13 Ekim 2018 Cumartesi

Antikçağda ve Türklerde Atlı Spor



Kimin yerinde olmak isterdin:
- Olimpiyat oyunlarında bir fatih mi, yoksa fatih olduğunu iddia eden bir tellal mı?

Plutarkhos (MS 46-120)
İki Yüzlü Hayatlar ve Hileler 
(Themistocles)


(Hun-İskit/Saka-Göktürk-Uygur-Hakas-Kırgız Türklerinin yaşadığı bölge)
1 - At Arabası, (Sychych)Yürek Dağı, Bronz Çağı (MÖ 14.-12.yy)
2- "Kız Kaçırma", (Sychych)Yürek Dağı, MS 1000
3/4- Atlar, Bizhiktig-Kaya, MS 18-19.yy





ANTİK ÇAĞDAN MODERN OLİMPİYATLARA BİNİCİLİK SPORU VE TÜRK BİNİCİLİĞİNİN OLİMPİK GELİŞİMİ
Dr.A.Fuat ÜNVER


İnsanoğlunun yaşamında tarihin ilk çağlarından itibaren yerini almış olan at, tarihi serüveni içinde birçok değişik maksatlara hizmet etmiştir. Başlangıçta bir av hayvanı olarak beslenmek amacıyla kullanılan at, insanların onun diğer özelliklerini fark etmeye başlamaları ve bunlardan faydalanmak üzere evcilleştirmeleri ile tarih boyunca birey ve toplum hayatında vazgeçilmez bir unsur olarak görev almıştır.


Atın sahip olduğu imkân ve kabiliyetleri birer birer keşfeden insanoğlu, en hızlı ulaşım vasıtası olarak hep onu kullanmış, müteakip dönemlerde tarımda, taşımacılıkta ve posta hizmetlerinde onun gücünden ve süratinden istifade etmiştir. Binlerce yıl boyunca savaşlarda bir harp vasıtası olarak insanlık tarihinin dönüm noktalarını belirleyen muharebelerde hep son sözü atlar ve atlı birlikler söylemiştir.


Bu saygın birliktelik içerisinde her ne kadar atın işlevselliği ön planda ise de aslında atın, insan ve toplum maneviyatı üzerinde pek çok yoğun etkileri olduğu antropologlar ve sosyologlar tarafından dile getirilmiştir. At, insan için her zaman sadakat ve güvenin sembolü olmakla kalmamış aynı zamanda yaradılışındaki ihtişamdan dolayı, zenginlik ve asaleti de temsil etmiştir. Sükûnetli yapısı ve çevresiyle olan uyumundan dolayı insan üzerinde her zaman güven oluşturan ve sakinleştiren bir etkiye sahip olmuştur.


İskit Türkleri - MÖ 4.yy



Antik Olimpiyatlar Öncesi Dönem

Atın evcilleştirilmesi, insanlığın uygarlık alanında attığı en ileri adımlardan biri olmuştur. Bu aşama Fransız bilgin Buffen tarafından “insanlığın en soylu fethi” (Türkmen, 1983, s.60) olarak adlandırılmış ve bu en soylu fethin çeşitli belge ve bulgulara dayanarak yaklaşık M.Ö. 4000 yıllarında Türklerin ataları tarafından yapıldığını ifade edilmiştir (Eberhard,1947, s.17). Atın evcilleştirilmesiyle ilgili W. Koppers’in iddiası ise "Atın evcilleştirilmesi ve atlı çoban kültürünün ortaya konması ilk Türklere bağlanabilir."


Atın Türkler tarafından ehlileştirildiği, aynı dönem kültürüne ait alp mezarlarından çıkan at kemiklerinden de anlaşılmaktadır (Ögel, 1984, s.17). Çok eski çağlara ait insan iskeletleri arasında rastlanan at iskeletleri, at ile insan arasındaki tanışıklığın insanlık tarihi kadar önceye dayandığını ortaya koymaktadır. Başlangıçta atların sadece bir besin kaynağı olarak kullanılmasına karşın, aralarındaki iletişimin gelişmesi sonucu onun diğer özelliklerini fark eden insanoğlu, çok ilkel de olsa geliştirdiği bazı araç ve yöntemlerle onu evcilleştirmeye başlamıştır.


Kuzey Avrasya’nın geniş bozkırlarında doğarak atlı göçebe kültürü veya bozkır kültürü olarak adlandırılan Türk kültürü, Ural ve Altay dağları arasında uzanan step bölgesini merkez edinmiş ve buradan çevreye yayılmıştır. Atı çekme ve taşıma aracı durumundan kurtararak binek hayvanı haline dönüştüren bu kültür, ok ve mızrak taşıyan atlı savaşçılarıyla M.Ö. 800’lerde çevre kültürlerin atlı araba savaşçılığı hâkimiyetine tamamen son vermiştir (Yıldıran, 1996, s.49).


Atın bir harp aracı olarak kullanılmasının yanında, ondan sportif amaçlı yararlanma gayretlerine de, bu kültüre diğer toplum ve kavimlerden çok daha önce erişmiş olan Türklerde rastlamaktayız. Tibet’te bulunan ve M.Ö.1000 yılına ait olduğu bilinen, kayalara işlenmiş bir fresk üzerinde, ellişer metre aralıklarla dizilmiş olan hedef levhalarına dörtnala koşan atlarının üzerinde cepheden, yandan ve geriye dönerek ok atmak suretiyle isabet ettirmeye çalışan Türkler resmedilmişlerdir.


Binicilik sporunun ilk izlerine, tarihte ilk Türk devleti olarak bilinen ve Çin’de yaşamış olan Chou “Çu” sülalesinin hâkimiyeti döneminde rastlanmaktadır. Antik olimpiyat oyunlarının M.Ö.776 yılında başladığı düşünülürse, Türklerin M.Ö. 1000 yıllarında Çinlilerle okçuluk ve binicilik yarışmaları yapmaları ilk milletlerarası ikili yarışmalar olarak ortaya çıkmaktadır.



Antik Olimpiyatlar

Olimpiyat Oyunlarının, Eski Yunan’da, Olimpia olarak bilinen yerde, Zeus adına inşa edilmiş ve kutsal duvarlarla çevrilmiş tapınağın hâkim olduğu bir düzlükte yapıldığı bilinmektedir. Halkın çok büyük bir ilgisini çeken bu müsabakaların başında da at yarışları geliyordu. M.Ö.700’lere doğru at arabası savaştaki önemini tamamıyla yitirmiş ve araba yarışları Eski Yunanlıların ata yer verdikleri tek alan olarak kalmıştır.


25. Olimpiyat Oyunlarından başlayarak önce dört daha sonra iki atlı araba yarışları, 33. Olimpiyat Oyunlarından itibaren de at yarışmaları düzenlenmeye başlanmıştır. Araba yarışıyla ilgili ilk kayıtlara ise Homeros'un İlyada’sındaki cenaze oyunlarında rastlanır. Bu arabaların hem iki atın koşulu olduğu küçük olanları hem de dört atlı büyük olanları mevcuttu. Sürücüler arabanın içinde ayakta dururlar, ellerinde dizginler, rakiplerine meydan okuyarak, nal sesleri, kişnemeler, koşum takımlarının göz alan parıltıları ve rengârenk süsler arasında tozu dumana katarlardı. Yarış boyunca birbirine giren atların yerlere yuvarlandığı, arabaların devrildiği, sürücülerin altında kaldığı çok olurdu. İzlemeye gelenler de bu kıyasıya görüntüler karşısında, sonsuz bir heyecanla kendilerinden geçerlerdi (Tutel, 1998, s.10)



At ve atlı araba yarışmaları Olimpiyat Oyunlarında şu kronolojik sıralamayla yapılmaya başlanmıştır:

Dört atın çektiği “Tethrippon” yarışları M.Ö.680 (25nci Olimp.); 
yetişkin at yarışları “Keles” M.Ö.648 (33ncü Olimpiyatlar);
iki katır tarafından çekilen “Apene” M.Ö.500 (70nci Olimp.); 
iki atın çektiği “Synoris” M.Ö.408 (93ncü Olimpiyatlar);
dört tayın çektiği “Tethrippon” M.Ö.384 (99ncu Olimp.);
iki tayın çektiği “Synoris” M.Ö.268 (128nci Olimpiyatlar); 
tay ve kısraklar için düzenlenen “Kalpe” ise M.Ö.384 (99ncu Olimpiyatlar) yıllarında yapılmıştır (Yalouris, 1979, s.84).



İki katır tarafından çekilen “Apene (Katır)” yarışları (1.) atlarınki kadar popüler olamadı, 
bu sebeple MÖ 500'lerde başlayan yarışlar MÖ 444'de kaldırıldı. 
İki at tarafından çekilen “Synoris” yarışları (2.) ise MÖ 408'de başladı, 8 tur koşardı (9 km)
MÖ 264-268'de ise taylar koşusu başladı ve 4 tur (3,5 km) atardı.




Antik çağlarda at yarışları, en az bugünkü kadar heyecanlı ve çok daha tehlikeliydi. Olimpik festivallerde at yarışları araba yarışlarından sonra yapılıyor, böylece zemin zaten fazlasıyla bozulmuş ve oyuklarla dolmuş oluyordu. Bu bozuk zemin üzerinde atların tökezlenmesi sonucu binicilerin yerlerinden fırlayıp anında ölüme burun buruna kalması veya çok ciddi sakatlıklar yaşaması, yarışmalar boyunca sık karşılaşılan bir durumdu.


25nci Olimpiyat Oyunları ile başlayan atlı araba yarışmaları, seyircilerin ilgisi göz önüne alındığında ve oyunların giderek artan önemi içerisinde, en saygın ve en soylu yarışmalar olarak kabul edilirdi. Araba yarışını kazanan veya at yarışında birinci gelen atı yetiştiren ailelere büyük bir saygı duyulurdu. Xenophon’a göre atlı araba için at yetiştirenler dünyanın en saygın ve en önemli işini yapmaktaydılar (Jensen, 1948, s.14).


Antik Olimpiyat Oyunlarında binicilerin ata binerken üzengi kullanmamalarının sebebi ise henüz o dönemde ne Yunanlıların ne sonraki dönemde Romalıların üzengiyi bilmediklerindendi. Üzengi de daha birçok şey gibi yine Türkler tarafından yaratılmış bir atçılık kültürünün ürünü olarak ortaya çıkmıştır.


Kuşhan Türkleri - MS 100 / British Müzesi



Üzengi de M.Ö. III. yüzyılda Türkler tarafından icat edilmiştir. Avrupa’da VI. yüzyılda Avarlar tarafından yaygınlaştırıldığı, Çin’e M.S. 200-400 yılları arasında İç Asya’dan getirildiği, binicilikte uzun bir tecrübeye sahip İranlıların dahi İslamiyet’ten önce üzengiyi kullanmadıkları anlaşılmaktadır. Son Sasani hükümdarları ile ilgili kabartmalarda üzengi görülmediği gibi İranlıların kendi öz dillerinde de üzengiyi ifade eden bir kelime yoktur. Cahiliye devri Araplarının üzengiyi kullanmadıkları, Müslüman Arapların ise VIII. yüzyılda Türklerden aldıkları bilinmektedir (Sümer, 1983, s.90).



Etrüsk - Tarquinia "Olimpiyatlar Mezarı" - MÖ 520
Romalılara Etrüsklerden geçmiştir, Yunanlılardan değil! - SB



Roma ve Bizans Dönemi:

Roma’da at arabası yarışı merakı Eski Yunanlılara göre daha da kuvvetlenmiş, bugünün futbol fanatikleri gibi toplumsal kimlik ve siyasal örgütlenmelere yansımıştı. Binicilik öğrenme merkezleri olarak başlayan hipodromlar kısa sürede yarış ve bahis alanları haline geldiler. Binicisiz at yarışları, Neron devrinde ve İmparator tarafından icat edilmiştir. Atları tahrik etmek için yanlarına tahta toplar asılıyor ve üzerinde sivri demir parçaları bulunan bu topların oynamasıyla atlar kudurmuş gibi koşuyordu.


M.S. 395 yılında imparator Theodosius’un ölümüyle, at yarışlarının da Roma imparatorluğu gibi sonu geldi. Ama yarışlar bu seferde Bizans’ın başkentinde ortaya çıktı; hem de Roma’dakinden daha büyük bir heyecan fırtınasının odağını oluşturarak. İmparator Constantinus, M.S. 330 tarihinde İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olarak ilan ettiğinde, Roma’ya özgü kurumların yanı sıra geleneklerin bu kente taşınmasını uygun görmüştü. Bu sıralarda İstanbul’da Septim Severus’un (146- 211) yapımına başlattığı büyük bir Hipodrom bulunuyordu.


İstanbul’daki hipodromun İmparator Constantinus tarafından daha da genişlettirilmesiyle devam etmekte olan yarışmalar, daha büyük önem ve değer kazanıyordu. İstanbul’un 1204 yılında Latin istilasına uğradığı ana kadar Hipodrom, kentin en önemli eğlence merkezi haline gelmiş, başkentin bayram, yıldönümü, dini ve milli günleri hep burada kutlanmış, başta atlı araba yarışları olmak üzere çeşitli gösterilere sahne olmuştu.


Roma’daki “Circus Maximus’’ta olduğu gibi İstanbul Hipodromunda da dört atın çektiği ve “Quadriga” adıyla anılan iki tekerlekli arabalar arasındaki yarışlarda, araba sürücülerinin giydikleri kıyafetlere göre adlarla anıldıkları görülürdü. Beyazlar, Yeşiller, Maviler ve Kırmızılar olmak üzere bunlar dört takım teşkil ederlerdi. Bu takımların en az sürücüler kadar ateşli olan taraftarları da hipodromun tribünlerinde kendilerine ayrılan yerlerde otururlardı. Bu takımlar arasındaki rekabet büyük bir hızla artmış ve dört takım arasında en güçlüleri olan Yeşiller ile Maviler arasındaki rekabet ise büyük boyutlara varmıştı. Bu rekabet sosyal, politik ve dinsel alanlara kadar yayılmış ve adeta partizanlık şekline dönüşmüştü. Ve işte İstanbul Hipodromu bu büyük rekabetin bir arenası haline gelmişti (Atabeyoğlu, 1998, s.26).




Bizans’ta at ve araba yarışları, bugünkü Sultan Ahmet Parkı’nda at meydanı olarak bilinen alanında yapılıyordu. İzleyenler tarafından büyük bir keyif alınan bu yarışlar, zamanla gelişen fanatik duygular, maviler ile yeşiller arasındaki büyük kazanç beklentileriyle oluşan öldüresiye rekabet, taraflar arasında çok büyük kavgalara, kanlı çatışmalara ve önemli sayıda can kayıplarına yol açtı.


Halkın özellikle büyük ilgi gösterdiği at ve atlı araba yarışlarında türlü renkte giysili yarışmacılar için bahis tutuşuluyordu. Bu suretle birbirine rakip partiler meydana gelmiş, çoğu zaman bu tutkular grupların çatışmalarına, hatta binici ve sürücülerin öldürülmelerine sebep olmuştur (Alpman, 2001, s.169).


“Maviler” ile “Yeşiller” arasında ilk çatışma 493 yılında tiyatroda çıkmış, bunu beş yıl sonra hipodromda çok daha büyük boyutlara ulaşmış diğer bir çatışma izlemiş, çatışmalarda iki taraftan da çok kişiler öldüğü gibi hipodromdaki “Kathisma” adıyla anılan İmparator Locası taş yağmuruna tutulmuş, pek çok kişi tevkif edilerek zindanlara atılmıştır. Kentin sokaklarında da süren kanlı kavgalar ancak “Yeşiller”in hamisi olan Plato’nun kentin valisi olarak atanmasıyla durdurulabilmiştir.


Bizans’ta ise yarış teşkilatını tamamıyla sistemli ve kâğıt üzerinde kayıtlı buluyoruz. Programlar, listeler, atların isimleri, donları, sahipleri vs. bunlar yarış günü görülmemiş bir heyecanla bahse giren Bizanslılara dağıtılırdı. “Yeşil” ve “Mavi” şeklinde girişilen bahisler çok defa iki tarafı birbirine düşürürdü. Ancak bu rekabetin doğurduğu elektrikli hava bir türlü izale edilememişti. 514 yılında çıkan olaylarda askerlerin kanlı müdahalesiyle ayaklanmalar bastırılabilmiş ve İmparator Anastasius at yarışlarını yasaklama kararını vermişti. Bizans’ın en kanlı olaylarına ve de yarışmalarına sahne olan tarihi hipodromun yerinde bugün Sultanahmet Parkı bulunmaktadır.


VII. yüzyıldan itibaren at, doğuda İslamiyet’in doğuşu ile yeni bir önem ve değer kazanarak tarihi serüvenine devam ederken batıda, her ikisinin de üzeride taşıdığı demir zırhlarla kaba, ruhsuz ve hantal bir görünüme bürünmüş at ve binicisinin temsil ettiği şövalyelik dönemine girilmiştir.


Eski Yunan’da olimpik, Roma’da sirk oyunları olarak yaşamsal alan bulan binicilik, Ortaçağda “şövalyeler müsabakaları”na diğer bir tanımlama ile turnuvalara (Turnoi-Turnua) dönüşmüştür. Turnuva, şövalyelerin sportif yarışmalarının başta gelenidir. Herhangi bir vesile ile yapılan büyük bayramlarda, şenliklerde bir de turnuva tertip edilir, bu suretle o günler ayrı bir özellik kazanırdı. Aynı dönemde İslamiyet’in yayılması amacına bir araç olarak hizmet edecek olan atların yetiştirilmesine ve eğitimlerine verilen önem giderek arttığından, İslam devletinin kuruluşu ile oluşturulan Arap orduları, VII. ve VIII. yüzyıl boyunca bu ulvi varlıklar sayesinde İran, Hindistan, Çin, İstanbul, İspanya ve Toulouse’ye kadar ilerleyebilmişlerdir.


İran'dan "Türk Süvari"



Türk Kültüründe At, Atlı Sporlar ve Binicilik

At ve Türk, tarih boyunca iki kardeş, iki arkadaş, iki yaren gibi olmuşlardır. Türkler ata çok kıymet vermişlerdir. At, kahramanlığın, centilmenliğin bir sembolüdür. Tarihte büyük bir yeri olan at, Türkler için çok daha fazla anlam ifade eder. İnsanlık tarihi atı bir spor ve savaş aracı olarak yıllarca kullanmıştır. Atın Türkler tarafından evcilleştirilmesiyle kurulan bu bağ; “Kuş kanatsız, Türk atsız olmaz” sözü çok güzel anlatır.


Eski Türk destanları ve efsanelerinde atın ayrı bir yeri vardır. Oğuz Destanı at ile başlar ve Dede Korkut'ta at, insanla özdeşleşmiştir. Dede Korkut Destanı’nda “Yayan erin umudu olmaz” sözü sık sık söylenerek, atın Türkler için değeri başka bir şekilde fakat aynı ehemmiyetle ifade ediliyor. Oğuz Türkleri, devletlerini at üstünde kurdular ve Anadolu’ya da at üstünde geldiler.


Tarihçi E.Marcelin, Hunlara dair yazdığı eserinde, “...Türkler süvari muharebesinde zayıf, cılız fakat yorgunluk nedir bilmezler. Şimşek gibi süratli olan atları üzerinde çakılı gibi dururlar ve hayatlarını at üzerinde geçirirler.....” demektedir (Güven, 1999, s.195).


Bu noktadan hareketle at ile Türkün binlerce yıldır devam eden birlikteliğinde atın Türkler için bir hayvan olmaktan çok, değerli bir varlık ve ulvi bir sembol haline geldiğini görmekteyiz. İnsanlık tarihinde yer alan on altı Türk Devleti’nin birçoğunun bayrağında, at figürüne rastlamak mümkündür. Eski Türkler devlet yönetimi için en önemli gördükleri üç kavram at, avrat ve silahtı. At; Türkler için kuşun kanadı ne kadar önemliyse o kadar önemliydi, avrat; devletin temelini oluşturan aile kavramını, silah ise devletin askeri gücünü temsil etmekteydi.


İlk tarihsel belgemiz olan Göktürk yazıtlarından bu mücadeleci ve korkusuz insanların hayatlarının çok zaman at, ok ve yay ile geçtiği anlaşılmaktadır. Dahası, bu metinlerde atların ölümlerinden erlerin ölümleri gibi söz edilir. Bu da atı uysallaştıran Türklerin at ile bütünleştiklerinin bir anlatımıdır (Güven, 1999, s.11). Bunun içindir ki; Türkler atı dövmez, kötü söz söylemez, sert davranışlardan kaçınır, kardeş ve yoldaştan daha yakın bulur, oynamasını ve kişnemesini uğur sayarlardı. Turan hükümdarı Alp Er TUNGA der ki; “Ay gök için ne ise, Türkler için at da odur.”


Türkler geniş otlaklara sahip oldukları için en çok ve en iyi atları beslemişlerdir. Avrupalılar Türkler kadar çok kaliteli atlara sahip olamadıkları için Türklere daima yenilmişlerdir. Jean Paul Roux’un yazdığı “Türklerin Tarihi” isimli kitapta “Türkler isteselerdi bütün dünyayı fethedebilirlerdi. Ancak onlar atlarını besleyebilecek otlakların bulunmadığı ülkelere gitmediler” demiştir (Güleç, 1996, s.49). İslam öncesi Türk toplumlarının yaşayışlarında atı her yönüyle görmek mümkündür. Çin kaynaklarında yer alan Göktürk çağına ait değişik 11 at türü olduğu bildirilmektedir.


Ata bağlı kültür, at kültürüne dayalı sportif aktiviteleri de ortaya çıkarmış, günümüzde Türkiye’de ve Türk dünyasında halen uygulanmakta olan Beyge, Oğlak kapmaca (Gökbörü/Buzkaşi), Gümüş kapma, Atlı Güreş, Kız Kovalama, Cambı Atma, Cirit ve Yorga/Rahvan at yarışları gibi çok sayıda atlı sporu miras bırakmıştır (Yıldıran, 1999, s.44). Eski Türklerin “ata sporu” sayılabilecek branşlardan biri de polo oyunu idi. Poloya “çöğen” adını veren Türkler, tahta çıkma törenlerinde bu oyunu oynardı. (...)


(...) Bize ait olan paha biçilmez 6000 yıllık at ve binicilik kültürünü, tarihi süreç içerinde yitirdiğimizden dolayı yabancılaştığımız, onunla karşılaştığımızda korktuğumuz, hatta yanına bile yanaşıp dokunamadığımız, sevemediğimiz atlarımızla yeniden tanışmak ve onları tekrar keşfetmek için sağlıklı ve bilimsel bir eğitim sistemine ihtiyaç duyulmaktadır. Kulaktan dolma bilgilerle, bilimselliğin olmadığı bir eğitim anlayışla hiçbir gelişme elde edilemediği gibi, bu spora gönül veren birçok genç, aynı eksiklik yüzünden belirli bir seviyenin ötesine geçemediğinden bir daha dönmemek üzere binicilik sporunu daha başlamadan bırakmak zorunda kalmaktadır.


Dr.A.Fuat ÜNVER
Hacettepe Üniversitesi Binicilik Araştırma ve Uygulama Merkezi
Cumhuriyet Öncesi Dönemde Binicilik Sporu; Modern Olimpiyatlarda Binicilik; detaylı PDF




Roma'daki "Circus Maximus" Etrüskler tarafından inşa edilmiştir. Roma circuslarındaki "Atlı Troia Oyunları" da Etrüskler'in Roma'ya bir başka armağınıdır.
* Polo bir Türk İcadıdır. Kıpçaklar vasıtasıyla Batılılara geçmiştir. 
* Bizans için "Doğu Roma" denilmeli, çünkü 16.yy'dan sonra ancak "Bizans" olarak adlandırılmıştır. Ayrıca:

"Partililer başlangıçta saçlarını öteki Bizanslılardan farklı biçimde kestirip yeni moda bir saç stili edindiler. İranlılar gibi bıyık ve sakallara dokunmadan, mümkün olduğu kadar uzattılar, saçları ise, önleri şakaklara kadar kesip geri kalanını düzensiz biçimde, Massagetler gibi boylu boyunca uzattılar. Kimi zaman buna "Hun Modası" da denildi." [Bizans'ın Gizli Tarihi - Prokopius (6.yy), çev: Orhan Duru]


- Partililer : Yeşiller ve Maviler, Doğu Roma "Nike İsyanı" MS 532.
- Massagetler = Kermichion /Hion-Hun-Ak/Kızıl Hunlar); Tomris Ece = İskit/Saka Türk boyu.





ilgili: