Hun Döneminden Günümüze Ulaşan 1500 Yıllık Saz
Türk musiki ve kültür tarihinde önemli bu buluşu Moğol arkeologları gerçekleştirdi. 2008 yılında buldukları 1500 yıllık sazı önce Moğolların Devekopuzu dedikleri çalgı zannettiler.
Ancak bunun Türk sazı olduğunu ve üstünde runik yazıyla Türkçe sözler bulunduğunu fark eden Gumilev Avrasya Üniversitesi Türkoloji ve Altayoloji Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Karjavbay Sartkojauli olmuş.
Hocamızı ve eşini bir gün İstanbul'un tarihi ve turistik yerlerini gezdirirken ana konumuz bu saz oldu. Moğolistan doğumlu ve Moğolcayı ana dili gibi bilen Sartkojauli bu sazdan samimi olduğu Moğol arkeologlarla ile sohbet esnasında tesadüfen haberdar olmuş ve bir çok ısrardan sonra güç bela resim ve bilgileri alabilmiş.
Aslında kendim dili bilimci veya musiki araştırmacısı değilim, ama bu buluntu ile Türk sazının tarihi ile ilgili bilgilerde önemli değişiklikler yapacağını sanıyorum. Türk sazının kökünü Hititlere bağlayanlar, 1500 yıl pay biçenler bilgilerini gözden gecireceklerdir.
Çünkü, Türklerde 1500 yıl önce böylesine gelişmiş bir saz ve küy / ezgi geleneği varsa, bu gelişkinliğe ulaşmak için sazın asırlardır kullanımda olması gerekir. Gerçi bu konular uzmanların işi, fakat biz burada ilk aklımıza gelenleri acizane belirtmeye çalıştık.
Ve bir hafta sonra resimler de geldi. Gerçekten de ortada somut bir durum vardı. Bunu mutlaka Türk bilim alemine ve kamuoyuna kazandırmak gerekliydi. Şimdi bu makaleyi bir dergiye hazırlama çalışmalarımız bitti. Bir kaç hafta içinde yayınlanmış olacak. Biz bu yazıda makalenin içeriğini ve resimleri vermeye çalışacağız.
Türk halklarının en önemli çalgısı Türk sazının 1500 yıllık en eskisi Moğolistan’da bir mağarada bulundu. Sazın Türk kültürü ve musiki tarihi açısından en önemli yanı sapında runik Türk yazısının olmasıdır. Bu yazıda “Hoş bir ezginin sesleri insani mest eder” denilmektedir. Bu da Türklerin en eski devirlerden musikiye verdikleri önemi göstermektedir.
V. Yüzyila ait olduğu tahmin edilen sazın günümüzde Kazak, Karakalpak ve Nogay gibi halklarda hala çalınıp söylenen iki telli saz “dombira”ya çok benzemektedir. Moğol arkeologlar bu sazın Moğollara ait olduğunu iddia ederken, biz onun Türk çalgısı olduğunu kanıtladık.
En eski Türk sazının bulunduğu yer:
Altay dağlarının Moğolistan sırtında uzanan ve Cargalant-Kayırhan olarak adlandırılan kısmında “Omnohon Aman”, yani “On Vadi” isimli yerde bulunan “Nuhen Had”, yani “Mağara Taş” denilen bir mağarada bulunmuştur.
2008 senesinde ilk defa bu mağarayı N. Dandar isimli bir çoban keşfetmiş ve içindeki boynu eğri sazı bulmuş ve durumdan köy mektebinin öğretmenlerinden C. Enhtor’e haberdar etmişti. Enhtor Ulan Batur’daki Moğolistan Ilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü bu buluntuyu bildirdi.
Bunun üzerine Ts. Torbat’ın başkanlığında bir grup arkeolog 25 Haziran 2008 tarihinde mağaraya geldiler. Mağara Taş (GPS) 47º37'433'' enlem ve Е 92º27'273'' boylamda, deniz seviyesinden 1866 m. yükseklikte bulunmaktadır. Mağaranın 86 x 60 cm boyutlarındaki ağzı yüksektedir. İçeriye 95 cm kayarak girilmektedir. İçerisi tek bir oda gibidir. Odanın tabanı 130 x 280 cm'dir.
Arkeolojik kazı:
Arkeologlar mağaraya girmelerinden önce, mağarayı ilk bulan N. Dandar toprağı kazdığı ve mağara içinin ilk durumunda bazı değişiklikler yaptığı anlaşılmıştır. Dandar 35 cm. çapında ve 15 cm. derinliğinde toprağı kazmıştı. Çıkan toprakları mağaranın kapı tarafına yığmıştı. Mağaranın doğu tarafında duvarı kısmına doğru iki üzengi ve eyerin bir kenarı açıkca görülmekteydi. Duvara dayalı duran sazı ise Dandar yerinden almış ve öğretmen Enhtor’e getirip vermişti. Eyerin altından sadak oklarıyla birlikte bulundu. Kazı çalışmaları sonucunda kafatası sağlam bir insan iskeleti, 20 temren, okun agaç sapları, enli eyer, iki Türk üzengisi bulundu.
Moğolistan İlimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü mağaradan çıkarılan insan iskeletine antropolojik incelemeler yaptı.
İskeletin paleoantropolojik analiz bulguları su şekildedir:
Kafatası oldukça iyi korunmuş bir durumdadır. Kafatasının sol tarafının üst kısmı bir zamanlar yara almış, fakat sonradan iyileştiğinin işaretleri kalmıştır. Kafatasındaki yara izi sivri uçlu bir silahla yapılmış gibidir. Ancak, bu ok yarası değildir. Yara izinin boyutları 3,6×2,0 cm’dir. Kafatasının tepesinde ve alın kısmında kafa derisi bulunmaktadır. İskeletin yapısı ve kafatasının eklemleri, dişinin özelliklerinden anlaşıldığına göre, bu 20-25 yaşlarında ve 166, 7 cm boyundaki bir genç erkeğe aittir.
Saz:
Mağarada bulunan arkeolojik buluntular içinde bizim en çok ilgimizi çeken şey saz oldu. Bu saz hakkında Kazakistan’da 2008 yılı sekiz gazetede makale yayınlamıştık. 2008 yılında Moğolistan’a gittiğimizde böyle bir sazın bulunduğunu işitince, Mağara Taş’ta kazı çalışmaları yapan arkeolog Ts. Torbat’ı ziyaret ettik. Torbet bize sazı gösterdi. Ancak, sazın fotoğrafını çekmemize, çizimlerini yapmamıza izin vermedi. Onun düşüncesine göre, bu Moğolların "Deve Kopuzu" denilen bir milli çalgısıydı. Biz ise bunun Moğollarla ilgisi olmadığını, bunun Türk halklarına ait bir saz olduğunu ve hatta Kazakların bugün dahi çalıp söyledikleri iki telli “dombira” sazının aynısı olduğunu söyledik.
Ayrıca buluntunun bir Moğol mezarından değil, Türk mezarından çıktığını da ifade ettik. Bunun en büyük delili de sazın sapındaki Türk runik yazısıydı. Bundan dolayı, bu sazın Moğollara ait olduğunu iddia etmenin abesle iştigal olduğuna işaret ettik.
Kopuz aletinin yaylı bir çalgı olduğunu ve bu sebeple sapının kalın olması gerektiğini, oysa bunun ince olduğunu ve tellerine parmakla vurularak çalındığını belirttik.
Sazın sapının eğriliğine gelince, bunun doğal olduğunu, çünkü herhangi bir sazı bir duvara yaslı olarak belli bir müddet bırakıldığı zaman sapının eğrildiğini söyledik. Çünkü sazın teli vardır. Telden dolayı sap eğrilmektedir.
Biz sazın sapındaki runik yazıyı inceledik. Yazı Türk dilinin uyum kuralına uygun yazılmamıştır. Bu durum ise, bu yazının Türk runik yazı sistemine reform yapılmadan önce yazıldığını bize göstermektedir. Yazı reformunun 552-570 yılları arasında gerçekleştiğini düşünürsek, bu saz bu yıllardan önce yapılmış olmalıdır. Reformdan önce eski Türk bitiglerinin harf ve işaretleri birbirine bitişik şekilde yazılmaktaydı. O dönemde yazının gramer kuralları yapılmamıştı.
Bundan dolayı biz sazdaki yazının V. Yüzyıla ait olduğunu düşünüyoruz.
Sazda şu yazıyı görmekteyiz.
“župar kuu čore sebit idmiş”
Nefis ezgi bizi mutlu eder.
Yazıdan su sonuçları çıkarabiliriz:
1. Yazı reform öncesine aittir. Çünkü, ses uyumu yoktur.
2. Yazıdaki ezgi manasına gelen “kuu” kelimesi eski Türk metinlerinde “kugu” olarak da geçmektedir. Ortadaki “g” sesi zamanla düşmüştür. V. yuzyılda bu “kuu” olarak söyleniyor olmalıdır. Bugünkü Kazak Türkçesinde hala yaşayan “küy” kelimesinin telafuzuna benzemektedir. Bu kelime erken Ortaçağ’da Çince metinlerde “ch’u” olarak geçmektedir.
3. “čore” kelimesini eski Türk dilleri sözlüklerinde bulamadım. Kazaklar keçileri “sore, sore, sore” diye belirli bir makamla söyleyerek çağırırlar. Demek ki, bu söz makam, musiki manalarına gelmektedir. Bu durum bize bugünkü XXI. yüzyılda bir çok Türk halklarında mevcut “dombira küy” musikisinin daha V. Yüzyılda gelişimini tamamlamış olduğunu göstermektedir.
Sazın başı:
Sazın başı ceylan (bugi) veya bulanın başına benzemektedir. Günümüzün sazları gibi düz değil. Eski devir geleneklerine göre, hayvan stiliyle süslenmiştir.
Türkler İslamiyete girdikten sonra hayvan stili süslemelerini bırakmıştır. Çünkü, Göktanrı dininin tüm alışkanlıklarını terk etmeyince, tam Müslüman olmak mümkün değildi !
Efsane ve 1500 sene önceki saz:
Kazaklarda dombira veya sazın nasıl meydana geldiği konusunda birçok efsane mevcuttur. Bunların bazıları B. Saribayev, K. Jubanov, O. Janibekov ve A. Seydimbekov gibi araştırmacıların kitaplarında yer almaktadır. Dombira ve dombira kuyleri / ezgileri konusunda bu araştırmacıların eserlerinden faydalandık.
Akselev Seydimbek’in “Çift Tel Efsanesi” hakkında yazdığına göre;
Çok eski devirlerde bir genç dağlarda geyik avlayarak geçimini temin ediyormuş. Bir gün yüksek dağlarda, bir maral vurdu. Onu aşağıya indirmek için işkembe ve bağırsaklarını boşalttı. Aradan aylar geçtikten sonra, avcı genç dişi maralı vurduğu yere tekrar gelir, burada kulağına vızıltı gibi sesler gelir.
Dikkatle etrafına baktığında, birkaç ay önce vurduğu maralın bağırsaklarının akbaba gibi leş yiyici kuşlar tarafından yenirken, ağaç dallarına takılı kalmış olduğunu gördü. Vızıltı gibi ses dala takılıp kurumuş bir çift bağırsaktan gelmekteydi. Rüzgâr estikçe, dallara gerili bir biçimde takılmış olan bağırsaklardan farklı farklı hoş sesler geliyordu.
Avcı gence bağırsaklar dile gelmiş gibi göründü ve daldan bu bir çift kurumuş bağırsağı alıp eve getirdi ve tahtadan yaptığı bir alete takar. Bağırsaklara parmaklarıyla vurdukça ağaç dallarındaki gibi hoş sesler çıkarır. Bu sadece gencin değil, onu dinleyen herkesin hoşuna gider. Onları çeşitli duygulara sürükler. Böylece dombira herkesin sevdiği bir musiki aletine dönüşür.
Günümüzde de bazı yerlerde Kazaklar dombiranin tellerini hala kurutulmuş bağırsaklardan yaparlar.
Efsane bizlere bunları anlatırken, bundan 1500 sene önce yapılmış ve Altaylarda bir mağarada günümüze ulaşan yaslı sazın karnına maralın, geyiğin resimleri yapılmıştır. Hatta sazın sapının ucuna da maral veya geyiğin başı konmuştur. Bu hayret verici bir durumdur.
Acaba bu bir rastlantı mıdır, yoksa tarihi hakikat midir? Efsanede geçenleri, bu yaşlı “bilge” saz kendi varlığıyla teyit etmektedir.
Türklerdeki “küy” kelimesine tekrar dönersek, konar göçer halklarda özellikle Türk-Moğol halklarında ezgi manasındaki “küy” kelimesi en kutsal ve önemli kelimelerden biridir. Belki bu yüzden Türk-Moğol halklarında “küy” ve “kok” yani “gök” kelimeleri “Tanrı” kelimesiyle eşanlamlıdır. Başka bir deyişle, “kogu, ku:u, kök” gibi ceşitli kullanımları olan bu kelimeler Göktanrı inancıyla yakından ilgili olduğunu gösteren tarihi ve manevi bulgular mevcuttur.
Türk halklarının kağanlık devirlerinde kağanın altın işlemeli Ak Keçe Evinde her sabah gün küy, yani ezgi ile karşı alınırdı. Daha açık bir ifadeyle bu bir gelenekten ziyade, Göktanrı inancıyla ilgili bir rituel olmalıdır. Kağanlık merkezinde çalınan ezgi / kuyun sayısı bir sene içinde günlerin sayısına uygun olarak 366 idi. Bunu “Tanrı’nın 366 bölüm kuyu” olarak adlandırıyorlardı. Yılbaşı baharda gece ile gündüzün birbirine eşitlendiği (22-23 Mart) günden başlardı ve bu güne “Ulusun ulu günü” denir ve büyük şölenler yapılırdı. Ulusun ulu gününde tüm kağanlığın dilek ve isteklerini Tanrı’ya ulaştıran 9 küy çalınırdı.
Eski Yunan tarihçilerinden Quintus Curtius Rufus (M.S. I. Yüzyıl) “Büyük İskender’in Tarihi” isimli kitabında Orta Asya konar göçerlerinin Ulus bayramını nasıl kutladığını yazmaktadır. Ulus günü güneş doğmak üzereyken Kağanlık Merkezinin üstüne güneş sembolu olan bayrağın çekildiğini, bir tepeye hepsi kırmızı elbiseler giymiş ve bir yılı sembolize eden 365 delikanlının çıkarak nevruz şölenini başlattığını hayranlıkla yazmaktadır.
Buna benzer bir Göktanrı inancını musiki araştırmacısı Abdülkadir Meragi de “Zübdet’ul Edvar” isimli eserinde şöyle ortaya koymaktadır:
“Türk-Moğol şarkı ve kuyleri şu şekilde üç kısma ayrılır: musiki aletiyle çalınan bir türü vardır. Onlara “kökler” denir, sesle söylenenlerine “ir” ve “dola” diye isimlendirilir. Eski Türk ülkesinde kuyun sayısı 366’dir. Bir sene içinde kaç gün varsa, o kadar kuy / ezgi olur. Onun her biri her gün hanın önünde çalınır. Bunların içinde en asili ve en büyüğü 9 kuydur”.
Bu tarihi kaynak eski devirlerde bile Türkler arasında saz enstrümanı, ezgi sanatı, onları anlama, hissetme ve saygı duyma benliğinde duyma kültürü bugünkü seviyeden aşağı olmadığını göstermektedir. Bu konuda en son arkeolojik bir kaynak 2008’de Moğolistan’da Bayanhongor bölgesi, Galuut yerleşimi Olonuur ovasında bulunmuştur.
Burada bulunan Türk mabedinin kalıntılarında VII-VIII. Yüzyıllara ait bir yazı bulunmuştur. Taşa kazınmış yazıda “İzgilik Çor sekiz çeşit saz musiki aletine vakıf olduğu için sert taştan yapılmış bir mabet inşa ettik” denilmektedir.
Bu durum bize VII-VIII. yüzyıllarda Göktürklerde 8 çeşit saz olduğunu, bu sazları çalıp söyleyene sonsuz mabed inşa ettiklerini göstermektedir. Bu da bir zamanlar eski Türklerin saza, musikiye, saz sanatına ne derecede büyük önem verdiğini bildirmektedir.
Bu sazların MÖ. V. Asırda yapılmış en eskisi Moğolistan’da bir mağarada bulunarak günümüze ulaşmış bulunmaktadır.
Bu, günümüzde çalmalı sazların dünyadaki en eskisidir. Dünyanın bir çok ülkesine yayılmıs bulunan yaylı çalgılardan kopuzun MÖ. X. Yüzyıldan beri kullanılmakta olduğu tahminleri yapılmaktadır. Bu sebeple kopuz yaylı çalgılarin atası olarak kabul edilmektedir. Öyleyse çalmalı sazların en eskisi ve atasının da “dombira” olduğunu söyleyebiliriz.
Avrasya’nin iki kıtasında da dombira sazının çok yaygın olduğunu gösteren dil malzemeleri elimizdedir. Türk halklarından Kazaklarda “dombira”, Karakalpak, Nogaylarda “dombira”, Tuvalarda “dambira”, Kırgızlarda “dungir”, Türkmenlerde “tamdira”, Özbeklerde “tambur”, Ruslarda “domra”, Afganlarda “dambura”, Iraklılarda “tunbur”, Moğol kökenli Halkalarda “dombir”, Buryatlarda “dombir”, Kalmuklarda “dungirma” olarak geçmektedir. Bu durum bize dombira çalgısının Avrasya halkları arasında ne derece çok yaygın olduğuna işaret etmektedir.
Sonuç itibarıyla mizraplı Türk sazların atasının dombira olduğunu söyleyebiliriz. Moğolistan’da 2008 yılında bulunan V. Yüzyıla ait Hun sazının dünyadaki en eski Türk sazı olduğunu ve bugünkü Kazaklardakı dombira ile aynı olduğunu söyleyebiliriz.
Biz bu dombirayı esas alarak bir benzerini yaptırmış bulunuyoruz. Sazdaki runik yazı da eski Türklerde musikinin, özellikle küy, yani ezginin çok önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Bu küy kelimesi de bugün Kazaklarda aynen devam etmektedir. Kazak bestecileri birbirinden güzel bestelerle küyleri zenginleştirmektedir.
Değerli hocamız Prof. Dr. Karjavbay Sartkojaulina Moğolistan'da bulunan 1500 yıllık sazı Moğol bilim adamlarına Türk sazı veya dombirası olduğunu kanıtlayıp ilim alemine kazandırdığı için ne kadar teşekkür etsek azdır. Sazı Moğol arkeologlar bulmakla birlikte, onun sayesinde haberdar olduk. Böylece sazın tarihini daha da gerilere göturecek somut bir bilgiye ulaşmış bulunuyoruz. Değerli hocamıza sağlıklı uzun ömürler diliyoruz.
Değerli hocamız Prof. Dr. Karjavbay Sartkojauli “Hun Döneminden Günümüze Ulaşan 1500 Yıllık Saz” isimli makalesi ile ilgili Moğol arkeolog ve Batılı Türkologların yazdıklarını karşılaştırdığımız yazıyı okumuş ve bize bu konuda bir cevabı yazı göndermiştir.
Sartkojauli makalesinin başında Türkiye Türkçesinde aktarıp çeşitli bilimsel gruplara gönderdiğimiz için bize, konuyla ilgilendikleri için Erciyes Üniversitesinden Erhan Aydın ve Hacettepe Üniversitesinden Bülent Gül’e öncelikle teşekkür ediyor.
Bundan sonra 1500 yıllık saz hakkındaki bilimsel yayınlara değiniyor. Şöyle ki:
Mağarada bulunan bu buluntu hakkında ilk bilimsel yazı Ts. Torbat başkanlığındaki Moğol arkeologlar tarafından Studia Arhaeological dergisinin 2008 yılındaki VI. Sayısında 274-292 sayfalarında yayınlanmıştır.
Makalede kazı çalışmalarının sonuçları ortaya konmuş ve sazın resmiyle birlikte mağara bulunan insan kafatası, eyer, üzengi, yay, sadak ve okların resimleri yayınlandi. Ancak saz hakkında çok fazla bilgi verilmedi.
İkinci yayın Alman arkeologlarla 2009 Ağustos ayinda Ulan Batur’da yapılan uluslar arası sempozyumun 2009 yılının ikinci yarısında yayınlanan bildiriler kitabında yer aldı. Tsagaan Torbat, Dunburee Batsukh, Jan Bemmann, Thomas O. Hollmann ve Peter Zieme tarafından ortaklaşa yazılan makale "A ROCK TOMB OF THE ANCIENT TURKIC PERIOD IN THE ZHARGALANT KHAIRKHAN MOUNTAINS, KHOVD AIMAG, WITH THE OLDEST PRESERVED HORSEHEAD FIDDLE IN MONGOLIA – A PRELIMINARY REPORT" ismini taşımaktadır.
Bu yazıda sazın özellikleri tam olarak ortaya konmamakla birlikte, makale yazarları hiçbir bilimsel kanıt ileri sürmeden bunun Moğolların “Morin Chuur” yani At Kopuz çalgısı olduğunu yazmışlardır. Bizim konuyla ilgili vardığımız sonuçlar şunlardır:
1. Morin Chuur (At Kopuz) nasıl bir çalgıdır?
Karnı büyük ve dört köşedir. Boynu kısa ve kalındır. Teli atın kuyruğundan yapılır. Sapında perde olmaz. Keman gibi sürtülerek çalınan bir çalgıdır.
2. Mağaradan bulunan saz ise boynu incedir, üstünde perdeler vardır. Bu çalgı sürtülerek değil, parmakla dokunarak çalınan bir çalgıdir. O yüzden bu bir kopuz değildir.
3. Mağaradan bulunan eyer, üzengi, sadak, ok ve yay gibi buluntuların Türklere ait olduğunu yukarıda bahsettiğimiz makale yazarları ve arkeologları kabul etmektedirler. Hatta bulunan eyer ve üzengilerin bugünkü Kazakların kullandıkları eyer ve üzengilerden hiçbir farkı olmadığı görülmektedir.
O zaman mağaradaki tüm eşyaların Türklere ait olduğunu söyleyebiliriz.
Öyleyse, niçin bunların arasındaki saz Moğollara ait oluyor?
Üstelik sazın sap kısmındaki eski Türk yazısı olduğunu da unutmamak lazımdır.
4. Şimdi sazın sapındaki yazının bir analizi yapalım:
Berlinli ünlü bilim adamı Peter Zieme bu yazıyı okuma denemesi yapmıştır. Ancak bazı harfleri görememiştir. Zieme 12 harfi doğru tanımlamıştır.
Oysa Sazın sapında:
16 işaret ve bir adet iki nokta vardır. Zieme bu işaretleri eksik olarak 16 yerine 12 harf olarak görmüştür. Zieme 1, 2, 6, 7, 8, 9, 10, 12, 13, 14, 15 ve 16 numaralı işaret veya harfleri doğru tanımlamıştır.
Fakat kalan 3, 4, 5 ve 11 numaları harfleri ise görememiş ve yok saymıştır. 12. harfi ise dört köşe içinde nokta olarak görmüş ve “-nt” olarak okumuştur. Bu yüzden metni yanlış okumuştur.
Bize göre bu metin “župar küü čore sebit idmis” olarak okunmalıdır. Onun da bugünkü manası: Hoş ezgi bizi mest eder.
Metnin bu şekildeki okunuşu üzerinde Peter Zieme ile Kasım ayının sonunda ve Aralık ayının başında İstanbul’da “Ötüken’den İstanbul’a Türkçenin 1290 Yılı” sempozyumu için bulunduğu sırada görüş alışverişinde bulunduk. Durumu kendisine izah ettik.
5. Sazdaki metinde 1 numara ile gösterdiğimiz harf kullanılmıştır. Reformdan sonra (552-570) metinlerde bu harf sadece ince sesli ünlülerde kullanılmıştır. Reformdan önce veya eski Türk bitig (runik yazı) grameri oluşturulmadan önceki dönemde, kalın ve ince sesli kelimelerde kullanılan işaretler bu metinde olduğu gibi ince ve kalın ayrımı yapılmaksızın kullanılmaktaydı. Bu özelliği sazdaki metinde de görmekteyiz.
İşte bu yüzden biz yukarıda bahsettiğimiz logogram harfteki gramer özelliklerine dayanarak bu sazın V. yüzyıla ait olduğu yorumunda bulunuyoruz.
6. Sazdaki metinle ilgili yaptığımız transkripsiyon ve çeviri konusunda kendimize güvenimiz tamdır. Metindeki “kuu” kelimesi bizi çok heyecanlandırdı. Çünkü Kazak Türkçesinde “küy” kelimesi sadece dombira ile çalınan ezgiler için kullanılır. Demek ki, MÖ. V. Yüzyıla ait küy kelimesi hala kullanımdadır. Kaybolup gitmemiştir.
Küy ile Kazaklar huzur bulur, küy ile Kazaklar heyecanlanır, küy ile Kazaklar hüzünlenir, küy ile Kazaklar derdini unutur. Öyleyse hoş ezgileriyle insani mest eden çalgı “dombiradan” başka ne olabilir ki?
Değerli Hocamız Prof. Dr. Karjavbay Sartkojaoglunun görüşleri bunlardır. Kendisine bizleri aydınlattığı için çok teşekkür ediyoruz.
Demek ki, bu saz Gökturk dönemine değil, Hun dönemine aittir.
Şimdilik son söz bu şekildedir.
Turansam,2012, Cilt 4,sayı 14
HUN DÖNEMİNE AİT İSE,
"HUNLAR YAZIYI BİLMİYORDU"
DEMEK KOCA BİR YALANDIR.
TÜRKLERDE YAZI GÖKTÜRKLERLE BAŞLIYOR
DEMEKTE.
İŞTE BATI , BU BATI,
SENİ KÜÇÜK GÖRMEK İÇİN
SANA AİT OLAN HERŞEYE SAHİP ÇIKIYOR !
BU ZENGİN KÜLTÜRÜ,MEDENİYETİ YAKIŞTIRAMIYOR.
UTANMASALAR "TÜRK" İSMİNE DE SAHİP ÇIKACAKLAR !
ÖTÜKEN’DEN İSTANBUL’A TÜRKÇE’NİN 1290 YILI (720-2010) SEMPOZYUMU
Konuşmacılar:
Japonya: Yoshida Yutaka, Takashi Osawa, Tosio Hayasi, Aydar Mirkamal
Pekin: Erkin Arız, Xin Luo, Zhang Tieshan, Erkin Awgalı
Urumçi: Abdubesir Süküri, Arslan Abdullah
Kore: Yong-Song Li, Jaehun Jeong
Almanya: Claus Schönig, Peter Zieme, Jens Wilkens, İrina Nevskaya, Marcel Erdal
Abd: Sören Stark, A.Vovin
Rusya: D. Nasilov, L. Tuguşeva, Larisa Tıbıkova, İgor Kormuşin
Kazakisten: Ayman Dosımbayeva, S.Harcavbayev
Kırgızistan: Nurdun Useyev, Risbek Alimov, Kadırali Konkobayev
Moğolistan: Ts. Battulga, L. Bold
Özbekistan: Gaybullah Babayer, M. İshagov
Fransa: Etienne De La Vaissiere
Finlandiya: Volker Rybatzki
İngiltere: N. Sims-Williams
Macaristan: M. Dobrovits
Çek Cumhuriyeti: Lucie Şmahelova
Türkiye: Hatice Şirin, Erhan Aydın, Cengiz Alyılmaz, Osman Mert, Mehmet Ölmez,
Ahmet Taşağıl, Osman F. Sertkaya, Mustafa Sinan Kaçalin, Ayşe Melek Özyetgin,
Şükrü Haluk Akalın
ATTİLA
Bütün dünya tarihini yakından ilgilendiren ve herkes tarafından da kendi isimleriyle tanınan çok az insan vardır. İşte, dünya milletlerinin büyük bir kısmının bildiği ve özellikle Avrupa halklarının çoğunun milli kahramanı, bir bölümünün efsanelerine ve hatta destanlarına kadar giren bir kişidir, Attila.
Dünyadaki bir kısım tarihçi için yeryüzünün gelmiş-geçmiş en büyük hükümdarları arasında hiç şüphesiz Attila ve Çingiz Han’ın yerleri bambaşkadır.
İkisi de sadece mensubu bulundukları milletlerin tarihlerinde ve kültürlerinde değil, dünyanın aşağı-yukarı yarısına yakın bir topluluğunun kaderinde söz sahibi olmuşlardır. Hususiyetle M.sonra 5. yüzyılda gerçekleşen Hun akınları ve Attila’nın Avrupa’daki faaliyetleri bugünkü Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Tarihte “Kavimler Göçü” diye de anılan bu hareket sonucunda, yer-yüzünden birçok halk kalktığı gibi, yeni yeni devletler ve toplulukların da ortaya çıkması söz konudur.
Tarihi kaynaklardan takip edebildiğimiz kadarıyla Hun adıyla anılan Türklerin Asya’da kurdukları hanedanlıklar şu veya bu şekilde, 5. asrın ikinci yarısına değin varlıklarını sürdürmekle beraber, daha önceki zamanlarda vukua gelen bölünmeler sebebiyle zaman zaman batıya doğru göçmüşlerdir. Bu göçler ve ayrılıkların en büyüklerinden birisi M.önce 55’lerde meydana gelince Küçük Yabgu ile beraber büyük bir Türk-Tölös grubunun, dolayısıyla Hun siyasi adı altında birleşen Türk kabilelerinin bugünkü Türkistan ve Kuzey Kazakistan bölgesine geldiklerini biliyoruz. Dolayısıyla Hunlar sadece Asya’da varlıklarını sürdürmediler; onlar Avrupa’yı da dize getiren güçlü bir devlet kurdular.
Aslında burada ve daha kuzeydeki İdil-Ural Havzasında, Türkler Mo-tun Yabgu çağından çok önceleri yurt tutmuşlardı. Hem tarihi kaynaklar, hem de Türklere ait destanlar ile efsaneler bunu doğruluyor. Meşhur Oguz Kagan’ın seferlerinden birisi Hazar’ın kuzeyine, İdil-Ural ve Doğu Avrupa topraklarına olmuş, bu mıntıkada bir Türk idaresi tesis edilmişti. Buna bağlı olarak, Karadeniz’in kuzeyinde bugünde varlığını koruyan Türk soylu halklar gibi, birtakım Fin-Ugor kavimlerinin de etnik oluşumunda Türk tesirinin bulunduğunu pekçok ilim adamı savunmaktadır. Konuştukları dillerin içindeki Türkçe kelimelerle, bazı gelenek ve göreneklerini de kapsayan kültürel izler bunu ispatlıyor.
İşte M. önce 1. asırda batıya gelen Hunların bir bölümü Avrupa’da ortaya çıkan Türklerin temelini oluşturdular. Arkasından M.sonra 155’lerde Asya’daki Hunlar ikinci bir darbeye maruz kalmışlar; tarihi eserlerde Kuzey Hunları diye anılan bu Türklerin büyük bir kısmı, Küçük Yabgu Hunlarına benzer bir şekilde Türkistan’ın batı taraflarına, oradan da Đdil-Ural ve Kafkasya sahasına ulaşmışlardı. Onlar, 4. yüzyılın ortalarına (355-365) geldiğimizde Kafkasya bölgesi ve Hazar çevresine hakimdiler.
Hunların başında bu sıralarda önce Balam-er, peşinden de Yılduz Kagan’ı görmekteyiz. M.sonra 400’lerde Hun başbuğu Yılduz (Uldız) Kagan, her iki Roma’yı da baskı altına almaya başlamış; Roma içten içe kaynar iken isyanlar ve kargaşa da alıp başını gitmişti. Yılduz Kagan karşısında düzensiz ve korkak bir düşman olmasını istemediğinden Roma’ya yardım ederek, isyancılardan temizledikten sonra, 409’da Tuna’yı geçip; Trakya’da Doğu Roma’nın umumi valisiyle barış imzaladı. Kaynakların bildirdiğine göre; Yılduz bu görüşmelerde “güneşin battığı yere kadar her tarafı zaptedebileceğini” söylüyordu. Bu Türk cihan hakimiyeti telakkisinin büyüklüğünün bir işaretidir.
Yılduz Kagan’ın 410’larda öldüğü sanılıyor. Ondan sonra başa geçen Kara-tonga hakkında maalesef çok az bilgiye sahibiz. Yukarıda belirttiğimiz üzere, Yılduz’ın ardından Türkleri yöneten diğer Türk beyleri Rua (ki bu isim Türkçe bir kelimenin Latin kaynaklarına bozularak geçmiş şekli olmalıdır. Belki Yula/ Boyla/ Börü), Muncuk, Ay-bars ve Oktar hepsi onun izinden yürümüşler, her iki Roma’ya karşı da, Yılduz’ın siyasetini sürdürmüşlerdir.
420 sıralarında Hunların idaresini işte bu çok değerli dört kardeş
üstlenmişti. Meşhur Attila da bunlardan Muncuk’un oğluydu ve Muncuk erken yaşlarda öldü. Attila’yı amcası Rua yetiştirdi. Bu dört kardeşin en büyüğü olan Rua kagan seçildi ve 422 senesinde Bizans’ı yıllık vergiye bağladı.
İki Roma arasındaki iç mücadeleye de karışan Türkler, her iki taraftan da haraç alıyorlardı. Rua’nın hükümdarlığının son dönemlerinde Hun devletinin içinde birtakım anlaşmazlıkların yaşandığı ortadadır. Bazı Hun beyleri onun hışmından kurtulmak amacıyla Bizans’a sığınmışlarsa da, imparator II. Theodosios’a bir ültimatom yollanarak, bunların iadeleri istendi. Fakat bu sırada (434) Rua da öldü. Böylece, doğuda Türkler bir fetret devri yaşıyorlarken, batı da yeni bir güneş doğuyordu ki; bu amcasının yerine devletin başına geçen Attila adındaki Türk asilzadesiydi.
O, çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk kahramanıydı. Kardeşi Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; belki Boyla/ Bolat/ Bilge?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddi bir talebi yoktu. Bir süre devletin idaresinde kardeşine yardımcı olduktan sonra herne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde vefat etmiştir.
Derhal harekete geçen Başbug Attila, 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Bunun üzerine Doğu Roma, Türklere ateşkes yapmak zorunda kaldı. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen andlaşmaya göre; Bizans hiçbir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı.
Attila da tıpkı dedesi Yılduz gibi, Roma’yı iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada destekledi. Birçok yabancı kavmi Türk hakimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Avrupalılar kendileri için bunca felakete sebep olan bu kişiden kurtulmanın yollarını aramaya başladılar.
O zamanki dünyanın tek efendisi haline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast planı yaptılar. Attila’nın nezdine giden elçilik heyetine sokulan bir casus, Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/ Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı yazılıdır) isimli bir Türk durumu öğrenince, Attila’ya haber vermiş; o da suikastçilere suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır.
Bundan sonra Başbug Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifine olumlu cevap vererek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz.
Arkasından Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde yola çıkan Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde Roma güçlerini Attila’nın kuvvetleri “Turan Taktiği”yle yenmeyi başardı. 452’de Po Ovası ele geçirildi.
Hatta bir korku ve telaş başladığından; Papa I. Leo’yu bağışlanmak üzere Romalılar, Attila’ya gönderdiler. Bu durumda bütün hrıstiyan dünyası onun himmetine sığınıyordu; dolayısıyla daha fazla üstlerine gitmenin hiçbir anlamı yoktu. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sasani şahlığına gelmişti.
Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular.
Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenmek suretiyle öldürüldü. Herhalde bu kadının ailesi de Attila’nın ordularından büyük zarar görmüştü ve dolayısıyla o, bu işi gönüllü yaptı. Latin-Bizans vesikalarında; Attila’nın bütün milletleri ve dünyayı korkutan bir adam olarak yaratıldığından, gururlu yürüyüşünden, gözlerinden adeta ışık saçtığından, savaşı sevmesine rağmen hep düşünerek hareket ettiğinden, aklını iyi kullandığından, kendisinden af dileyenleri bağışladığından, sadık adamlarına karşı cömertliğinden, kısa boylu ve geniş omuzlu olduğundan, elbiseleri, ayakkabıları ve diğer silahlarının askerlerinden farklı olmadığından söz açılmaktadır.
Neticede hrıstiyan dünyasınca işledikleri günahların bedelini ödetmek üzere gönderildiğine inanılan, “Tanrı’nın Kırbacı” veya “Tanrı’nın Kılıcı” diye de anılan, cihan tarihinin en büyük hükümdarlarından birisi ortadan kaldırıldı.
Attila’nın sağladığı birlik ve üstünlük maalesef ondan sonra devam etmedi. Daha doğrusu çocukları bunu sürdüremediler. Bunun çeşitli sebepleri vardır:
Kardeşler arasındaki taht mücadeleleri ve kabilelerin öne çıkma kavgaları, bunu fırsat bilen Romalı ve diğer Avrupalı kavimlerin saldırıları, Attila Türklerinin varlıklarına son veren etkenlerdendir. Bununla birlikte Avrupa’daki Türk-Hunlar tamamen yok olmadılar. Bunların bir kısmı İdil-Ural Türklüğünü (Tatar, Başkurt, Çuvaş) meydana getirirken, bir bölümü de Bulgar Türkleri ve Macarlar vasıtasıyla günümüze kadar geldiler.
Çağımızda Attila, Çingiz, Kanuni vs. gibi Türk hükümdarların korkusu halâ Avrupalıların beyinlerinde yaşamaktadır. Bir gün yeniden Türklerin arasından böyle kahramanlar çıkarak, Batıyı paramparça edeceğine inanıldığından, Avrupalı daima Türk dünyasına karşı temkinli davranmaktadır.
Bununla beraber 5. asırda Attila’nın tokadını yiyen Avrupa’nın bütün hristiyan devletleriyle, kendilerini Bizans’ın devamı olarak gören Yunanlılar ve Rumlar, 1071 ile 1453’teki o acı yenilgileri asla unutamadıklarından, her durumda ve ortamda bunun bir şekilde intikamını almak için fırsat kollamaktadırlar.
Bir zamanlar kendilerine dünyayı dar eden Türk ırkına gün göstermemek ve uyuyan kurtu uyandırmamak için el birliğiyle çalışmaktadırlar.
Ama Atsız Beg’in dediği gibi;
“Attila’nın kanı halâ Türk’ün içinde”.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü
“Türk Büyükleri – IV: Attila”, Polis Degisi, 14/54-55, Ankara 2008
-----------
Hunlar ve Konstantinopolis... 1453 değil , 434 ve 447
"Hunlar, zaman zaman Doğu Roma İmparatorluğu'na Germanlar'la yapılan savaşlarda yardım da ediyorlardı. Ancak, Pannonya'ya yerleşmiş bulunan Rugila ve Ruya kumandasındaki güçlü Hun öncü birlikleri ; Alanlar'ın Vandallar'la birlikte 406'da Galya'ya gitmesinden sonra onların boşalttıkları topraklara yönelmiştir.
Hunlar 434'te Konstantinopolis'i de kuşattılar. Bizans rivayeti, şehrin kurtuluşunu sadece bir mucize olarak açıklamaktadır. Rugila'nın o yıl ölümü üzerine Hunlar'ın yönetimi iki yeğenine kalmıştı : Atilla ve Bleda". (sayfa 54)
...
Atilla, tahtı paylaştığı kardeşi Bleda'yı 445'te öldürtüp yönetimi tekeline aldı. Ordusu ile Balkan yarımadasına akın düzenleyip 70 şehri yakıp yıktı ve İstanbul surlarına dayandı.
447 yılında Bizans İmparatoru 2.Theodosius'u sıkıştırıp yıllık vergi vermeye ve güney Tuna sahillerini Hunlar'a bırakmaya mecbur etti. (sayfa 45)
...
Büyük Selçuklu Devletini imparatorluğa dönüştüren Tuğrul Bey, 1043'te Halife Kaim'e gönderdiği mektupta :
"Ben hür insanların evladıyım ve Hünler 'in (Hunlar) kral hanedanına mensubum".... (sayfa 133)
Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği
Rıza Zelyut
kitabından alıntıdır.
kitabından alıntıdır.
İSKİT, KİMMER VE HUN / TÜRKLERİ
İSTANBUL'A FATİH'TEN ÖNCE GELMİŞTİR.
ARAŞTIRMALARLA BELKİ DAHA DA ESKİLERE GİDECEK