KADİM TÜRK KÜLTÜRÜNDE GEYİK İKONOGRAFİSİ
Vahap Candan
Güney Sibirya/Altay-Sayan Türk halklarının sürekli habitat değiştirerek yaşadıklarına dair hiç bilimsel veri yok elimizde. Mevcut veriler biri kışlık, diğeri yazlık iki kamp alanı olduğunu ve göçün bahar başında verimli otlaklara gidiş, sonbahar sonuna doğru ise kışlık habitata dönüşten ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Elbette kuraklık, aşırı yağış, sel, deprem, salgın hastalık gibi doğal afetler nedeniyle kitlesel büyük göçler dünyanın her yerinde olduğu gibi kadim Türk ellerinde de yaşandı. Hatta bazı durumlarda yüzlerce yılda gelişen uygarlıklar kısa zamanda yok oldu. Örneğin MÖ 1600 civarında, Girit’in 112 kilometre kuzeyindeki Santorini Krakatoa yanardağının çok büyük bir güçle patlaması sonrasında Minos uygarlığının hızla yok olduğu kabul edilmektedir. »
Patlama sürecinde atmosfere yükselen kül bulutları güneş ışınlarının yıllarca yeryüzüne ulaşamamasına, patlama öncesi ya da sonrası yaşanan depremler büyük yıkıma neden olmuş ve hızla yayılan salgın hastalıklar ve açlık Minos’un yıkılmasına neden olmuştur. Eski çağ kültürlerinin gelişiminde ya da yok oluşunda doğal afetler kadar etkili olan diğer husus yaşanılan coğrafyadır. Bunu ilk dile getiren kişi sosyolojinin babası olarak bilinen İbn Haldun’dur. İbn Haldun, toplumların karakterleri ve kültürlerinin gelişiminde coğrafyanın büyük etkisi olduğunu örneklerle anlatmıştır “Mukaddime” adlı eserinde.
Coğrafyadan kasıt sadece yaşanılan arazi parçası değil, coğrafyaya bağlı olarak farklılık gösteren iklimdir. İklimsel özellikler, geliştirilen kültürün en önemli etkenidir. Beslenme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçların teminine ve gelişimine ilişkin gelenekler sadece coğrafyanın/iklimin sunduğu imkanlara bağlıdır. İnsanların paleolitik çağlardan bu yana hayatı idame konusunda geliştirdikleri pratikler birbirinin benzeridir aslında. En temel ihtiyaçlar aynıdır çünkü. Can güvenliği, barınma ve beslenme. İnsan topluluklarının geçmişten günümüze, zamanla biyolojik yeteneklerinin yetmediği noktada çeşitli araç-gereçler yoluyla sorun çözerek, kültürlerini oluşturmaya başladıkları kabul edilir. Bu nedenle antropolojik dönemleri araştıran bilim insanları, insanı “homo faber” yani alet yapan olarak sıfatlandırmışlardır.
Ayrıca kişioğlu yaşadığı doğal ortamda ayakta kalabilmek ya da hava sıcaklıklarından fazla etkilenmemek için farklı giyim şekilleri geliştirdiler. Örneğin, Kuzey kutbunda yaşayan arktik insanın ayı kürkünden giysi üretmeleri son derece doğal ve gerekliydi. Kutbun soğuk şartlarında yapabileceği en uygun giysi ayı derisiydi. Çünkü en yakınındaki hammadde, yani kaynak, belgesel filmlerde gördüğümüz kutup ayısıydı. Ve aynı zamanda İglo denilen buzdan ev inşa etti binlerce yıl önce ve hâlâ aynı tür evlerde yaşıyorlar. Bir de çöl kuşağını ele alalım. Arabistan yarımadasında yaşayan halkların giysileri bol ve uzun. Sıcak çöl şartlarında en uygunu neyse onu geliştirdi çöl insanı. Pantolon değil, bol ve etekli uzun giysi hareket halindeyken ortaya çıkan ısıyı dışarı atıyor, kumaşın dalgalanmasıyla oluşan mini hava akımı az da olsa insan tenine serinlik veriyordu.
Arktik insanın aksine çöl insanının giysi tasarımındaki öncelik, güneşten ve sıcaktan korunmaktı. Başa dolanan birkaç metrelik kumaş parçası ise kum fırtınalarında hayat kurtarıyordu. Başına doladığı kumaş parçası yüzünü, gözünü, ağzını ve burnunu koruyordu. Kum fırtınalarında nefes almak neredeyse imkansızdı. Kumaş parçası burnunun tıkanmasını önlüyordu. Yani insanoğlu, coğrafya ve iklim anlamında, sadece en uygun yerlerde kültür/uygarlık oluşturmuş değil. Ancak şartlar iyileştikçe nüfusla birlikte, üretim ve sosyal gelişim de ivme kazanıyordu.
Spirütüalist davranış ve geleneklerde de coğrafya / iklim şartlarının etkili olması doğal bir sonuçtu. Söz gelimi Mezolitik çağ (MÖ~12.000-6.000) Güney Sibirya halklarının kutsadıkları ilk hayvanın geyik olduğunu göstermekte antropolojik/arkeolojik veriler. Tunç Çağı’nda (MÖ~2.500-900) ise Prototürk Altay-Sayan halklarının “at”ı evcilleştirmesi dahi, önce gelişen geyik kültünü unutturmadı; günümüze kadar devam etti. Türk kültür coğrafyasında keşfedilen kaya resimlerinde yer alan hayvan motiflerinin çoğunluğunun geyik ve dağ keçisi olması da bunu doğruluyor.
Öte yandan Pazırık ve (Kazakistan) Berel, Altaylar Ulandırık kurganlarında rastlanan geyik ve dağ keçisi masklı at cesetleri de kadim geyik/ teke kültünün Tunç Çağı’nda devam ettiğini gösteriyor.
Altay kültür coğrafyasının batı ucu (Doğu Kazakistan) Berel’de açılan 11. Kurgan’da rastlanan gömülü atların başlarına takılan dağ keçisi boynuzları da “Geyik Ene” kültüyle ilgili olmalı. (Görsel 3) Tunç çağında atı ehlileştiren Altay/Sayan prototürk halkların atı da kutsadıklarını ve ancak geyik/keçiyi
unutmadıklarını, kutsamaya devam ettiklerini anlıyoruz. Kazı başkanı Kazak Arkeolog Z. Samashev’e göre MÖ 4. yüzyıla ait. Sanat Tarihçisi Mehmet Kutlu’ya göre “Berel’deki 11. Kurgan’dan elde edilen bilgiler, Demir Çağı’nda, özellikle MÖ 1. bin yılın ikinci yarısında Altaylar’ın doğusu ve batısı arasındaki kültürel etkileşimin varlık ve niteliği” hakkında daha net bilgiler vermektedir.
Toparlayalım, eski çağ kültürlerini değerlendirirken kültürlerarasında üstünlük iddiasında bulunulmamalı. Ancak üstünlük iddiaları antropoloji, arkeoloji, sosyoloji, tarih, sanat tarihi gibi sosyal bilimler aracılığıyla neredeyse 300 yıldır ustalıkla yapılmaktadır. Onun için, içi bilimsel olarak boş olmasına; belgelenmemiş olmasına rağmen bazı bilgiler kalıp haline gelmiş, kabullen(dir)ilmiş ve hatta neredeyse itiraz edilemez olmuştur. Kimi kültür alanlarıysa görmezden gelinmiştir. Dünyanın dört bir yanında gelişen kültürlerin hiç biri, diğerlerinden üstün değildir.
Görmezden gelinen kültür alanlarından biri de Güney Sibirya/Altay Sayan bölgesinde gelişen ve arkeolojik verilere göre birbirinin devamı niteliğindeki uygarlıktır. Güney Sibirya’da özgün alfabesini yaratan ve geliştiren tek etnik topluluk Türk halklarıdır. Alfabesi runik, runik Göktürk ya da Göktürk alfabesi olarak geçer araştırma kitaplarında. Aslında özgün Türk alfabesi. Göktürk alfabesi bile doğru bir adlandırma sayılamaz. Çünkü Türk alfabesine ilişkin örnekleri Yenisey Kırgızlarının da kullandığını Yenisey yazıtlardan biliyoruz.
Buzul Çağları’nın son evresinin (Pleistosen) sonlarında, günümüzden yaklaşık 14.000-12.000 yıl önce hava ısınmaya başladı ve istikrarlı bir şekilde süren ısınma ile kuzey yarım küredeki buzulların güney kesimleri erimeye başladı. Erimeyle birlikte bitki ve hayvan türleri de gelişti, çoğaldı. Buzul Çağları’nın kalın postlu mamut ve benzeri iri hayvanları, değişen iklim şartlarına uyum sağlayamayıp, yok oldular.
Öte yandan daha küçük ve çevik olan hayvanlar çoğaldı. Erime kuzey yarım kürenin coğrafyasını da değiştirdi. Örneğin, bugünkü Fransa ile İngiltere, erimeden önce birleşikti. Manş Denizi buzulla kaplıydı. Kuzey Avrupa’da yaşayan insan ve hayvanların yürüyerek İngiltere’ye gitmesi mümkündü. Aynı şekilde Asya kıtasının Kuzeydoğu ucundan Bering Boğazı’nı yürüyerek (15. yüzyılda Amerika adını alan) karşı karaya (Alaska) gidilebiliyordu.
Söz konusu durum jeolojik anlamda çok çok kısa sayılan bir süre olsa da bitkiler ve hayvanların gelişimlerini etkiledi. Özellikle insanoğlu için önemli bir dönüm noktası oldu. Ormanda ağaç kovuklarında ve mağaralarda yaşayan insanlar barınma ve beslenme ihtiyaçlarını daha kolay temin eder hale geldi. Rus jeologların araştırmalarına göre Güney Sibirya, son buzul çağına günümüzden 126 bin yıl önce girmiş; MÖ 10.000’e kadar devam etmiştir. Fakat yaklaşık 53.000-23.000 tarihleri arasında “Karginskiy” olarak adlandırılan buzul arası dönem yaşanmıştır. Bu dönemde, Sibirya’da ortalama hava sıcaklığının günümüz değerlerine çok yakın olduğu değerlendirilmiştir. Yaklaşık 30 bin yıl süren Karginskiy dönemi içinde de sıcaklık dalgalanmaları yaşandığını tespit etmiş Rus bilim adamları. Pleistosen (son buzul) evresi; aynı zamanda Paleoantropoloji (İlk İnsan bilimi) antropoloji, sosyoloji, arkeoloji ve sanat tarihi gibi bilim dallarının da ilgi alanına girer. Söz konusu evre arkeolji literatüründe Paleolitik ve mezolitik çağ(lar) olarak adlandırılır. Mezolitik çağda buzullar, yaklaşık olarak bugünkü yerlerine çekildi ve bu alanları ormanlar kapladı süreç içinde.
Kuzey yarım kürenin güneyinde ise Anadolu ve Yakındoğu’da tarım yapılabilecek elverişli alanlar oluşmaya başladı. Aynı dönemde Güney Sibirya’da şartlar daha ağırdı. Altay-Sayan dağlarının kuzey yakaları hala büyük buzullarla kaplıydı. Güney yakalarda ise Yakındoğu ve Anadolu kadar değilse bile hayat şartları iyileşti. Kısacası, Kuzey yarımkürenin güneyi ile şimdiki Avrasya bozkırları ve Altay-Sayan dağları dediğimiz bölge, aslında arkeolojik kronoloji bağlamında benzer çağları tam olarak aynı zamanda yaşamadı. Yani iklim ve coğrafik şartlar, güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşım açısı gibi nedenlerle Neolitik evreye (Ön Asya ve Yakındoğu’dan) 1000-2000 yıl geç girdi Güney Sibirya. Bunda Rus bilim insanlarının tespit ettiği “Karginsky” dönemi sonunda hava sıcaklıklarının yeniden düşmesinin etkili olduğu kabul edilmektedir. Söz konusu dönemde, 100 km kadar kuzeye çekilen buzul alt sınırının yeniden eski sınırına döndüğü kanıtlanmıştır.
Kabaca günümüzden önce (GÖ) 23 bin-10 bin arası, Güney Sibirya’da insan hayatı için elverişli bir dönemden sonra bir bakıma yeniden buzul çağı şartlarının oluşması, Güney Sibirya halklarının kademe kademe büyük kitlesel göçler yaşamasına neden oldu. Güney Sibirya neolitik döneminden günümüze ulaşan çok sayıda kaya resmi var. En dikkat çekenlerden biri de (görsel 5’te yer alan) Hakasya’da keşfedilmiş panodaki betimler. Taş levha üzerine kazınarak ve boyanarak kompoze edilen betimlerin, Türk kültür tarihi bağlamında çok önemli olduğunu düşünüyorum. İlk bakışta bile ritüel bir sahne olduğu anlaşılıyor. Öncelikle bakışımıza göre orta-solda yer alan tamga benzeri çizimlerin, özgün Türk alfabesinin öncüsü harfler olduğunu bile iddia etmek mümkün. Ancak aradan geçen 7 bin yıl içerisinde bazı harflerin değişikliğe uğramış olması da büyük bir ihtimal.
Harflerin, bütün dillerde olduğu gibi zamanla yazı karakterlerindeki değişimler ve özellikle verdiği sesin farklılaşması, dilcileri çok zorlayan bir durum. Bu nedenle okumak zorlaşıyor. Ortadaki ana motif tam bir alegorik/hayali tasarım değil. Yani var olan bir olgunun simgesel tasarımı. Bakışımıza göre sağda yer alan içindeki (+) işaretiyle birlikte çizilen yuvarlak, hem Tengri’yi ve hem de kam davulunu temsil ediyor. Sağdaki ağacın köküyle birlikte gösterilmesi yer altı dünyasıyla ilgili. Yer altı deyince hemen akla yer altı tanrısı “Erlik” gelmesin. Erlik tasarımı çok geç devirlerde; yaklaşık 7-8. yüzyılda Brahmanist/Budist kültürden alıntılanmış bir teonim. Türk düşüncesinde yeraltı dünyası hep vardı ancak, Erlik gibi astığı astık, kestiği kestik ceberrut bir tanrısı yoktu.
Panonun aşağı kısmında (yer alan) dans eder gibi görünen insan çizimleriyse bir ayin yapıldığını anlamamıza yardımcı oluyor. Aynı coğrafyada ve hinterlandında buna benzer sahneleri Eneolitik (MÖ 3.500-2.500) Tunç, demir, Hun, Göktürk çağlarında kesintisiz olarak görüyoruz. Kam davulu, ayin? Peki kam nerede? Ortadaki alegorik olarak nitelendirilen insana benzeyen çizim “kam”dan başka bir tasavvur olamaz. Üst kısımdaki baş kısmı hariç altı kol ise Türk kültüründe yine en az altı bin yıl boyunca değişmeyen, Altay kültür coğrafyasında hâlâ devam eden bir mitle ilgili. Mite göre kamların ilk atası (ortak ataları) geyikti. Keşfedilen arkeoljik ve etnografik çok sayıda belge, Neoloitik’ten Göktürk çağına kadar bu inanışın devam ettiğini gösteriyor.
Bu yazımda söz konusu devamlılığı çok kısa incelemeye çalıştım. Meraklısı için ekliyorum: Konuya, “Türk Tanrıça” adlı kitabımda ayrıntılıca değinmiştim.
Vahap Candan
Bütün Dünya Dergisi, Mart 2025