ait 56 sicil defterini tespit etti ve bunlar üzerinde çalıştı. 1961-1962'de yedi ay kadar Beyrut'ta bulundu, Arapçasını ilerletti. Yurt dönüşü Hollanda'ya davet edildi, Amsterdam Üniversitesi Doğu Tetkikleri Enstitüsü'nde “Turkey and Europe” başlıklı bir konferans verdi. 1962 sonbaharında New York'ta The Social Science Research Council'in düzenlediği Conference on the Political Modernization of Japan and Turkey'de bir bildiri sundu.

1966'da Uluslararası Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Kurumu'na (Association Internationale des Etudes du Sud-Est Européen-AIESEE) üye seçildi. İnalcık, burada Türk tarih ve kültürünün tanıtılması yolunda büyük gayret sarf etti. 1971-74 yılları arasında bu kurumun başkanlığını yaptı. 1967'de Münih'te Uluslararası Müsteşrikler Kongresi'ne iştirak etti. Aynı yıl Princeton ve Pennsylvania üniversitelerinde misafir profesör olarak dersler verdi. 1968'de Londra ve Paris'te üç ay Bibliothèque Nationale ve arşivlerde araştırmalar yaptı. G. Veinstein ve M. Berendi ile birlikte II.

Bayezid devrine ait bir Mukataa Defteri üzerinde çalışmalar yaptı. 1969'da AIESEE'nin Sofya toplantısında kendisinden istenen Osmanlı Devrinde Balkanlar raporunu takdim etti. Yine 1969'da Türkolog Tibor Halasi-Kun ile birlikte Osmanlı araştırmaları için büyük önem taşıyan Archivum Ottomanicum dergisini çıkarmaya başladı. 1971'de İngiltere Royal Historical Society tarafından “corresponding member” seçildi. Aynı yıl Harvard Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nin (Center for Middle Eastern Studies) davetlisi olarak iki konferans verdi. 1972'de otuz yıl çalıştığı AÜDTCF'den emekli oldu.

AMERİKA (1972-1992)
1950'lerden beri yayınları ve öğretim faaliyetleriyle adı dünya tarih çevreleri tarafından yakından izlenen İnalcık, 1972'de Chicago Üniversitesi tarafından imtiyazlı profesör önerisiyle bir davet aldı. Daveti kabul eden İnalcık, Tarih Bölümü'nde profesör olarak çalışmaya başladı. 1973'te İngiltere'de The Ottoman Empire: the Classical Age, 1300–1600 (London: Weidenfeld and Nicolson) adlı eserini yayınladı. Bu sentez eseri, yedi Balkan diline ve Arapçaya tercüme edilmiştir. Bugün seçkin dünya üniversitelerinde okutulan temel eserler arasındadır. Aynı yıl Cumhuriyet'in kuruluşunun 50. yıldönümü münasebetiyle Chicago Üniversitesi'nde Prof. Fahir İz ile birlikte Continuity and Change in Turkish Society and History ve AIESEE'nin desteği ile İstanbul'da, İstanbul: Crossroads of Civilisations and Cultures konferanslarını düzenledi.

1974'te AIESEE'nin Macaristan'da tertip edilen üçüncü kongresinde “The Mediterranean and the Balkans” başlıklı bildirisini okudu. Amerikan Tarih Derneği'nin (American Historical Association) yıllık toplantısında “Braudel's Thesis, Turkish Perpective” başlıklı bildirisini sundu. 1974'te The Royal Historical Society'ye muhabir üye seçildi. 1976'da Dumbarton Oaks'ta (Washington) düzenlenen Urban Societies in the Mediterranean World sempozyumuna “Galata (Pera) after 1453” başlıklı bildiri ile katıldı. Türkiye ile bağını hiçbir zaman koparmayan İnalcık, 1977'de International Association for Social and Economic History of Turkey'i kurdu. Bu uluslar arası ilim cemiyeti ilk kongresini 11–13 Temmuz 1977'de Hacettepe Üniversitesi'nde toplamıştır. Bu cemiyet sonuncusu 2005'te Venedik'te olmak üzere Avrupa'nın muhtelif şehirlerinde on uluslar arası kongre düzenlemiştir.

İnalcık, 1978'de Royal Asiatic Society tarafından şeref üyesi seçildi. Aynı yıl Prof. G. Veinstein'ın daveti üzerine Paris'e giderek F. Braudel için tesis edilen Maison de L'Homme'da Osmanlı toprak meseleleri üzerine iki konferans verdi. 12–14 Haziran 1978'de Princeton Üniversitesi'nde düzenlenen Osmanlı İmparatorluğu'nda Millet Sistemi üzerindeki kongrede “Ottoman Archival Materials on the Millets” bildirisini sundu. 17–21 Haziran tarihleri arasında Babolasar'da (İran) katıldığı 19. Yüzyılda İran ve Osmanlı İmparatorluğu'nda Toplum ve Ekonomi konferansında “Aga and Reaya in the Social and Political Transformation of the Ottoman Empire” başlıklı konuşmayı yaptı. 1980'de New York'ta Amerikan Tarih Derneği'nin yıllık toplantısında “The Emergence of Large Farms” üzerine bir konferans verdi. Salt Lake City Üniversitesi'ne (Utah) bir konferans vermek üzere davet edildi. Aynı yıl Nejat Göyünç ve Heath Lowry ile birlikte Osmanlı Araştırmaları Dergisi'ni (Journal of Ottoman Studies) çıkarmaya başladı.

1983 Haziran'ında Paris'te L'école des hautes études en sciences sociales'da “Geleneksel Tarım ve Timar Sistemi” üzerine bir konuşma yaptı. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi profesörlerinden Peter Burke ile beraber UNESCO'nun The History of Scientific and Cultural Development of Mankind serisinin 5. cildinin (History of Humanity-Scientific and Cultural Development: From the Sixteenth to the Eighteenth Century, London: Kegal Paul) editörlüğünü üstlendi. Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi (American Academy of Arts and Sciences) üyeliğine ve Türk Araştırmaları Enstitüsü'nün (Institute of Turkish Studies-Washington) yönetim kurulu üyeliğine seçildi. Mayıs 1985'te Türk-Arap İlişkileri Vakfı'nın desteğiyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde düzenlenen Osmanlı Arşivleri ve Osmanlı Araştırmaları sempozyumunda “Osmanlı Arşivlerinin Türk ve Dünya Tarihi Bakımından Önemi”ni içeren açılış konuşmasını yaptı.

Halil İnalcık 1986'da yaklaşık 15 yıldan beri çalışmakta olduğu Chicago Üniversitesi'nden emekli oldu. Aynı yıl Boğaziçi Üniversitesi Prof. İnalcık'a fahri doktora verdi (İnalcık'ın çeşitli üniversitelerden aldığı doctor honoris causa unvanı ve ödüller için aşağıdaki listeye bakınız). 1989'da eşi Şevkiye Hanım'ı kaybetti. 1990–92 arasında Harvard ve Princeton üniversitelerinde misafir profesör olarak dersler veren İnalcık, 1991'de Türk tarih ve kültürüne yaptığı katkılardan dolayı Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından Yüksek Hizmet Madalya ve Diploması'na layık görüldü.

YENİDEN TÜRKİYE (1993- )
Halil İnalcık, 1992'de Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı ve Rektör Prof. Ali Doğramacı tarafından lisansüstü tarih okutacak Tarih Bölümü'nü kurmak üzere davet edildi. Aynı yıl Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'na üye, Türkiye Bilimler Akademisi'ne (TÜBA) şeref üyesi seçildi. Harvard Üniversitesi'nde bir sömestr ziyaretçi profesör olarak Osmanlı tarihi dersleri verdi.
1994'te An Economic and Social History of the Ottoman Empire'i yayınlandı. 1996'da iki cilt halinde basılan eserin ilk cildi (1300–1600) Prof. İnalcık tarafından yazılmıştır (1600-1900 dönemi ve para tarihi için S. Faroqhi, B. McGowan, D. Quataert ve Ş. Pamuk işbirliği). Türkçeye çevrilen bu eser (Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300–1600, çev. H. Berktay, Cilt:1, İstanbul: Eren, 2001) Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihinin temel referans kitabı olarak dünya üniversitelerinde okutulmaktadır. Yunanca ve Arapçaya tercüme edilmiştir.

Uluslar arası bir şöhret yapan İnalcık'ın biyografisi Encyclopaedia of Historians and Historical Writing'de ve Thomas Naff'ın çıkardığı Paths to the Middle East (Albany: State University of New York, 1993) adlı eserlerde yer aldı.

İnalcık, 1998'de 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in elinden İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü Ödülü'nü aldı. Kültür Bakanlığı'nın Osmanlı uygarlığı üzerinde bir eser hazırlamak üzere tertip ettiği komisyonun (Kültür Bakanlığı 700. Yıldönümü Yayın Komisyonu) başına getirildi. İnalcık'ın editörlüğünü yaptığı eser, (Türkçe ve İngilizce ikişer cilt şeklinde hazırlanan-bakınız aşağıda kitap listesi) Dünya Kitap Fuarı'nda birincilik ödülü almıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü Araştırma Kurulu ve Kültür Bakanlığı Osmanlı Bilim ve Kültür Mirası'nın 700. Yılı Anma Komitesi üyeliklerine seçildi. Prof. S. Faroqhi ile birlikte E. J. Brill'in (Leiden) The Ottoman Empire and Its Heritage serisinin editörlüğünü üstlendi. 2005 yılına kadar bu seriden yayınlanana 38 cilt Osmanlı tarihini Batı dünyasına tanıtan belli başlı eserler arasında yer almıştır.

İnalcık, 1999'da Balıkesir Üniversitesi'nden, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı'ndan şükran plaketleri aldı. Aynı üniversitede bir “Halil İnalcık Salonu” açıldı. 2000'de İstanbul'un sosyal ve ekonomik tarihi için büyük önemi haiz Halil İnalcık Araştırma Projesi'ni hayata geçirdi. Sabancı Üniversitesi ve Packard Humanities Institute (PHI) desteği ile sürdürülen bu projenin “Şer'iyye Sicilleri'ne Göre İstanbul Tarihi” kapsamında ilk kitabı (İstanbul Mahkemesi 121 Numaralı Şer'iyye Sicili) 2006'da yayınlandı.

2001'de Sofya Üniversitesi Prof. İnalcık'a fahri doktora verdi. 2002'de İslam Konferansı Teşkilatı tarafından Teşekkür Plaketi verildi. Kültür Bakanlığı 2002 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü kazandı. Macaristan Cumhurbaşkanı Ferenc Madl'ın elinden Macaristan Liyakat Nişanı'nı aldı. 2003'te Türkiye Yazarlar Birliği ve Ankara Üniversitesi Prof. İnalcık'a şükran plaketleri verdiler. Öte taraftan 2003'te Milli Savunma Bakanlığı Ödülü'nü, 2004'te de Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat ve Turizm Vakfı tarafından Bursa Ulusal Kültür Yaşamına Katkı Ödülü'nü aldı. (Sözcü)










Okuyalım, Okutalım...