23 Eylül 2025 Salı

Başkasının Biti Türk'ün Başında Kırılır

 



Başkasının biti Türk'ün başında kırılır!

Dr. Dursun AYAN


Eh, Türk olmak zor meslek anlaşılan; tarih sahnesinde kimseye yaranamazsınız; İster Selçuklu ol Abbasi Halifesi burun kırın etsin, ister Hazarlı ol Yahudi dünyası adını okumasın, ister Cumhuriyet kur Batılı beğenmesin. Doğuda Çinliler de sevmezmiş zaten. Dişlerini temizleyen Türklere “bunlar dişlerini keskinliyor” diyorlarmış. Oysaki Bilge Kağan ile Tonyukuk ne güzel de anlaşıp gidiyorlardı; dönemin “çatışma” lafının büyüsüne kanmadan; ama savaşarak, barışarak; savaşmanın, barışmanın, savunmanın kadrini bilerek, gereğini yaparak. Çatışmanın kuramından daha önemli ve somut bir çatışma göstergesi varsa, bunun uzaydan bile göründüğü söylenen “Çin Seddi” olduğu ne kadar ortadadır.

Batının tutumuna şaşmamak gerek. Çünkü Doğu sahnesinde de Türk Uygarlığı'nın itibarını hakkıyla dikkate almayanlar vardı. Bağdat'ta Halife'nin askeri olursunuz bir dert, Abbasi-Fatımî savaşlarında Bağdat'ı korursunuz bir dert, Bizans'ın, doğu Hıristiyanlığının aktif askerleri olursunuz bir dert, İslamın ve Museviliğin inancını Kafkasların, Hazar'ın ötesine taşırsınız bir dert, yüzyıllarca pek çok İslâm devleti gavura kılıç sallamazken siz Allah yolunda can telef edersiniz bir başka dert, uygarlığın gelişmesine bilimde, felsefede, sporda katkıda bulunursunuz esameniz okunmaz, İran'da devlet anlayışının ihyasında katkınız vardır bunu kimse bilmez, Ulay-ı kelimatullah için Avrupa içlerine kadar savaş açarsınız, Akdeniz'i kontrol edersiniz, bugün tusunami felaketinde kaybettiği candan daha fazlasını kaybeden Açe'ye Hollandalılar ve Portekizliler karşısında anti-emperyalist, anti-koloniyal destek verirsiniz, hutbe okutursunuz gene de iyi müminler listesinde kadriniz bilinmez.

Bugün bile hâlâ Batıya yakın olmanın seküler anlayışından dolayı İslâm dünyası size yüz vermez. Avrasya Müslümanları ve Türkleri adına Lenin'e Sovyet Devrimi'nde destek verisiniz komünistin yanında kıymetiniz olmaz, o gider Pekin'e, Tiran'a yüz vurur. Kore'de komünist bloka karşı fiilen savaşa girersiniz, Moskof aleyhtarlığı yaparsınız hâlâ muhafazakâr politikacınız yeterince Amerikancı olmadığınız için sizi pazarlık malzemesi yapar.

Anadolu insanın deyişiyle "Başkasının biti Türk'ün başında kırılır" da kimse bir şey demez. Çünkü bu bahsedilen etkileşim ortamlarında farklı iktidar çevreleri vardır ve bunların iyi işlerde ortağa tahammülleri yoktur. Dışlanması gerekenler iktidar paranoyaları için işlevseldir. Türklerin dışlanması kadar tarih sahnesi başka ulusların dışlanmasına sahne olmamıştır.

İşte iki dünya; Batı ve Doğu ve arada kaldığı için Arasat’ta olma onuruna en yakın bir uygarlık Türk Uygarlığı. “Uygarlıklar şizofrenisi”ne düşme lüksü olmayan bir yazgı; kendi geleceğini kendi tarih yaratma gücü ile yazmak zorunda olan çile.


UYGARLIK ŞİZOFRENİLERİ VE TÜRKLER

detaylı





"Yaşadığımız psikopat bir dünya. Deliler iktidarda. Bunu ne zamandır biliyoruz?

Bununla yüzleştik mi? -Ve- kaçımız biliyoruz? "

― Philip K. Dick, Yüksek Şatodaki Adam

The Man In The High Castle




Türk Kültüründe Geyik

 



KADİM TÜRK KÜLTÜRÜNDE GEYİK İKONOGRAFİSİ

Vahap Candan


Güney Sibirya/Altay-Sayan Türk halklarının sürekli habitat değiştirerek yaşadıklarına dair hiç bilimsel veri yok elimizde. Mevcut veriler biri kışlık, diğeri yazlık iki kamp alanı olduğunu ve göçün bahar başında verimli otlaklara gidiş, sonbahar sonuna doğru ise kışlık habitata dönüşten ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Elbette kuraklık, aşırı yağış, sel, deprem, salgın hastalık gibi doğal afetler nedeniyle kitlesel büyük göçler dünyanın her yerinde olduğu gibi kadim Türk ellerinde de yaşandı. Hatta bazı durumlarda yüzlerce yılda gelişen uygarlıklar kısa zamanda yok oldu. Örneğin MÖ 1600 civarında, Girit’in 112 kilometre kuzeyindeki Santorini Krakatoa yanardağının çok büyük bir güçle patlaması sonrasında Minos uygarlığının hızla yok olduğu kabul edilmektedir. »

Patlama sürecinde atmosfere yükselen kül bulutları güneş ışınlarının yıllarca yeryüzüne ulaşamamasına, patlama öncesi ya da sonrası yaşanan depremler büyük yıkıma neden olmuş ve hızla yayılan salgın hastalıklar ve açlık Minos’un yıkılmasına neden olmuştur. Eski çağ kültürlerinin gelişiminde ya da yok oluşunda doğal afetler kadar etkili olan diğer husus yaşanılan coğrafyadır. Bunu ilk dile getiren kişi sosyolojinin babası olarak bilinen İbn Haldun’dur. İbn Haldun, toplumların karakterleri ve kültürlerinin gelişiminde coğrafyanın büyük etkisi olduğunu örneklerle anlatmıştır “Mukaddime” adlı eserinde. 

Coğrafyadan kasıt sadece yaşanılan arazi parçası değil, coğrafyaya bağlı olarak farklılık gösteren iklimdir. İklimsel özellikler, geliştirilen kültürün en önemli etkenidir. Beslenme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçların teminine ve gelişimine ilişkin gelenekler sadece coğrafyanın/iklimin sunduğu imkanlara bağlıdır. İnsanların paleolitik çağlardan bu yana hayatı idame konusunda geliştirdikleri pratikler birbirinin benzeridir aslında. En temel ihtiyaçlar aynıdır çünkü. Can güvenliği, barınma ve beslenme. İnsan topluluklarının geçmişten günümüze, zamanla biyolojik yeteneklerinin yetmediği noktada çeşitli araç-gereçler yoluyla sorun çözerek, kültürlerini oluşturmaya başladıkları kabul edilir. Bu nedenle antropolojik dönemleri araştıran bilim insanları, insanı “homo faber” yani alet yapan olarak sıfatlandırmışlardır. 

Ayrıca kişioğlu yaşadığı doğal ortamda ayakta kalabilmek ya da hava sıcaklıklarından fazla etkilenmemek için farklı giyim şekilleri geliştirdiler. Örneğin, Kuzey kutbunda yaşayan arktik insanın ayı kürkünden giysi üretmeleri son derece doğal ve gerekliydi. Kutbun soğuk şartlarında yapabileceği en uygun giysi ayı derisiydi. Çünkü en yakınındaki hammadde, yani kaynak, belgesel filmlerde gördüğümüz kutup ayısıydı. Ve aynı zamanda İglo denilen buzdan ev inşa etti binlerce yıl önce ve hâlâ aynı tür evlerde yaşıyorlar. Bir de çöl kuşağını ele alalım. Arabistan yarımadasında yaşayan halkların giysileri bol ve uzun. Sıcak çöl şartlarında en uygunu neyse onu geliştirdi çöl insanı. Pantolon değil, bol ve etekli uzun giysi hareket halindeyken ortaya çıkan ısıyı dışarı atıyor, kumaşın dalgalanmasıyla oluşan mini hava akımı az da olsa insan tenine serinlik veriyordu.

Arktik insanın aksine çöl insanının giysi tasarımındaki öncelik, güneşten ve sıcaktan korunmaktı. Başa dolanan birkaç metrelik kumaş parçası ise kum fırtınalarında hayat kurtarıyordu. Başına doladığı kumaş parçası yüzünü, gözünü, ağzını ve burnunu koruyordu. Kum fırtınalarında nefes almak neredeyse imkansızdı. Kumaş parçası burnunun tıkanmasını önlüyordu. Yani insanoğlu, coğrafya ve iklim anlamında, sadece en uygun yerlerde kültür/uygarlık oluşturmuş değil. Ancak şartlar iyileştikçe nüfusla birlikte, üretim ve sosyal gelişim de ivme kazanıyordu.

Spirütüalist davranış ve geleneklerde de coğrafya / iklim şartlarının etkili olması doğal bir sonuçtu. Söz gelimi Mezolitik çağ (MÖ~12.000-6.000) Güney Sibirya halklarının kutsadıkları ilk hayvanın geyik olduğunu göstermekte antropolojik/arkeolojik veriler. Tunç Çağı’nda (MÖ~2.500-900) ise Prototürk Altay-Sayan halklarının “at”ı evcilleştirmesi dahi, önce gelişen geyik kültünü unutturmadı; günümüze kadar devam etti. Türk kültür coğrafyasında keşfedilen kaya resimlerinde yer alan hayvan motiflerinin çoğunluğunun geyik ve dağ keçisi olması da bunu doğruluyor.

Öte yandan Pazırık ve (Kazakistan) Berel, Altaylar Ulandırık kurganlarında rastlanan geyik ve dağ keçisi masklı at cesetleri de kadim geyik/ teke kültünün Tunç Çağı’nda devam ettiğini gösteriyor.

Altay kültür coğrafyasının batı ucu (Doğu Kazakistan) Berel’de açılan 11. Kurgan’da rastlanan gömülü atların başlarına takılan dağ keçisi boynuzları da “Geyik Ene” kültüyle ilgili olmalı. (Görsel 3) Tunç çağında atı ehlileştiren Altay/Sayan prototürk halkların atı da kutsadıklarını ve ancak geyik/keçiyi

unutmadıklarını, kutsamaya devam ettiklerini anlıyoruz. Kazı başkanı Kazak Arkeolog Z. Samashev’e göre MÖ 4. yüzyıla ait. Sanat Tarihçisi Mehmet Kutlu’ya göre “Berel’deki 11. Kurgan’dan elde edilen bilgiler, Demir Çağı’nda, özellikle MÖ 1. bin yılın ikinci yarısında Altaylar’ın doğusu ve batısı arasındaki kültürel etkileşimin varlık ve niteliği” hakkında daha net bilgiler vermektedir.

Toparlayalım, eski çağ kültürlerini değerlendirirken kültürlerarasında üstünlük iddiasında bulunulmamalı. Ancak üstünlük iddiaları antropoloji, arkeoloji, sosyoloji, tarih, sanat tarihi gibi sosyal bilimler aracılığıyla neredeyse 300 yıldır ustalıkla yapılmaktadır. Onun için, içi bilimsel olarak boş olmasına; belgelenmemiş olmasına rağmen bazı bilgiler kalıp haline gelmiş, kabullen(dir)ilmiş ve hatta neredeyse itiraz edilemez olmuştur. Kimi kültür alanlarıysa görmezden gelinmiştir. Dünyanın dört bir yanında gelişen kültürlerin hiç biri, diğerlerinden üstün değildir.

Görmezden gelinen kültür alanlarından biri de Güney Sibirya/Altay Sayan bölgesinde gelişen ve arkeolojik verilere göre birbirinin devamı niteliğindeki uygarlıktır. Güney Sibirya’da özgün alfabesini yaratan ve geliştiren tek etnik topluluk Türk halklarıdır. Alfabesi runik, runik Göktürk ya da Göktürk alfabesi olarak geçer araştırma kitaplarında. Aslında özgün Türk alfabesi. Göktürk alfabesi bile doğru bir adlandırma sayılamaz. Çünkü Türk alfabesine ilişkin örnekleri Yenisey Kırgızlarının da kullandığını Yenisey yazıtlardan biliyoruz.

Buzul Çağları’nın son evresinin (Pleistosen) sonlarında, günümüzden yaklaşık 14.000-12.000 yıl önce hava ısınmaya başladı ve istikrarlı bir şekilde süren ısınma ile kuzey yarım küredeki buzulların güney kesimleri erimeye başladı. Erimeyle birlikte bitki ve hayvan türleri de gelişti, çoğaldı. Buzul Çağları’nın kalın postlu mamut ve benzeri iri hayvanları, değişen iklim şartlarına uyum sağlayamayıp, yok oldular.

Öte yandan daha küçük ve çevik olan hayvanlar çoğaldı. Erime kuzey yarım kürenin coğrafyasını da değiştirdi. Örneğin, bugünkü Fransa ile İngiltere, erimeden önce birleşikti. Manş Denizi buzulla kaplıydı. Kuzey Avrupa’da yaşayan insan ve hayvanların yürüyerek İngiltere’ye gitmesi mümkündü. Aynı şekilde Asya kıtasının Kuzeydoğu ucundan Bering Boğazı’nı yürüyerek (15. yüzyılda Amerika adını alan) karşı karaya (Alaska) gidilebiliyordu.

Söz konusu durum jeolojik anlamda çok çok kısa sayılan bir süre olsa da bitkiler ve hayvanların gelişimlerini etkiledi. Özellikle insanoğlu için önemli bir dönüm noktası oldu. Ormanda ağaç kovuklarında ve mağaralarda yaşayan insanlar barınma ve beslenme ihtiyaçlarını daha kolay temin eder hale geldi. Rus jeologların araştırmalarına göre Güney Sibirya, son buzul çağına günümüzden 126 bin yıl önce girmiş; MÖ 10.000’e kadar devam etmiştir. Fakat yaklaşık 53.000-23.000 tarihleri arasında “Karginskiy” olarak adlandırılan buzul arası dönem yaşanmıştır. Bu dönemde, Sibirya’da ortalama hava sıcaklığının günümüz değerlerine çok yakın olduğu değerlendirilmiştir. Yaklaşık 30 bin yıl süren Karginskiy dönemi içinde de sıcaklık dalgalanmaları yaşandığını tespit etmiş Rus bilim adamları. Pleistosen (son buzul) evresi; aynı zamanda Paleoantropoloji (İlk İnsan bilimi) antropoloji, sosyoloji, arkeoloji ve sanat tarihi gibi bilim dallarının da ilgi alanına girer. Söz konusu evre arkeolji literatüründe Paleolitik ve mezolitik çağ(lar) olarak adlandırılır. Mezolitik çağda buzullar, yaklaşık olarak bugünkü yerlerine çekildi ve bu alanları ormanlar kapladı süreç içinde.

Kuzey yarım kürenin güneyinde ise Anadolu ve Yakındoğu’da tarım yapılabilecek elverişli alanlar oluşmaya başladı. Aynı dönemde Güney Sibirya’da şartlar daha ağırdı. Altay-Sayan dağlarının kuzey yakaları hala büyük buzullarla kaplıydı. Güney yakalarda ise Yakındoğu ve Anadolu kadar değilse bile hayat şartları iyileşti. Kısacası, Kuzey yarımkürenin güneyi ile şimdiki Avrasya bozkırları ve Altay-Sayan dağları dediğimiz bölge, aslında arkeolojik kronoloji bağlamında benzer çağları tam olarak aynı zamanda yaşamadı. Yani iklim ve coğrafik şartlar, güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşım açısı gibi nedenlerle Neolitik evreye (Ön Asya ve Yakındoğu’dan) 1000-2000 yıl geç girdi Güney Sibirya. Bunda Rus bilim insanlarının tespit ettiği “Karginsky” dönemi sonunda hava sıcaklıklarının yeniden düşmesinin etkili olduğu kabul edilmektedir. Söz konusu dönemde, 100 km kadar kuzeye çekilen buzul alt sınırının yeniden eski sınırına döndüğü kanıtlanmıştır.

Kabaca günümüzden önce (GÖ) 23 bin-10 bin arası, Güney Sibirya’da insan hayatı için elverişli bir dönemden sonra bir bakıma yeniden buzul çağı şartlarının oluşması, Güney Sibirya halklarının kademe kademe büyük kitlesel göçler yaşamasına neden oldu. Güney Sibirya neolitik döneminden günümüze ulaşan çok sayıda kaya resmi var. En dikkat çekenlerden biri de (görsel 5’te yer alan) Hakasya’da keşfedilmiş panodaki betimler. Taş levha üzerine kazınarak ve boyanarak kompoze edilen betimlerin, Türk kültür tarihi bağlamında çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlk bakışta bile ritüel bir sahne olduğu anlaşılıyor. Öncelikle bakışımıza göre orta-solda yer alan tamga benzeri çizimlerin, özgün Türk alfabesinin öncüsü harfler olduğunu bile iddia etmek mümkün. Ancak aradan geçen 7 bin yıl içerisinde bazı harflerin değişikliğe uğramış olması da büyük bir ihtimal. 

Harflerin, bütün dillerde olduğu gibi zamanla yazı karakterlerindeki değişimler ve özellikle verdiği sesin farklılaşması, dilcileri çok zorlayan bir durum. Bu nedenle okumak zorlaşıyor. Ortadaki ana motif tam bir alegorik/hayali tasarım değil. Yani var olan bir olgunun simgesel tasarımı. Bakışımıza göre sağda yer alan içindeki (+) işaretiyle birlikte çizilen yuvarlak, hem Tengri’yi ve hem de kam davulunu temsil ediyor. Sağdaki ağacın köküyle birlikte gösterilmesi yer altı dünyasıyla ilgili. Yer altı deyince hemen akla yer altı tanrısı “Erlik” gelmesin. Erlik tasarımı çok geç devirlerde; yaklaşık 7-8. yüzyılda Brahmanist/Budist kültürden alıntılanmış bir teonim. Türk düşüncesinde yeraltı dünyası hep vardı ancak, Erlik gibi astığı astık, kestiği kestik ceberrut bir tanrısı yoktu.

Panonun aşağı kısmında (yer alan) dans eder gibi görünen insan çizimleriyse bir ayin yapıldığını anlamamıza yardımcı oluyor. Aynı coğrafyada ve hinterlandında buna benzer sahneleri Eneolitik (MÖ 3.500-2.500) Tunç, demir, Hun, Göktürk çağlarında kesintisiz olarak görüyoruz. Kam davulu, ayin? Peki kam nerede? Ortadaki alegorik olarak nitelendirilen insana benzeyen çizim “kam”dan başka bir tasavvur olamaz. Üst kısımdaki baş kısmı hariç altı kol ise Türk kültüründe yine en az altı bin yıl boyunca değişmeyen, Altay kültür coğrafyasında hâlâ devam eden bir mitle ilgili. Mite göre kamların ilk atası (ortak ataları) geyikti. Keşfedilen arkeoljik ve etnografik çok sayıda belge, Neoloitik’ten Göktürk çağına kadar bu inanışın devam ettiğini gösteriyor.

Bu yazımda söz konusu devamlılığı çok kısa incelemeye çalıştım. Meraklısı için ekliyorum: Konuya, “Türk Tanrıça” adlı kitabımda ayrıntılıca değinmiştim.


Vahap Candan

Bütün Dünya Dergisi, Mart 2025



Hint Asıllı İngiliz Casus

 

İngiltere'nin Tuttuğu Suikastçı



Anafartalar Caddesi'ndeki Hafızamız ve Mustafa Sagir

Vahap Candan


İngilizler, sömürgesi altındaki Hindistan’ın çeşitli yerlerinden zaman zaman birkaç Hintli çocuğu hükümet adına eğitmek üzere İngiltere’ye gönderirlerdi. Hindistan’ın Peşaver şehrinde dünyaya gelen Sagir’i de henüz on yaşındayken İngiltere’ye götürdüler. Önce Londra’nın küçük bir kasabasında özel bir okulu sonra Lincoln Koleji ve Cambridge Üniversitesi’ni bitirmişti. İngiliz MI6 gizli servisi tarafından yetiştirilen Sagir, Arapça, Farsça, Almanca ve Türkçe bilmekteydi. İyi yetiştirilmiş bir ajandı. İstanbul’a ve Ankara’ya gelmeden önce Afganistan'da ve Mısır'da İngiltere adına önemli operasyonlara imza atmıştı.

1920 yılının ortalarında İstanbul’a gelir. Casusluktaki başarıları dolayısıyla, Sagir, Anadolu’daki Millî Mücadele’yi baltalamak ve Ankara’nın durumu hakkında ayrıntılı bilgiler toplamakla görevlendirilir. Rolünü çok iyi oynamıştır: İngiliz düşmanı bir Hindistan Müslümanı ve Hint Hilafet Komitesi murahhası olarak tanıtır kendini ve İstanbul’da Milli Mücadele’ye destek verenlerin arasına sızar. İstanbul Şehzadebaşı’ndaki evinde “Türk ve Hint Uhivveti İslamiyye” adlı bir cemiyet kurmuştur. Evinde Mustafa Kemal, Enver Paşa, Cemal Paşa gibi komutanların resimleri asılıdır. Cemiyete gelip gidenler arasında Milli Mücadele’ye kaçak silah ve mühimmat gönderen Erkân-ı Harp Subayı Filibeli Ali Bey, Yüzbaşı Emin Bey ile Muğlalı Mustafa Bey gibi milliyetçiler de vardır. 

Bu nüfuzundan yararlanan Sagir, Anadolu’ya silah kaçıran gizli örgütlerdeki Türk dostlarının yardımıyla Kasım 1920’de İstanbul’dan Anadolu’ya geçirilir. Aralık ayında Ankara’ya ulaşır. İngiliz örgütünün verdiği asıl göreve gelmiştir sıra. Aslında Mustafa Kemal başta olmak üzere Milli Mücadele’nin ileri gelenleri de Sagir’i beklemektedir. Onun İngiltere adına istihbarat yapan bir ajan olduğuna dair ciddi bilgiler vardır Ankara’da.

Ankara’ya geldiği gün onu iltifatla karşılayanlar arasında Ankara Valisinin yanı sıra İstiklal Mahkemesi Başkanı Kılıç Ali Bey de vardır. Ankara istihbaratı da kendi oyununu kurmuştur. Mustafa Kemal Paşa da kabul eder Ajan Sagir’i. O sırada Kılıç Ali Bey de Kemal Paşa’nın yanındadır. Görüşme sonrasında Sagir’i uğurladıktan sonra Paşa, Kılıç Ali’ye dönerek “Mükemmel bir casustur.” der. Ali Bey başını sallayarak, takip ettiklerini söyler.

İngiliz Ajanı Sagir Ankara’da kaldığı süre içinde bakanlarla ve gazetecilerle dostluk kurmaya çalışır. Amacı fırsatını bulursa Kemal Paşa’ya suikast yapmaktır.

Ankara’dan İstanbul’a sık sık mektup gönderir. Aslında mektup kılıfına sokulmuş raporlardır gönderdikleri. Aynı yöntemi 1910 yılında Mısırlı direnişçilerin arasına sızarak kullanmıştır, deneyimlidir. 1. Dünya Savaşı yıllarında Afganistan’a giderek yine İngiltere adına casusluk yapmış, Afganistan kralına suikast düzenlemiştir.

Sagir’in İstanbul’a gönderdiği mektuplar, İleri gazetesinden Cavid Bey aracılığı ile kod adı Ramiz Bey olan gizli şef Albay Nelson’a ulaşmaktaydı. Sagir, takip edildiğinden şüphe duymuyor; Milli Mücadele’nin ileri gelenlerinin kendisine mutlak güvendiklerini düşünüyordu. Türk istihbaratı, Sagir’i takip ediyordu, mektuplarını görünmez mürekkeple yazdığını tespit etmişti. İstanbul’a, Albay Nelson’a ulaşan mektuplar, kimyasal bir tozla sıvazlandıktan sonra görünür oluyordu. Mustafa Kemal’in günlük hareketleri, “hangi saatte evden çıktığı, yanında kimlerin bulunduğu, nasıl bir otomobille gezdiği, otomobilin hızı gibi birçok bilgiyi içeriyordu. Günü gelince kullandığı eşya ve giysileri tek tek arandı ve şüpheleri doğrulayan başka delillerin bulunması üzerine hemen tutuklandı” ve deliller İstiklal Mahkemesi’ne gönderildi. (Aybars, sh.76).

Sagir’in yargılanmasına 10 Mayıs 1921’de başlanır. Mahkeme heyetinin başkanı, onu, Ankara’ya gelişinde iltifatla karşılayan Kılıç Ali’dir. Duruşmalar Hakimiyet-i Milliye gazetesinde günü gününe yayımlanır. Mustafa Sagir, İngiliz Dışişleri bakanlığı emri ile Mustafa Kemal’i, Afganistan Kralı’nı öldürdüğü gibi öldürmekle görevlendirildiğini hemen kabul eder. Kabul etmekten başka çaresi yoktur; çünkü deliller çok açıktır. Ayrıca Anadolu’da bulunan İngiliz gizli teşkilatı hakkında önemli bilgiler verir. Mahkeme, 23 Mayıs 1921’de idam kararıyla sonlanır. Sagir’in Mahkemedeki son sözleri ise “Evet, suçlamaları kabul ediyorum ama bana idam cezası vermeniz hukuka aykırıdır.” anlamındadır:

“…Bu memleketin evladından değilim. Hıyanet-i vataniyye ile maznun olamam. (suçlanamam) Ben Türk milleti ile perverde olmadım. Beni İngiliz yetiştirdi, siz yetiştirmiş olsaydınız, size de aynı hizmeti yapardım.” diyerek bu suçtan dolayı idam edilemeyeceğini ileri sürdü. Yani “Türk olmadığım için vatana ihanet etmiş sayılmam" demişti. İhanet edilen vatan, Türk vatanıydı. Fakat casus Türk değildi. Ne kadar akıllıca!

İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, İngiliz (işgal) Yüksek Komiseri Sir H. Rumbold, Hintli Ağa Han ve daha birçok yetkili ya da İngiliz-perver, Sagir'in serbest bırakılmasını ister. İngilizlerin ısrarlı taleplerine rağmen karar 24 Mayıs 1921’de Karaoğlan meydanında (bugünkü Ulus Meydanı) sabaha karşı infaz edilir.


Vahap Candan

Bütün Dünya Dergisi, Haziran 2025



İlgili

Casus Arkeologlar 1-9




1 Eylül 2025 Pazartesi

İzmir'e Doğru

 


Süvarilerin doludizgin nal sesleri, ağır topçunun bombardımanı, yerine göre yangın çatırtıları, hücuma kalkan piyadelerin 'Allah Allah' nidaları, Yunan tayyarelerinin uğultusu vs; bütün bunlara, gittikçe yükselen dozda, kurtuluş leitmotivi eşlik etmektedir.

Haritada köklü değişiklik görünüyor: Afyon ve çevresindeki mavi renkler silinerek Türk kuvvetlerini gösteren kırmızı renklere dönüşüyor; ve İzmir istikametindeki ilerleyişlerini sürdürmekteler; birer birer kasabalar, şehirler kurtarılarak, kırmızı halka ile çevrilmektedir. Türk süvarisi, sert ve hızlı, ric'at eden düşman kuvvetlerine saldırıyor; geride, yanan bir köy; yollarda dağılmış kağnılar, insan ve hayvan cesetleri. ...

At üzerinde, yanında öteki paşalarla cephe hattında muharebe idare eden Gâzi Mustafa Kemal Paşa, eliyle çeşitli yönleri göstererek, emirler veriyor. ...


Sokaklarda ise insan cesetleri, ağır duman ve ahşap evleri kavuran alevler.

1 Eylül 1338 (1922): Uşak kurtarıldı; şehir yanıyor.

4/5 Eylül 1338 (1922): Ordu, Kula ve Alaşehir önlerindedir: Alaşehir yanıyor.

5 Eylül 1338 (1922): Süvari fırkası, Salihli'ye girdi: şehir yanıyor

6 Eylül 1338 (1922) Süvari Kolordusu Milne Hattı'na varıyor. Akhisar ve Aydın kurtarıldı.

7 Eylül 1338 (1922): Aydın kurtarıldı.

8 Eylül 1338 (1922): Manisa ve Nif kurtarıldı. Manisa yanıyor.


Ankara’dan uçan kuşlar,

Afyon yaylasında kışlar,

Biz İzmir’i alacağız,

Kolu sırmalı çavuşlar...


Defne dallarıyla süslenmiş, beş otomobil, birbiri ardınca, Nif yolundan (Kemalpaşa), ağır ağır, İzmir'e giriyor; arabaların iki yanında, kurtuluş ordusunun neferleri yürümekte. ... Tam giriş kavşağında, bir süvari müfrezesi onları karşılıyor. Süvari merasim kıt'ası: En öndeki kumandan, atının üzerinde çakı gibi dimdik, genç bir zabit, müfrezesine kılıç çek kumandasını veriyor. Süvariler, birden kılıçlarını çekiyorlar; bir anda kılıçlar, güneş ışığında parıl parıl parıldıyor; sonra, süvariler merasim nizamında, otomobillerin iki yanına geçiyorlar; Kordonboyu'na doğru yürüyüş bu minval üzere gidecek ...

-Mustafa Kemal Paşa:

"...ve Türk milleti... emniyet ve saadetini zâmin prensiplerle... medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir..."


Attilâ İlhan, 1998

"Gazi Mustafa Kemal Paşa" O Sarışın Kurt.


***


Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar'da ve Anadolu'da Yunan Mezâlimi, C. I-II-III, Anadolu'da Yunan Mezâlimi, Ankara, 1996

https://devletarsivleri.gov.tr adresinde yayınlar bölümünde

Örnek:

Aydın-İzmir ve çevresinde Yunan zulmü ve katliamları...











Unutma, Unutturma...