30 Mart 2015 Pazartesi

İSKİT ANACHARSİS ve BOZKIR KANUNU



"Dareios'un sefer açmış olduğu Pontos'un çevresi, Skyth'ler bir yana bırakılırsa, en geri insanlarla  kuşatılmıştır. Denizin beri yakasında Skyth'lerden başka, kafası aydınlanmış bir ulus gösteremeyiz,  Anakharsis'den başka doğru dürüst bir adamın anısını bulamayız. Hatta, insanlar için pek önemli bir alanda eşsiz bir sütünlük göstermiş olan Skyth ulusunun bile öbür işlerine pek kulak asmam. Ama bu önemli sorunu  Skyth'ler, görülmemiş bir ustalıkla çözümlemişlerdir. Şunu demek istiyorum; Kendilerine saldıran hiç kimse, onların ellerinden kurtulamaz ve kendileri istemdikleri sürece kimse onları bulup bastıramaz; öyle insanlar ki ne kentleri vardır ne kaleleri, hepsi de atlıdır ve ok atarak savaşırlar. Evlerini peşlerinde taşırlar - zira ekip biçerek değil, hayvancılıkla geçinirler, evleri arabalarıdır - böyle insanlar yenilebilir, ele düşürülebilir mi?"

Heredot, 4:46



"Akıllı adamlar problemleri tartışır, aptal olanlar ise karar verir."


Bu hikaye yedi zeki adamdan biri olan, 
İskit Anacharsis hakkındadır.




Kral çadırının içinde,göçebelerdeki genel adet üzerine çömelmişti. Deri pantalonu çıkık dizlerini sıkıca sarıyordu. Bilezik, küpe ve broş takmıştı. Meşalelerin ışığı yüzüne vuruyordu. Kral duvarlar yüzünden çok zor gözüküyordu. Yalnızca ocağın üzerindeki açıklıktan görülebiliyordu.


Göçebelerin yanına yeni gelen bir adam, sade ve bol bir elbise giymişti. Barbarların muhteşem elbiseleri ve takıları yanında görüntüsü çok sönük kalıyordu. Uzun,gri saçlarını keten bir bez parçasıyla bağlamıştı. Büyük gözlerini korkuyla açtı.


“Sen kimsin” diye sordu kral yabancıya. Kralın ağzından çıkan sözler kırbaç darbelerine benziyordu. O sırada, kralı dinleyen Anacharsis gözlerini çevirmeden ona baktı. Hatta umursamaz bir tavırla kralın karşısında durmaya devam etti. Anacharsis o anda, mermerden yapılmış tapınaklı o şehri hatırladı. 


Göçebelerden hiçbiri Anacharsis’in niyetini anlayamamıştı. Sesi yaralı bir hayvanın ya da çağlayan bir dereninki gibi anlaşılmazdı. Kalabalığın içindeki bazı insanlar ayakta duruyorlardı. Satılacak köleler olmalıydılar. 


Anacharsis kendi dilinde konuşmaya başladı. Herkes dikkatlice onun elbiselerini ve görünüşünü inceliyordu. Daha önce Yunanlıların arasında bile İskit olduğu için aşağılanmamıştı. Ancak kendi vatanında…


İskitliye adını, başka bir Yunan şehrinden geldiği düşünülen ve İskit bir kölesi olan, Alcaeus’un oğlu Cleomenes vermiştir.  Anacharsis sepetleri huş ağacının kabuklarına benzer nesnelerle doldurdu. Çoğu daha önce onun hiç görmediği papirüslerdi.


“Dikkat et!” demişti geveze Yunanlı telaşlı bir sesle. O anda tüm geçmişini hatırladı.


“Pittacus’umu sakın kırma. Buraya Thales’in öğretilerinin olduğu parşömenin yanına koy. Sepeti bilgelikle doldur ki hiçbir zaman kaybolmasın.”


“Sepetleri nasıl bilgelikle doldurabilirim ki?” dedi Anacharsis Yunanlıya.


“Ne demek istedin?” diye sordu Yunanlı şaşkınlıkla.


“Yani bilgelik hiçbir şeye koyulamaz, Kuşların uçmasını ve çimenlerin kokusunu nereye koyabilirsin ?” dedi Anacharsis.


“Çok ilginç! Sence kim en büyük bilge?” diye sordu Yunanlı mırıldanarak.


“Vahşi hayvanlar.Çünkü içgüdüleri ile yaşıyorlar.”


“Peki, hangi hayvan?” diye sordu Yunanlı.


“Hepsi. Onlar içgüdüyü kanunlara tercih eder.”


“Peki ,sence kim en cesur?” diye sordu Yunanlı.


“Vahşi hayvanlar.Onlar sadece özgürlükleri için yaşarlar. Tıpkı Karadeniz’in kuzeyinde bozkırlarda yaşayan, göçebe halkım gibi.” “sen bir İskit misin?” diye sordu Yunanlı.


Atina’da vahşi köpeklerin yerine bile İskitler kullanılırdı. Zaten başka bir işe yaramazlardı da. Kısa bir süre öncesine kadar bu barbar ve vahşi insanlar Yunanlıların fikirlerini yıkmıştı. 


Ancak Yunanlılar ile İskitler arasındaki dostluk bir sürü kötü tesadüf yüzünden sona erdi. Yine de ölümsüz Tanrılar Anacharsis’in Yunanlı efendisi Cleomenes ile iyi arkadaş olmasını istiyorlardı. O ana kadar Cleomenes yolculuğun amacını unutmuştu. Kölesi Anacharsis’in sıcak ve küçük odasındaki Yunanlıların dünya hakkında bilmedikleri bir çok şey öğrenmişti. 


Medeniyetleri yok edilmiş vahşilerden birisi olan Ezop’un fabllarındaki hayvanlarla ilgili öyküler, Homer’in bahsettiği canavarlarla savaşan kahramanları içeren destanlar kadar önemliydi bunlar. Bu yüzden Anacharsis Cleomenes’e Ezop’un İskitli Thales olduğunu söylemişti.



Cleomenes kölesini alıp Propontis’teki (Marmara Denizi’nin antik çağdaki adı) Kyzicos’a (Erdek/Belkız) gitti. Homer’in ataları kuzeyden gelmiş ve Kyzicos’da doğan Arimpeans hakkında şiirler yazması ve Homer’in öğretmeni olarak düşünülen Aristeas’ın da buralı olması halkı onurlandırmıştı. 


"Ariesteas’ı okuduğum zaman inanılmaz öykülerle karşılaştım: Yarısı aslan,yarısı kartal olan ejderhaların altın bulması ve kurtlara dönüşen gezginler gibi."


Başlangıçta Kyzicos halkı ,İskitler ve Anachasis’in düşüncelerine Aristeas’ın şiirlerinden daha fazla şaşırdılar. Ona annesi, babası ve ulusu hakkında sorular sordular. Şüphe ile göğsündeki ve omuzlarındaki dövmelere baktılar. Onun bir İskit olduğunu anlamalarına rağmen Yunanlılar gibi hor görmediler. Hatta halk toplantısına katılmasına bile izin verdiler.






KYZİCOS'TAN BİR LAHİT "ÜÇ GÜZELLER"



Anacharsis Kyzicos halkının kendi çıkarlarını ülkenin çıkarlarından daha üstün tuttuklarını anlamıştı. Niçin kendine bu kadar çok soru sorulduğunu anlamaya çalışıyordu. Muhtemelen diğer milletlerin; içinde tapınak,tiyatro, spor salonu ve hapishane olan şehirler inşa edemediklerini düşünüyorlardı.


“Senin yaşadığın yer Yunan şehirlerinden farklı mı?” diye sordu Kyzicos’taki insanlardan biri. “Evet” dedi Anacharsis.


Daha sonra Anacharsis Yunanlılara zenginlikle övünmeyen, çok iyi ok atan, çıplak ayakları ile yürüyen, toprakta gökyüzünün altında sanki bir tapınaktaymış gibi kendilerini güvende hisseden, samimi İskit halkından bahsetti. 


Ayrıca İskitlerin peynir ve et yiyip, çiğ süt içtiklerini anlattı. Yunanlılardaki lüks hayat özentisinin, İskitler arasında hiçbir şey ifade etmediğini, kendi zevkleri uğruna zengin ve güçlü insanların örümceğin bir sineği yakalaması gibi, fakir insanları kendilerine köle etmemelerini belirtti.


Kyzicos’taki en uzun gündü. Halk meclisi Anacharsis’i Yunanlı yedi bilge kişiden birisi olarak ilan etti ve Aristeas’ın yetiştirdiği söylenen zeytin dallarından yapılmış bir taçla ödüllendirdiler.


Ancak Anacharsis’in yedi bilge kişiden bir olması, efendisi Cleomenes’e yetmemişti. Çünkü Anacharsis’in hikayelerini dinleyince Yunanlıların düşüncelerini geliştirebileceğini anladı. Bu olay Anacharsis’e büyük ün kazandırdı. 


Kısa bir süre önce kimse onu tanımazken, şimdi ismi Pittacus ve Thales ile beraber anılmaya başlanmıştı. Hiç kimse onun İskitli bir prens ve Cleomenes’in kölesi olup Yunanistan’a kanunları öğrenmek için geldiğine inanmıyordu. 


Hatta çoğu insan adını kullanarak güç ve zenginlik sağlamaya çalışıyordu. Korinth’te zenginler arasında oluşan sınıfa , çömlek ustaları “Anacharsis’in Krallığı” adını vermişti. Diğer yandan Anacharsis Yunan dünyasında bu ünü yüzünden çok düşman edinmişti.


Birçok şehirden gelen insanlar Kyzicos’taki tapınakları görmek yerine İskitli bu alimi ziyaret ediyorlardı. Kyren’den Tarentum ve Massa’dan gelen bu insanlar sadece öğrenme arzusu duyuyorlardı.

Cleomenes Kyzicos’ta yapılan halk oylamasıyla meclis üyesi oldu. 

Anacharsis’te şehir meydanındaki tunç plakanın yanında Kyzicos’un vatandaşı olarak ilan edildi. Çok geçmeden şehir meydanına giden yolda Proconesus mermerinden heykeli yapıldı. Heykeltıraş uzun zamandır giymediği bol ve sade elbisesiyle onu tasvir etti. Alnındaki kırışıklıklar ve gözlerindeki ifade Yunanlıların çok hoşlandıkları düşüncelerini gösteriyordu. Rahat ve adil kişiliğini bozkırlardan ve tabiattan almıştı.


Anacharsis şöhretten hiç hoşlanmadı. Hayranlıkla dolu fısıldamalardan ve her dediğini yapan öğrencilerden çok sıkılmıştı. Adaletin sadece İskitler arasında olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden bozkırlara geri döndü.


“Sen kimsin?” diyen kralın sesiyle Anacharsis kendine geldi.


“Herhalde bir İskit ancak sizin kadar muhteşem olabilir yüce efendim” dedi Anacharsis.


“İskitlerin kanatları yoktur. Papai (Tanrıların ve insanların babası olan İskit Tanrısı) bize uçmayı öğretmedi. Biz sadece bozkırlarda yürür ve ata bineriz” dedi kral sitemkar bir şekilde.


“Dağlara tırmandım, yeryüzünde gökyüzünde Tanrıların yaşadıkları yerlerin uzunluğuna denk olan karlı tepeleri gördüm. Tanrılar bize akıl verdi ,bilgi nerede ve kimde olursa olsun öğrenilmelidir.”


İskitler Anacharsis’in sözlerine gücendiler ve ellerini kızgınlıkla havaya kaldırdılar. Kimse onun bir bilge olmasıyla ilgilenmiyordu. İskitlerden biri Anacharsis’in kulağını çekti.



“Tanrılar bu dağda insanlar gibi yaşarlar. Bizden istedikleri özgür olmaktır. Sen Tanrıların istediklerini hiçe mi sayıyorsun ?” dedi.


“Özgürlük nedir?” diye sordu kral aşağılar bir ses tonuyla.


“Özgürlük akıldır.Burada akıllı bir adam var mı? Acaba içinizden hanginiz akla ihtiyaç duydu?” diye cevap verdi Anacharsis.


“Haklısın.Ancak bizim Yunanlıların aklına ihtiyacımız yok. Nehrin ağzındaki koylarımızda, yabancılara ait askeri kamplara şarap sattık. Ancak İster’i (Tuna nehri) geçip, Tanais’e (Don nehri) gittiğin zaman yabancılarla işbirliği yapan bir İskitli göremezsin.”


Çadırın içinde kralın sözleri fısıltıyla tüm İskitliler tarafından onaylandı. Kral sözlerine devam etti.


“Tanrıların emirlerine uymak zorundayız.”


Kral  konuşurken ulusumuz kelimesini vurgulayarak söylüyordu. Anarcharsis yabancı bir ülkeden gelip, başka Tanrılara ibadet ettiği için affedilmeyeceğini anlamıştı.


İskitlerin çadırda kurduğu mahkeme bütün gece sürdü. Anacharsis kimseyi tanımıyordu. Ancak çadırdaki herkes ona düşmanca bakıyordu. İnsanlar öküz arabasındaki tekerlekler gibi gıcırtılı bir sesle konuşuyorlardı. Pis ter kokusundan nefes alamıyordu. İskitler Aristeas’ın ve Arimspeans’ın iyilik ve kötülük fikrinin sadece düzmece olduğuna inanıyorlardı.


Şafakta, Anacharsis çadırdan çıktı. Kollarını kaldırarak çadırın önündeki düzlüğe doğru yürüdü. İki asker de mahkemenin onun için verdiği kararı uygulamak üzere arkasından geliyorlardı. Fakat bu durum askerleri sıkıyor gibiydi. Savaşırken birini öldürmek zevk ve onurdu ama silahsız bir adamı öldürmek değil.


Anacharsis açgözlülükle nefes aldı. Yusufçuklar çimenlerin ortasında uçuşuyordu. O anda kendini yuvasından düşen yavru bir kuş gibi hissediyordu. Ülkesine geri dönmüştü ama ulusu onu reddetmişti ve ölümüne mahkum etmişti. Bozkırda hiçbir şey değişmemişti. Kanunlar yabancılar ve düşmanlar içindi. Kendisi de artık onlar için bir yabancıydı.


Anacharsis uzaktaki tepelere baktı. Sabah güneşini sırtında hissediyordu. Birden İskit Kralları için yapılmış mezarlar dikkatini çekti. İskitler için ölüm bir zevkti. 


Zaten ölümde bozkırdaki en önemli kanun değil miydi?







İskit/Saka Kralı, kardeşi Anakharsis'i (MÖ.6.yy), Hellen tanrılarına gizlice taptığı ve anavatanından utandığı için, 
bozkır kanunlarının verdiği yetkiyle, öldürüyor.
Sengileevskaya-2 Kurganı -Stravropol









ANACHARSİS / ANAKHARSİS



MÖ.6.yy'da  yaşamış İskit Filozof. Anavatanı olan Karadeniz'in kuzey kıyılarını , bilgeliği  ve mutluluğu aramak için terk eder ve  MÖ.592-589 arasında Atina'ya gelir.



Hermippus'un yazdığı hikaye'ye göre ; 


Atina'da Solon hülüm sürmektedir. Anacharsis Solon'un evine gider ve onunla arkadaşlık kurmak için geldiğini söyler. Solon cevap verir : " Evinde , arkadaşlık edinmen daha iyi olmaz mı?"


Bunun üzerine İskitli Anacharsis cevap verir:" O zaman ,senin benimle arkadaşlık kurman gerekir, çünkü sen evindesin ." Solon bu cevaba güler ve onun arkadaşlığını kabul eder.



Plutarch'a göre , Solon ve Atinalılar zamanla Anacharsis'e bilge ve filozof gözüyle bakar.



Anacharsis Atina'da vatandaşlık haklarından yararlanan ilk yabancıdır. Bazı yazarlar tarafından Yunanistan'ın Yedi Bilge Adamı arasında gösterilir. Yunancayı akıcı bir şekile konuşmuyor olsa da , birçok yerde konuşmalar yapar ve Eleusis Gizemlerine ilgi duyar. Yaşam felsefesi basitlikten , kendini bilmekten ve böylece mutluluğa kavuşmaktan geçer.



Herodot'a göre , Anacharsis evine  (İskit -Scythia)    döndüğünde , kral olan büyük abisi tarafından , Yunanlılara benzemesi , onların dinine geçmesi ve kendi kültüründen, töresinden vazgeçtiği için öldürülür... 



(Heredot Tarihi-4.kitap 46....Dareios'un sefer açmış olduğu Pontos'un çevresi, Skyth'ler (İskit Türkleri) bir yana bırakılırsa, en geri insanlarla kuşatılmıştır. Denizin beri yakasında Skyth'lerden başka, kafası aydınlanmış bir ulus gösteremeyiz. Anakharsis'den başka doğru dürüst bir adamın anısını bulamayız. Hatta,insanlar için pek önemli bir alanda eşsiz bir üstünlük göstermiş olan Skyth ulusunun bile öbür işlerine pek kulak asmam.) 



Ona atfedilen hiçbir eser günümüze ulaşmamıştır. İskitlerin hukukunu Yunanlılarınkiyle karşılaştırdığı kitabı ile  Savaş Sanatı kitabı yazdığı söylenir.  Yunanlıların ithalat/ihracat ve gümrük üzerine yaptıklarını gözlemler.



Üzümü üç başlıkta toplar ,içilen ilk şarabın susuzluğu,ikincinin sarhoş olmayı ve üçüncüsünün de tartışmayı tetiklediğini söylediği için heykellerin kaidesine :



" Dilinizi , ihtiyaçlarınızı , tutkularınızı dizginleyin" sözü kazınmıştır.

Peki bu sözü kimi hatırlatır?

"Eline, beline, diline hakim ol" Hacı Bektaş-ı Veli (13.yy)'yi...







Strabon ise onu mucit olarak anar, iki kelebekli çapayı,çömlekçi çarkı'nı onun icat ettiğini söyler.!



Solon yasaları hazırlarken, Anacharsis bir gözlemde bulunur :


 "Yazılmış yasalar örümcek ağlarına benzer, sadece fakir ve zayıfları tutar, zengin ve güçlüler onu kolayca kırıp kurtulabilir."




Ona ait olduğu söylenen 10 mektubu vardır.Bu mektuplardan 9'u  MÖ.3.yy'a ait olduğu bilinir, meslektaşları tarafından korunmuştur. Bazılarının ise sahte olduğunu söylenir.




Birini Cicero alıntılar:


"Anacharsis'ten Hanno'ya selamlar, Kıyafetlerim İskit kıyafetleri, ayakalarım ve ayak tabanım da öyle.Yatağım dünya, yemeğim sadece açlığımla gelir ,süt,peynir ve etten başka birşey yemem.Gel beni ziyaret et, beni huzur içinde bulacaksın. Bana birşey mi vermek istiyorsun; memleketlilerine ver, yada ölümsüz tanrılara sun."




10.mektubu Diogenes Laertius tarafından alıntılanır:


Bu mektup Lidya kralı Karun'a (Croesus) yazılmıştır.


Anacharsis'ten Croesus'a : "Ey, Lidyalıların kralı, Yunanlıların ülkesine onları tanımak için geldim, altına ihtiyacım yok. Ve yakında İskit'i  terkederken ki halimden daha iyi ve mutlu bir insan olarak  geri döneceğim. Senin arkadaşlığını edinmek bir lütuf olacak, bu yüzden Sardes'e geleceğim."










ANACHARSİS'İN YAŞAM FELSEFESİ VE SONRAKİ DÖNEMLERDE GÖRÜLEN CYNİCİSM (KİNİZİM)


Sokrates'in ölümünün hemen ardından öğrencileri olan Antisthenes ( MÖ.444-365) ve Aristippos (MÖ.435-386)  iki ayrı okul kurar.



Sokratçıların ilgilendikleri başlıca iki konu vardır: 


Sokrat'ın öğrencileri öncelikle mutluluğun ne olduğunu ve nerede bulunduğu bilmek istemişlerdi. Hepsinin gözünde hocaları Sokrat bilge ve mutlu bir insan modelidir. Fakat Sokrat'ın kendisinin yaşadığı yaşam biçimiyle ulaştığı bu mutluluğun özelliği neydi Sokratçıların birinci ana sorunu budur. 


Sokrat gerçek mutluluğa erdem yolundan ulaşmıştır. O halde erdem, bir başka deyişle mutluluk gerçek bilgiye dayanır. Bu nedenle mutluluk, gerçekten neyin istenmesi ve neyin istenmemesi ya da gerçekten neden korkulması ve neden korkulmaması gerektiğini bilmektir. İşte Sokratçıları ilgilendiren ikinci konu da bu bilgi sorunudur.


Antisthenes'e göre önemli olan erdemdir ve erdemde bilgelikle elde edilebilen kendine yeterlilik durumudur. İnsan her tür gereksinimden kendini kurtararak, yalnızca kendi kendine dayanarak var olabilmelidir, özgürlük bu anlamda gereksinimlerden kurtulmak, toplumsal bağları aşabilmektir.


Erdem ruhun özgürlüğüdür ya da ruhsal özgürlüktür. Sağlık, güzellik, şan, ün, şeref, namus, vb. şeyler şüpheyle karşılanması gereken, kuruntu ve yapmacık şeylerdir. İhtiyaçsızlık, adsızlık, mülksüzlük, bilinen toplumsal ahlaki kodlardan yoksunluk, gerçek anlamda insanın kedine yeterliliği ve özgürlüğünü sağlar.


Bu değer eleştirisinde Antisthenes hazcı bir eğilime sahip değildir, aksine hazcılığa sert bir tepki gösterir. Haz, insanın köleleşmesinin sebebidir çünkü. Mutluluk amacı için, erdemin kendi başına fazlasıyla yeterli olduğunu ve başka hiçbir şeye gerek bulunmadığını savunan Antisthenes'e göre, erdem arzunun yokluğu, isteklerden bağımsızlıktır. 


Doğrudan doğruya yaşamın korunmasına ve sürdürülmesine yaramayan her şeyi Kinik filozoflar reddederler, daha doğrusu bunlara karşı aldırışsızlık gösterirler. Bu tutum onları uygarlık karşıtlığına götürmüştür. Bilinen ahlaka, toplumsal değerlere, dine, aileye ve devlete karşı kayıtsız kalırlar ya da bunları yadsırlar. Antisthenes, devletin kendisiyle hiç ilişkisi olsun istemez.


Kinik okulunu kuran Antisthenes felsefesinden , Cynicism / Sinizm / Kinizm doğmuştur.  İnsan tam anlamıyla bağımsız  olmalıdır. Mutluluk için bu zorunludur, yaşamın amacı mutluluktur. Gerçek mutluluk insanı bağımlı kılan güzellik, lüks ve zenginlik gibi değerlerden uzak kalınarak sağlanır.











VE ŞİMDİKİ YÜZYILDA ANACHARSİS İLE GEZMEK


Fransa'daki ihtilaldan önce Vatanperverlik, Milliyetçilik ve Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasına yardımcı olacak makaleler çıkar. Bunlardan bir tanesi de 7 ciltlik eser olan ve Cizvitli Jean Jacques Barthelem tarafından yazılmış "Genç Anacharsis'in Yolculukları" dır (1788) .  


MÖ. 6.yy'da Yunanistan'ın büyük bir kısmını gezmiş ve gördüklerini yazıya geçirmiş olan Anacharsis'ten bahseder. Büyük bir kurguya dayanan eserde , Philippos'un Makedonya'da tahta çıkmasından, oğlu İskender'in Persler ile savaşmasından, Yunanistan'daki demokrasiden bahseder. Zamanında basılan haritalar kitabında sanki eski haritalarmış gibi kullanılır ve gerçekliklerden çok uzaktır.


Uydurma eserlerle Yunanistan ve Yunanlılara milliyetçilik ve vatanperverlik aşılanmaktadır. Bir kaç yerde de Anacharsis'in Şii Arap ya da  Yunanlı olduğuna dair yazılar gözümüzden kaçmamaktadır. Anacharsis/Anakharsis  İskit Türklerindendir.









***



THE WORKS OF LUCIAN
ANACHARSIS, OR ATHLETICS / SOLON VE ANACHARSİS ARASINDAKİ KONUŞMA


Taking us back to the early sixtli century, Lucian lets us listen to a conversation about Greek athletics between Solon, the Athenian lawgiver, and that legendary figure, the Scythian Anacharsis, who came to Greece in the quest of wisdom just as Solon himself had gone to Egypt and Lycurgus of Sparta to Crete.


K. G. Jacob, who tried to make out that Lucian was an ardent reformer, laid great stress on this dialogue as a tract designed to restore the importance of athletics in Greek education by recalling how much they meant in the good old days But Lucian, who in any case was no laudator temporis acti, says nothing of any significance elsewhere to indicate either that he thought athletics especially in need of reform or that he felt any particular interest in them ; and if the Anacharsis had been written for any such purpose, surely it would have ended with the conversion of the Scythian to the standpoint of the Greek.


Let us say rather that Lucian, who was especially interested in Anacharsis and Solon, as we see from his Scythian, wished, perhaps for the edification of an Athenian audience, to present them in conversation, and shrewdly picks athletics for their theme as that feature of Greek civilization which would be most striking and least intelligible to the foreigner, the ' child of Nature.' The conversation takes place in the Lyceum at Athens. The opening sentence assumes that Anacharsis has just been enquiring about something else, and now turns to a new topic.



ANACHARSIS

And why are your young men doing all this, Solon ? Some of them, locked in each other's arms, are tripping one another up, while others are choking and twisting each other and grovelling together in the mud, wallowing like swine. Yet, in the beginning, as soon as they had taken their clothes off, they put oil on themselves and took turns at rubbing each other down very peacefully—I saw it. Since then, I do not know what has got into them that they push one another about with lowered heads and butt their foreheads together like rams. And see there ! That man picked the other one up by the legs and threw him to the ground, then fell down upon him and will not let him get up, shoving him all down into the mud ; and now, after winding his legs about his middle and putting his forearm underneath his throat, he is choking the poor fellow, who is slapping him sidewise on the shoulder, by way of begging off, I take it, so that he may not be strangled completely.

Even out of consideration for the oil, they do not avoid getting dirty ; they rub off the ointment, plaster themselves with mud, mixed with streams of sweat,  and make themselves a laughing-stock, to me at least, by slipping thi'ough each other's hands like eels. Another set is doing the same in the uncovered part of the court, though not in mud. They have a layer of deep sand under them in the pit, as you see, and not only besprinkle one another but of their own accord heap the dust on themselves like so many cockerels, in order that it may be harder to break away in the clinches, I suppose, because the sand takes off the slipperiness and affords a firmer grip on a dry surface.


Others, standing upright, themselves covered with dust, are attacking each other with blows and kicks. This one here looks as if he were going to spew out his teeth, unlucky man, his mouth is so full of blood and sand ; he has had a blow on the jaw, as you see. But even the official there does not separate them and break up the fight—I assume from his purple cloak that he is one of the officials ; on the contrary, he urges them on and praises the one who struck the blow.


Others in other places are all exerting themselves ; they jump up and down as if they were running, but stay in the same place ; and they spring high up and kick the air. I want to know, therefore, what good it can be to do all this, because to me at least the thing looks more like insanity than anything else, and nobody can easily convince me that men who act in that way are not out of their minds.



SOLON

It is only natural, Anacharsis, that what they are doing should have that appearance to you, since it is unfamiliar and very much in contrast with Scythian customs. In like manner you youi-selves })robably have much in your education and training which would appear strange to us Greeks if one of us should look in upon it as you are doing now. But have no fear, my dear sir ; it is not insanity, and it is not out of brutality that they strike one another and tumble each other in the mud, or sprinkle each other with dust. The thing has a certain usefulness, not unattended by pleasure, and it gives much strength to their bodies. As a matter of fact, if you stop for some time, as I think you will, in Greece, before long you yourself will be one of the muddy or dusty set ; so delightful and at the same time so profitable will the thing seem to you.


*Lucian was born at Samosata in Commagene and calls himself a Syrian ; he may or may not have been of Semitic stock. The exact duration of his life is unknown, but it is probable that he was born not long before 125 a.d. and died not long after 180.










"Anakharsis uzun yolculuklarından sonra İskiteli'ne döndüğünde, herkesi Yunan geleneklerine göre yaşamaya yönlendirdi. Ama ağzında lafını bitiremeden kanatlı bir ok hızla gelip onu ölümsüzlerin yanına kaçırdı."

Aşağıdaki mektubu o yazmıştır.


Anakharsis'ten Kroisos'a : "Yunanların yaşayış ve gelenklerini öğrenmek için Yunanistan'a gittim, Lidya kralı. Altına gereksinmem yok. İskiteli'ne daha erdemli bir insan olarak dönmek bana yeter. Dolayısiyla Sardes'e geliyorum, çünkü sevgini kazanmak benim için önemli." (Diogenes Leartios)






Kaynaklar:
Tarihte ve Mitolojide Rehber / Alexander Nemirovsky
Filozof net
Ünlü Filozofların Yaşantıları ve Öğretileri / Diogenes Leartios
"Genç Anacharsis'in Yolculukları" (ing-PDF) - Jean Jacques Barthelem  ; Alm.ve Fr. olarak ta basılmıştır. 











ANACHARSİS / ANAKARIS 

"Anakhars saka soylu idi. Türk alfabesinin qüsuru X (Kh) harfının olmaması etimolojide sorunlar yaratır. Adamın adı Anak // Anax ile başlayır. Sonluğu da ar-s veya arıs ile biter. Babası saka kralı Konur bey, kardeşi Savlı bey de türk adları taşıyor. 
Savlı türk kadınından olması nedeni ile babasından sonra elbey (kral) olur, 
Anakars ise yunan kadınından doğmuştu ve Athinaya gedip bilge olmuştu."

Qədim Azərbaycan türk boylarından, birinin adı da Saqadır (Saka). Sakalar bir çox adlarla məhşur olmuşlar, Iskit, Saqa, Skif, Saka və, s. Azərbaycanda Sakalarla bağlı bir çox yer adları mövcuddur. Şəki (Saqa), Zakatala (Saqa-tala), Pirsahat (Pir-saqat), Pirşağa (Pir-saqa), Saatlı (Saqat-lı), Sakantala (Saqan-tala), Sakandərə (Saqan-dərə). Miladdan öncə birinci minillik boyunca Avrasiyanın müxtəlif guşələrində görünən saqa elatı tarixin ayrı-ayrı çağlarında bu və ya digər regionda qüdrətli dövlət qurmuşdur. Tarixin yaddaşında qalan bu dövlətlərdən biri Azərbaycanda, əvvəlcə Sakasen (Şəki), sonra Muğan-Urmu bölgələrini əhatə edən geniş ərazidə qurulmuş, digəri Qara dənizin quzey bölgələrini nəzarətdə saxlayan və bir neçə əsr davam edən "Saqat (Skitiya) çarlığı" şəklində ortaya çıxmışdır.


Saqa elatı təkcə özünün möcüzəli köçəbə gələnəyi ilə deyil, həm də antik dünyanın "Yeddi müdrik" sırasına verdiyi şahzadə Anaxars (Anaxarsis) ilə də öyünməyə haqqı vardır. Lakin bu filosofun soydaşları o çağda onunla nəinki öyündü,hətta "dönük adlandırıb onu öldürdülər, adıını çəkməyi qadağan etdilər. Onun həyat və yaradıcılığ barədə Herodot, Platon, Strabon, Plutarx, Laertli Dioqen kimi onlarla dahi öz əsərində məlumat verir. Anaxarsı müdrik adlandıran Efor deyir ki, o bu boya (Saqa) aid idi və ağlına, saf əxlaqına görə Yeddi Müdrikdən biri sayılırdı. Müxtəlif siyahılarda adları təkrar olunan həmin müdriklər (Fales, Biant, Solon, Anaxars, Pitta­k) miladdan öncəki VII-VI yüzillərdə yaşayan görkəmli filosof və dövlət xadimləridir.


Anaxars Qunurun (Qonur) oğludur, saqat çarı Kaduidin qardaşıdır. Anası yunan qızı olduğundan hər iki dili (saqa və yunan) bilirdi. O,594-cü ildə Afinaya gəlib,o çağın məşhur filosofu Solon (635-560) ilə görüşmüşdür. Anaxars uzun səyahətdən sonra Skitiyaya (Saqat torpağına) döndü və soydaşlarını elin adəti ilə yaşamağa çağırdı,lakin hələ sözünü qurtarmamış lələkli ox onu ölümsüzlüyə apardı. Anaxarsdan öncə Abar (Abaris) və Toksar adlı saqat (Türk) aydınları da Yunan ölkəsində olmuşlar.


Yeddi ən görkəmli filosoflardan biri sayılan,Anaxarsisdən soruşurlar: ”Bu doğrumudur ki, siz Türklər qışın soyuğunda çılpaq gəzə bilirsiniz?” Anaxarsis deyir:”Siz axı qışın soyuğunda üzünüzü örtmədən gəzə bilirsiniz, mənim üçün isə bütün gövdəm üzüm kimidir”


Prof.Dr.Firudin Ağasıoğlu - Azər Xalqı kitabı 
(kendi sitesinden indirebilirsiniz)







"All Turkish peoples, Uighurs, Kök-Turks, Ottoman Turks
belong to that central Group of Eurasian humanity,
which we are calling Scythian"





"All these linguistic findings combined with archaeological artifacts allow to confirm that Scythian had Turkic origin and modern Chuvashs are Scytians descendants."






YASALAR ÖRÜMCEK AĞLARINA BENZER, 
KÜÇÜKLERİ YAKALAR, BÜYÜKLERİ TUTAMAZ.      
ANACHARSİS

Bugün de öyle değil midir ?
SB.





ilgili:









Chimera



Chimera 

Efsaneye göre, Bellerophontes, Troya’da Anadolulu'ların yanında savaşan Glaukos’un oğludur. Bellerophontes’in sözcük anlamı Belleros’u öldüren demektir, ancak bu Belleros’un kim olduğunu bilmiyoruz.

Belleros’u yanlışlıkla öldüren ve buna çok üzülen güçlü ve yakışıklı Bellerophontes, üzüntüyle gittiği Argos’ta kralın karısı Anteia’nın ahlaksız tekliflerine evet demediği için iftiraya uğrar. Argos Kralı da onu Lykia Kralı olan kayınpederine gönderir ve öldürülmesini ister. Törenlerle karşıladığı bu yiğit gence misafirperverlik kuralları gereği dokunamayan Lykia Kralı, Bellerophontes’den kurtulabilmek için, ona, ölümüne yol açabilecek işler buyurur. Bunlardan birisi de, Khimaria isimli canavarın öldürülmesi işidir. Zaten önü aslan, arkası yılan, ortası keçi olan ve ağzından alevler çıkaran Khimaira ile karşılaşmak bile ölüm demektir.

Bu ölümcül görevi üstlenen Bellerophontes, Lykia’nın başkenti Xanthos’dan yola çıkarak, bugünkü Akdağ’ın olduğu yerde, bir kaynağın kenarında mola verir ve uykuya dalar. Rüyasında tanrıça Athena’yı görür. Tanrıça ona, uyandığında yanında bulacağı altın gemi, kaynağa su içmeye gelen kanatlı at Pegasos’un ağzına taktığında Pegasos’un onun emrine gireceğini ve ancak Pegasos’un yardımıyla Khimaira’nın hakkından gelebileceğini söyler.

Uyandığında yanında altın bir gem bulan Bellerophontes, hemen bir çalının arkasına saklanır. Akşamüzeri Pegasos’un havada süzülerek kaynağa inip su içtiğini görür. Aniden atın kulağından tutarak, altın gemi ağzına geçirir. Pegasos artık onun emrindedir. Bellerophontes atın sırtına atlar ve Chimera’nın yurduna, yani bugünkü Yanartaş’a gelirler. Onları gören Chimera, ağzından çıkan alevleri öfkeyle üzerlerine gönderir, ama Pegasos’un akıllı bir manevrası sayesinde alevleri atlatıp, yanmaktan kurtulurlar. Bunun üzerine, Bellerophontes uzaktan ok ve mızrak yağdırmaya başlar canavarın üzerine. Khimaira yaralanmıştır, ama hâlâ direnmektedir.

Son mızrağını yakından ve öyle güçlü fırlatır ki Bellerophontes, canavar yerin yedi kat altına gömülür. Gömülür, ancak ağzından çıkan alevler sönmez. İşte o gün bu gün binlerce yıldır yanar Chimera’nın ağzından çıkan alevler, yöre halkının pek güzel adlandırdığı Yanartaş’ta.


Azra Erat - Mitoloji Sözlüğü



Etrüsk , (Arezzo) Aritimli Chimera MÖ. 400 




Acaba kökeni Mezopotamya olabilir mi?
Is the origin from Mesopotamia? / link





Bellerophontes kralın karısı Anteia’nın ahlaksız tekliflerine evet demediği için iftiraya uğraması gibi Eski Ahit'teki Yusuf ve Potifar'ın Karısı hikayesi ile örtüşür. İlk kez MÖ.5.yy'da yazıya geçirildiği biliniyor. Eski Ahit'in de Sumerlilerden etkilendiği de düşünülürse....

Yusuf ve Potifar'ın Karısı - Yaratılış Bölüm 39

..." İsmaililer Yusuf`u Mısır`a götürmüştü. Firavunun görevlisi, muhafız birliği komutanı Mısırlı Potifar onu İsmaililer`den satın almıştı. Rab Yusuf`la birlikteydi ve onu başarılı kılıyordu. Yusuf Mısırlı efendisinin evinde kalıyordu. Efendisi Rab`bin Yusuf`la birlikte olduğunu, yaptığı her işte onu başarılı kıldığını gördü. Yusuf`tan hoşnut kalarak onu özel hizmetine aldı. Evinin ve sahip olduğu her şeyin sorumluluğunu ona verdi. Yusuf`u evinin ve sahip olduğu her şeyin sorumlusu atadığı andan itibaren Rab Yusuf sayesinde Potifar`ın evini kutsadı. Evini, tarlasını, kendisine ait her şeyi bereketli kıldı. Potifar sahip olduğu her şeyin sorumluluğunu Yusuf`a verdi; yediği yemek dışında hiçbir şeyle ilgilenmedi. Yusuf güzel yapılı, yakışıklıydı.

Bir süre sonra efendisinin karısı ona göz koyarak, “Benimle yat” dedi. Ama Yusuf reddetti. “Ben burada olduğum için efendim evdeki hiçbir şeyle ilgilenme gereğini duymuyor” dedi, “Sahip olduğu her şeyin yönetimini bana verdi. Bu evde ben de onun kadar yetkiliyim. Senin dışında hiçbir şeyi benden esirgemedi. Sen onun karısısın.  Nasıl böyle bir kötülük yapar, Tanrı`ya karşı günah işlerim?” Potifar`ın karısı her gün kendisiyle yatması ya da birlikte olması için direttiyse de, Yusuf onun isteğini kabul etmedi.

Bir gün Yusuf olağan işlerini yapmak üzere eve gitti. İçerde ev halkından hiç kimse yoktu. Potifar`ın karısı Yusuf`un giysisini tutarak, “Benimle yat” dedi. Ama Yusuf giysisini onun elinde bırakıp evden dışarı kaçtı. Kadın Yusuf`un giysisini bırakıp kaçtığını görünce,uşaklarını çağırdı. “Bakın şuna!” dedi, “Kocamın getirdiği bu İbrani bizi rezil etti. Yanıma geldi, benimle yatmak istedi. Ben de bağırdım. Bağırdığımı duyunca giysisini yanımda bırakıp dışarı kaçtı. ”Efendisi eve gelinceye kadar Yusuf`un giysisini yanında alıkoydu. Ona da aynı şeyleri anlattı: 

“Buraya getirdiğin İbrani köle yanıma gelip beni aşağılamak istedi. Ama ben bağırınca giysisini yanımda bırakıp kaçtı.” Karısının, “Kölen bana böyle yaptı” diyerek anlattıklarını duyunca, Yusuf`un efendisinin öfkesi tepesine çıktı. Yusuf`u yakalayıp zindana, kralın tutsaklarının bağlı olduğu yere attı. "....









MÖ.350–340 Louvre Müzesi'nde








SEMENDER, ARTI İŞARETİ, TAVŞAN,KUŞ, CHİMERA VE TULPAR
MÖ.650 KORİNT / MUSEUM OF FİNE ARTS BOSTON / link




SAKA/İSKİT TÜRK - MÖ.5.YY-3.YY
GEYİK VE KARTAL - CHİMERA GİBİ  - link






ve










28 Mart 2015 Cumartesi

LİKYA ; GÜNEŞ İLE DENİZİN BÜYÜLÜ BULUŞMASI






“…bu toprakların şimdiki yoksulluğu ve terk edilmişliği bir yana, sahip olduğu birçok antik dönem kalıntısı; onun bir zamanlar antik dünyanın en kalabalık ve en bahtiyar bölgelerinden birisi olduğunu anlatır…” - William Martin Leake, 1800


“25 yıllık keşiflerime baktığımda en zevkli yolculuklarımı Likya’da yaptığımı anımsıyorum. Bu ülke başka yerlerde dengi olmayan bir etkiye sahiptir Manzara muhteşemdir. Ay ışığında başka bir evren olur…” - George E. Bean, 1952 – 1966.


“Tanrı ve insan bir olup Likya’yı yaratmış. İnsana boşluğu duvarlarla sınırlamak mekanlar yapmak düşmüş. İstemiş ki evinde kendisi, kamu binalarında yönetimi, tapınakta tanrısı, onurlansın. Tanrı da tüm bunlar için cömertçe malzeme sunmuş insanına: taş sunmuş, çamur sunmuş, ağaçların en iyisini sunmuş. Üstüne üstlük eksilmez ışık düşürmüş üstlerine. En mavi denizi de değdirmiş eteklerine. Tanrı ve insan bir olup Likya’yı yaratmış” - Nevzat Çevik 2000






LUKKİ ÜLKESİ HALKI


"Likya ismi ilk kez ‘Lukka’ olarak Albright’ın, Mısır’ın Orta Krallık Dönemi Byblos metinlerinde görülür. Sonra da, Kıbrıs Kralı’nın Mısır Firavunu Akhenaton’a Lukka halkını şikayet ettiği Amarna arşivinde bulunan 1375 tarihli mektupta, halktan “Lukki Ülkesi halkı” olarak bahsedilir. Bölgeden ve bazı kentlerinden Hititçe adlarıyla bahseden Yalburt metinleri ile ilk kez Lukka’nın yeri tam olarak belirlenmiş olur. Bu dönemde Lukka ülkesi ve bölgenin Bronz Çağ halkı Trmmililer, Hitit kontrolü altına girmiştir. Yazılı belgelerin yardımıyla ‘Lukki’ ya da ‘Lukka’nın, Hititçe’de ‘ışıldamak’ anlamına gelen erken isim olduğu artık bilinmektedir. Bu ismin kökeni, Latince’deki ‘lux’-‘ışık’a kadar gitmektedir (*). Hellenlerin Likyalıları ‘Lykoioi’ olarak adlandırması da bundan kaynaklanır. Luvice kaynaklı Lukka ismi, yerini Likya’ya bırakır. Dünyanın her yerindeki kural bir kez daha çalışmış, toprak ve üstündekilerden önce ad değişmiştir." Prof.Dr.Nevzat Çevik



* "Aslında klasik bakımdan LUKİYA şekli daha doğrudur. Sözün kökünde LUK-os KURT kelimesi vardır."  Elşad Alili - Institution of Linguistics, Azerbaijan)



"Tesadüfen Tlos’ta bulunan balta yanında, 1989’da Kyneai’da bulunan taş balta ve Patara’da en dip kazı katmanında ortaya çıkarılan taş balta, merkezi Likya’nın Bronz Çağa kadar indiğini göstermektedir. Karataş-Semahöyük bulguları da 3. bin yayla kültürlerine ilişkin önemli belgeler sunar. Gelidonya Burnu ve Uluburun’da bulunan 14. ve 12. yüzyıllara tarihlenen batıklar, büyük limanlara sahip önemli kıyı kentlerinin Bronz Çağındaki işlerliğine tanıklık etse de, Klasik Çağ ve öncesinde denizciliğin ve dolayısıyla limanların ve de liman kentlerinin çok da önemli olmadığı düşünülmektedir. 

Buna rağmen Likya kıyılarında mutlaka yerleşimler kurulmuş olmalıdır. Çünkü denizdeki tekneler, Bronz Çağ gemiciliğinde günlük menziller kat edebiliyorlardı ve bu nedenle de sık sık sahildeki yerleşimlere demir atmak zorundaydılar. 
Gagai–Mavikent yüzey araştırmalarında, mağara içinde in situ olarak korunmuş bir şekilde bulduğumuz İlk Tunç Çağı seramiği, ilk kez, Gelidonya Burnu için en geç Bronz Çağın yerleşim başlangıcı olarak gösterilmesi gerektiğini kesinlikle ortaya koymaktadır. Ksanthos, Patara, Limyra ve Rhodiapolis gibi yerleşimlerde, kazılarda elde edilen seramik veriler MÖ 8. yüzyılı çoktan geçmiştir.

Rodos kolonizasyonunun etkin olduğu MÖ 7. yüzyılda Likya’da da Phaselis gibi bazı kentlerin önem kazandığını biliyoruz. Bu dönemde Anadolu’da Lidya egemenliği söz konusudur. Ancak, Herodotos’un bildirdiğine göre Likya ve Kilikya topraklarının büyük kısmı, bu yeni egemenden kurtulacak kadar da güçlüdür. Anlaşılan Kroisos’un işgal alanı içerisinde bulunmamaktadır. Likya’nın Demir Çağı şimdilik tam aydınlanamamıştır. Kazıların sürmesiyle bu dönem de belgelenecektir. Bu dönem karanlığında sorun, özellikle seramik kriterlerinin tam oturmamış olmasından kaynaklanır. Toprak altından öte, kazı depolarındaki soru işaretli birçok örnek bile, belki de, ileride bu döneme verilecektir. 

Likya’nın bağımsız günleri, 540’da İonia’dan başlayan Pers işgali ile biter: Tarih yeniden yazılmaya başlar. Yıl 545’tir. Artık, ülkenin tek egemeni Harpagos’tur. Bazı kentlerin sadece ölüsüne egemen olabilmiştir Satraplar:  Başkent Ksanthos’un kent ve insanlarıyla birlikte intiharı seçişinde destanlaşmıştır Likyalı direnişi.

Persler’in başlangıçta kanla ve baskıyla egemenlik sağladığı izlense de, bazı Likya kentlerinin Pers düşmanlarıyla birlik olup savaşmaları bu egemenliğin sonradan zayıfladığını gösterir. Anlaşılan, tek başına karşısında duramadıkları bu yeni gücün sınırsız hakimiyetini, yandaş bularak azaltmışlardır. MÖ 540’tan itibaren Akhamenid Krallığına vergi ödeyen ve MÖ 480’de Kserkses’in Yunanistan işgali için başlattığı sefere 50 gemiyle katkıda bulunarak kimin yanında olduğunu açıkça gösteren Likya, bu dönemde Pers egemenliğindeydi. 
Herodotos, bu sefere katılan Likya askerlerinin göğüs ve bacak zırhı, kızılcık yaylar, kamıştan oklar ve mızraklar ile kama ve palalar kullandıklarını, omuzlarında postlar ve kuş tüyünden başlıkları bulunduğunu yazar. (! - Altın Adam kurganından çıkan yüzük üzerindeki betimleme ya da Mısır'a saldıran "Deniz İnsanları"nın başlarındaki gibi...SB)


Bilinen en erken Pers hanedanı (dinastı) Kheziga’dır (MÖ 526-525). Bu hanedan, MÖ 526’dan MÖ 380’e kadar Ksanthos’un egemen ailesidir. Son hanedan Kherei (MÖ 410 – MÖ 390) ile birlikte Ksanthos, Likya üzerindeki söz sahipliğini yitirmeye başlar. 
Erbbina’nın (MÖ 390 - MÖ 380) atandığı Telmessos, batıda egemenlik merkezi olur. Pers egemenliğinde bazı Likya prensleri kendi adına sikke basmaya devam ederler. Kuprilii bunların içerisinde hanedanlığını en uzun sürdürendir. Bu prens, olasılıkla, Pers ordusuna yol gösteren Kybernikos olmalıdır. 

Takvimler MÖ 370-360’ı gösterdiğinde, Büyük Satrap Ayaklanması yaşanır. Likyalılar krala başkaldıran satraplarla aynı cephede yer alırlar. Bu arada Karia Satrabı Maussollos usta bir manevrayla kazanacak gücün yanında yer alır. Bu çıkarcı manevrası sayesinde Kral Artakserkses’ten Likya armağanı sözü alınır. 
Kimon’la birlikte Likya tarihi tekrar değişir. Attikalı komutan, Eurymedon Savaşı’nı kazanıp Karia ve Likya’yı Perslerin elinden alır ve Attika-Delos Deniz Birliğine katar. Tarih ilerledikçe – tüm güçsüz küçük bölgeler gibi - Likya’nın sahipleri sürekli değişmektedir. Ama Likya’nın durumu aslında değişmemektedir: Vergiler Persler’e değil artık Yunanlılara verilmektedir. Bu dönemde değişen yönetim biçimidir: Kent meclisleri ortak kararların alındığı karar makamı rolünü egemen feodal güçlerden almıştı. Likya iki büyük egemen güç arasında sıkışmıştı.

MÖ 449’da Kalias Barışı ile bu sıkışma biraz da bölünmeye dönmüştü: Artık Pers gemileri Gelidonya Burnu’na kadar ilerleyebiliyorlardı. Batı Anadolu kıyılarının işgali için kurulan Delos Deniz Birliğine ödenen vergilerin MÖ 446’dan itibaren kayıtları bulunmaktadır. 
Kimon aracılığıyla Birliğe dahil olan Likya’nın birlik üyeliği kısa ömürlü olur (MÖ 452-445). Zaten, Birlik üyeliği de ekonomik birlikten öteye gitmez. Peloponnes Savaşı’na katılmayarak bunu gösterir. Peloponnes Savaşı’nın giderlerini karşılamak için Likya’ya gelen Melesandros, Likya’da ölür.

Atina’nın Sparta’ya karşı yenilgiye uğradığı Peloponnes Savaşı sonrasında artan birlikten ayrılma eğilimi nedeniyle Likya’yı cezalandırmaya gelen komutanın ölümüyle, Likya üzerindeki Atina etkisi MÖ 429’da kaybolur ve Delos Birliği de biter. Perslere ikinci kez egemenlik sırası gelmiştir. Likya tekrar Pers egemenliğine girer: MÖ 358’e kadar sürecek bu dönemde, Likya’da imar ve sanat yoğun bir süreç yaşar. Şaşırtıcı olan, Yunan ve Pers arasında sürekli el değiştiren Likya’nın bu baskı altında nasıl bu denli yüksek ve özgün bir sanat yarattığıdır. 

Çünkü sanatına bakıldığında, kattıklarının aldıklarından daha az olduğunu söylemek zordur. Bu sanatsal zenginliği yaratan olgu, belki de geliş gidiş zenginliğidir. Özgürlüğün güzelliği ve değeri zorluğundadır; kolay ele geçmeyişindedir.  Çünkü bağımlı olan herkes, aynı zamanda tepedeki bağımsız azınlığın gücünü oluşturduğu için, özgürlüğün ve buna karşı durmanın yolları hep kanla çizilmiştir. Bu sonuçtandır, Tlos’un Ortaçağ beyine Kanlı Ali Ağa denmesinin nedeni. Beşkaza’ya ayrı emniyet atamak zorunda kalan Osmanlı yönetimine dek sürer bu zapt edilmezlik. 
Belki de sadece bu nedenle doğru olabilir, Atinalı İsokrates’in söyledikleri: “Persler hiç bir zaman Likya üzerinde sürekli egemen olamamıştır”. 

Harpagos sonrası dönemin seramik bulgularının Pers geleneğinde görünmemesi nedeniyle, Likya’daki Pers varlığı hep azımsanmıştır. Perikle’nin, Pers Satrabı Arrtumpara’yı Ksanthos vadisinden atmasıyla yerli egemenliği tekrar kazanılır. Ancak “yabancı” kimdir bilinmez.  Çünkü Mausollos’tan İskender’e ve Rodos’a kadar sık sık el değiştirir Likya. Ta ki, Likya Birliği sürecindeki ayrıcalıklı bağımsızlığa kadar… 
Likya’nın bağımsızlık savaşının ilk etkileyici lideri Perikle’dir. Karia satrapı Mausollos’a karşı, dağınık Likya güçlerini bir araya getirerek verdiği savaşla Likya Birliği, hayallerini gerçeğe dönüştürmek isterse de, kaybeden taraftadır. Pers Kralı Artakserkses Likya topraklarını ödül olarak işbirlikçisi Karia kralına verir. Artık dinastik (hanedanlık) düzenin sonu gelmiş ve Pers gücü çözülmüştür.

İskender Likya’ya girdiğinde hemen hemen hiçbir önemli Pers direnişi ile karşılaşmadan kentlere sahip olmuştur. Büyük İskender, yandaşı Nearkhos’u atayarak eski satrap yönetim biçimini sürdürmüştür. İdari olarak bir yenilik getirilmemesine karşın, yarımadanın kültürü, bu yeni dönemde yeni değişiklikler yaşamıştır. Bunların en radikali kültürel işgaldir: İskender, Anadolu halklarına Eski Yunanca konuşma ve yazma zorunluluğunu getirmiştir. Ardılları da bu kültür politikasını sürdürmüştür. Küçük Asya’daki Hellenizasyon, İskender’in askeri işgaliyle değil, aslında dil ve yazı mecburiyeti getirmesiyle söz konusu olmuştur. Ve öylesine de kalıcı olmuştur ki, Roma dönemi yazıtlarının çok büyük çoğunluğu da Latince değil, Eski Yunanca yazılmaya devam etmiştir. 


"Likya topraklarına yönelik egemenlik isteklerinin ardı arkası kesilmez. Çünkü Ege ve Akdeniz’e sahip olmanın yolları, Likya limanlarından geçer. Dahası, Elmalı sedirleri ve çamlar diğer değerli ürünlerle birlikte Likya dağlarının vadilerinden sahile indirilip limanlardan sevk ediliyordu. Bu limanların güney-doğu Likya’daki en önemlilerinden ikisi, bugünkü Rhodiapolis’in bulunduğu bölgede Finike Limanı ve Melanippe (Karaöz) limanlarıydı. Rhodiapolis’in en yakınındaki önemli liman, Finike (Phonikus) idi. Ancak Melanippe ve Atrasas limanları da diğer pek çok liman gibi bölgeye hizmet vermekte ve trafik yanında zenginliği de arttırıcı unsurlar olarak önem taşımaktaydılar.

Akdeniz sahillerinin en önemlileri ise Patara ve Andriake limanlarıydı. Limanlar zinciri ve doğu ile batısındaki limanlarla güçlü bağlantıları Likya’yı geniş bir egemenlik için vazgeçilmez kılmaktaydı. Likya sahillerinin egemenlik yolu olduğunu fark eden Büyük İskender, tüm Likya’ya egemen oldu. Artık Likya’nın kendi kendini yönetebilme şansı bitmişti.


İskender’in Babil’de ölümünden (MÖ 323) sonra Likya topraklarına önce Makedonlar girer. Daha sonra 310’da Likya topraklarına giren Ptolemaioslar 309’da güçlü filosuyla önce Phaselis’i ardından da Likya’yı fetheder. Burada, Diodoros’un, Phaselis’i Likya’dan ayrı olarak anmış olması ilginçtir. 


MÖ 301’de de Lysimakhos egemen olur.  Egemenlik sık sık el değiştirir:  Likya MÖ 279-78’de Antiokhos I’in,  MÖ 278-77’de Ptolemaios II. Philadelphos’un kontrolündedir.  MÖ 197’de ise sırada Seleukoslar egemenliği vardır. 


Antiokhos III, Likya’nın özellikle de Myra, Andriake, Patara, Phaselis ve Limyra’nın alınması üzerinde durur. Çünkü bunlar en önemli limanlardır. Temeli ekonomiye dayalı bir memuri yönetim anlayışıyla Hellenistik Dönem Likya’sında aristokrasi yeniden güç kazanır. Suriye Kralı III. Antiokhos’un Anadolu’yu ele geçirme serüveni, MÖ 189’daki Magnesia Savaşı’nda yenilmesiyle son bulur.


Savaşın ardından imzalanan Apameia Barışı (MÖ 188) sonrasında Romalılar (Telmessos hariç) tüm Likya’yı Rodos’a armağan eder. Ancak, bu dönemde Likya’da büyüyen şiddetli hoşnutsuzluk, 22 yıl sürecek bir başkaldırı dönemini başlatır. Rodos Kongresi’nde Likyalılar, Rodos’a boyun eğmektense her şeye katlanacaklarını bildirmişlerdir. Anlaşılan bir eşya gibi armağan edilmiş olmak hoşlarına gitmemişti. Bunun bedelini Rodos’la yaptıkları ilk savaşı (MÖ 187) kaybederek öderler. Rodos’un Likya işgali karşısında da ilk kez MÖ 168/167’de Likya Birliği kurulmuş oldu. Bu dönemde Rodos’un Roma nezdinde gözden düşmesi ve topraklarını kaybetmesi ile düştüğü ekonomik çöküş Likya’nın palazlanmasına yorulur.


Anadolu’nun her bir yanı Roma eyaleti olurken Likya MS 43 yılına kadar bağımsızlığını sürdürür. Likya, Anadolu’da en son Roma eyaleti olan bölgedir. Gerçek bağımsızlık ise MÖ 81’de Sulla tarafından verilir ve Likya ilk kez “Hür Devlet” konumunu ancak kazanır. Bunu da Mithridates Savaşı’nda Roma’yı desteklemesiyle kazanmıştır. Anadolu’nun belki de ilk bağımsızlık savaşlarını veren Pontos Kralı Mithridates VI. Eupator MÖ 88-89’da Anadolu’nun büyük bölümünü egemenliği altına alır.


Anadolu kentlerinin çoğu Pontos kralına isteyerek kapılarını açar. Hatta Efes gibi bazı kentlerde Mithridates’e yaranmak için Roma onuruna dikilen heykel ve anıtları yıkmışlardır. Likya gibi bazı özerk bölgelerdeki az sayıdaki bazı kentler ise, müttefik Roma gücüne sığınarak direnmekteydiler.


Roma’nın Doğu Akdeniz’deki en büyük donanma gücü olan Rodos Adasıydı. Ancak Rodos tarihsel dersini iyi almış ve Mithridates’e karşı bayrak açmıştı. Rodos MÖ 88 yılındaki ada seferine karşı Likyalıların yardımıyla savunma hazırlıklarını yapmıştı.


Likya’dan gönderilen Pataralı Artapatos’un oğlu Amiral Kreinolaos komutasındaki gücün ilk görevi, Mithridates’in yola çıktığı Kos Adası’nı gözetlemekti. Şiddetli savaş sürecinde, Rodos’un yüksek deniz yeteneğinden öte iki önemli olay Mithridates’in kaderini ve Rodos’un şansını belirlemişti. 


Bunlardan biri, krala yardıma gönderilen güçleri taşıyan nakliye gemilerinin Kaunos açıklarında fırtınaya yakalanması, diğeri ise kuşatmada saldırı kulesi dev sambukenin devrilmesi idi. Kuşatma gücü bırakıp Rodos’tan Likya’ya hareket eden Mithridates, Likya Birliği donanmasının bulunduğu, Birliğin başkenti Patara’ya hareket eder. Bu mücadelede Rodos’un yanında Mithridates’e karşı savaşan Likya, Roma tarafından, Sulla’nın zaferinden sonra “Roma’nın dostu ve müttefiki” olarak ödüllendirilir. MÖ 82’de Balbura, Bubon ve Oinoanda’nın birliğe katılması bu ödüllerden biridir.



MÖ 1. yüzyıl başlarında bölgenin başına dert olan Zeniketes, Romalı bir komutan olan Servilius İsauricus yardımıyla MÖ 78-77’deki savaşlar sonucu Likya’dan atılır. Bunun sonucunda korsanlık döneminde Zeniketes’in yuvaları olan Olympos ve Phaselis Likya Birliğinden atılır. Korsanlığa karşı savaşan ve uygar davranışları nedeniyle Roma kaynaklarınca övülmüştür.


Brutus’la bağlantılı olarak sancılı dönemler geçiren Likya, Augustus ve Tiberius zamanında Roma’yla ilişkilerin oldukça iyi olduğu bu imparatorlara adanan anıtlardan anlaşılmaktadır. Hatta Tiberius, Myra halkı tarafından yaşamı boyunca “tanrı” ilan edilerek onurlandırılmıştır. Aynı biçimde Germanicus da heykellerle onurlandırılmıştır. 


Myra halkı Germanicus ve Agrippina için “kurtarıcı, velinimet” olarak anmışlardır. Likya ilginç bir şekilde imparatorluk sınırlarına dâhil edilmekte çevresine göre çok gecikmiştir. Oysa deniz taşımacılığının alternatifsiz olduğu o dönemlerde çok önemli limanlarıyla Likya, İmparatorluk için de önemli olmalıydı. 


Bunun nedeni, bir Roma eyaleti olmadan önce de güvenilir ve sorun yaratmayan bir müttefik olarak bir eyalet gibi davranmış olmasındadır. Ancak bu “sorunsuzluk” bittiğinde bölgede iç karışıklıklar başladığında Roma’nın Likya’ya el atma zamanı da gelmişti. Güvenlik için kurulmuş olan Likya Birliği artık çalışmıyordu.


Ekonomiyi ve politikayı ellerinde bulunduran zengin ve güçlü Likya aileleri ile güçten pay alamayan diğer aristokratlar arasında çıkan çatışmalar yaygın bir iç anarşiye dönüşür. Resmi yetkilerin tümünü ellerinde bulunduran ileri gelenler, İmparator kültüne de büyük önem vererek İmparatorluktan güç almaktaydılar. Bunların karşısında da Roma karşıtı olan ve tabandan destek bulan diğer üst sınıf bulunmaktaydı. Bu büyük iç karışıklıkta ölümler, talan ve gasp en yoğun biçimde yaşanmaktaydı. Ölenler de –her ne kadar Roma vatandaşı olarak anılsalar da- Roma vatandaşlığını almış yerlilerdi. 


Zaten Likya, yabancı azınlığın çok az olduğu bir bölgeydi. Korsanlık sürecinde Likya’yı uygarlığıyla Kilikyalılardan ayıran özellikleri bu dönemde kaybolmuştu. Artık iç savaş vardı. İmparator Claudius, en iyi komutanı Quintius Veranus komutasındaki askeri müdahaleyle bu duruma son verdi ve MS 43 yılıyla birlikte Likya Roma’nın bir eyaleti oldu. 


Artık Birlik kararları Roma’nın bölge valisi tarafından onaylanmadan uygulanamıyordu. Likya’ya verilen ayrıcalıklı bağımsız haklar çoğunlukla ellerinden alınarak yüksek bir kontrol mekanizması uygulanmaya konulmuştu.


Sezar’ın öldürülmesinden sonra, Senato Brutus’u Girit Adası’na sürer. Brutus da güçlenmek üzere kentlere baskınlar düzenler. Hedefte Likya’nın metropolleri de vardır. Oinoanda gibi gönüllüce Brutus’tan yana olanların olmasının yanı sıra çoğunlukla ya zorla ya da gönülsüzce teslimiyetler yaşanır. Rodoslular gibi Likyalılar da Sezar’a olan saygılarından Brutus’a karşı cephe almışlar ve Naukrates liderliğinde ayaklanmışlardır. 


Ama özellikle Ksanthos vadisinde gerçekleşen bu karşı koyuş başarısız olur. Sikkeler üzerinde Brutus’un zaferini simgeleyen tropaion ve esir alınan Likyalılar vardır. 


Bir Brutus sikkesinin arka yüzünde, trophaion altında betimlenmiş olan iki gemi pruvasından biri, Cassius’un Rodos işgalini diğeri de Lentulus Spinther’in Myra-Andriake işgalini simgeler.


MÖ 46 yılında Roma ile Likya arasında yapılan anlaşmaya göre, Likyalılar Roma düşmanlarını sınırlarında barındırmayacak, birbirlerinin düşmanlarına hiçbir yardımda bulunmayacak, savaşta ise yardımlaşılacaktı. Bunlar dışında Sezar, Likya’dan ayrılmış olan Phaselis, Khoma, Telmessos gibi yerleri Likyalılara geri vermiştir. Likya, İskenderiye savaşında Sezar’a yardıma gönderdiği 5 geminin karşılığını fazlasıyla almıştı. Çok daha önemli bir karşılığı da Brutus’un Roma’ya karşı başlattığı isyana destek vermemesiydi. Brutus, istediği silahları ve parasal yardımı Likya’dan yeterince alamamıştı. Ancak Likya, Brutus’a karşı direnişin bedelini ağır ödemişti. En ağır bedel ödeyen kent de Ksanthos’du. Ksanthos’un perişan halini gören Patara doğrudan teslim olmayı tercih eder. Patara’nın tüm altın ve diğer değerli mallarını alan Brutus, Myra’ya yönelir.


Brutus’un komutanı Lentulus Spinther, Andriake liman girişi zincirlerini kırıp kenti işgal edince Myra da teslim olmak zorunda kalır. Plutarkhos, Brutus’un Likya’dan 150 talent topladığını belirtir. Likya ve Pamfilya’nın (Pamphylia), idari nedenlerle birleştirilerek tek eyalete dönüştürülmesinin ise Rhodiapolis’te bulunan yeni bir yazıtla, MS 68-69 yılında Galba döneminde gerçekleştiği artık kesin olarak bilinmektedir. Daha önce bunu belirten Suetonius doğru çıkmıştır.


MS 1. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan hareketlenme, 2. yüzyılda Likya’ya en parlak dönemini yaşatan alt yapıyı oluşturmuştu. Traian’dan (98-117) Markus Aurelius’a (161-180) kadarki yaklaşık 100 yıllık süreçte, özelikle de barış ve birleşme sürecini gerçekleştiren Hadrian ve Antonius Pius dönemlerinde kent -tüm imparatorluk gibi- en parlak ve güçlü dönemlerini yaşamıştır.


Pax Romana (Barış Dönemi) tüm bölgeyle birlikte Rhodiapolis’e de yaramıştır. Traian, 113 yılında Partlara karşı sefere çıktığında Likya’ya uğramıştır. MS 130’larda Laodikeia ve Kibyra üzerinden Koridalla’ya inen Hadrianus Likya kentlerinin bazılarını ziyaret etmiştir. Bu süreçte Rhodiapolis’te Sebasteion ve içinde dikilen Hadrianus ve Sabina heykelleriyle onurlandırılmış ve imparator kültü tapınımı görmüştür.


Commodos dönemi ve sonrasında Likya, prokonsüller tarafından idare edilmiştir. MS 3. yüzyılın başlarında Caracalla’nın öldürülmesiyle iniş ve kaos dönemi başlar. Bu karışıklıklar ve İmparatorluğun eski gücünü yitirişi Likya’ya da yansır. Barış ve imar yılları geride kalmıştır. Gordianus III döneminde (238-244) Likya’da sikke basan ve basmayan kentler bir araya getirilerek, tekrar bir birleştirme çabasına girilmiştir. 


Valerianus döneminde (253-260) Myra ile Side arasında ekonomik işbirliği ve dinsel birliğin olduğunu gösteren sikke, şehirlerin bir başına da işlerini yürüttüklerini göstermektedir. İmparator Probus (276-282) Likya’da barışın ve düzenin korunması için başkaldırıları bastırırsa da bu dinginlik uzun sürmez. 313 yılına kadar Likya ve Pamfilya aynı vali tarafından idare edilmektedir. 325 yılı meclis kayıtlarında ise Likya ve Pamfilya piskoposlukları ayrı ayrı anılmıştır: Galba dönemindeki birleşme son bulmuştur ve zaten İmparatorluğun ikiye ayrılmasıyla Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve dini Likya’nın yeni resmini oluşturmaktaydı.


Likya’nın başkenti II. Theodosious (MS 408-450) döneminden itibaren Myra’dır. Bu dönem St. Nikolaos’la simgelenen dönemdir. Myra toprakları St. Nikolaos’un Myra’yı ünlendirmesinden yüzlerce yıl önce MS 60’da St. Paulus’un ayak basmasıyla Hıristiyanlıkta önemli bir yer olacağını belli etmişti.


Patara’da doğan Aziz, Likya metropolü olan Myra’da dinsel okulunu kurmuş, yetkinleşmiş ve misyonunun doruğundayken asal kilisesini kurup Hıristiyanlık dinini yayarak ünlenmiş ve aynı yerde ölmüştür. Myra’nın asıl ünlenişi ise 6. yüzyılda olur. Sionlu (Demre-Karabel) Nikolaos’un, Myralı St. Nikolaos’un martyrionunu ziyareti ve Rosallia gününde din adamlarını bir araya getiren Sinod’un Myra’da toplanmasıyla daha da ünlenip gelişen Myra, o gün bu gündür turistlerin/hacıların ilgi odağı olmuş, kutsal bir merkez sayılmıştır.


6. yüzyıl, Likya’da felaketler dönemidir. MS 529-530’da Myra merkezli büyük deprem ve tsunami. MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası: Veba salgını. Büyük depremler ve Arap baskınları sonucu büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık bir dönemdir. İnanılmaz sayıda ölümler Likya nüfusunu azaltmış, gücünü tüketmiştir.


7. ve 8. yüzyılda, bu kez Araplar Likya’nın sahibi olmak ister. Teke sahillerinde üs edinmenin nihai amacı İstanbul’a sahip olmaktı. İstanbul’un kuşatılmasının ardından yapılan malzeme sevkleri de Likya kıyılarından yapılmaktaydı ve bu rota boyunca Arap filosu sık sık Likya kentlerine baskın vermekteydi.


İslam-Bizans savaşlarının en büyüğü 655 yılında Finike limanında yaşanır. Finike sahilinde demirleyen 30 bin kişilik İslam ordusu ve denizlerde yankılayan ezan sesleri İmparator Konstantin’in rüyalarına girer. Diğer gemilerden yükselen çan sesleriyle de bu psikolojik savaşa yanıt veriliyordu. Ve deniz savaşını kara savaşına dönüştüren Arap ordusu galip gelir. 9. ve 10. yüzyıllarda kendini biraz toparlayıp tekrar şapel ve bazilikalar yapacak kadar sakinleşen bölgedeki Bizans varlığı 11. yüzyıllarda Türklerin gelişiyle bir anda yok olur. (! - Milattan önceki dönem ile Hıristiyan Türk boylarının varlığından bahsetmemek bir eksikliktir!-SB)


Artık, tamamen farklı bir kültür ve yönetimin söz konusu olduğu yeni bir dönem başlamış, Hazar bölgesinden gelip yöreye yerleşen Teke aşiretiyle birlikte adı da artık Teke olmuştur. Ancak, kendi içinde de olsa değişim sürer: Selçukluların yıkılışıyla Menteşoğulları egemen olur. Bu dönem 90 yıl sürer. Selçuklu ve Beylikler dönemlerine ilişkin ele geçen verilerden biri, Rhodiapolis kilise kazılarında bulunan gümüş bir sikkedir.


Hamitoğullarına ait sikke 1322 tarihlidir. 1390’da Sultan Beyazıt ilk Osmanlı bayrağını Likya’ya diker. Tüm Likya sahillerinin Osmanlı egemenliğine geçmesi için ise yaklaşık bir yüzyıllık mücadele Osmanlıları beklemektedir. Çünkü tüm deniz kurtları, Venedikliler, Cenevizliler ve St. John Şövalyeleri’ni de temizlemek gerekecektir. Bu mücadeleler 1479’da çoğunlukla kırılır ve Osmanlı güneybatı sahillerine sorunsuz yerleşir. Bu kez sırada iç isyanlar vardır. Bunların en önemlilerinden biri, 1510’daki Şahkulu Baba isyanıdır.


Likya’da alışkın olduğumuz bir direniş destanı daha yaşanır 1606’da. Aziz Stephanos Şövalyeleri Finike’ye saldırdıklarında, neye uğradıklarını şaşıran Türkler kaybedeceklerini anlayınca topluca intihar etmeyi seçerler. Aslında sular hiç bir zaman ebediyen durulmayacaktır. Teke Mütesellimi İbrahim Bey, 1807’lerde 29 ay boyunca güçlü Osmanlı’ya karşı direnecektir. Son bayrağı yine halklar birliğinin son versiyonuyla ve yine destansı bir mücadeleyle diken Mustafa Kemal’le de tüm Anadolu gibi Likya da büyük devrimlerle yeni bir çağa girer: Cumhuriyet Türkiye’sine."


Prof. Dr. Nevzat Çevik

Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü,Myra-Andriake Kazıları Başkanı,aktuelarkeoloji,2011
Bu çabada Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün Myra-Andriake kazılarıyla N. Çevik ve ekibi,
Patara kazılarıyla F. Işık - H. İşkan Işık ve ekibi, Rhodiapolis kazılarıyla İ. Kızgut ve ekibi, Tlos kazılarıyla T. Korkut ve ekibi ; hem kazı ve araştırmaları hem de yoğun yayınlarıyla Likya Uygarlığı’nın aydınlatılması amacına yönelik olarak 22 yıldır yoğun bir gayret göstermiştir.




Myra / Tiyatro, 11 bin 500 kişi kapasiteli, bölgenin en büyük ve en nitelikli tiyatrosu, alüvyon altında gömülü kentin Roma Döneminde bölgenin en büyük merkezlerinden biri olduğunu göstermektedir.

Likya’nın en kapasiteli tiyatrolarından biri olan Myra Tiyatrosu’nun batı duvarında “Gezici esnaf Gaius’un yeri” yazılıdır. Duvara kazınmış harfler, sessizce duran dev tiyatroda bir zamanlar yapılan gösterilerde izleyicilere çerez satan satıcıdan sıcak sesler taşır. Başka biri ise, resmi ve yazısıyla bir dilek içerir: Zafer Tanrıçası’nın figürü önünde, “kente şans getir ve sürekli galip ol” yazılıdır.


Likya’nın Mür soluyan kenti - Myra / Andriake

Adonis’in güzeller güzeli annesi Myrhha’ya adını veren Likçe’deki yerel ismi ile “Muri”, ünlü Myra yağının da üretildiği mersin bitkisinden kök alır. Günümüzdeki adı olan “Demre”ye kadar da çok değişmeden bugüne dek yaşar. Myra kazılarından çıkan mür yağı şişeleri, kilise çevresindeki yağ işlikleri ve hala bu alanda bulunan mersin ağaçları, her dönemde kentin adına yansır.

Tüm Likya’nın en etkileyici kaya mezarlarından biri olan tapınak cepheli mezar, mimarisiyle, bitkilerden çıkan tanrıça (Artemis/Myrrh) dizisiyle, aslan boğa kabartmalarıyla ve tam ortada betimlenen mezar sahibi aile “fotoğrafıyla” muhteşemdir. Kabartmada ve sikkede görünen “Tanrıça Myra”dır, “Myra Artemisi”dir. 

MS 4. yüzyıl başlarında, Hristiyan İmparator’un başa geçmesi ile birlikte yerel piskoposlar kötülüklerin kaynağını yok ettiklerine inanarak antik tapınakları ve heykelleri yok etmişlerdir. “Likya’nın en güzel Artemis Tapınağı” da olasılıkla Myra Piskoposu tarafından temellerine kadar yıkılmış olmalıdır.












"Alfabenin toplam 29’dan “Hellence’den alınmıştır”denilen 19 harfi de, Hellence’de yazılan Fenike kopyası harflerden farklı olarak, M.Ö. 402’de Atina’da Hellen dünyasına ortak bir alfabeye dönüştürülen, özgün Milet alfabesinin bir ürünüdür... Ve onların Atina’dan göçle gelmedikleri, yarattıkları uygarlık gibi Anadolu’da yerli oldukları görüşünün artık eskiçağ biliminin gündemine oturmaya başlaması, eskiçağ biliminde konulara tek yanlı “Hellas/Atina” önyargısıyla değil, “Anadolu/Milet” seçeneğiyle de çok yönlü yaklaşımın doğal sonucu olarak şaşırtmamalıdır."

"Eskiçağ Bilimi’nin yüzelli yıldan buyana “Hellenliğini” sorgulama gereği bile duymadığı bir uygarlığı kendi “Anadolu”köküne bağlamanın kolay olmayacağı belliydi. Çünkü Anadolu arkeolojisinin dünyaca tanınmış saygın adı Akurgal ayrıca doktora çalışmasının bağlığına taşımıştı Lykia sanatının “Hellenliği”ni, “M.Ö. 6.yüzyıl Lykia Yunan Kabartmaları” diye. Karşı bir görüşü öncelikle kendi halkımıza inandırmak kolay olmayacaktı. Ayrıca, bir taraftan İonlar bağlamında, “sanatı ve kültürü Doğu/Anadolu olan ve Anadolu mayasıyla yarattıkları Batı Uygarlığı’nı Ege’nin batı yakasındaki ‘anayurda’ aşılayan sömürgeciler Atinalılar’dır, çünkü yazı ve dil Hellence’dir” denecekti.

Öteyandan, her nasıl oluyorsa, “yazısı ve dili yerli olan” bir halkın, Lykia’nın, uygarlığı da “Hellen” olabilecekti, çünkü bu kez “sanatları Hellen etkili” olacaktı. Karşıt iki gerekçeyle aynı hedefe varabilme mucizesini(!) içeren bu görüşler Batılılar gibi Akurgal’ındır da. Bir uygarlığın kimliğini yazı ve dil mi belirler, yoksa sanatın, düşüncenin niceliği mi?; bunu anılan mantık temelinde anlayabilmek mümkün değildir. Anlaşılan tek şey, Batı Anadolu’daher uygarlığın her durumda mutlaka “Hellen” olması gerektiğidir (!).

Acıdır ki genç kuşak eskiçağ bilimcilerimiz de Lykia’da Hellen etkisini yazı temelinde görme kolaycılığından sıyrılamamış; yerli yazı yerine Hellence’nin toplumun iradesi dışında, Makedon İskender buyruğuyla yazdırıldığı unutularak ve bunu arkeolojik bulgularla birlikte değerlendirme gereği bir yana bırakılarak, bu etkiyi “Pers egemenliği altında çift dilli yazıtlarda fark etmeye” dek indirgemişlerdir. Sanki resmi dili ve yazısı Farsça olan Selçuklu Türkleri, bununla “Persleşmiş”lerdir!!!" - Prof.Dr.Fahri Işık






Bölgede pek çok doğal felaket yaşanmıştır. Bunlar genellikle salgın hastalıklar ve depremlerdir. Deniz merkezli bazı depremlerin tsunami de oluşturmuş olabileceği varsayılabilirse de bunun kanıtını bulmak zordur. 

MÖ 227 : Likya, Karia ve Rodos
MÖ 199 : Rodos
MS 68 : Myra ve Patara depremi ve tsunami.
MS 141 : Tüm Likya’yı büyük oranda etkilemiş
MS 240 : 5 Ağustos depremi. Arykanda tiyatrosu ve stadiumu ile Lykiarkhın mezarında tahribata yol açan depremde bazı Likya sahil şehirleri su baskınlarına uğramıştır. Bu korkunç deprem sonrası İmparator Gordianus III yerle bir olan Likya şehirlerinin tekrar ayağa kalkabilmeleri için, zarar gören şehirlere sikke basma hakkı tanımıştır.
MS 344 : Rodos merkezli şiddetli deprem.
MS 365 : 21 Haziran veya 370 depremi.
MS 474 : Rodos büyük deprem.
MS 515 : Rodos. Büyük deprem.
MS 529 : Myra büyük deprem.
MS 542’den 740’a kadar kıyamet tabakası. Veba salgını. Büyük miktarda insan ölümlerinin yaşandığı suskun, karanlık dönem…
MS 565 : Arykanda bazilikasının yerle bir olduğu ve arkasından Arif Köyü’nün ilk oluşumunun gerçekleştiği dönem.
MS 7. yüzyıl : Myra, Patara, Kekova, Phellos ve Ksanthos’un tahrip olduğu büyük deprem.





"Lykia’da konuların seçiminde, tarihsel içeriğinde, doğal ve gerçekçi betiminde “Hellas”yoktur, Anadolu vardır; “Hellenizm” yoktur, Doğululuk vardır. Lykia soylusu bile “Hellenleşmiş”olamaz, çünkü onun mezarı kent içindedir, agora’dadır, halkın yaşamından kopmaz; çünkü o ölünce tanrılaşır, “heros”laşmaz. İnancı Anadolu kökenlidir. Lykia Uygarlığı inançta da “Hellenleşmiş” olamaz. Cl.Bosch, daha Türk Tarih Kongresi’nin ikincisinde,“tümü Anadolu Anatanrıçası’ndan türemiştir” dediği -sözde- “Hellen” tanrıçaları arasında Leto da vardır, kızı Artemis de. Likçe’de “kadın” anlamında “lata”yla örtüşür adı Leto’nun; Hellence olmadığı bilinir; adını taşıyan tek antik yerleşim Lykia’dadır: Letoon." - Prof.Dr.Fahri Işık



"Aslında burada garip bi şey yox. Roma və Bizans arazilerində musəvilərin varlığı bilinəndir. Bi də gənəl olarak bunların çoğu devşirmə yəhudilərdilər ki, bu konu da bir az bilinməz və saklıdır. Bizans dönəmində xristianlığın ilk çağlarında yəhudilərə bi dönəm kölə almağı belə yasakladılar. Nədəni isə kölələrin sünnət edilib devşirilməsi, hətta köləsinə sünnət etdirən musəviylərə bir ara ölüm cəzası uyqulandı. Bu konular az da olsa Bizans səlnaməçiləri Menandr, Theofanın yazılarında keçər. Demək ki, o zaman artıq Romadaki yəhudilərin çoğu devşirmə idi. Bu da ki, yəhudilərin gənəl olaraq Fələstindən çıxışı tezinin masal olduğunun bir kanıtıdır." Elşad Alili - Dilbilim Enstitüsü Azerbaycan