25 Şubat 2014 Salı

Mezopotamya ve Proto-Türkler



Sumer Kralı,MÖ.2500   -   Acaba Taşbabalara örnek midir?



KUZEY MEZOPOTAMYA''DA 
ARKELOJİK ARAŞTIRMALAR VE PROTO-TÜRKLER

Mezopotamya, iki nehir arasındaki (Dicle-Fırat) ülke manasına gelmekte olup arapçada da nehreyn aynı manada kullanılmaktadır. Mezopotamya'ya MÖ.3500'lerde gelen Sumerliler, burada insanlık tarihine ışık tutacak parlak bir medeniyet yaratmışlardır.

Bugün kullandığımız zaman ölçüsü birimi saatin altmışlık sistemini, ilk yazı olan çivi yazısını, onlar bulmuşlardır. (1)

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sumeroloji Kürsüsü'nü kuran ve Amerika'da ölen Prof.Dr.Beno Landsberger, 1937 yılında toplanan II.Türk Tarih Kongresi'nde "Some Questions on the History of Asia Minor - Ön Asya Kadim Tarihinin Esas Meseleri" adlı tebliğinde şöyle der:

"Eğer biz Mezopotamya ve anadolu ile meşgul olduğumuz vakit, Çin hatta Mısır'dan farklı olarak, yalnız antropolojik değil, aynı zamanda cihan tarihi araştırmasının bahis mevzu olduğu hissini her vakit taşırsak, bu kültürlerle deruni bir karabet hakkındaki karanlık hissimiz yerine, kültür an'anesinin mevcut olduğunu gösteren bürhanı ikame edebilirz." (2)

Yine Prof.Dr.B.Landsberger "sumer dili yalnız fenomenolojik bakımdan değil, aynı zamanda, tarihi bakımından da bütün Asya boyunca uzanan dağlık havalide konuşulan geniş bir dil grubuna ait bulunuyor. Bu nev'iden olup, bugün yaşamakta bulunan biricik dil ailesi Türk dilleridir. İşte bir Sumerli için konuşmak demek, tanzim etmek demektir...Büyük adam, kral, göz açmak = görmek" demektedir. (3)

Sumer medeniyeti, Sami olan Akadlılar tarafından ortadan kaldırılmadan önce, canlı bir dil olarak edebiyatı çivi yazısına geçirilmiş, çivi yazılı kaynaklar ülkelere yayılmış, Babilliler tarafından da kullanılmıştır.

Tesirleri ise, Ahdi Atik'in ilk bahislerinde en aşikar biçimde Tufan hikayesinde görülmekte olduğunu Yahudi asıllı Prof.Dr.Benno Landsberger açıkca belirtmiştir. (4)

MÖ.2150-1950 yıllarında Mezopotamya'da hüküm süren Gutium veya Kutium milletinin Akadça nisbet eki olan kısmını atarsak Gut kalmaktadır. Gut = Guz = Oğuz kavmi olma ihtimali yüksektir. B.Landsberger " ..tarihimizde Türklerle en yakın bir suretle münasebattır olan, hatta belki de ayniyet gösteren kabile budur" demektedir. (5)

B.Landsberger, söz konusu tebliğinde Gut dilinden kalan bozulmamış bazı kelimeleri vererek , Türkçe ile karşılaştırır. Şöyle ki:

1.Yarlagan = Haber veren olabilir. Orhun kitabelerinde yargan'ı hatırlatır.

2.Tirigan = yardım eden manasına gelir ve Uygurca Tiriga mükemmel kelimesini hatırlatır. (6)

3.Şarlak yahut Çarlak = Birçok lehçelerde kanatlı ve memeli hayvan adıdır. Anadolu'da bugün küçük çağlayanlara da (şelalelere) şarlak adını verirler.

4.Laşirap yahut lasirap = Kral listelerinde takriben MÖ.2000'de yazılıp , nakledilen isimlerde şöyledir:
* El-ulumeş = memleketini büyütmüş, büyüten anlamına gelebilir.
*İnima-bakış = Çeşitli manalara gelebilir.
*Nikillakap
*Warlagaba
*Yarla
*Yarlaganda
*Tiriga
*İnguşu yahut İnkişu
*İgeşaus
*İbate yahut İbatı

Görülüyor ki Gutium kral isimleri , Türkçe ile manalandırılabiliyor.

Bu düşünceyi, A.Ü.D.ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk dili ve Edebiyatı profesörlerinden Dr. Vecihe Hatipoğlu'da desteklemektedir.(7) Şöyle ki;

"Güney Mezopotamya'daki Sumer uygarlık halkası , daha yukarılarda Kuzey Mezopotamya'ya yayılarak sürdüren, yaşatan Gud'lar daha sonra da Kas'lardır. Kısaca, Sumer uygarlığı kuzeyden güneye iner. Kıvançla belirtmek gerekir ki, Kas'ların dillerinin Türkçe oluşunun açıklaması ile , Sumerce sorunu da aydınlığa kavuşmuştur. Son incelemelere göre, hiç kuşkusuz kesinlikle Sumerce Türkçedir demek doğru olur."

Sumerce'nin Türkçe olduğunu ilk kez yirminci yüzyılın başlarında (1915) Prof.Fritz Hommel açıklamıştı. (8)

"Atatürk bu çok önemli açıklamayı eşsiz görüşü ile hemen benimsemiş, bu konunun ve buna benzer başka konuların gerçekçi bilim yöntemleriyle incelenmesi için 1936 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini kurmuş ve bu fakültesye batının ünlü sumeroloğu Prof.B.Landsberger'i öğretim görevlisi olarak yerleştirmiştir."

Prof.Dr.Vecihe Hatipoğlu, söz konusu makalesinde ; yukarıda gördüğümüz Prof.Landsberger'in 1937 yılındaki tebliğine atıf yapmış ve ve Farslılar'ın Araplar'ın Eski Çağlardan beri, Oğuzlar'a Guz demelerine dikkat çekerek bu olayın sebeblerini araştırmış, Oğuz adının aslında guz olabileceğini düşünerek, MÖ.1700 yıllarında Mezopotamya'da 560 yıl hükmetmiş olan Kas'lara ulaşmıştır.

Prof.Hatipoğlu'na göre "Türk tarihi MÖ.3500 yıllarında yaşamış olan Sumerliler'in tarihi ile başlatılmalıdır...MÖ.3500 yıllarında yaşamış olan Sumerliler'in MÖ.2500 yıllarında hükümran olan Gud'lar, MÖ.1700 yıllarında egemenlik kuran Kas'lar (Guz'lar) arasındaki zaman farkı, egemenlik zamanlarının farklılığıdır. Yoksa Türkler bu yörelerde aralıksız uzun yüzyıllar yaşamışlardır. MÖ.1700 yıllarında III.Babil Krallığı Kas hükümdarı Gandaş (Kan-Daş) kurmuştur. Daha sonra gelen Kas hükümdarlarının bazıları şunlardır:

Agum I (Agu-m) (9) , Agum II , Agum III ;
Kastilaş (Kas-Dili), 
Ulamburlaş (=Alaca-kurt =Kızıl Kurt);
Ulam-batur (=Kızıl-Kahraman)
Karaindaş (=Kara in daş (10) = Yurd daş gibi)
Karahardaş (Kara-Kardaş)
Karadunlaş (Kara donlu = Kara elbiseli) (11)
Kadaşman-Enlik (Ka daş man Enlil = Tanrı Enlil'in akrabası, Enlil soyundan)
Kadaşman Turgu veya Durgu (Kadaşman-Dursun)
Kudur-Enlil (=Güçlü Enlil)
Marduk - apla İddin (Tanrıça Marduk Abla veya Ana sahip)

gibi "Türkçe ile açıklanabilen kelimeler mevcuttur.

Yazar misallere şöyle devam eder "Bunlar dışında tanılama biçiminde kurulmuş kral adları vardır : Nazibugaş (Naz-i-bugaş) ; Nazi-maruttaş (Naz-i-Marut-taş) ; Kurigalsu (Meta-tezle,-kur-i-gazlu veya guz-lu) ; Nazibugaş (Naz-i-bug-aş) adı dil bakımından olduğu gibi tarih bakımından da çok önemlidir.

Naz sözcüğü eski farsçadan alındığı gibi , bug soyu, ya da boyunun Oğuzların yanında büyük önemi vardır. Oğuzlar evlenmek için hep "bug" boyundan kız almak istemişlerdir ve almışlardır. "Bugaş" sözcüğü, bug boyu ile ilgili olabilir. Kasların kullandığı bu sözcüğe çok yakın bir sözcük de Gud kral adlarından İnim-Bakaş biçiminde görülmektedir.

"Kas dilinde kral adlarından başka pek çok sözcük de bugünkü Türkçeyle doğrudan bağlanabilir. "İranlı,Fars" anlamı veren "Tacik" sözcüğüne rastlanıldığı gibi "kadın esir" anlamını veren "kukla" sözcüğüne de rastlanır ki, bugünkü anlamlarıyla en güzel biçimde bağdaştığı görülür" demektedir, Prof.Dr. Hatipoğlu.

A.Ü.D.ve Tarih Coğrafya Fakültesi Sumeroloji Kürsüsü kıdemli öğretim üyesi, Prof.Dr.Benno Landsberger, muhterem hocam, Prof.Dr.Emin Bilgiç de " Sumerce, Ural-altay dillerinden Türkçe ve Macarca, Kafkas dilleri ile yapı konusunda bir hayli benzerlikler gösterdiği" ifade etmektedir.(12)

"Sumerce, cümle teşkili bakımından kopleksif denilen muğlak fakat mantıki sıraya bağlı cümle teşkili karakteri ile de Türk dile ailesine yakın ve kursif denilen Sami ve Hind Avrupa dillerinin daha sade ve düz cümle kuruluşuna uzak bir yapıya sahiptir. Sumerce de kompleksif cümle yapısı ile ilgili olarak zincirleme cümle şekli vardır. Sumerce'nin bu hali de Türkçeye benzer. Yani ibareler arka arkaya sıralanır ve sonunda bir gramer eki ile bağlanan bir bütün teşkil eder." (13)

"Bu dilde temel gramatik vahdeti (birliği) münferit kelimelerden ziyade kelimeler bütününü teşkil eder. Onun gramatik edatları veya ekleri, kelime köklerine ayrılmaz şekilde bağlı olmaktan çok müstakil hüviyetlerini muhafaza eder."

" Sumerce'nin altı sesli harfi vardır; bunlardan üçü açık vokaller olan a,e,o ; diğer üçü ise kapalı vokaller olan a,e,u'dur. Bunlar kesin şekilde telaffuz edilemezler ve ekseriyetle bir ahenk kaidesine uyarak değişikliğe uğrarlar. Bu, bilhassa gramatikal ek olan vokallerin kısa ve aksansız oluşu hususunda doğrudur. Vokaller bir kelimenin sonunda veya iki konson arasında hazfedilir."

"Sumerce'de köklerin büyük kısmı tek heceli olmakla beraber, oldukça fazla çok heceli kelime vardır. Kelime köklerinin mükerrer kullanılışı, eşya ve amellerin cemi (çoğulu-plural) şeklini meydana getirir..."

"İsimler ekseriya birleşik kelimelerden meydana gelir : Önce tek heceli birkaç kelime alalım : lu (adam) , dup (tablet) , di (hüküm) , ur (köpek) , ma (gemi) , a (su) , şim (güzel koku) vs....lu-gal (büyük adam-kral) , dup-sar (tablet yazan = katip) , di-ku (hüküm kesen = hakim) , ur-zir (zincir köpeği = ev köpeği) , ur-mah (büyük köpek = arslan) , ma-lah ( gemi yürüten = gemici,kaptan) , a-zu ( su bilen = doktor,tabib) , şim-nu (güzel koku çıkaran, ıtriyatçı) vs. (14)

"Bütün bunlardan sonra belirtilmesi gereken husus, dünya dillerinin veya dil ailelerinin hemen hepsi ile mukayesi edilmiş olan sumerce'nin bunlardan herhangi birisi ile kesin yakınlığının ortaya konamamış olmasıdır. Kompleksif dil karakteri, zincirleme ibarelerden cümle teşkili ve bazı kelime yakınlıkları ile Türkçe'de ve Sumerce'de birinci şahsın (m) ile ve ikinci şahsın (s) ile gösterilmesi gibi haller , Sumerce ile Türkçe'yi , Asya coğrafi bütününün başka dillerini de bütün ilave edebileceğimiz büyük dil grubuna bağlar. Ancak, Sumerce sayılan diğer hususiyetleri Türkçe'de yoktur."

"Sumerce mukayese edilen diğer dillerle bünye bakımından belki daha yakın benzerlikler gösterir. Fakat bunlar o kadar umumi şeyler ki, dil akrabalığına delalet etmezler."

"Lugat bakımından ise ,yalnız Türkçe ile Sumerce arasında kanaat verici etimolojik bazı yakınlıklardan bahsedilmesi mümkündür. Bu yakınlığın önde gelen taraftarlarıından F.Hommel bu nevidin 350 kadar kelime üzerinde durmuşsa da bunlar bugünki seviyesinde yeniden incelemek durumundadır. Bunlar arasında en ikna edici görünen Türkçe Tengri ve Sumerce Dingir kelimelerinin etimolojik yakınlığı, son tahlil ve teşhişlerle Dingirin Proto-Farsça'ya ait olması ihtimali ile şüpheye düşmektedir."

Prof.Dr.Emin Bilgiç geniş makalesinde Sumer dili, yazının MÖ.3100'lerde icadından sonra , çağının tarihi, edebi dini, hukuki, iktisadi muhabere dili olmuş ve sadece Sumerliliğin Sumerce'nin değil Hitit, Urartu, Babil ve Asurlular'ın ortadan kalkışına , hatta Hz.İsa'nın doğumuna kadar Orta Doğu'nun mektep ve ilim dili olmasına devam etmiştir.

Bu sebeble de Hititler, Hurriler, Urartular, Yahudiler, İsrailliler onların eserlerinden bazılarını kendi dillerine tercüme ederek, geniş ölçüde taklid etmişlerdir. İbrani edebi eserlerinin bir çokları şekil ve muhteva bakımından tesir altında kaldıkları gibi, hatta eski Yunanlılar da Sumer edebi eserlerinin derin tesirini girmişlerdir. Böylece MÖ.1100 tarihinden itibaren İsrailliler, Yahudiler, Asur ve Babil kültürü ile temasa geçmeleri sonucu, bu kardeş kavimler, dünyada ilk defa monoteistlik (tek Allah'a tapılan din) din fikrine gebe oldukları bu sırada karşılaştıkları kültürün özü ve manevi cephesi üzerinde daha çok durmuşlardır, demektedir.

Mısır'da olduğu gibi boğa heykeline tapınma adeti Sumerliler'de yoktur. Kesinlikle girmemişlerdir. Boynuzlu taç Tanrılık alametidir. Dagan Sumerlilerin garp tanrısıdır. Sumerlilerin dini çok tanrılık esasına dayanmakta olup her tanrının belli bir mevkii olmasına karşılık, mahalli tanrıların bütün memleket veya kainat tanrıları şeklinde tekamül ederek bir sistem içine yerleştirerek pantheonu yaratmışlardır.

Şimdi tekrar Sumerliliğin ve Sumerlerin Klasik Çağ olan MÖ.2150-1950 yıllarına dönerek Prof.Dr.E.Bilgiç'in adı geçen makalesinden o devrin önemli isimlerine göz atalım:

"Çeşitli eski Sumer kültür merkezlerinde Akadlı halk yanında ve idaresinde yaşamaya devam eden Sumerlilerde yeniden uyanan Sumerlilik idraki ve Sumer kültür memleketine kuzey-doğudaki Zagros Dağları bölgelerinden yavaş yavaş Gutiumlu'ların hırs ve alaka duyarak inmeye başlamaları neticesinde mukavvemet cepheleri gelişmiş , Akad Devleti çökmüş, Yeni Sumer Devri açılmıştır.

"Bu devrede IV.Uruk Hanedanı Güney Mezopotamya'nın güneyinde pek çok edebi inşaat kitabeleri ile tanınan ve Sumer dili ve edebiyatının klasik örneklerini meydana getiren Gudea da biraz daha şimalde (kuzeyde) Lagaş'ta Sumerliliği canlı tutmaya ve geliştirmeye çalışıyorken, dağlık bölgelerden göçen Gutiumlular bütün cenubi (güney) Mezopotamya'ya hakim olmuştur, adları Türkçeyi andrıan krallarının idaresinde bu kültür memleketini 90 yıl kadar işgalleri altında tutmuşlar, ilk zamanlarda yadırgamalarına rağmen buranın, temeli ve özü Sumerlilere ait kültürünü de kısmen benimsemişlerdir."

"Lagaş'da yeni Sumer çağında yeniden kurulan ve Gutium rallarına tabi olarak hüküm süren şehir - devleti beylerinin sırası tertiplenen eski listelere göre : Ur - Baba, Ur-Gar, Namhani, Gudea, Ur-Ningirsu, Pirig-mevs. Yeni Lagaş hanedanının kurucusu Ur-Baba'ya kendisinden sonrakilerin nisbetinin ve onların sırasının şöyle olduğu neticelerine varılmıştır.

"Kurucu Ur-Baba'dan sonra yerine , onun damadı Gudea geçmiştir. Sonra Gudea'yı oğulları Ur-Ningirsu ve Pirigme takip etmiş ve bunların ikisinin beyliği on seneyi bulmuştur. Ancak bunlardan sonra Ur-baba'nın ikinci damadı olan Ur-Gar ve üçüncü damadı olan Namhani veya Nammahni arka arkaya Lagaş Beyi olmuşlardır."

"Namhani'nin hem Lagaş hem de Umma'nın beyliğini birlikte yürüttüğü ve Gutiumlular ile işbirliği yaptığı anlaşılmaktadır."

"V.Uruk Hanedanının kurucusu ve kudretli tek kralı olan Utu-Hegal kitabesinde Gutiumlular'ı şiddetle itham etmekte ve onları 'dağların yılanları ve akrepleri' olarak vasıflandırmakta, Sumer ilini istilalarından nefretle bahsetmekte ve son Gutium kralı Tirikan'a karşı kazandığı zaferi anlatmaktadır. 


(Bkz. Hz.Nuh'un Yafes'ten torunu Tiras'ı hatırlatmaktadır. Tirikan bu da bizim tezimizi kuvvetlendirecek bir donedir. Sadi Bayram)


"Öte yandan Utu-Hegal'ın valilerinden olan Ur-Nammu ile ilgili metinde Utu-Hegal'ı onun yedinci saltanat yılında nasıl bertaraf ettiği ve Lagaşlı Ur-Baba'nın Gutiumlularla işbirliği yapan ve Sumer memleketini onlara ezdiren damadı Namhani'ye hücum ederek onu öldürdüğü kayıtlıdır."

"Böylece yeni Sumer veya klasik Sumer Çağında Lagaş şehir beyi Namhani V.Uruk hanedanının kurucusu Utu-Hegal, Gutiumlular'ın son kralı Tirikan ve III.Ur sülalesinin kralı Ur-Nammu arasında herhalde daha yaşlıdan daha gerce doğru bir çağdaşlık münasebeti kurulmuş olmaktadır.

Bu durumda Gutiumlular'ın Utu-Hegal tarafından Sumer memleketinden sürülmesi ve Lagaş şehir beyliğinin Namhani'den sonra bir sükünet devresine girmesi ile klasik Sumer Çağının ilk devresi kapanmış olmaktadır. Yeni Sumer Çağının ikinci yarısında ise, hem siyasi tarih, hem de arkeolojik buluntular bakımından hemen tek başına III.Ur hanedanı temsil eder.

"Hanedanının hepsi de ayrı ayrı kudretli olan, ünvanları, icraatları ve hududları ile şehir-devleti anlayışını aşan, son ikisi Sumerli olmasına rağmen Akadca ad taşıyan beş kralı şunlarıdr. (Takriben MÖ.2110-2000)

Ur - Nammu (18 yıl)
Şulgi (48 yıl)
Amar-zuenna (9 yıl)
Şu-Sin (9 yıl)
İbbi-Sin (25 yıl)

"Ur-Nammu şimdiki bilgilerimize göre, Eski Sumer Devri son Lagaş kralı Urukagina'nın talimatnamesi bir tarafa Mezopotamya ve Ön Asya tarihinde ilk kanun koyan Sumer kralıdır. Kanunun metni çok kırık parçalanmış olarak ele geçmekle beraber, bulunması gerekli kanun tekniği ve muhteva unsurlarını cemettiği anlaşılmaktadır. Kanunun Prolloğu teolojik, tarihi ve ahlaki olmak üzere üç husus ihtiva etmektedir. Asıl kanunun metninin baştan kalan kısım 22 maddeden ibarettir. Bunlar büyücülüğe, asker kaçaklarına ve yaralanmaya ait pragraflardır. Bu pragraflar kısım kısım daha sornaki Eşnunna, Hammurabi ve Hitit kanunlarındaki bazı hükümlere esaslı suretle benzerlik göstermektedir."

"İkinci kral Şulgi içlerinde en başarılı idi. Hayatında ve ölümünden sonra kendisine bir ilah gibi tapılmıştır."

"III.Ur Hanedanı Çağında Elamlılara ve şimali (kuzey) kavimlere karşı neticeli harpler yapılmıştır. Kral Amar- Zuenna zamanında ise Asur, Ur Devletine ait olmuştur."

"Ur-Nammu ile hayatlarının bir safhasında çağdaş oldukları anlaşılan Lagaş Şehir beyi Gudea, başlıbaşına, Sumer dili ve edebiyatının, Sumer Sanatının kitabeleri, heykelleri , statüleri, inşa ettirdiği mabetleri , vs. ile kudretli ve silinmez bir temsilcisi olmuştur. Bıraktığı çeşitli neviden onlarca uzun-kısa kitabeleri ve metinleri Klasik Sumerce'nin kaynaklarını teşkil ederek - Sumeroloji sahasının ölmez isimlerinden Adam Falkenstein'in iki ciltlik metinlerden bol emsali Gudea Dili Grameri'ni yazmasına amil olmuştur."

"Bütün bunlara rağmen Sumerlilerin idaresindeki halkın bir kısmını teşkil eden Akadlıların ve sonradan Mezopotamyaya gelip onlara katılan Bati Samilerinin yeniden uyandırmaya muvaffak oldukları Samilik duygusu, Akad Çağında müstakil hüviyetlerini kazanıp gelişen akad dili ve edebiyatı klasik sumer çağında da varlığını koruyup yaşamaya devam etmesi, yeni Sami göçleri (Ammurrular, Kenanlılar) ile bu şuurun beslenip durması sebebiyle, yeni bir Sami hamlesi, Elamlılarla ittifakı halinde, son Sumer devlet veya şehir-devletlerini ortadan kaldırmaya yetmiştir. (15)

Muhterem hocam Prof.Emin Bilgiç'in fevkalade önemli geniş bir araştırma mahsülü olan "Atatürk ve Sumerlilerin Tarihi" konulu makalesinden uzun iktibaslar yaptık. 

Bunun sebebi, Sumerlilerin tarihinin bizim için son derece önemli olması ve okuyucularımızın herhangi bir hataya düşmemeleri, hayatımın boyunca hakikatleri arayıp bulabilmek amacı, bulduğumuz ip uçlarını tarafsız bir gözle değerlendirmek veya değerlendirilmesi için okuyucularımıza sunmaktır.

Okuyucularımızın fikirleri daha detaylı, anlayabilmeleri, tezimizi araştırabilmeleri, tahkiki için tekrar Sumer Tarihine ait kaynaklara daha az zaman ayırabilmelerini temin maksadıyla metnin bir kısmını hemen hemen aynen vermeye çalıştık. Parantez içinde iki benzerliğe işaretle yetindik.

Yukarıda gördüğümüz Sumer kültürünün zihnimizdeki sıcaklığı muhafaza edilirken bir konunun daha düşünülmesinde fayda mülahaza ediyoruz :


Hz. Nuh'un oğlu Yafes bölümünde, metnini uzun olarak sunduğumuz Saklab'ın büyüme şeklini tekrar hatırlayalım.

Mecmel el-tevarih ile Gerdi zi'nin Zeyn el-ahbar adlı eserinde Yafes'in annesinin doğarken öldüğü ve kurt sütü ile beslendiği kayıtlı.


Bu bize Ergenekon Destanını hatırlatıyor ve tema aynı, efsanelere göre de doğru bir varyant....





Sadi Bayram
Kaynaklara göre Güneydoğu Anadolu'da Proto-Türk İzleri

kitabı pdf olarak:





Ur kraliyet mezarından çıkan ahşap kutu "Barış" ve "Savaş" olarak iki yüzü var. MÖ.2500
Kraliyet ailesinin elinde birer kadeh...
Acaba Taşbabaların elindeki Ant Kadehleri gibi mi?


_______________________


(1) Prof.Dr.Emin Bilgiç, Atatürk,Fakültemiz...a.g.e.s.120
(2)Prof.Dr.Benno Landsberger, Ön-Asya KAdim Tarihinin Esas Meseleleri II.Türk Tarih Kongresi Tebliğleri , İstanbul,20-25 Eylül 1937, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Kenan Matbaası,İstanbul 1943,s.102
(3)Benno Landsberger a.g.e.s.103
(4)Benno Landsberger a.g.e.s.104
(5)Benno Landsberger a.g.e.s.104
(6)Benno Landsberger s.104; ayrıca Tiriga Yafes'in oğlu Tiras'ı hatırlatmaktadır. Karşılaştırınız E.Bilgiç.a.g.e.s.101
(7) Prof.Dr.Vecihe Hatipoğlu, Türk Tarihinin başlangıcını ararken, Milliyet Gazetesi,20 Eylül 1978
(8)Fritz hommel, Etnologie und Geographie des Alten Orienta, München,1925-26.Fritz Hommel Zwelhundert sümeero-türkische wörtverglichungen als grondlage zu einennenen kapital der sprachwisenschaft, München 1915
(9) Sayın saygıdeğer anlamını veren "Agum" sözcüğünün AGU biçiminde olduğunu belirtmektedir. ki bu sözcük "Ağa/Aga" sözcüğünün aslıdır. Bkz.Fritz Hommel, Altaraclitische Über lieferung, München 1897,s.169: Prof.Dr.Vecihe Hatipoğlu a.g.e.s.2
(10) Antalya'da Karain Mağarasının bulunuşu bu tür özel adların varlığını gösterir. V.Hatipoğlu a.g.s.2
(11) V.Hatipoğlu a.g.e.z. Kara-Donlu deyimi "karaelbiseli" anlamına rahip sınıfını göstermiş olabilir. Ahlat'ta şehit düşen Abdurrahman Gazi'nin mezarına "Karadonlular" denilmesi dikkat çekmelidir.
(12) Prof.Dr.Emin Bilgiç, Atatürk,Fakültemiz ve Kürsümüz,Sumerlilerin Tarihi, kültür ve Medeniyetleri, dil ve Tarih coğrafya Fakültesi, Atatürk'ün 100 doğum yılına armağan dergisi, Ankara Üniversitesi matbaası, Ankara,1982 s.105
13) E.Bilgiç a.g.e.s.105
14) E.Bilgiç a.g.e.s.106
15)E.Bilgiç a.g.e.s.102


Mezopotamya MÖ. 3100-2900
Ancient Man in Britain (Footprints of Early Man) 
Donald MacKenzie


Stephen Langdon tarafından 1926 da bulunmuş ,
Oxford, Asmholean Müzesi'nde olduğu söyleniyor




_______________




20 Şubat 2014 Perşembe

HAZARLAR / AŞKENAZİ ve HİTLER AVRUPASI



Üstte: Hakasya Kaya Resimleri MÖ.3000-2000 ve bugünün İsrail'inden Migdala MÖ 50-MS.100
Altta: Hakasya - Karaçay/Malkar-Memluk Türkleri tamgası ile "Yahudi"lerin kullandığını karşılaştırın!

Menorah dedikleri Yedi Kollu Şamdan kullanımı kutsal kitaplarına göre Musa ile başlamış, demek ki MÖ.1200 den önce kullanımı "Yahudi"ler de yok!


Hazarların Menşei


Doğu Avrupa’da ilk defa muntazam devlet kuran Türk topluluğu Hazarlar’dır. Sabarlar’ın yaşadığı sahad, Sabar ismi yerine birden bire ortaya Hazar adının çıkması Sabarlar ile Hazarlar arasında bağlantı olduğunu göstermektedir (1). Aslında Belencer ve Semender adlı iki Sabar kabilesinin, Hazarlarda da ortaya çıkması, Hazar kelimesinin aynı Sabar kelimesi gibi, anlam taşıması (2), Hazarlar’ında Sabarların içinde bir kabile olduğunu ve Sabarların yıkılışından sonra büsbütün Sabar topluluğuna bu adın verildiğini göstermektedir. Bu görüşü destekleyen delillerden birisi de 10. yy. tarihçilerinden El-Mesudi’nin “İranlılar’ın Hazar dediği topluluk Türkler tarafından Sabar diye anılır”şeklindeki kaydıdır.


Hazarlarda tıpkı kendilerinden önceki Sabarlar gibi kaynaklarda farklı şekillerde zikredilmişlerdir (3). Hazar Hakanlığı topraklarında türlü Türk grupları vardı. Bu nedenle çeşitli Türk lehçeleri konuşulmakta idi (4).


Hazarların Coğrafi durumu çok önemli bir mevkiide bulunduğu için Hazarlarınsiyasi tarihine başlamadan önce bölgeye bakmamız gerekir. Hazar ülkesi önceleri Terek nehri boylarında iken sonra ağırlık merkezi Aşağı İtil boyuna kaydı. Burası İtil, Yayık, Don ve Kuban gibi dört büyük nehrin havzasını teşkil ediyor aynı zamanda devrin en önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan en önemlisi İtil (Volga) nehrinin kendisi idi; İslam dünyası (Suriye, Irak, İran ve Türkistan) ile Çin ve İskandinavya arasındaki ticaret faaliyeti buradan geçiyordu. Aynı şekilde Harezm’den Aşağı İtil boyuna ve oradan da Karadeniz sahillerine giden Kervan yolu da gidiyordu.


Hazar Devleti’nin Kuruluşu



Hazar ismi ilk defa 558’de Sasani-Sabar savaşlarında geçmekte, 576 yılında Gök-Türk hakimiyeti Karadeniz’in kıyılarına ulaşınca bu sefer Çin kaynaklarında T’ang-Shu’da T’u-küe Ho-sa ve K’o-sa diye geçer. 586 yılındaki Bizans kaynağında ise artık iyice tanınırken aynı zamanda Türk adı ile de anılıyorlardı (5) . Bu sıralarda Hazarlar Batı Gök-Türk Hakanlığı’nın batıda en uç noktasını meydana getiriyorlar ve yine Batı Gök-Türkler’in arzusu ile Sasaniler’e karşı Bizans’a yardım ediyorlardı. İslam ve Ermenikaynaklarına göre Hazarların Gök-Türkler’e bağlılığı 7. yy’ın ikinci yarısına kadar sürmüştür.


Bu devirde Hazarlar’ın Derbend’i geçerek, Gürcistan ve Azerbaycan’a akınlar yaptıklarını ve Tiflis’i kuşattıklarını görmekteyiz. 626 yılında Avarlar’la Sasaniler İstanbul’u kuşatınca, Bizans imparatoru Heraklios Tiflis’e gelip Hazar Başbuğu “Yabgu” (6) ile görüşerek ondan sağladığı 40 bin kişilik ordu ile Bizans içlerine yürüdü. Daha sonra yine Hazarlar’dan Çorpan Tarhan Sasanilere karaşı başarılar kazanıp Anadolu’yu Sasanilerden kurtarmıştır. Bu sırada Yabgu Tiflis’e girip, bazı Ermeni kütlelerini hakimiyetine aldı (629). Hazar Hakanlığının gerçek kuruluşu 630 yılındadır. Bu tarihte doğuda Gök-Türk devleti fetret devrine girince Hazarlar müstakil bir devlet olarak tarih sahnesine çıktılar. Hazar devleti kurulur kurulmaz, o zamanın iki büyük devleti Sasani-Bizans savaşlarında rol oynamaya başladı. Hazarlar Bizans’la dostluk kurup, Sasaniler’e saldırdılar. Türk-Bizans ortak hareketi neticesinde Sasani imparatorluğu zayıfladı. Arkasındanda İslam kuvvetleri tarafından çökertilip tarih sahnesinden çekildi (634-637) (7).



Prof. Dr. Ahmet Taşağıl
devamı kendi sitesi




HİTLER AVRUPASI VE YAHUDİ SOYKIRIMI


Geleneksel teoriye göre Avrupa yahudilerinin yani Aşkenazi'lerin kökeni Fransa ve Almanya'nın doğusundan daha doğuya yani Polonya ve Doğu Avrupaya göçen gerçek, yani semitik yahudilerden oluşuyor. Avrupa yahudilerinin çoğunluğunu Doğu Avrupa yahudileri oluşturuyor, yani daha çok Polonya Yahudileri. Bu teoriye göre Batı Avrupa'daki veba salgını ve Haçlı Seferleri sırasında yani 2. milenyum başlarında (1100'ler civarı), Fransa ve Almanya'nın Batı bölgesi olan Ren bölgesindeki yahudiler katliama uğramıştı ve kaçanlar Doğuya göç etmişti.


Oysa Arthur Koestler'in bahsi geçen kitabında da belirtildiği gibi o sırada Almanya'nın batısında çok az sayıda yahudi yaşıyordu ve doğuya bir göç olmadı hiç! Yahudiler kendi bölgelerindeki güvenli bölgelere sığındılar.


Peki başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa Yahudilerini oluşturan ve II. Dünya savaşına kadar gelen ve Hitler tarafından kıyıma uğratıldığı söylenen Yahudiler nereden gelmişti ve kökenleri neydi?;


19. Yüzyıl ortalarından itibaren yapılan araştırmalar ve teorilere göre bu yahudiler gerçek yahudi yani semit değillerdi! Ari ırkın kökeni sayılan Kafkasyadan gelen 7. ve 10. yüzyıl arasında Karadenizin kuzeyinde Kiev (kuyuev) ile Hazar denizi arasında büyük ve çok güçlü bir imparatorluk kuran HAZAR TÜRK krallığınin soyundan geliyorlardı. yani bu yahudiler semit soyundan gelen gerçek yahudiler değil TURAN-TÜRK soyundan gelen Türkçe konuşan sonradan din olarak museviliği benimsemiş bir milletin soyundan geliyorlardı.


Bu teoriyi 19. yüzyıldakileri saymazsak ilk olarak 1940'lı yıllarda kendisi de bir Hazar Türk yahudisi olan ve daha sonra katolikliğe dönen Benjamin Freedman dile getirmişti. Daha sonra bu konu yine kendisi de bir Türk Hazar yahudisi olan eski komünist Macaristan doğumlu İngiliz vatandaşı Arthur Koestler tarafından yazılan ünlü 'Onüçüncü Kabile' kitabında dile getirildi ve büyük sansasyon yarattı. 



HAZAR TÜRKLERİ TARİHİNE GİRİŞ
Yazar Kevin Alan Brook, link




Günümüzde bu teori artık geniş bir kabul görmekte ve şu an Dünyada hararetli bir şekilde tartışılmaktadır;


Buna göre Türk soyundan gelen Hazarlar 700'lü yıllarda Kafkasyanın Kuzeyinde Karadenizin Batı kıyılarında çok güçlü bir imparatorluk kurdular. Hazarlar savaşçı ve fizik olarak çok güçlü, güzel insanlardı (çoğunlukla sarışın ve mavi gözlü).


O tarihlerde güneyde Müslüman Arapların devleti daha Batıda Hristiyan Bizans devleti vardı. Bu iki din ve devlet arasında sıkışan Hazarlar siyasi bir karar alarak Musevi dinini benimsiyorlardı (740 yılları) ( Bazı tarihçilere göre sadece kral ve çevresi museviliği seçti, ama genel görüşe göre kralla birlikte halkın çoğunluğu bu yeni dini benimsedi. Halkın arasında azınlık olarak Müslüman ve Hristiyanlar da vardı) daha sonra musevilik iyice revaç bularak Hazarları tam olarak kuşattı. Hazarlar savaşçı bir millet olmakla beraber aynı zamanda ticaretten çok iyi anlayan Asya ile Avrupa arasında ticaret köprüsü kuran bir kavimdi. Arapların Kafkasyanın Kuzeyine İslamı yaymasını Hazarlar durdurmuştu. bazı tarihçilere göre gerçek Semit Yahudiler Hazarlar ile temas kurarak onların Museviliği seçmesine neden olmuşlardı. böylece Yahudiler Dünya Yahudiliğini koruyacak çok güçlü bir orduya sahip olmuşlardı


2. Milenyumun başlarında 1000 yıllarında Hazar krallığı Ruslar tarafından yıkıldı. (Oysa Hazar Krallığı kurulduğunda daha Rusya diye bir devlet tarih sahnesinde yoktu!) bundan sonra bir süre daha bu bölgelerde Hazarlar yaşadıysa da büyük çoğunluğu Batıya doğru göçmeye başladı ve o zamanki Polonya-Litvanya topraklarına yerleştiler. Polonyalılar tarafından çok iyi karşılandılar. Hazarlar başta Polonya olmak üzere Ukrayna ve Orta Avrupa ülkeleri olan Macaristan (( bir Türk kavmi olan Magyarlar Hun kökenli olup (İngilizce Hungary, Macarcada bir çok Türkçe kelime olup en yaygın erkek ismi Attila'dır) Hazarlarla akrabaydı.)), Avusturya, Almanya, Romanya vb. gibi ülkelere göçerek yerleştiler. 


Daha sonra Ukraynalı Kozak kralının Hazar ülkesinde geride kalan Hazar köylerine hücum etmesi üzerine bu Hazarlar da Polonyaya göç edince, kıtlıktan, Polonyadaki Hazarlar kütleler halinde Macaristan ve Avusturyaya göç etmeye başladılar. bu göçler II. Dünya savaşına kadar sürdü.


Bu arada Polonyaya gelen diğer göçmenler Almanlardı ve kültür bakımından üstündüler. Hazarlar burada ticari kabiliyetlerini kullanarak ticaret yapıyorlardı. Dil olarakta Almancaya önem verdiler. Bu arada bazı gerçek yahudiler de Hazarların ticari kapasitesinden ve museviliği yaşama arzusundan etkilenerek Polonyaya geldiler. Bunlar kültür bakımından daha üstün Alman Yahudileriydi ve Hazarların dini bakımdan eğitimlerine yardımcı oldular. Zamanla hazarlar bir Almanca-İbranice-Slavca karışımı olan ve İbranice harflerle yazılan YİDDİSH dilini konuşmaya başladılar.


Evet kısaca Alman (Aşkenazi) yahudisi denilen ve bir yanılsama olarak Almanya ile bir alakası olmayan Avrupa yahudilerinin hikayesi böyle.


Dolayısıyla Dünyadaki gerçek Yahudiler Türkiye, Kuzey Afrika, Akdeniz kıyıları, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın batısında yaşayan yahudilerdi ve bunlar azınlıktadır. Avrupa'nın Doğusunda ve Rusyada yaşayan yahudilerin % 95'i Türk Hazar kökenlidir ve semitik gerçek Yahudilerle uzaktan yakından bir kan bağı mevcut değildir.


Bundan dolayı Hitlerin toplama kamplarında toplanan ve kırılan Yahudiler Türk Hazar Musevileridir...



Cengiz Özakıncı'nın 'Derin Yahudi Siyon-Türk Zelda






Eski Yunanca'da Türkçe sesler olan "ç" ve "j" yoktur. "Ç" harfini yazabilmek için Yunan kaynakları "z" , "tz" ve "gg" seslerini kullanmış.  Panialı Prisk Atilla'nın babasının adını (...yunan alfabesi ile yazılmış-SB) "Mundiuk" şeklinde yazmış. Türkçesi Muncuk ya da boncuktur.


İskit kelimesi ise Herodot'un kitabında (...yunan alfabesi ile yazılmış-SB) şeklinde yazılır ve "Skuzes" demektir. Heredot'un bu yazdığını ruslar "Skif" , İngilizler ise "Scyht" olarak okur. Biz de eski tarihi İngilizlerden aldığımız için "İskit" şeklinde okumuşuz. Asur kaynaklarında ise bu kelime "Aşguzay/İşguzay" olarak geçiyor. Hatta İskitlerle Kimmerlerin kavgası Asur kaynaklarında "Aşguzaylarla Gimmirayların kendi kavgası" diye geçiyor.


Kelimelerin sonlarındaki - ay ekleri etnik (etnonim) benzerliği ortaya koyuyor. Terimin "Kuz" kökünü Asur kaynakları daha iyi koruyup saklamış. Bu "Aşguzay" kelimesi Yahudi kaynaklarına "AŞKENAZİ" olarak geçer.  Bu durumda kelimenin kökü "Kuz/Guz" dur. Sonuç olarak İskit diye adlandırılan kavim Skuz/Guzlar yani OĞUZLAR'dır.


Böylece Türklerin kadim tarihten beri aynı isimle adlandırıldığı ortaya çıkıyor. Guz, Oğuz, Uz, Uts ve Gots bunlardan birkaçıdır. V.V.Barthold Deşt-i Kıpçak olarak adlandırılan bozkırın 10.yy'daki isminin Guz Bozkırı olduğunu yazar.


Skuzlar ya da Guzlar hem Hunluların hem de Peçeneklerin atalarıdır. Zaten Rusya Avrupa'daki İskit ve Hun mezarlarından çıkan kemikler üzerinde yapılan incelemeler onların baskın bir biçimde R1a ve R1b'li olduklarını söylüyor. Atilla'nın R1b'li olduğunu Macarlar söylüyor ! 


Türk haplotipi R'dir ve R'nin iki evladı olmuştur: R1a ve R1b. ... R1a bugün dünyada yarısı Slav yarısı Türk olan Slav kısmı Hind-Avrupa dilini konuşan ; Türk yarısı da Türkçe konuşan bölünmüşlüğün acısını hem kendisi yaşayıp hem de dünyaya tattıran koldur. R1b kolu ise yine bugün dünyada Türkiye Türkleri de dahil olmak üzere yarısı Türk'üm deyip Türkçe konuşan , diğer yarısı da Hind-Avrupa Dilini konuşan bütün Avrupa milletlerini meydana getiren koldur. 



Osman Çataloluk
Türk'ün Genetik Tarihi - sayfa 119




First, it is wrong to attribute a haplogroup to a nation. Second, all these haplogroups emerged 30.000 to 15.000 years ago, that means, no nationalities or ethnicities have yet occurred, they where in hunter-gatherer life. Most of the nations, become a nation from 3000 BC. In other words, many nations reduce a single haplogroup is scientifically not possible. Likewise, no nation occur from a single haplogroup. Therefore "reference to haplogroup and determined a nation" is not possible. "Half of R1a is Slavic, half is Turkic. Slav speaks Indo-European, Turkic speaks Turkish, painfull of division. R1b half is Turkish , other half is Indo-European speaking Europeans." says Çataloluk. So : R1a can you see also in Tatars (Tatar culture don't exist by the way Russians called, and in time the Europeans, all muslims Tatar) , Kipchaks, some Altai groups, Kyrgyz, Uzbeks, Turkmens...That means Turks, especially North Turks. If we wanna know more about a nation we must look also; archeological, linguistic, cultural, traditions too. Race and nation is also different. There is only, for some 4, for others 5 races. They use "Caucasian "white race"" only for Arian, Semitic and Indo-Europeans, yet it is a lack of information made by conscious. The other races are Mongoloid, Congoid, Capoid and Australoid. And Turks are not Mongoloid, yet the Turks are mixed with the Mongoloid race in Central Asia after Chingiz Khan. If we were Mongoloid, then the other Turks in West must look like Mongoloid, instead they are white race. Race mixing needs more then thousands and thousands years to look like that. So, the Turks are in this "Caucasian" "white race" too. And if you call Arian "White race", then the Turks are also Arian, but Arian race don't exist at all. The Turks are a large nation with many tribes then the other nations, and everyone is mixed with migrations. And we are all HUMAN. - SB




Yahudi asıllı Profesöre Siyonistlerden tepki yağıyor.
"Yahudi kavmi yok. Yahudilik dini var. 
İsrail toprağı diye bir toprak yok" ve 
"İsrail toprağı ne zaman ve nasıl uyduruldu" 
temalı kitabın yazarı Yahudi asıllı 
Prof. Sholomo Sand Siyonistleri çok kötü kızdırdı.






IN THE EARLY TIMES PALESTINE WAS 
NOT SEMITIC BUT TURANIAN

What disturbed me, as it had done others, was the necessity of accounting for the supposed influence of various populations, particularly of the Semitic population in Palestine.


In various papers these names in Palestine were proved to be identical with those in Asia Minor, Greece, Italy and Spain. 


The clear evidence of Genesis is that the early population of Palestine was not Semitic but TURANİAN, and as we have lately found, allied to the populations of Khita class in the regions already cited. .... page 10


Examination of the legend of Atlantis in reference to Protohistoric communication with America  
Hyde Clarke (Royal Historical Society)
Hyde Clarke was : 
Member of the American Oriental Society
Member of the German Oriental Society
Member of the Philoligical Society of Constantınople
President of the Academy of Anatolia


TIMES OF ABRAHAM - Henry George Tomkins


Was there Really a Holocaust?
By Dr. E. R. Fields

The Holocaust has become the greatest instrument of sympathy which any nation has ever been able to use to gain support for wars, expansion and foreign-aid: This has made Israel the world’s sixth strongest military power. The gravest threat to all this wealth and influence is the growing doubt over the question of whether or not a real holocaust of 6 million Jews actually took place.

Numbers of Victims Don’t Add Up
The World Almanac for 1947 states that back in 1939 the world Jewish population was 15,688,259. The Almanac’s figures were supplied by the American Jewish Committee. Next the Jewish-owned New York Times of February 22, 1948 stated the world Jewish population for that year amounted “to 15,600,000 to 18,700,000 in addition to the 600,000 to 700,000 living in Palestine.” How could the Jewish population increase so rapidly over the war years if they had lost 6,000,000 people? (See Note 1).

Following the rise of Hitler there were no more than 4 million Jews at most living in areas occupied by the Third Reich at the height of its power. Yet on June 30, 1965, the West German government announced that some 3,375,000 Jewish holocaust “survivors” had applied for reparations money. The International Red Cross had already reported in 1946 that of registered Jewish camp inmates no more than 300,000 could have died, and their audit to December 31, 1984 records a total 282,077 registered deaths of all internees in all German Concentration Camps from all causes.

It is interesting to note that in the Jews’ real “bible”, The Talmud, it is claimed that 800,000 Jews were slaughtered by the Romans in Hadrian’s era. Yet there is no historical evidence to support this claim either. The Jewish-owned New York Times, in 1945 carried an article by the well known Jewish writer C.L. Sulzberger. It openly stated that Soviet Russia had supplied the figure of 4 million Jews having been put to death “in the gas chambers of Auschwitz.” Thus it was the Judaeo-Communists and the Jews who initially originated these figures which today are accepted as “gospel truth”. It is claimed that from 1934 to 1945 some 50,000 people died in the huge Bergen-Belsen camp. This count is considered exaggerated, still Time Magazine reports that of this figure 20,000 died of typhus during the single month of March, 1945! If nearly half died of this plague in just one month at the end of the war there is no way Bergen-Belsen could have been an “extermination camp”. (See Note 2).

Himmler – “Reduce Deaths at all Costs”
Heinrich Himmler, chief of the Concentration Camps issued orders on December 28, 1942, that “The death rate in the concentration camps must be reduced at all costs” (Reitlinger, “The Final Solution”). The camps had been hit with a deadly typhus epidemic that spread by fleas and body lice. Stomach pain, high fever, emaciation and death can quickly follow. All of the camps were factories and the loss of workers was hurting war production. Inspector of the camps, Richard Glucks responded to Himmler’s order on January 20, 1943, “Every means will be used to lower the death rates” (Nuremberg Tribunal Document No. 1523).

On April 10, 1943, Oswald Pohl, head of the Economic Administration Office of the camps issued a letter stating that persons with tuberculosis were being sent to the camps resulting in the “shockingly high mortality figures” (Nuremberg Documents). Later, on September 30, 1943, Pohl was able to show that the camp death rate had been reduced from 8.5% in July, 1942 to 2.8% in June 1943.

The German SS arrested Buchenwald Commandant, Karl Koch in 1943 for mistreating and even executing some prisoners. After an investigation Koch was found guilty by SS Judge Konrad Morgen and shot. Does this sound like a policy of “extermination?”

After the War, with suspicion rapidly rising about the holocaust claim, a committee of Jewish leaders from New York and Paris met with communist leaders in Warsaw. There they established the “Committee for the Investigation of War Crimes and War Criminals”. It was after this meeting that the announcement was made that all gas chambers were located in Poland.

The Problems of Mass Gassing
In 1945 it was announced that gas death chambers existed in all concentration camps in Poland, Germany, Austria and Alsace. Some 15 years later, in 1960, this was revised to the new claim that gas chambers existed only in camps located in Soviet held Poland. Simon Weisenthal of the Los Angeles Holocaust Center states in the paper, “Books and Bookmen”, April 1975, page 5, “No gassing took place in any camp on German soil.” The pressure had been growing since The Vatican, Red Cross, English Intelligence and German Intelligence chiefs Canaris and Oster (who collaborated with the British) either did not know or did not believe in rumors of gassings.

This brings up the following questions:
1). Germans are meticulous record keepers but there is not one order for the construction of any gas chamber, no blueprint, no photo of any gas chamber or gassed victims.
2). There have been thousands of investigations of alleged Nazi war criminals, hundreds of trials, yet not one person was ever accused of being involved with actual gassings! No reliable witness on either side has ever come forward who saw a single person gassed – AND THERE ARE SUPPOSED TO HAVE BEEN OVER 10,000 MASS GASSINGS!

3). Photos of bodies at Dachau and Belsen camps are of prisoners who died of typhus and malnutrition. Many Germans also died from typhus.

4). The Vatican and Red Cross interviewed thousands of freed camp inmates at the end of the War about alleged gas chambers. The response was always the same, “The detainees themselves have not spoken of them” (Red Cross document No. 9925, June 1946).

Forced Confessions of Gassings
Rudolf Hoess was the commandant of Auschwitz from 1940 to 1943. When captured by the Soviets they extracted a confession to mass gassings using Zyclon-B gas. Such “confessions” are about as reliable as any forced by Stalin from victims tortured before taking the stand to confess during the Moscow show trials of 1936. The communists wrote the “Confession’ and Hoess signed it. Later he was hanged. An assistant commandant refused to sign – he died in his cell. Hoess’ statement read, “half an hour after having released the gas, they opened the door and started the ventilation machines. They began immediately to extract the bodies while eating and smoking.”

Was Hoess trying to get a message across that there were no gassing? Zyklon-B is not “ventable”. The manufacturers state Zyklon-B adheres to surface clothing and skin. They say that only after a 24 hour period, wearing a gas mask with the strongest filter, could any bodies be removed without killing such workers.

If we believe the Hoess confession that the workers ran into the gas chamber “eating and smoking” – without gas masks – only minutes after the gassing – ALL WOULD HAVE DIED!

Gas Stories not Possible
The Jew Mosche Pearlmann in his book, “The Capture and Trial of Adolph Eichmann” states on pages 375 and 385 that Zyclon-B crystals were introduced from the ceilings of the gas chambers and “became immediately gaseous.” The American Cyanamid Co. of Linden N.J. states: “We know of no chemical process whereby HCN (Zyklon-B) may be made to become instantly gaseous upon exposure to air.” (See Note 3).

Claims of William Shirer
Shirer claims the gas was released from overhead through fake shower outlets, (page 970) and quickly killed its victims. The truth is that Zyklon-B gas is lighter than air and would rise to the ceiling so that anyone throwing themselves to the floor would be saved. Shirer also quotes the Soviet written confession signed by Hoess as stating (page 968), “We knew when the people were dead because their screaming stopped.” If anyone were actually killed with a cyanide type gas they would die instantly thus there would be no screaming at all. The truth is that Zyklon-B was used to delouse inmates’ clothing of lice and fleas which carry typhus.

The Problem of the Crematoriums
At the Auschwitz I camp there were only 6 crematory ovens. At the hospital in Auschwitz II there are 46 single cremators. In the Lubin camp there were only 6. THAT’S ALL! In these three camps 3 to 4 million Jews were supposed to have been exterminated and their bodies cremated. Furthermore, these cremation ovens were very small with only 18′ doors and required from 4 to 6 hours to burn each body using a large amount of coal. Cremation was used in the camps for those who passed away in order to prevent epidemics. No large supplies of coal were ever stored at the camps for cremations. A VERY INTERESTING NOTE appears only in the German edition of William L. Shirer’s book, “The Rise and Fall of the Third Reich.” It seems the Didler-Werke Company, which built the crematory ovens, sued Shirer who previously wrote that millions of people were gassed and then burned in this company’s ovens. In an out-of-court settlement of the suit Shirer agreed to add the following footnote on page 972 of the German edition: “The Didler-Werke have raised objection to the name of their firm appearing in the chapter concerning the extermination camps. Dr. S. Trastel, a professor of engineering in a statement of August 1961 established that the measurements are those which are standard for a crematory oven of not very modern design intended for small cemeteries and would be unsuitable for mass burning.” WHY IS THIS DELETED FROM THE ENGLISH EDITION???

On the question of cremating 6,000,000 people – this would leave 15,000 tons of ashes! Such gigantic piles of ashes created over the short 2 1/2 year period the holocaust supposedly took place would have been very difficult to dispose of. No one has ever come forward to report seeing such huge piles of tons of ashes. It was not until 1960 that the Soviets opened the Auschwitz camp to tourists and independent investigators. No gas chamber could be found. The official answer was that it was “taken to another camp for gassings and then later went into oblivion!” (See Zimunism).

What Experts say about the Holocaust
Dr. Harry Elmer Barnes, eminent historian, author of 40 books, many of which are standard college texts, noted in Rampart Journal, 1967. “It has been demonstrated that there had been no systematic extermination in those camps.” Thies Christopherden, a German soldier and author wrote: “I was at Auschwitz! There was no gas chamber there.” Paul Rassiner, historian and anti-Nazi activist, who served a prison sentence in Buchenwald and the Dora camps stated in 1962. “The claim that a holocaust took place is an historic lie – the most tragic and most macabre imposture of all time.” Prof. Robert Faurisson, a specialist in Document Analysis at the University of Lyon. France, stated on April 25, 1979. “The holocaust lie, which is largely of Zionist origin, has made an enormous political and financial fraud possible, whose principal beneficiary is the state of Israel.”

Why the Holocaust Campaign
Hardly a week goes by when there are not stories in the press, on TV-News or movies about the alleged holocaust. What is the long range design for this constant attempt to fill Germans and indeed all Christians with a feeling of guilt over a holocaust which never occurred?

Bernard Postal wrote in the Jewish Week, July 14, 1979, “Not until after the holocaust, did anti-Semitism become taboo. There was a time when anti-Semitic speeches were an open factor in national campaigns. The holocaust put a taboo on overt anti-Semitism among upper-level statesmen and publicists.”
S.E.D. Brown of South Africa, a noted journalist writes, “The holocaust instills a guilt complex in those said to be guilty and spreads the demoralization, degeneration, and eventually the destruction of the natural racial elite among a people. This transfers effective political control to the lowest elements who will cowtow to the Jews.”

Zionist spokesmen often boast of: “The shattering effect of the holocaust on the Christian conscience resulting in a feeling of collective indebtedness to the Jews.”

Massive unending U.S. Foreign Aid to Israel in made possible because anyone who dares to oppose these outrageous giveaways is condemned as being “anti-Semitic” and “insensitive” to holocaust victims. The Jews hold an unnatural violent hatred for the German people. Jews seek to turn all other peoples of the world against the Germans and keep that nation divided for all time to come. That is why no peace treaty has been signed as yet with Germany and why they still live under Allied military occupation laws.

A Question of Fund-raising
The Wall Street Journal quotes a Jewish professional fund-raising consultant firm of Milton Goldin Co., as saying the main theme of Jewish fund-raising is the holocaust and has been for 38 years. When they don’t use the holocaust the money collection sharply drops off. Thus the more the Press, TV and Hollywood promotes the holocaust the more money the United Jewish Appeal and other Zionist funds can extract from gullible people (Note 4).

Holocaust Silences Opposition
Jewish leaders have discovered that by repeating holocaust stories over and over again they can instill a guilt complex within all Gentiles. This effectively silences most critics of Zionist political goals.

What about Real Holocausts?
Why doesn’t the Jewish-controlled press, TV and film industry give massive media attention to real victims and to proven holocausts of Gentiles in recent history.






ETRÜSKLER / ETRUSCANS







ETRUSCANS

(*) To the many theories which have been advanced in regard to the Etrsucans may we be allowed to put forward one more? In our view the Etruscans appear to be an original Turanian race which formed the underlying stratum of population over the whole world, and which cropped up, like the Basques in spain, in that part of Italy and Etruria. "The great feature in the history of the Turanian races" as Mr. Fergusson writes, "is that they were the first to people the whole world beyond the limits of the original cradle of mankind. 

Like the primitive unstratified rocks of geologists, they form the sub-structure of the whole world, frequently rising into the highest and most prominent peaks , sometimes overflowing whole districts and occupying a vast portion of the worlds surface , everywhere underlying all the others and affording their disintegrated materials to form the more recent strata that now overlie and frequently obliterate them.

In appearance at least whether nearly obliterated, as they are in most parts of Europe, or whether they still retain their nationality, as in the eastern parts of Asia they always appear as the earliest of races, and everywhere present peculiarities of feeling and civilasation easily recognised and which distinguish them from all the other races of mankind" - 

Fergusson "History of Architecture" vol I.p.46.



Etruscan, 525-480 B.C. Amber, Ram’s Head - J. Paul  Getty Museum


The language of the Etruscans also seems to be Turanian an early stage of language which forms the substructure of a higher stage in many countries, a stage which language must necessarily pass through before reaching the higher inflectional or Aryan stage, for as Professor Müller observes, we cannot resist the conclusion that what is now inflectional was formerly agglutinative. "Further" as Sir Gardner Wilkinson writes, "it is the earliest mould into which human discourse naturally and as it were, spontaneously throws itself."

Hence the apparent connection of the Etruscan with other Turanian languages such as the Scythic, the Finnic, etc.

Like all Turanians the Etruscan were a tomb-building race. At a later period by colonisation, first the Tyrrhenian from Lydia, and secondly the Corinthian, when Demaratus settled at Tarquinii they received a Greek element of civilisation, but the people still remained essentially Turanian in their feelings and habits.

Mr.Taylor has pointed out some coincidences and similarities in thier language and religious beliefs to those of the Ugric and Tataric races. These similarities are not, however, to be attributed to any affinity of race of direct connection , but to these peoples being in the same stage of development with regard to civilisation and especially in regard to language.

The phase of civilisation being the same similar beliefs customs, etc. will necessarily be evolved. The phase of language being agglutinative many similarities will appear among Turanian of agglutinative languages, as the necessary result of their being in the same phase, and not from any connection of race. The characteristics of Etruscan beliefs and creed, of Etruscan language, will bear a great resemblance to those of other races in a similar low stage of development. This may be proved by extending the analogies.

Thus we find in the imperfect civilisation of some of the American races which may be considered as analogous to the Turanians of the eastern world, many analogies in beliefs, customs and language to the Turanian stage.

Hence, we meet in america temple-tombs (the pyramids of Mexico were undoubted temple-tomb) an animistic belief tent life, language in agglutinative phase, etc. Many other features, counterparts of which will be found occurring in the Turanian stage of the eastern world, will be met with in Mexico and Peru, all the necessary growth of that phase of civilisation.

This view appears to us based on firmer ground than that of comparative philology or comparative mythology (theories now in vogue), for it is based on the identity of the human mind, and the similarity of its stages of development among all races.

The characteristcs of each stage in the scale of development must consequently bear a great resemblance to each other among all races. Thus the lower or Turanian stage will be similar all over the world, while the higher or Aryan stage will also present similar features wherever a higher phase of civilisation occurs and thus we are led to the natural inference that the Tartars, Mongols, Etruscan, Basques, Mexicans, being in a similar lower stage of development (Turanian as it is generally called) will present similar characteristic features, in beliefs, customs an language.



483-484
Hodder M.Westropp, Handbook of Egyptian, Greek, Etruscan and Roman Archeolohy, Kessinger Publisching, 1878


_________


The Origin of the Etruscans / R.S.P. Beekes
Koninklijke Nederlandse Akademie van Wetenschappen, 2003.
(Hollanda Kraliyet Bilimler Akademisi )





...This inscription, found on Lemnos in 1884, has always been the most important testimony for the oriental origin of the Etruscans. It was soon recognized that the language of the inscription was closely related to Etruscan....

...both peoples are remains of a general non-Indo-European substratum....

...The last theory (of the three mentioned by Briquel), defended e.g. by Pallottino, is quite improbable. First, there is no evidence that there was a language covering Italy and (the west of) Asia Minor. On the contrary, whereas there is ample evidence for one language (or language group) in Greece and Asia Minor (the Greek substratum language), there is no evidence that this language also existed in Italy (apart perhaps from a few words, that might easily have spread secondarily). Then, it is almost impossible that the names of these peoples, remained the same over so long a period. It is even improbable that peoples with the same language but living so far apart would keep the same name. Further, old languages may hold out in places that are of difficult access, but this cannot be said of Tuscany: this is not a relic area. On the contrary, it is a most fertile and desirable country. If the Etruscans were there already when the Indo-Europeans entered Italy, they would have taken Tuscany just like the whole rest of Italy...


...It would point to a close It may be noted that the Pelasgian story, the variant that the Etruscans originated from Pelasgians in Greece, agrees with the Lydian tradition in that it assumes that the Etruscans came from overseas, from the east. Also it uses the same name for Etruscans, Pelasgoi, as is used for people in the north-west of Anatolia. Homer, B 840-3, mentions Pelasgoi as allies of Troy; they are mostly thought to have lived in the Troas The triumphus complex. 

In his study of the Roman triumphus Versnel has shown that (i970, 293): ‘the Etruscans brought the New Year festival with them from Asia Minor, together with the god who formed the centre of it, a god whom the Greeks called Dionysos, the Etruscans Tinia (or by an Italic name Voltumna), a figure of the ‘dying and rising’ type, who was invoked by the cry *thriambe and who on New Year’s Day was represented by the king.’ And on p. 300: ‘The Etruscans brought the New Year festival with them from Asia Minor and gave Rome two ceremonies: the ludi Romani as the festival of the New Year, the triumph as the festival of the victory. ...

(MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ : NEWYEARS FEST /TÜRKS)

The Kabeiroi. One might also recall the Latin word camillus, which
means a young boy of noble birth who assists with ritual actions. The word is stated to be of Etruscan origin; see Ernout-Meillet and Walde Hoffmann s.v. The first handbook states that the initial stress confirms this. Varro derived the word from Kadmilos/Kasmilos who is one of the Kab(e)iroi. Cf. Dion. Hal. 2, 22, 2; ‘And all the functions which among the Tyrrhenians ... were performed by those they called kadmiloi in the rites of the Kouretes and the Great Gods, were performed in the same manner by those attendants called by the Romans camilli.’ Again, Dionysius (i, 23, 5) relates: ‘For the Pelasgians [ =Etruscans] in a time of general scarcity in the land had vowed to Zeus, Apollo and the Kabeiroi tithes of all their future increase’. 

This shows not only that they honoured the Kabeiroi, a groupof gods originating from northwestern Asia Minor, but beside Zeus, who is no doubt the god of lightning, Tarchon, and Apollo, who is also probably originating from Asia Minor. (Note that he is the defender of Troy, and cf. Apaliunas, mentioned in the treaty of Alaksandus of Wilusas with the Hittite king (e.g. Latacz 200i, i38).32 The subject is of great importance. We saw that the Etruscans kept the connection with the Kabeiroi. But Herodotus, 2, 52, says very clearly that the cult of Samothrake was a Pelasgian cult (and he makes it very clear that he means with Pelasgians the Tyrsenoi). That is, they did not, at a later stage, take it over, but the cult arose among them. Which means that they lived there (for a very long time). Again, this fact in itself shows that the Tyrsenoi/Etruscans came from there...


Conclusion
The conclusion is that the evidence that the Etruscans came from Asia Minor is overwhelming: their name (Turse·noi - Etrusci); the fact that TyrseEnoi are still living there in classical times (the eastern TyrsEnoi); their language (Lemnos; PlakieE and SkylakeE ; the possible connections with Lydian); the names of their leaders (Tarchon; Nanas); their religious beliefs (Tarchon; the triumphus-complex; the double axe; the camillus -complex and the fact that the cult of the Kabeiroi was of Tyrrhenian origin); the epigraphical evidence (TyrseEnoi east of Lydia);...


...The Pelasgians, and their relation to the TyrseEnoi, are still much of a puzzle. It is clear that the Pelasgoi were a non-Indo-European people which the Greeks met, in Thessaly, when they entered Greece. It seems that their name was later used simply for the old inhabitants of Greece, or at least large sections of them. I consider the possibility that the Pelasgians in Asia Minor were also just a non-Greek people, whether they were related to the continental Pelasgians or not. In the beginning the TyrseEnoi were simply called Pelasgoi...

...In this way the origin of the idea of the Etruscans being
Pelasgians becomes clear. Then it becomes understandable that one can also call the TyrseEnoi Pelasgians, simply because they were a part of them. The more precise name TyrseEnoi became only known and used later, when it became clear that they were a separate entity, especially after the Greeks got acquainted with the Etruscans. (One might compare Morocco, of which the inhabitants are Arabs; but one learns only later that a large part of the population is Berber, with a different language and different traditions.)

Thus the ‘confusion’ about these names is understandable. - The stories about Pelasgians sailing from Greece to Asia Minor may all be fantasy...


...A. Palmucci (in Anatolisch und Indogermanisch, edd. Carruba -Meid, 200i, 3ii - 353, esp. 353) argues that there is evidence that the story of Aeneas in Italy was preceded by a version where the journey from Troy went to Etruria. If this is correct, it is of great importance: the Romans will not have made such a story, so it will be an Etruscan story, telling that they came from Troy...





__________


"Unless a great substratum of the inhabitants of Greece belonged to the Turanian family, their religion, like their language, ought to have presented a much closer affinity to the earlier sriptures of the Aryan race than we find to be the case. The curious anthropic mythology of the Grecian Pantheon seems only explicable on the assumption of a petential Turanian element on the population, [...]." 


James Fergusson, Tree and serpent worship, or, Illustrations of mythology and art in India in the first and fourth centuries after Christ: from the sculptures of the Buddhist topes at Sanchi and Amravati, Asian Educational Services, 2004, Reprint London 1873 edn., p.13






Lemnos Yazıtı Türkçe Okunmuştur.
Lemnos inscription: read in Turkish


ADIM TURSUN ALP
My name is TURSUN ALP


Tarihten Bir Kesit - Etrüskler

ETRÜSKLERİN KÖKENİ NEDİR?
2-3 Haziran 2007 tarihlerinde Bodrum'da düzenlenen“Tarihten Bir Kesit: Etrüskler”
sempozyumunda bu soruya cevap arandı.


2-3 Haziran 2007 günleri Bodrum'daki özel Marmara Koleji'nde Türk Tarih Kurumu (TTK) tarafından Etrüskleri konu alan “Tarihten Bir Kesit: Etrüskler” başlıklı bir sempozyum düzenlendi.
Seçim telâşından (ya da, “Ermeniler” ya da “Kürtler” gibi “aktüel” bir konuyu ele almadığından) kamuoyunda yeterince üzerinde durulmayan sempozyumun konusu—başlığından bir hayli genel görünüyor idiyse de, esasında— Etrüsklerin kökeninin ne olduğu idi. 

Sempozyumun yürütücüsü, arka planda kalmaya özen gösteren, son yıllarda vaktini bilimsel toplantılar düzenlemeye hasretmiş olan Günseli Başar'dı. Evet, yalnış okumadınız, eski Avrupa güzelimiz, bundan bir süre önce Adile Ayda (1912-1992)'nın, Etrüsklerin günümüzde İtalya denilen topraklara göç etmiş (bir Türk kavmi olduğunu belirttiği) İskitler olduğunu açıklayan Etrüskler (Tursakalar) Türk İdiler (1992) kitabını okumuş ve bu konunun Batılı bilim adamlarıyla tartışılması gerektiğine inanmıştı. 

Bu arada bir parantez açarak şunu belirteyim: Başar sempozyumun her hususuyla en ufak ayrıntısına kadar ilgilendi ve yabancı konuklara, tam bir Türk misafirperverliği sunulmasına azami özeni gösterdi, TTK'nın konuk etmediklerini evinde ağırladı. Başar'dan başka, sempozyumun iki “kraliçe”si daha vardı: 
Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ ile Ankara Üniversitesi eski öğretim üyesi, klasik diller (Yunanca-Latince) uzmanı Nilüfer Gürsoy.

Ben bu yazıda sempozyumla ilgili bazı hususlara değinmek istiyorum. İki gün süren sempozyumun programında bildiri sunanlar arasında arkeologlar ve antropologlar çoğunluktaydı. ABD'deki Pennsylvania Üniversitesi'nden DNA uzmanları Prof. Theodore G. Schurr ve asistanı (KAD sempozyumlarından tanıdığımız) Ömer Gökçümen dışında büyük çoğunluk, İtalya'dan ve Türkiye'dendi. İtalyanlar arasında bildirilerini İtalyanca sunan bir Portekizli ve bir Rus da vardı. (Simültane çeviri olanağı bulunuyordu.) 

Demek istediğim, sempozyum daha çok bir İtalyan-Türk buluşması şeklinde geçti. İtalyanlar, kendilerini Etrüsklerin varisleri saydıkları için bunu çok olağan buluyorlardı. Bir “Doğu” ülkesinin “taşrası”ndaki bir tatil kasabasında bulunan bir orta eğitim kuruluşunda gerçekleşen bu toplantıya da, kendilerini dinleyecek yerel (olduklarını düşündükleri) katılımcıların, Avrupa tarihi konusunda hiç bilgileri olmadıklarına peşinen hükmetmiş, genelde üniversite birinci sınıf ders kitabı düzeyinde bildiriler hazırlamışlardı. 

Mukabil toplantılarda Batı'da kayıt ücreti alındığından ve yolculuk ile konaklama harcamalarını, bildiri sunanın kendi üniversitesi ödediğinden, karşılaştıkları el açıklığını (bizlerin vergilerinden TTK’nin kendilerini konuk edişini) biraz “Şarklılık” diye küçümsüyor, biraz da böyle konuk edildiklerine göre kendilerinin çok önemli olduklarını varsayıyorlardı. 

Programda adı olduğu halde gelmeyen İtalyanlarında ceplerinden hiç para çıkmadığı için kaybedecekleri olmadığı gibi, biraz da toplantıyı hor gördüklerinden gelmediklerini düşünüyorum. Bu davranışın en uç tezahürünü, haber vermeden kendisi yerine asistanını gönderen İtalyan gösterdi. TTK başkanı da haklı olarak bu genç kişinin otel masrafını ödemeyi reddetti. ...

İki gün süren konuşmaların daha başından ortaya çıkan tablo şu idi: Bugün İtalya denilen topraklarda çok yüksek bir uygarlık geliştiren ve hem Helenleri hem de Romalıları etkileyen, Romalıların neredeyse hemen her alanda müesseselerinin temelini borçlu oldukları—bu konunun altının çizilmesi gerek—(bundan 8 000 ila 
10 000 yıl önce ortaya çıkan) Etrüskler, bu topraklara Anadolu'dan ve özellikle Batı Anadolu'dan gitmişlerdi. Bunu Herodot zaten M.Ö. beşinci yüzyılda söylemişti.

Bildirilerden anladığımıza göre günümüzde de, arkeologlarla birlikte çalışan botanistler ve zoologlar, binyıllar öncesinin bitey ile direyini (bitki örtüsü ile canlı varlıklarını) inceleyerek aynı sonuca varmışlar, Herodot'u teyid etmişlerdi. 

Bir süre önce basına yansıyan haberlerde de, kimi DNA analizlerinin de aynı sonucu verdiği belirtilmişti. Ancak, basındakihaberler çok önemli bir nüansı kaçırmıştı:

Mesele, Batı Anadolu'dan giden kişilerin kim oldukları konusuydu. Sonuçta Aristoteles Onassis ile Yorgo Seferis de İzmir'den gitme... 

Yani Türk gazetelerindeki, üzerinde pek düşünülmeden yazılan haberlerde, bugün Türkiye olan topraklardan gitmek, Türk olmakla özdeşleştirilmişti. Ama İtalyanlar ve genelde Batılılar böyle bir özdeşleştirmeyi saçma buluyor, 10 000 yıl öncesinin Batı Anadolusunu Antik Yunan'ın bir parçası olarak görmek istiyorlar—dı bu sempozyuma kadar. 

Oysa Etrüsklerin kökeni konusuna eğilmiş, diplomat olarak Roma'da görev yaparken— gereğinde, işinden izin alarak—bu kentte ve genelde İtalya'da araştırmalarda bulunmuş olan Ayda, 1970'lerin başından, vefat ettiği 1990'ların başına kadar yayımladığı gittikçe hacmi artan yapıtlarda, Etrüsklerin “Tursakalar” denilen proto-Türklerden olduğunu saptamış, hatta bulgularını Fransızca olarak (Les Étrusques Étaient des Turcs. Preuves, 1985) da yayımlamıştı.

Bilindiği gibi, hâlen hayatta olan, bu konu üzerine bütün bir ömür hasretmiş, çeşitli eserler vermiş iki kişi vardır: Kazım Mirşan ve Haluk Tarcan. Mirşan'ı Hulki Cevizoğlu'nun bundan birkaç yıl önceki televizyon programından hatırlayacak olanlar olacaktır. 
Bu sempozyumda, kendilerinden katkı talep edilmemişti. Programda yoktular! Ama her ikisi de, bütün bir ömür sarfetmiş oldukları konu söz konusu olduğu için, davet beklemeden koşup gelmişlerdi. 

İlk gün, bildiri sunan Türk tarihçilerden biri, isim vermeden gayet bariz bir şekilde, yüksek eğitimini Almanya'da yapmış bir mühendis olan 1919 doğumlu Mirşan ile uzun yıllar Paris'te yaşamış etno-müzikolog  (ve doktor/bestekâr Bülent Tarcan'ın akrabası) Tarcan'ı kastederek, “bilimsel olmayan” çalışmalar yapan kişileri eleştirdi ve çalışmalarının “deli saçması” olduğunu belirtti.

Böylelikle sempozyumdaki Türk akademik camiasına dahil kişilerin paylaştığı, sempozyum boyunca kahve aralarında da tekrarlayacakları görüşü dile getirmiş oldu. (Bodrum'da yaşayan) Mirşan ertesi gün görünmedi. “Dün söylenenlere kırıldı” dendi. 

Tıpkı Ayda gibi birçok dil bilen ve gene tıpkı Ayda gibi, hem Batı kültürüne hem de en geniş anlamda Türk dünyası kültürüne vakıf, bu ileri yaştaki zatı kırmak neye yaradı, pek anlayamadım. 

Fransızlar, akademik sisteme girmemiş kişilerden yararlanmak için Collège de France'ı kurmuşlardır. O kuruluş olmasaydı, ne Foucault olurdu, ne de Barthes....

Tarcan ise gene de geldi; hatta bir oturumun başkanlığını yapan Çığ, oturumun sonunda Tarcan'ın konuşacağını ilan etti. Nihayet, sadece bildirilerden sonra soru sorma sırasında yorumlarında (ya da kızanların deyişiyle “korsan bildirileri”nde) çok kısa dinleyebilmenin ötesinde, Tarcan'ın düşüncelerini öğrenecektik. Ama TTK başkanı Yusuf Halaçoğlu hemen fırladı, “olmaz, ancak kapanış oturumunda konuşabilir” dedi. Kapanış oturumu geldi çattı, Halaçoğlu evsahibi olarak sahneye çıktı, konuştu ve sempozyumu kapadı. Tarcan öylece konuşmadan kaldı. (Başka bir nedenle herkes üstüne çullanmışken ben de buna katılıyor görünmek istemem ama) Halaçoğlu'nun yaptığını hiç etik bulmadım. 

Anladığım kadarıyla bu iki Etrüskolog sürekli dışlanmışlar, sürekli horlanmışlar; bunun sonucu olarak kendilerini savunma konumuna sokmaya mecbur kalmışlar, bundan dolayı da belki kimileriyle takışmışlar. İkisi de bağımsız doğa sahibi. Doğu Türkistan'da doğan Mirşan günlük hayat açısından Türk toplumuna tamamıyla intibak etmiş ama kitaplarını yazdığı dil, Türkiye Türkçesi ötesi bir dil. Belli ki, bizlere asıl Türkçe budur demek istiyor. Yazdıklarının içeriği de ileri düzey cebir gibi. Belli ki üniversite birinci sınıf düzeyinde zihinlere vakit ayıracak, kendini onlara göre ayarlayacak değil. Tarcan ise, entelektüel açıdan aynı derecede kibirli: 
Birisi bildiri sunduktan sonra söz isteyip, “bu kişinin bütün söyledikleri yanlış” anlamına gelen müdahalelerde bulunması görülecek şeydi (Tarcan'a göre Etrüskler İtalya'ya Alp dağları tarikiyle varmışlar). Ömrünü Paris'te geçirmiş, İstanbul'un yüksek burjuva ailelerinden birinden olan Tarcan, belli ki, doğru dürüst yabancı dil bile bilmeyen Anadolulu öğretim üyelerini çileden çıkarıyor, kompleks içinde bırakıyor. 

Tabii İtalyanlar da kendisine ayrı ifrit oldular, çünkü kendilerine aynı platformda muhatap olacak donanımda ve de alttan alacak kimse değil. 

Özetle söylemek gerekse, hiç de “diletant” olmayan bu iki bilim adamına sahip çıkmak, henüz hayattalar iken “cebir”i çözecek birilerini yetiştirmelerini sağlamak, bildiklerini bir sonraki kuşaklara aktarabilmek, tezlerinin doğruluğunu ölçecek (ya da yanlışsa, nerelerde yanlış yaptıklarını saptayacak) her türlü çalışmanın yapılabilmesini sağlamak, bir başka deyişle birikimlerinden yararlanmak, toplumumuzun öncelikli, birincil görevlerinden biri olmalıdır. 

Hadi diyelim bu kişiler devlet üniversitelerinin kabul edilme ölçütlerine uymuyorlar; gösteri dünyasının kimi şöhretlerini “öğretim görevlisi” diye istihdam eden özel üniversiteler ne güne duruyor? İşte değinmek istediğim ilk husus bu...

Tabii, Batılı formasyonu almış Türkiye Cumhuriyeti eliti, Etrüsklerin Türk olma olasılığına antipati duyuyor (aslında “Türk” değil, ya “proto-Türk” ya da “Türkî” demek gerekir). 

Kabul edelim, kimisi “sahibinin sesi” olmaktan, yani Batılı'nın söylediğini tekrarlamaktan huzur duyuyor; çoktan oluşmuş “süperego”su ona böyle dikte ediyor—böylesi davranışı, çağdaşlığın bir zorunluluğu olarak görüyor. Kimisi de, erken cumhuriyet dönemi resmi tarih söyleminin hortlaması olarak yorumluyor (nitekim, son “göç” sempozyumunda tarihteki Türk göçleri konusunda konuşurken Etrüsklere de değinen, Kocatepe Üniversitesi'nden Ekrem Memiş'e salondan böyle bir eleştiri geldi). 

Ayrıca, Müslüman Türk insanı, Hz. Muhammet'ten on bir binyıl önce yaşamış bu insanlarda (hiç değilse heykellerinde), alıştığı tarzda iffet kaygısı bulmuyor; bu da, sanırım Etrüsklere yabancılaşmasını arttırıyor. 

Ayda'nın bütün kitaplarını okumuş bir kişi olarak ve 1992 yılında, Başkurtistan'da aynı şekilde düşünen Ferit Latipov'la konuştuklarım ile Doğu Türkistanlı Mirşan'ın çalışmalarını düşünerek, benim kişisel görüşüm şu: 

Bugün “Türkî” diye nitelendirdiğimiz dilleri/lehçeleri ve kültürleri bilhakkın (ve doğma-büyüme) bilenler, sadece Türkiye Cumhuriyeti deneyiminden geçmiş insanların algılayamadığı nüansların farkındalar. Bundan dolayı, bu insanlara kulak vermek gerek.

Sempozyumda, genel olarak antropolojiyi ya da DNA analizlerini ele alan bildirilerden sonra esas konuya girildi. (Bu arada, yanlışlıkla arkeoloji buluntusu kemiğe dokunursanız, kendi DNA'nızın analizini yapacak olduğunuzu, yani DNA analizinin basının yansıttığı gibi kolay bir süreç olmadığını öğrendik.) Yukarıda da değindiğim gibi, konuk bilim adamlarının bildirileri pek yavandı. 

Hatta dayanamadım, söz alarak bir tanesine, “çeviriden dinlediğim kadarıyla bildiriniz sadece betimleyici; teziniz, var ise, ne ki?” diye sordum. Cevap veremedi... 

Türk bilim adamları ise söylediklerinden çok, gösterdikleri dialarla (daha doğrusu, günümüz teknolojisi power point ile), bir kez, Türklerin henüz “proto-Türk” denmesi gereken dönemlerinde çoktan Anadolu'ya ayak basmış olduklarını kanıtladılar.

“1071”in, en azından bu sempozyuma katılanlar için, hiç bir büyüsü kalmadı. “Kuraklık dolayısıyla Orta Asya'dan göç” efsanesi de (Memiş'in bildirisiyle) yapı- söküme uğradı, bir başka deyişle çökertildi. (Bu bilgilerin tarih ders kitaplarına girmesi ne kadar alır, bilmiyorum.) 


Türk bilim adamları Etrüsklerin, bal gibi proto-Türklerden olduklarını “kör gözüm parmağına” örneklerle gösterdiler. 


Hâlâ inanmamak için (ya Batı damgası almamış her tür önermeye kapalı olmak; ya peşinen, söylenenleri/gösterilenleri, Batı bilim dünyasından nasibini alamamış “milliyetçiler”in “kendin üret-kendin kabul et” söylemi sayıp ciddiye almamak; ya da) insanın, sunuşlar sırasında gözlerini kapatmış, kulaklarını tıkamış olması gerekti—iki taraflı Türkçe, İngilizce ve İtalyanca simültane çeviri, en ufak kuşkuya yer bırakmıyordu. 

İtalyan katılımcılar çok bariz bir şekilde suskunlaştılar... 

Normalde, hayret etmeleri, büyük şaşkınlık ifadesinde bulunmaları gerekti. Ama sus pus oldular, hiç soru sormadılar. (Bence hiç şaşmamaları İtalyanların durumdan haberdar, ama konuyu ilanihaye geçiştirebileceklerini sanmış olduklarını ortaya çıkardı.)

Çığ (bütün ününü, meslekî saygınlığını arkasına alarak), “Sümerliler Türktü, yazılarını çözen Batılılar Türkçe bilmediklerinden anlamamışlar” dediği zaman dahi reaksiyon olmadı, kimse itiraz etmedi...

Avrupa Birliği'nin neden Türkiye'yi almak istemediği, bir kez daha elle tutulurcasına anlaşılıyordu: Hangi alanda olursa olsun, Türkler Avrupalıların balonuna iğne sokuyor.

İkinci (ve son) günün öğleden sonrasında İtalyanlar tam anlamiyle pıstılar. Başka kelime bulamıyorum. 

İlk günün sabahı ne kadar, tabir caizse “şişinme” içinde olmuşlarsa, sempozyum sonunda o derece pısıp kalmışlardı. 

Yapılan tek çıkış bir İtalyan katılımcının, tıpkısının aynısı heykelin Kuzey Avrupa'da, Güney Amerika'da Mayaların yaşamış olduğu yörelerde, Ön-Asya'da (Anadolu'da) ve İtalya'da Etrüsklerin yaşamış oldukları yörelerde yapılan kazılardan çıktığını gösteren (Orhun Yazıtları uzmanı, Atatürk Üniversitesi'nden) Cengiz Alyılmaz'ı, “size kalırsa bütün insanlık Türklerden çıkmış...” diye adeta azarlaması oldu.


Halaçoğlu'nun havayı dağıtmak üzere, kapanış konuşmasında “Etrüskler proto-Türk olsalar ne yazar, olmasalar ne yazar” anlamında sözler söylemesi bence gereksiz, alaturka bir ödündü !

Bildirilerin TTK tarafından yayımlanacağı belirtildi. İnşallah bildirilerinde Ayda'nın adını vermeden görüşlerini dile getirenler, yazılı metinlerinde daha titiz davranırlar.


Etrüskler, Justin McCarthy'lerini bekliyorlar...




Gönül Pultar

...

Gönül Ayda PULTAR, ( 1943) yazar ve biliminsanı. 

ODTÜ, Bilkent ve Boğaziçi üniversitelerinde ders vermiş ve Harvard Üniver­sitesi’nde fellow (araştırmacı) olmuş; MLA, ASA, MESEA ve IASA gibi uluslararası bilimsel derneklerde çeşitli pozisyonlarda bulunmuştur. Başkan yardımcılığını yapmış olduğu Amerikan Etüdleri Derneği’nin çıkardığı Journal of American Studies of Turkey dergisinin kurucu yayın yönetmeni olmuştur.  ABD’de yayınlanan Journal of Popular Culture dergisinin yayın kurulu üyesidir. 

Sadri Maksudi Arsal'ın torunudur. (Maksudi : Türkiye’de Türkçülüğün temelini atanlar arasında bulunur. Cumhuriyetin ilk hukuk fakültesi olan Ankara Hukuk Fakültesi’nin kurucu hocalarındandır. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasında önemli katkıları olmuştur.)

İngiltere’de yayınlanan Comparative American Studies dergisinin, Eylül 2006’da çıkmış olan “İngilizce dışındaki dillerde Amerikan edebiyatı” özel sayısının konuk yayın yönetmenliğini yapmıştır. Dünya Bir Atlıkarınca (1979) ve Ellerimden Su İçsinler (1999) adlı iki romanı ile kültür araştırmaları konusunda çeşitli derlemeleri olan ve İlhan Babgöz’le nehir söyleşi kitabı Kardeşliğe Bin Selam’ı gerçekleştiren Pultar’ın, dergilerde ve derleme kitaplarda makaleleri ile ansiklopedi yazıları Türkiye’den başka, başta ABD ve Almanya, Hollanda, İngiltere, Rusya gibi Avrupa ülkeleri ile Hindistan ve Japonya’da yayınlanmıştır.

Halen Türkiye Kültür Araştırmalar Derneği Başkanı ve aynı zamanda Dünya Tatar Ligi Onursal Başkanı
*Kültür ve Modernite (ed.)
*Türkiye Kültürleri (ed.)
*İslam ve Modernite (ed.)
*Kimlikler lütfen: Türkiye Cumhuriyeti'nde Kültürel Kimlik Arayışı ve Temsili (ed.)
Türkiye'deki başlıca derlemeleridir.


...


Tarihten Bir Kesit Etrüskler
2007 Sempozyum Bildirileri....
Basım Tarihi: 2008.....
Eser, 2-4 Haziran 2007 tarihinde Bodrum'da düzenlenen Tarihten Bir Kesit: Etrüskler adlı sempozyumda sunulan bildirilerden oluşmaktadır.  Tarihin gizemli bir sayfasını aralamak gayesiyle İtalya, ABD, Rusya ve Türkiye'den katılan bilim adamları, İtalya tarihinin ilginç bir halkı olan Etrüsklerin kimliği, dili, tarihi vb. ile ilgili araştırmalarını ve değerlendirmelerini bu sempozyumun vesilesiyle sunmuşlardır. 

İçindekiler: 
SUNUŞ A. Profile From History:  The Etruscan 
GÜLEÇ, ERKSİN-GÜLTEKİN, TİMUR-ÖZER, İSMAİL-SAĞIR, MEHMET: Geçmişten Günümüze Anadolu: Eski Anadolu Toplumlarının Antropolojik Açıdan İncelenmesi 
GÜRSOY, AKİLE: Tarihten Bir Kesit: Etrüskler Türkiye'de Türk Tarihini İncelemede Antropoloji'nin Katkısı 
ARSLAN, AHMET-MİRŞAN, KAZIM-PARLAK, TAHSİN-TÜFEKÇİOĞLU, TURGAY-ZHDANOV, RENAT IBRAHYM-GİBADULİN, YAHYA: Archeological, Etymological, and Genetic Traces of Migrations Along with Etruscan Migration for Forming European Nations: 
I. Migrational Traces Was Followed Together with Alphabetical Evolution 
MEMİŞ, EKREM: Etrüsk Kavminin Oluşumunda Troyalılar'ın ve İskitler'in (Sakalar) Rolü 
ÇIĞ, MUAZZEZ İLMİYE: Sümer Dili İle Türk Dili Karşılaştırmaları 
MUTLU, M. ÜNAL: Sümerce ve Etrüskçe Arkaik Türk Dilleridir. 
MUTLU, M. ÜNAL: Sumerian and Etruscan Are Archaic Turkish Languages
DOĞAN, İSMAİL: Etrüsk Yazısının Kaynağı: Türk (Göktürk) Yazısı 
GÜRSOY, NİLÜFER: Homeros ve Herodotos'ta Etrüsk İzleri 
ALYILMAZ, CENGİZ: Asya'dan Avrupa'ya Ana Çizgileriyle Eski Türk Uygarlık Eserleri 
GAVRILIN, KIRILL: II Tempio di Veio: II Problema della Ricostruzione deü'acroteria Scultorea 
GUIMARAES, SILVIA: Ancient DNA Studies 
SERINO, VINICIO: From Erodoto To Dionisio of Alicarnasso: Comparition Hypotheses About The Etruscan Origins 
GENICK, DANIELA COCCHI: L'etâ Dei Metalli in Italia: I Principali Processi Storici e i Collegamenti con L'area Egeo-Anatolica 
MASSETİ, MARCO: Ancient Historical Faunae of Continental And Insular Asia Minör, and Their Relations with the Western Mediten-anean, with Particular Reference to the Italian Peninsula 
DONATI, LUIGI: Anatolian Contributions to Etruscan Cultura.






ETRUSCAN HORSESHOES 
They were found in an Etruscan tomb 
dating probably from the 4th century B.C.




Horse was domesticated for the first time by Turkish tribes, everything that has to do with horse equipments are made by Turks.
Even the stirrup was adopted by the East Roman Empire army from Avar Turks in the sixth century AD...




ARSLANLAR , 
KENDİ TARİHÇİLERİNE KAVUŞUNCAYA KADAR KİTAPLAR AVCIYI ÖVECEKTİR