Sadece 200 yıllık olan Fes bir "Türk" geleneği değildir...
FES BAŞINA , FES BAŞINA....
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yobaz kesimin öteden beri sembolüdür fes… Atatürk düşmanı kafaya sorsanız “şapka” ecnebi/Hıristiyan başlığı, “fes” ise Müslüman/Osmanlı başlığıdır! Bu düşüncesi nedeniyle Atatürk düşmanı yobaz, adeta şapkanın üstünde tepinip, sabah akşam şapkaya küfrederken, fesi din ve iman simgesi sanarak sevip sayar, hatta bugün 21. yüzyılda kafasına kalıbı bozulmuş bir vişneçürüğü fes takıp, püskülünü gururla dalganlandıra dalgalandıra arz-ı endam eder! Onu bu fesli haliyle gören cemaat mensupları da “Adama bak amma Müslüman!” diye takdirlerini belirtmekten kendilerini alamazlar!...
Oysa ki Atatürk düşmanı yobaz kafa fena halde yanılmaktadır. Her şeyden önce fesin Müslümanlıkla hiçbir alakası yoktur. Fesi ilk kullananlar da, fesi üretip Osmanlı’ya satanlar da Müslüman değildir!
Dahası, fes Osmanlı Devleti’nin geleneksel şer’i yapısı değişmeye, devlet Batılılaşmaya başladığı bir dönemde 19. yüzyılın başında reformist (yenilikçi) Osmanlı Padişahı II. Mahmut tarafından bir reform, bir modernleşme adımı olarak kullandırılmaya başlanmıştır. II. Mahmut Kaptan Hüsrev Paşa’nın Kalyoncu askerlerine giydirdiği TUNUS FESLERİNİ beğenerek devlet memurlarının da aynı başlığı kullanmasını istemiştir. II. Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdıktan sonra kurduğu Asker-i Mansure-i Muhammediye ordusuna da fes giydirmiştir.
1829’dan itibaren din adamları ve kadınlar dışındaki herkesin fes giymesini zorunlu kılmıştır. 1832’den itibaren neredeyse herkes fes giymeye başlamıştır. II.Mahmut, devlet memurlarına fes kullanımını zorunlu tuttuğunda dönemin yobazları “Sarığımızı çıkartmayız!”, “Bu ecnebi başlığını kabul etmeyiz!” “Kahrolsun fes!” diye bağırarak fesin gavur başlığı olduğunu belirterek, fes takmayı reddetmişlerdir. Bunun üzerine II. Mahmut fesin “dinen caiz olduğunu” belirten fetvalar yayınlatmak zorunda kalmıştır.
Çok daha önemlisi Fes gerçekte bir Ortaçağ BİZANS BAŞLIĞI’dır. Yeniçağ’da Avrupa’da İSKOÇ BAŞLIĞI olarak da kullanılmıştır. Aslına bakılacak olursa II. Mahmut’un fes reformunun tek nedeni modernleşmek değildir. Bu durumun pek bilinmeyen çok ilginç bir nedeni daha vardır. Şöyle ki:
II. Mahmut bilindiği gibi 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması’yla İngilizlere çok geniş ekonomik ayrıcalıklar vermiştir. Bu ayrıcalıklardan biri de İngiliz üretimi feslerin Osmanlı topraklarına pazarlanmasıdır. II. Mahmut daha bu anlaşmayı imzalamadan önce 1832'de fes giyilmesini zorunlu kılarak İNGİLTERE'DEN İTHAL EDİLEN FESLERE OSMANLI'DA BİR PAZAR YARATMIŞTIR.
Her şeyi en başından anlatalım: İngiltere Kraliçesi Elizabeth 1583’te İngiliz ticaret temsilcisine, Cezayir ve Tunus’ta ‘Benettos Colorados Rugios’ (Kırmızı Renkli Başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı için Türkiye’de (Osmanlı’da) Pazar bulması buyruğu vermiştir. Bunun üzerine İngilizler, Fesi Tunus ve Cezayir gibi iller dışında bütün Osmanlı illerine pazarlamaya hazırlanmışlardır. Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki “Fez” şehriyle ilgili olması bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.
Özetle, İngiliz Kraliçesi 16. yüzyılda Osmanlı’daki elçisine “kenarsız kırmızı İskoç başlığı” diye tanımladığı, Cezayir’de ve Tunus’a pazarlanan fesin, bütün Osmanlı topraklarına yayılmasını istemiştir.
Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, İngilizler, İngiliz Kraliçesi’nin, “kenarsız kırmızı bir tür İskoç şapkası –fes- giye buyruğunu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardır”.
Osmanlı Devleti İngilizler dışında Avusturya-Macaristan'dan da fes satın almıştır bir dönem. Avusturya, Bosna-Hersek'i ilhak edince İstanbul'da Osmanlı Botkotaj Cemiyeti Avusturya feslerini protesto kampanyası başlatmıştır. Bu kampanya çok etkili olmuş ve çoluk çocuk, yaşlı genç tüm Osmanlılar başlarındaki fesleri çıkarıp üzerinde tepinmiştir.
Fesi Din-İman Sembolu Sananlara Kötü Haber:
Sonuç olarak bizim dinle kandırılmış yobazlarımızın din ve iman sembolü sandığı FES aslında İngiliz emperyalizminin Osmanlı’yı daha çok sömürmek için Osmanlı’ya pazarladığı bir ihraç malından başka bir şey değildir. Bugün OSMANLICI olduğunu göstermek için fes giyenler de aslında OSMANLICI değil OSMANLI'YI fesle sömüren İNGİLİZCİ olduklarının bilincinde değillerdir herhalde!.. Ayrıca fes, Osmanlı'nın haşmetli dönemlerini değil, Batı karşısında her bakımdan geri kalıp, emperyalizme sömürüldüğü dönemleri çağrıştıran bir semboldur.
II. Mahmut özünde bir BİZANS VE İSKOÇ BAŞLIĞI olan fese karşı dinsel tepkileri önlemek için şeyhülislama “FES GİYMEK DİNEN CAİZDİR” diye fetvalar yayınlattığı için ve Atatürk'ün, yerine şapka giydirip kaldırdığı püsküllü vişneçürüğü/kırmızı FESİ din ve iman sembolü sanıp hala kafasından çıkarmayanlar var bu ülkede…
Sinan Meydan
Fesin Ecnebi Kökeni ve Bir İngiliz Oyunu (ayrıntılı)
*
"Bazı vekiller fes ve kalpak üzerine hararetli tartışmalar yaparmış “Şu Rum başlığı fesi bırakalım” deyince özellikle hocalar ayaklanmış;
“Fes bizimle Müslümanları birleştiren başlıktır, Mısır fes giyer, Tunus fes giyer” diye bağırmaya başlamışlar...
Mustafa Kemal ise kürsüde:
- Sırası değil bu tartışmaların işimize bakalım, diye ortalığı yatıştırırmış.."
Falih Rıfkı Atay’ın anılarından
1.Dünya Savaşı yıllarında Türk Askeri Kıyafetleri
Dile kolay, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda tam bir milyon asker vardı. Subay, astsubay ve erlerden oluşan bu ordu, Galiçya’dan Kafkasya’ya, Gelibolu’dan Kırım’a, Yemen’den Trablusgarp’a kadar geniş bir coğrafyada savaştı. Süvariler, piyadeler, kayak birlikleri, bahriyeliler, havacılar, sıhhiyeciler, topçular tam dört yıl boyunca kar demeden, kış demeden, durmadan, dinlenmeden o cepheden bu cepheye koştu. Peki bu bir milyon asker ne yiyip ne içti, nasıl giyinip kuşandı?
Tunca Örses ve Necmettin Özçelik bu soruların cevabını yıllarca araştırdı. Arşivleri, özel koleksiyonları, müzeleri, aile albümlerini taradı. Tunca Örses (58), İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda keman, viyola ve piyano eğitimi görmüş bir sanatçı. Necmettin Özçelik ise ABD’de Indiana Üniversitesi mezunu bir ekonomist. Türkiye’nin kurtarıcılarına derin saygı ve vefa borcunu ödeme arzusuyla bir araya gelmişler. Kendileri gibi düşünen bir avuç araştırmacıyla Harp Tarihi Araştırma Grubu’nu kurmuşlar. Sonra da oturup birlikte bu kitabı yazmışlar: "I. Dünya Savaşı’nda Türk Askeri Kıyafetleri". Bize, kıyamet günlerinde en ince ayrıntısına kadar askerlerimizin nasıl giyindiğini fotoğraflar ve çizimlerle anlattılar.
Tüfekle teçhizatlanmış askerin kıyafetiyle, tüfeğe göre organize olan savaşçının giysileri birbirinden farklı olmak zorundaydı. Harp meydanlarında daha çevik hareket etmelerini sağlayan, düşmanı sessizce kuşattığında arazinin rengine uyabilen yeni bir model ortaya çıkmalıydı. İngiliz, Fransız ve Alman orduları hızla değişmişti. Japonlar, Samurayları ortadan kaldırıp modern bir ordu kurdu. Osmanlı Ordusu da Japonya’daki gibi bir süreç yaşadı. "Gavur icadı silahlarla savaşmayız, gavurların kisvelerini giymeyiz" diyen Yeniçeriler girdikleri her savaşta yenilmeye başlamıştı.
Osmanlı’da modernleşmenin öncülerinden Padişah III. Selim döneminde her şey değişmeye başladı. Prusyalı Albay Von Goetze’nin, 1798’de Osmanlı Ordusu için hazırladığı raporun ardından "yeni düzen" anlamına gelen Nizamı Cedid hareketi başladı.
Ardından Mareşal Von Moltke dört yılını Türkiye’de geçirip Padişah’a danışmanlık yaptı. II. Mahmud reform hareketini hızlandırdı. Yeniçeri ocağını lağvederek modern ordunun geliştirilmesini sağladı. Ve askerlerin yüzyıllardır üstlerinde taşıdığı giysiler değişmeye başladı.
FES GİTTİ, SERPUŞ GELDİ
Değişim dalgası II. Abdülhamid döneminde de sürdü. Ama en büyük reform 1913’ün sonlarında gerçekleşti. Enver Paşa, askeri ataşe olarak Berlin’de bulunduğu sırada Töton geleneklerine bağlı disiplin anlayışıyla eğitilen Alman Ordusu’nun yenilmezliğine inanmıştı. Harbiye Nazırlığı görevine gelince ordu içinde yenileşmeye direnen bütün güçleri kısa bir zamanda temizledi. Ortaya çıkan yenileşme dalgası sırasında askerler, talim alanlarında marşlar söyleyerek, Alman Ordusu’nun yürüyüş biçimi olan sert kaz adımlarıyla geçit törenleri yapıyordu. Osmanlı Ordusu’nun mevcudu 820 bine çıktı. Muharip sınıf dışındakilerle bu sayı 1 milyona ulaştı.
Türk Ordusu, silah, araç-gereç, disiplin ve eğitim geleneklerini değiştirmeden beş yıl kadar önce yeni savaş koşullarına uygun kıyafetler konusunda devrim yapmıştı. Padişah buyruğuyla 18 Haziran 1909’da yürürlüğe giren "Elbise-i Askeriye Nizamnamesi" ile, kara kuvvetleri için tasarlanan yeni üniformalar belirlenmişti.
Bir yılda üniformalar tepeden tırnağa değişti. Değişim "fes"ten başlamıştı. Yaklaşık yüz yıldır kullanılan kırmızı fesin yerine haki renkli fes gelmişti. Bugün ne yazık ki hâlâ, romanlarda, belgesel ve sinema filmlerinde, Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarındaki Türk askerlerinin başına kırmızı fes geçirmekte ısrar edenler çıkıyor. Oysa 1909’dan itibaren sadece fes değil, subay ve erlerin giydiği üniformanın rengi de hakiye dönüşmüştü. Subayların kıyafetleri şayaktan, erlerinki ise aba kumaştan imal ediliyordu. Birkaç yıl içinde haki fes, yerini serpuşa bırakıp tarihe gömüldü. Bir tür Laz başlığının tutkallanarak sertleştirilmesiyle imal edilen serpuş, ileriki yıllarda o dönemin başkomutan vekili Enver Paşa’nın isminden alınan ilhamla "Enveriye" olarak tanınacaktı.
ŞAPKA KAVGASI
Savaş yıllarında ortaya bir de "Cemaliye" adında bir başlık çıktı. İttihat Terakki’nin iki güçlü komutanı Enver ve Cemal paşaların rekabeti, bahriyenin yeni şapkasına isim olarak yansıdı. 13 santim yüksekliğinde, silindirik biçimli ve günlük siyah kıyafetlerle giyilmek üzere 1916’da imal edilen yeni şapka, Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın adını alarak Cemaliye oldu. Başlıklar, iklim koşullarına ve farklı coğrafyalara göre şekil değiştirebiliyordu. Örneğin, Irak, İran, Hicaz ve Filistin cephelerinde savaşan sahra birlikleri üniformalarının üzerine kefiye ve agel adlı başlıklar takıyordu.
Bilirsiniz; Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nda Kocatepe’den Afyon Ovası’na bakarken betimlediği Mustafa Kemal ile ilgili bir bölüm vardır. "Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. / Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam / nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu..."
Hepiniz şayak kalpağın ne zaman kullanılmaya başlandığını merak ediyorsunuzdur. Cevabı: 3 Ağustos 1910’dan itibaren. O tarihte yayınlanan "Askeri Serpuş Talimatnamesi"yle başlıklara düzen getirildi. Subaylar, çalışma ve resmi tatil günlerinde haki renkte astragan kalpak takmak zorundaydı. Kitaptan, halk arasında şayak kalpak olarak bilinen ve Nâzım'ın şiirine de yanlış yansıyan başlığın aslında karakul kuzusu postundan elde edilen, hareli, kıvır kıvır bir kürk çeşidinden imal edildiğini öğreniyoruz.
Subay kıyafetleri, setre ya da günlük ceket, düz ve külot pantolondan oluşuyordu, çizme ya da kundurayla tamamlanıyordu. Subaylar günlük üniformaları dışında, cuma selamlıkları, ziyafet ve törenlerde, sivil yaşamda karşılığı redingot olan setre ceket kullanıyorlardı. "Katibim" şarkısındaki "Katibimin setresi uzun, eteği çamur" bölümünden hatırladığımız setre, lacivert kumaştan bir tür tören ceketiydi. Törenlerde setrelere köprülü ve püsküllü apoletler takılıyordu.
O devrin subay paltoları ve pelerinleri ise göz kamaştıracak kadar güzeldi. Ceketlerin ve paltoların yakalarındaki, sınıflarını gösteren renkli çuha parçaları üniformaya zarafet kazandırıyordu. Paşalar yakalarına kırmızı, tayyareciler turuncu, levazımcılar eflatun, nakliyeciler mor, süvariler gümüş renkli çuha takardı.
Ersin Kalkan
Hürriyet, 06 Mayıs 2007
EK: "Çanakkale'de en çok Araplar savaştı" diye zamanında haber yapan Aljazeera (2004-The forgotten Arabs of Gallipoli) ve İndependent (2011-Great War secrets of the Ottoman Arabs) 'in gazıyla "Ya evet" diyen bazı basın mensuplarımız, Suriye'den gelenlerin TÜRKMEN olduğunu bilmiyor muydu? Bal gibi de biliyorlardı ama amaç başkaydı!..
(ilgili bir yazı: Çanakkale'de şehit Olan Suriyeliler Yalanı-link)
ilgili:
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Askeri üniformalar Amerikanlaşmıştır!... detaylı Prof.Cihan Dura
Ve hâlâ Türkleri fesli resmederler!...