akdeniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akdeniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2014 Cumartesi

İLK TÜRK AMİRALİ ÇAKA BEY , TÜRK DENİZ TARİHİNDEKİ YERİ ve İZMİR





İZMİR BEYİ ÇAKA


1078-1081 yıllarında Türklerle BizansIılar arasında cereyan eden harplerin birinde, ismine bakılırsa garpten gelmiş olduğu anlaşılan, Bizans kumandanlarından Kabalika Aleksander adlı bir zat, henüz bir delikanlı olan, Çaka adlı bir Türk gericini esir almıştı. 


Bu genç Türk esiri asîl bir aileye mensup olduğundan imparatorun (Nikefor Botaneiates) sarayına gönderilmişti. Bizans sarayında kendisine “protonobilissimus,, ünvanı verilmiş ve saraydaki diğer asîl delikanlılarla birlikte terbiye ve tahsil görmüştü. Çakanın Homerosu okuyup anlayacak kadar klâsik grekçeyi öğrenmiş olduğu anlaşılıyor. 


Çakanın Bizans sarayında öğrendiği şey yalnız grekçe değildi: o burada Bizans devleti, Bizans siyaseti hakkında da esaslı bilgiler elde etmişti. O sıralarda Bizansın askerî kuvveti çok zayıflamış olduğundan, düşmanlara karşı bilhassa siyasî manevralar çevirmek mecburiyeti vardı; Çaka bu sıralardaki Bizans diplomatlarının faaliyetini yakından takip için -sarayda bulunması itibariyle- birçok imkân ve fırsata malikti. Çakanın bundan istifade ettiği, onun sonraki faaliyetinden açıkça görünmektedir.


Bizans sarayında esarette bulunan bu Türk gencinin Bizans imparatoru tarafından büyük memuriyetlere çıkarıldığı, ve kendisine birçok imtiyazlar verildiği anlaşılmakla beraber, bunları yakından tenvir ve tesbit edecek vaziyette değiliz. Zaten o sıralarda Bizans hizmetindeki Türk delikanlıların sayısı pek az değildi. Bunlar arasında bazılarının kumandanlık gibi yüksek makamlara çıktıklarım biliyoruz. 


Aleksi Komnenos zamanında at kazanmış olan Türk kum andanlardan Tatiki (Tatik?) de sarayda büyütülen gençlerden biriydi. Çaka ile birlikte diğer Türk delikanlılarının bulunduğunu kabül ede biliriz. O, belki de, her hangi bir Türk kıt’asının kumandanı idi.


Aleksi Komnenosun tahta çıkması Çakanın mukadderatını değiştirmişti. Çaka, Bizans tahtının sahibi değiştiği sıradaki karışıklık ve gayri muayyen vaziyetten istifade ederek, kendi başma bir devlet kurmağa muvaffak olmuştu. 1081 den sonra İzmir ve havalisi Çaka beyin hâkimiyetini tanımıştı.


Çakanın bu işi nasıl ve ne zaman yaptığını kat’iyetle kestiremeyiz. Şu iki ihtimal en kuvvetlileridir: Çakanın bizzat Bizans sarayını bırakıp gitmesi ve İzmirde bir devlet kurması; İkincisi Aleksi Komnenosun idare başına gelmesile, Nikefor Botanei- atesin adamlarını, ve o meyanda Çakanın da, yeni hükümdar tarafından saraydan uzaklaştırmasını müteakip. Çakanın İzmir tarafına gitmiş olması mümkündür. Çakanın saraydan uzaklaştırılmasında, belki de yine bir Türk olan ve Bizans hizmetinde yükselen, Tatikinin de tesiri olabilir. 


Bu hususta kat’î bir şey söylemek kabil olmamakla beraber Çakanın o zamanki karışık vaziyetten bilistifade kendi teşebbüsü ile bir beylik kurmağa girişmesi ve Bizans hizmetinden öz ihtiyarı ile gitmiş olması hakikata daha yakın olabilir.


İzmirde kurulan bu Beylik, başında bulunan zatın kudreti ve bilgisi sayesinde az bir zaman zarfında Bizansın en kuyvetli ve tehlikeli bir düşmanı oluvermişti. Çaka, Bizansın iç yüzünü, en zaif noktalarını gayet iyi bildiğinden, derhal Bizansa hücumda en tesirli ve en gerekli silâhı yaratmakla meşgul oldu. Çakanın emrile İzmirde kuvvetli bir donanma yapılmıştı. 


İzmirin hinterlandı artık Bizansın elinden çıkmış ve Türklerin eline girmiş bulunduğundan, Çakanın halâ Bizans elinde kalan yerleri alması icap ediyordu. Efes-Tanrıvermiş adlı bir Türk beyine, İznikin cenubu-garp kısımları İznik beylerine aitti. Türklerin eline girmiyen saha olarak İzmire yakın Sakız, Midilli ve Sisam adaları ile İzmir körfezinin cenup ve şimal kısımları vardı. İzmir beyinin bilhassa Ege denizine hâkim olmak istediği anlaşılmaktadır. Hatta yalnız Ege denizine hâkim olmak değil, Balkan yarımadasına ayak basmak emellerinin de bu İzmir beyinin zihnini işgal etmiş olduğunu söyliyebiliriz.


Çaka donanmaya istinatla önce Midilli adasını almıştı. Sonra Sakız ve Sisam adaları alınmış, ve belki de, Rodos ta Çakanın hâkimiyetini tanımıştı. Aleksi Komnenosun Çakaya karşı gönderdiği donanması açık deniz muharebesinde yenilmişti. Bunu müteakip Çaka üzerine ikinci bir sefer açılmıştı. 


Bu defa, Bizansa yardıma gelen Flanderli şövalyelerin de sefere iştirâk ettiklerini görüyoruz. Ayni zamanda, ücretli “Skit" kıt’aları da hazır bulunmuşlardı- Skit tabirile, bütün bu vak’alar için esas kaynağımız olan Anna Komnenanın, bilhassa Uzlar ve Peçenekleri kastettiğini biliyoruz. Bizansın bütün kara ve deniz kuvvetleri birden hareket ile Sakız adasını Çakadan istirdat edeceklerdi. 

Bu defadaki muharebe çok şiddetli olmuş ve pek uzun sürmüştü. Bizans ordusundaki Uzların ve Peçeneklerin Çakanın askerlerile münasebet tesis ettiklerini, ve Bizans ordusunun bazı hareketlerini karşı tarafa bildirdiklerini öğreniyoruz. Nihayet çetin bir mücadeleyi müteakip BizanslIlar Sakız adasını almağa muvaffak olmuşlardı. Bu seferin tarihini kat’iyetle bilmiyoruz; Flanderli şövalyelerin de iştirâkini nazarı itibara alırsak bunun 1087 den sonra olduğuna hükmetmeliyiz.


1087 sonbaharında Derster (Silistire) yanında Bizans ordusu Peçenekler tarafından müthiş bir mağlubiyete maruz kaldıktan sonra, Bizans hükümeti bütün kuvvetlerini Balkan yarımadasına toplamak mecburiyetinde idi. Bundan Çaka azamî derecede istifade etmiş ve elinden çıkan adaları yeniden hâkimiyeti altına almıştı. Bu suretle Balkanlarda Peçeneklerin ilerlemeleri Çakanın nufuzunu yaymasına yardım etmişti. Biri, Ege denizinin Anadolu sahillerinde, diğeri Balkanlarda faaliyette bulunan iki Türk zümresi arasında, Bizansa karşı müşterek bir cephe, önce kendiliğinden, sonra Çakanın ve Peçenek başbuğlarının istekleri üzerine, teşekkül etmişti. 


Bu cephe birliğinin bilhassa Çakanın teşebbüsü ile vücut bulduğunu söyliyecek vaziyetteyiz. Bizans - Peçenek mücadelesinin en kızgın ve ehemmiyetli anlarında İzmir beyinin de ismi zikredilmesi, Çakanm bu zamanda boş durmamış olduğunu gösteriyor. Fakat, bizce meçhul sebeplerden dolayı, İzmir beyinin kuvvetlerile Trakyadaki Peçenek atlıları en lüzumlu bir anda birleşememişlerdi. Bizans imparatoru kendisi için en tehlikeli olan düşmanlarını ayrı ayrı yenmek için zaman ve fırsat bulmuştu, ö nce Peçenekler Kumanlar vasıtasile imha edilmişler, sonra da İzmir beyi, İznik sultanı Kılıç - Arslanın elile ortadan kaldırılmıştı.




PEÇENEK TARÎHÎ
Dr. phl. Akdes Nimet KURAT (1903-1971, Tatar asıllı Türk tarihçi)




................




Türkler, sert iklim ve doğa şartlarının ağır olması ve bu arada artan nüfusun neticesinde, buralardaki yayla ve kışlakların meralarının hayvanlarına kafi gelmemesi, batıya iklimi daha müsait ve zengin topraklara doğru bir Türk akışını zorunlu kılmıştır. 

Bu sebeplerle Orta Asya’dan kopup göçe başlayan Türkler, Hazar Denizi’nin kuzey ve güneyinden yol bularak Afrika’ya, Ön Asya’ya, Doğu Avrupa’ya yayılmış ve Doğu Roma İmparatorluğu ‘nun sınırına kadar ulaşmışlardır. M.Ö. 7. Asırda başlayan bu göç hareketleri sonucunda, Türklerin Ön Asya’ya yerleşme mücadelesi Selçuklu boyunun büyük gayretleriyle ancak 11. Asırda gerçekleşmiştir.  Selçukluların büyük hükümdarlarından Alparslan, 26 Ağustos 1071’de Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’u Malazgirt’te yenmek suretiyle Ön Asya’da Türk hâkimiyetinin temellerini atmış, Türk akıncılarına Anadolu’nun yolunu açmıştı. 


Alparslan’ın ölümünden sonra yerini oğlu Melikşah’ın (1072–1092) alması üzerine, bunu kabullenemeyen Kutalmışoğlu Süleyman, Kızılırmak’ın ötesindeki Bizans kontrolündeki toprakların fethine koyulmuştur. Kutalmışoğlu Süleyman, Bizans’ın kontrolündeki Anadolu topraklarına fethe başladıktan kısa bir süre sonra İznik’i zapt ederek, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti yaptı (1075) İznik’in başkent yapılması Türklerin bundan sonra denizlere yönelik bir politika takip edeceğini göstermesi bakımından önemlidir. 



Süleyman Şah, daha sonra İznik’te yerine Ebu’l Kasım’ı bırakarak doğuya sefere çıkmış, Büyük Selçuklu Sultanı ile yapmış olduğu mücadelede hayatını kaybetmiştir. 


Ebu’l Kasım, İznik Kalesi’ni tekrar geri almak isteyen Bizanslılara mukavemet göstermekle kalmamış, İstanbul’u düşürmek ve Marmara Denizi kıyıları ile adaları ele geçirmek için kuvvetli bir donanmaya ihtiyaç duyarak Bizans’ın elinde bulunan Gemlik (Kios) Kasabası’nı zapt edip, burada ilk Türk tersanesini kurmayı başarmıştır. Fakat kuvvetli Bizans donanması ve ordusu Gemlik’i Butumites komutasında kuşatarak, henüz yeni kurulmuş bulunan Türk gemi ve tezgâhlarını yakmışlardır. Bu şekilde Selçuklu Türklerinin bu ilk Marmara Denizi’ne hakim olma çabaları sonuçsuz kalmıştır.  

Anadolu’daki bu Türk fütuhat hareketi Akdeniz, Ege Denizi ve Karadeniz sahillerine kadar ulaşmıştır. 1085 senesi içinde Selçuklu kumandanlarından Karatekin Bey’in Sinop’u zapt etmesiyle Türkler Karadeniz’e ulaşmışlardır. Kıyı boylarına doğru yönelen Türk akıncıları nihayet İzmir’i de alarak Ege kıyılarına inmeyi başardı. Türkler artık denizle temasa geçmişlerdi. Bizanslıların karadan durdurmayı başaramadıkları Türkler artık, denizde de karşılarına çıkmıştı.  

Bu mücadelenin sürüp gittiği 1078–1079 senelerinde Oğuzların Çavuldur Boyu’na mensup Çaka isminde genç bir Türkmen Bey’i, Bizans komutanı Aleksandros Kabalika’nın eline esir düştü. Çaka Türk ordusunda önemli bir yere sahip olmasından dolayı, ne öldürüldü ne de esir muamelesi gördü ve doğrudan doğruya İmparator Nikephoros Botaneiates’e (1078–1081) takdim edildi. İmparator, Çaka Bey’e çok fazla iltifatta bulundu, kaçmasına fırsat vermeden sıkı kontrol altında tutarak sarayında alı koydu, hediyeler, nişan ve protonobilissimos rütbesi verdi.   

Çaka Bey’in, Bizans sarayındaki bu itibarlı mevkisi, 1081 yılına kadar devam etti. Bu imtiyazlı esir hayatı, Çaka için latince ve grekçeyi iyi öğrenmesi, iyi tahsil görmesi ve Bizans’ı içeriden iyi tanımasını sağlaması açısından güzel bir fırsat oldu. 

Bu arada, Bizans’ın donanmasını incelemiş, denizleri kullana bilene denizlerin sağlayacağı iktisadi avantajları etüt ettiğini ve bir deniz kuvvetinin geniş manada neler yapabileceğini kavramış olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. 1081 yılında Bizans tahtında Nikephoros Botaneiates’in yerine Aleksios Komnenos (1081–1118) geçti.

Aleksios Komnenos’un ilk işi, kızı Anna Komnenos ile Çaka Bey arasındaki gönül ilişkisinden şüphelenip, kabullenememesi nedeniyle bu imtiyaz ve rütbeleri geri almak oldu.  Bu imparator değişikliği Çaka içinde iyi bir fırsat oldu .

Çaka Bey, zaman ve zemini iyi ayarlayarak kaçmayı başardı, Anadolu’daki akıncıların başına geçerek Bizans’a karşı mücadele bayrağını açtı. Kısa sürede kuvvetleriyle, İzmir’e yüklendi ve burayı Bizanslılardan temizledi, İzmir’e Türk bayrağını dikerek beyliğini kurdu ve İzmir’in ilk Türk hakimi oldu.

İlk iki üç yıl içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı zaptederek bu kesimdeki geniş sahil boyunu sınırları içine aldı. Çaka Bey, kıyı boylarına ayak basar basmaz her sahada besleyici bir unsur olan denizlerin, aynı zamanda Türklerin mücadeleci ve akıncı ruhlarını da tatmin edeceğini hissederek denizlere açılmaya karar verdi.  

Çaka Bey, Ege’nin iktisadi ve askeri kaynaklarından Bizans’ı mahrum etmek amacıyla yapılacak mücadelenin denizde donanmayla olacağını, Bizans’ın karada yenemediği ve durduramadığı Türkleri denizden mağlup etmeyi deneyeceğini, bunun içinde eninde sonunda Bizans ile denizde karşılaşacağını biliyordu. 

Ayrıca, kendi stratejisinde belirlemiş olduğu amaç doğrultusunda Çaka Bey’in, bir Türk donanması kurulması bakımından dayandığı temel unsur şu olmuştur; önce sahip olduğu kıyıları ve daha sonra bir Türk yurdu haline gelen Anadolu Yarımadası’nın kıyı emniyetinin sağlanması, daha sonra Ege ve Akdeniz Adaları’nı ele geçirerek Bizans’ı gerisinden sarmak, Anadolu kıyılarında sona eren önemli ticaret yollarını ele geçirerek önemli bir iktisadi gelir ve kültür alışverişini sağlamak, böylece zengin ve kültürlü, İzmir merkezli bir Anadolu Türk Devleti yaratmak, daha da sonra Çanakkale’yi ele geçirmek, buradan Gelibolu’ya atlayıp, Trakya’yı ele geçirerek en sonunda da İstanbul’a saldırarak Bizans’a son vermekti. 


Çaka Bey, ilk iş olarak arzu ettiği donanmaya sahip olmak amacıyla ustalar buldu, İzmir’de ve sonra Efes’te birer tersane meydana getirerek kısa sürede kürek ve yelkenle hareket eden, üstleri kapalı kırk parça gemi denize indirildi. Böylece Türklerin ilk donanması de vücuda getirilmiş oldu. 

Bu dönemde, Bizans sıkıntılı bir dönem yaşıyordu, kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden de İznik Türk Beyliği sıkıştırıyordu, buna birde denizden İzmir Beyliği eklenmişti, İmparator Aleksios Komnenos, siyasi manevralarla bu zor durumdan kurtulmaya çalışıyordu.  Bu arada, İzmir’in dolayısıyla körfezin güvenliğini sağlamak için adalara sefer hazırlayan Çaka Bey 1089 yılında denize açılmıştır. Bu ilk açılış hem eğitim hem de Çaka’nın Ege’de yapmayı tasarladığı fetihlerin planlamasına yol açacak bir keşif seferi olacaktı. Çektiri ve yelkenli olan yaklaşık kırk parçadan oluşan Türk donanması Ege önü adalarından bir kısmını vurarak bu ilk seferinden büyük bir ganimetle döndü. Bu seferin hem sonucu hem de dönemin ticaret harbinin karakterine göre ganimet seferi de diyebiliriz. 


Çaka Bey, daha sonra, on yedi çektiri, otuz üç yelkenli olmak üzere elli parçadan oluşan Türk filosuna komuta ederek İzmir’den Ege’ye açıldı. İlk olarak Bizans’ın İzmir yolu üzerindeki Midilli (Mytılene) Adası’nı aldı (1089), daha sonra Sakız’ı (Chios) zaptetti (1090). Bu durumdan şaşkına dönen Bizanslılar hemen donanmalarını Ege’ye yollayarak Türk donanmasını gördükleri yerde imha etmeleri emrini aldılar.

Bizans donanmasının Çandarlı açıklarından güneye doğru indiğini haber alan Çaka Bey, Bizans donanmasını karşılamak üzere tekrar denize açıldı. Ertesi günü öğleye doğru Bizans donanmasıyla öğle saatlerinde karşılaştı. Çaka Bey, çektirileri usta manevralarla Bizans gemilerine iyice yanaştırıp rampa kancalarını savurarak rampa oldular, şiddetli bir rampa muharebesi başladı. Türk leventleri kenetlendikleri düşman gemilerine hemen çullanarak muharebeye başladılar. Bir yandan da Türk tekneleri fırsat buldukça Bizans gemilerini mahmuzlayarak batırıyordu.

Bizanslı gemiciler, bu denizde ilk defa karşılaştıkları bu Asyalı yeni rakipleri yeni rakiplerinin denizde pek çetin ve korkunç olduklarını anlamakta gecikmediler. Türkleri, Ege’den kovmak üzere yola çıkan Bizans donanmasının yapacağı tek şey, rampa kancalarından kurtulabilen gemilerini hiç değilse kurtarabilmekti. Bu şekilde gece yarısına kadar süren muharebe sonunda kurtulabilen üç beş Bizans gemisinin haricindekiler ya zapt edildi ya da batırıldı. Böylece Türklerin bu ilk deniz savaşı olan Koyun Adaları Muharebeleri (19 Mayıs 1090) zaferle sona ermiş oldu.


Çaka Bey, Bizans’ı bu ilk muharebede tarttıktan sonra akınlarını genişletti ve Bizans’ı sırasıyla Sisam (Samos) ve Rodos (Rhodos) Adaları’ndan kovarak, İzmir Beyliği’ni iktisadi ve askeri gücünü denizlerle besleyen ve denizlerden güç alır hale getirdi ve bu Çaka’nın nüfuzunu Batı Anadolu’nun en kuvvetli bir hükümdarı derecesine yükseltmişti 



Bizans İmparatoru, intikam alabilmek için bu seferki hazırlıklara büyük önem verdi. Yirmi çektiri ve elli yelkenliden oluşan bir filo hazırlattı ve filoya on bin kara askeri yüklettirdi bunların içinde Çaka’nın rampa savaşını karşılayabilmek için Fransız subaylarının kumandasında beş yüz şövalye de vardı. Kara kuvvetleri Kostantinos Dalassenos komutasına, filonun sevk ve idaresi ise Opus isminde bir İtalyan’a verilmişti.   

Bizans’ın, Ege’nin bütün kaynaklarına yeniden hâkim olma gibi hayallerle uğurlamış olduğu filosu, 12 Ekim 1091 akşamı Sakız Adası’na demirledi. Bizans’ın göndermiş olduğu on binlerce askerine karşılık kale Türk muhafız gücü olan üç yüz kişinin yardım beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu, fakat buna rağmen yine de Türk muhafızları yardım gelene kadar müdafaaya koyuldular. 

Bizans filosunun adaya asker çıkardığı haberini alan Çaka Bey, hemen harekete geçti, bu haberi alan Bizans filosu da Türk filosunu denizde karşılamak için demir aldı. İki donanma 22 Ekim sabahı birbirlerinin siluetlerini görmeye başladılar. Türk filosunun gemileri, yelkenlerini indirdi, filo harp nizamı alırken gemilerde harp hazırlığına giriştiler. Türkler düşmana bu seferde ilk deniz muharebesini kazanmış oldukları Koyun Adaları civarında rastlamış olmalarını bir uğur sayarak seviniyorlardı, düşmana bir an evvel rampa olmak istiyorlardı. 


Gemiler yaklaştıkça heyecanları daha da artıyordu, fakat bu sevinç ve heyecan yerini kısa bir süre sonra şaşkınlığa bıraktı, çünkü Bizans gemileri ani olarak bir tiramola ile rüzgârı değiştirip Sakız Adası’na doğru yön değiştirip kaçmaya başladılar, Bizans gemileri, korku ve şaşkınlık içinde birbirleriyle yarış edercesine, Sakız adasının güneyinde bulunan ıssız bir koya daldılar ve birbirlerini çiğnercesine bir kısmı suyu suyuna oturdu, bir kısmı da başkan kara vurdu. 

Bizans donanmasının komutanı olan Opus, kaçışı haklı göstermek için başkomutana “Türk gemilerinin büsbütün yeni bir tarzda harp nizamı teşkil etmiş olduğunu, Türklerin gemilerini birbirinden ayrılmamaları için zincirle bağlanmış olduğunu” söylemiştir. Çaka Bey’in ne şekilde harp nizamı aldığı açık olmamakla birlikte düşman filosunu korkutarak ve şaşırtacak derecede deniz tabiyesinde bir yenilik ortaya koyduğu bir gerçektir.   

Çaka Bey, karaya vurmuş Bizans filosunun durumunu görünce üzerinde atılmayı fazla düşünmedi, çünkü sığ sulardaki düşman gemilerine rampaya kalkışmanın kendi filosunu da zor duruma düşüreceğini biliyordu. Filosundan tek gemi feda etmeden tek levent kaybetmeden Bizans gemilerini yok etmenin çaresini buldu. Ayırdığı üç beş gemi ile liman ağzına abluka koyarak geri kalan gemilerini Sakız Kalesi’nin altına demirledi ve yakınlarına siper kazdırarak bu askerlerine mevzi aldırdı. 

On bin Bizanslı ile beş yüz zırhlı Fransız süvarisi ile sekiz bin Türk karşı karşıya idi, Çaka Bey, askeri dehasını burada da gösterdi, önce süvarilerini hücuma geçirdi, Fransız zırhlı süvarileri de hücuma geçtiler, bunun üzerine Çaka Bey, Türk muhariplerine Fransız süvarilerinin yalnız atlarına ok yağdırmaları emrini verdi, ok yağmuru altında sanki dizlerinden tırpan yemiş gibi bir anda yere kapaklandılar, yerde atlarından yoksun zırhları yüzünden hareket kabiliyeti azalan bu kuvvetleri yok etmek zor olmadı. 


Öndeki bu karışıklığı gören diğer Fransız süvarileri atlarını kendi saflarına doğru çevirdiler ve kaçışmaya başladılar. Çaka Bey’in yarattığı bu korku, bunları da denizci arkadaşları gibi firara kaldırmıştı. Çaka Bey’in bu taktiği üç yüz sene sonra Yıldırım Bayezıd’a ilham olacak ve Niğbolu’da (1396) düşmana karşı aynı taktiği kullanacaktı.  

Kaçan Bizans ordusu da donanmasına sığınarak savunmaya geçtiler, Çaka Bey ise yaptırdığı birçok ateş kayığı ile Bizans gemilerini zahmetsizce yok ettiler. Bizans kuvvetlerinin feci durumunu haber alan İmparator Aleksios Komnenos, intikam alabilmek için hazırlattığı yüz on parçadan oluşan Bizans armadasını kayınbiraderi Dukas’ın komutasında Şubat 1092’de İstanbul’dan hareket ettirdi. 

Çaka Bey, filosundaki elli geminin korsanlık faaliyetleri nedeniyle dağılmış olması yüzünden bu armada ile elindeki az bir güçle yakalanmamak ve bu muazzam gücü ancak baskın tarzında bir hareketle zarar verebileceğine inandığı için gece hücumu tertiplemek üzere denize açıldı. Bizans filosu, otuz bin askerini adaya çıkardı, bunları gören adadaki diğer firari kuvvetler de cesaretlendiler, adadaki sekiz bin mevcutlu Türk kuvvetleri dağlık bölgelere çekilerek savunmaya devam ettiler. Bu savunma, günlerce devam eden taarruzları neticesiz kıldı. 


 Bu arada, Çaka Bey, filosunu toparlamış, bir gece baskını ile adadaki Bizans filosuna son darbeyi vurmak üzere hazırlık yapıyordu ki buna lüzum kalmadı. Bizans kuvvetlerinin komutanı Dukas, çarpışmalara son vererek kırk bin kişilik kuvvetini gemilere yükledi, çünkü bu sırada Bizans’ın Sakız üzerine büyük bir kuvvet gönderdiğini öğrenen Peçenekler bu fırsattan yararlanmak amacıyla hareketlenmişti. Ayrıca Kıbrıs ve Girit’te de isyan çıkmıştı.  

Bu arada I.Kılıçarslan (1092–1107), Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Melikşah’ın ölümünden sonraki taht kavgasından faydalanarak, İsfahan’dan kaçıp İznik’e gelmiş ve 1092’de Anadolu Selçuklularının başına geçmişti. Çaka Bey, Ege Denizi’nde tam bir hakimiyet sağlamıştı, beyliğinin askeri gücünü, iktisadi bünyesini denizlerle besliyor, aynı zamanda koca Selçuklu Türkiye’sinin de deniz cephesini İzmir Beyliği koruyordu. Çaka Bey’den yediği darbeleri hazmedemeyen, ayrıca gücünü de bilen İmparator eğer Çanakkale’yi ele geçirirse Bizans’ın nefes borusunu tıkamış olacağını bildiği için papa nezdinde teşebbüslere girişti. 


İmparator, Selçuklular, Peçenekler ve Çaka Bey karşısında çok müşkül durumda kalınca 1091 senesinde Papa II.Urbain’e müracaat ederek haçlı yardımı istemiştir. Hazırlattığı seksen bin kişilik ordu içine alan iki yüz gemiden oluşan koca Bizans armadasını Donanma Komutanı Konstantin Dalassenos ve kafile komutanı olarak da Dukas’ın komutasında İstanbul’dan 1094 sonbaharında hareket ettirdi. 


Bizans armadası, Çaka Bey’in ordularını karşılayacak şekilde, muhtelif limanlara asker çıkartarak yoluna devam ediyordu. Çanakkale, Edremit ve Beşiğe Limanlarına çıkarttıkları elli bin kişilik kuvvet Bizanslıların, Çaka’nın hedefi olarak Çanakkale’yi seçeceğini planladıklarını gösteriyordu, geri kalan otuz bin kişiyi Midilli’ye çıkardılar, adanın komutanı bulunan Çaka Bey’in kardeşi Yalvaç Bey emrindeki bir avuç kuvvetle harika bir savunma yaptılar, mevsimin kış olması ve muharebelerin uzaması nedeniyle Bizanslılar bu savunma karşısında adanın meskûn yerlerine yerleştiler. 


Haber İzmir’e ulaştığı zaman Çaka Bey, ordunun başında kara cephesinde savaşıyordu, İzmir filosu hazırlığını yaptı ve yola çıktı. Yolda müthiş bir fırtınaya tutulması nedeniyle Çaka Bey, bir mütareke yaparak geri çekilmek zorunda kaldı. Çaka Bey’in, donanmasının zarar görmesini fırsat bilen Bizans donanması kısa sürede, Çaka’nın işgalinde bulunan adalarını geri aldı, fakat Çaka Bey’ın merkezi olan İzmir’e saldırmaya cesaret edemedi. Çaka Bey, İzmir Tersanesi’ni geceli gündüzlü çalıştırarak faaliyete geçirdi ve kısa sürede Dromen denilen çifte kürekli ve üç sıra direkli hücum gemileri yaptırarak bir donanma oluşturdu. 


Kıbrıs ve Girit Adası’nda baş gösteren isyanlar Çaka Bey’e yeni fırsatlar yarattı. Bu arada Çaka Bey, kızını I.Kılıçaslan’a vererek akrabalık bağı kurmuş ve ortak düşmana karşı anlaşmıştı, ayrıca Peçeneklerle de anlaşan Çaka Bey artık Bizans’ın üzerine gidebilirdi. İzmir Bey’i Çaka’nın senelerdir mücadelesinde temel tuttuğu, Çanakkale’yi ele geçirip, Trakya’ya atlamak ve oradan İstanbul’u zapt etmek yolundaki amacı damadı I.Kılıçaslan tarafından da uygun görüldü. 

Her ne kadar Bizans daha önceleri Araplar tarafından denizden iki defa muhasara edilmiş ise de, Çaka’nın bu üçlü sıkıştırma planı ile Bizans tam bir Türk kıskacına alınıyordu, buna göre kuzeyden Peçenek Türkleri, güneyden Anadolu Selçuklu Devleti, Çanakkale yolu ile de denizden Çaka Bey tarafından Bizans kuşatılacaktı. I.Kılıçaslan Bizanslıların taarruza geçerek Marmara sahillerini işgale başlamaları karşısında Çaka Bey ile müttefik olarak onlara karşı hücuma geçti. Beylerbeyi görevini yürüten İlhan unvanı taşıyan Muhammet isminde bir komutanını Bizans üzerine sefere gönderdi. 


İlhan Muhammet Ulubat Gölü ve Kapıdağ bölgelerini zapt etti. İmparator Aleksios Komnenos, ona karşı denizden bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvetleri Muhammet gölün girişinde ağır bir yenilgiye uğratınca karadan gönderdiği ordu ile İlhan Muhammet’i mağlup ve esir etti.  Bu arada Çaka Bey’de, İzmir’den Çanakkale istikametinde ilerledi. Boğazda gümrük daireleri bulunan ve İstanbul’un emniyetini sağlayan Abydos’u kuşattı. adaları alıp İstanbul yolunu tehlikeye sokan Çaka’nın bu harekâtı İmparator Aleksios Komnenos’u telaşlandırdığı gibi bu genişleme Marmara sahillerini hakimiyeti altında tutan I.Kılıçaslan’ı da kendi sultanlığının emniyeti ve otoritesi açısından endişelendiriyordu. 


 Bizans bu kıskaçtan İmparator Aleksios Komnenos’un siyasi oyunlarıyla kurtulmasını bilmiştir. Zira İmparator önce Balkanlardaki Kuman Türklerini elde ederek Peçenek Türklerinin üzerine saldırtmış ve Levunion’da (29 Nisan 1091) imha ettirmiştir. 


Diğer taraftan da I.Kılıçaslan ile kayınpederi Çaka’nın arasını açmayı başarmış ve ikisi arasındaki dayanışmayı yıkmıştır. Hatta bu konuda Aleksios’un, I.Kılıçaslan’a bir elçi ile mektup gönderdiği ve bu mektupta Çaka’nın kendisini sultan olarak gördüğünü ve bu seferin Bizans üzerine değil kendisini ortadan kaldırmak için İznik üzerine olduğu yalanlarına sığınmıştır. Çaka’nın daha sonra 1093’te bir davet sırasında damadı I.Kılıçaslan tarafından öldürülmesiyle Bizans amacına kavuşmuştur.  Çaka Bey’in savaş sahnesinden çekilmesinden sonra 1096 senesinde başlayıp 1272 senesine kadar devam eden Haçlı Seferleri Selçuklu Türkleri’nin deniz ile olan ilişkisine iki asra yakın büyük bir darbe indirmiştir. 


1096 senesinde Anadolu Türklüğünü ve dolayısıyla İslam’ı hedef alan “Haçlı Seferleri” nin başlaması, Türkleri Anadolu’nun içlerine çekilmeye mecbur bırakmış ve hatta bu durum başkentin İznik’ten Konya’ya nakledilmesine sebep olmuştur. XVI. Yüzyılın sonlarında İlhanlı saldırısı karşısında zayıflayan Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra ise Batı Anadolu’da bu devletin yıkıntıları üzerine Aydın, Saruhan ve Karesi Beylikleri de Ege Denizi’nde akın tipi hareketler icra ederek Çaka Bey’den yaklaşık iki asır sonra Türk denizciliğini canlandırmaya çalışmışlardır. 


Bu arada ardı arkası kesilmeyen bu muazzam bir haçlılar seli sırasında Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, Marmara ile Ege sahillerini eline geçirdiği gibi, Türk Beylikleri’ni birbirleri aleyhine kışkırtmaktan da geri kalmamıştır, fakat haçlı komutanları Aleksios Komnenos’e ne kadar teminat vermiş olurlarsa olsunlar, haçlı belası Bizans’ın üzerine de bir kabus gibi çökecektir. 


İmparator Aleksis Komnenos, tabiri caizse “yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş”, Türk kâbusunu yok etme çareleri ararken, Bizans’ı latin istilasına kaptırmıştır.   


Piri Reis Araştırma Merkezi Şube Müdürü Öğ.Kd.Bnb. Ersan Baş
Deniz Magazin Dergisi Eylül-Ekim 2000, Sayı: 42 
KAYNAKLAR 
- Donanma Dergisi, Sayı:400, Cilt:64, 1 Temmuz 1952. 
- Erer, Raşit; Türklere Karşı Haçlı Seferleri, İstanbul, 1993. 
- Kurat, Akdes Nimet; İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi Çaka Bey (M.S. 1081-1096),Türk Kültürünü Araştırma Enst.Yayını, Ankara, 1966.. 
- Levçenko, M.V.; Kuruluşundan Yıkılışına Kadar Bizans Tarihi, (Çev:Maide Selen- Yay.haz: Yaşar Selçuk) , İstanbul, 1999. 
- Merçil, Prof.Dr.Erdoğan; Müslüman Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1985. 
- Turan, Prof.Dr. Osman; Selçuklular Zamanında Türkiye Siyasi Tarih Alp Arslan’dan Osman Gazi’ye (1071-1318), İstanbul, 1993.
- Ucuzsatar, Kur.Yb.N.Ulunay; Tarih Boyunca Türk Harp Sanatı Taktik ve Stratejisi II, Gn.Kur.Yay.,Ankara, 1990. 
- Uzunçarşılı, Ord.Prof.Dr.İ.Hakkı; Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilatı, T.T.K.Yay., Ankara, 1984. 




Ege Denizi'nin adı 1570'lerde HAK DEGNİSİ yani Ak Denizi olarak geçiyordu.
Bu yüzden Mustafa Kemal "Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz'dir" demiştir.






IX-X. Yüzyılda İzmir’in Durumu:


Bizans İmparatorluğu’nun erken dönemlerinden itibaren dinî bir merkez olan İzmir bu özelliği ile İstanbul’dan sonra İmparatorluğun en önemli şehirlerinden birisi konumundaydı. Ancak VII. yüzyıl boyunca önce Sasanîlerin ardından Emevilerin akınları sonucunda şehrin gelişimi olumsuz yönde etkilendi ve ekonomik faaliyetler durma noktasına geldi . 

Bu gibi dış saldırılarla zarar gören İzmir, aynı zamanda, özellikle VII. yüzyılın sonlarından IX. yüzyılın ortalarına kadar devam eden ve tüm İmparatorluğu etkisi altına alan Tasvir Kırıcılık Hareketinin “Ikonaklasmus” yol açtığı zararlardan da nasibini aldı . Tüm bu iç ve dış sorunlardan olumsuz yönde etkilenen İzmir kenti ancak IX. yüzyıldan itibaren toparlanmaya başladı. Amorion hanedanının son İmparatoru III. Mikhail’in (842-867) iktidara gelmesi ile İmparatorluk için yeni bir devir açıldı . 


Güçlü bir siyasal yükselişin başladığı bu dönem ile birlikte İmparatorluğun tüm topraklarında yaşanan ekonomik ve kültürel canlılık Batı Anadolu’nun en büyük liman kenti İzmir’de de olumlu etkilerini gösterdi. 

Bu dönemde Batı Anadolu’daki Bizans sahalarına karşı deniz yolu ile gelebilecek bir tehdide engel olmak amacıyla İzmir’in Bizans donanmasının üssü olarak kullanılmaya başlandığını görmekteyiz. Denizcilik alanında yaşanan bu gelişmeler idarî ve dinî bir merkez olan İzmir’in askerî açıdan da büyük bir önem kazanmasına sebep oldu. Tersanesi ve gemi inşası ile ön plana çıkan şehrin X. yüzyıl başlarında kurulan Sisam Deniz Theması’nın merkezi olması elbetteki İzmir’in ticarî hayatını da canlandırdı. Bu tarihten sonra Ceneviz ve Venediklilerin İzmir’deki ticarî faaliyetlerinin arttığı görülür.


XI. yüzyıl Bizans İmparatorluğu ve dolayısıyla İzmir için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Yüzyılın ikinci yarısında Bizans’taki siyasî buhran ve Türklerin akınlarının başlaması sonucunda şehrin yönetiminin Türkler ve Bizans arasında birkaç kez el değiştirdiğini görmekteyiz.


Bizans Sarayında Saygıdeğer Bir Tutsak:

Malazgirt’ten sonra Selçuklu sultanı Alparslan’ın emri ile Anadolu’da Bizans topraklarına karşı düzenlenen akınlara katıldığı anlaşılan Çaka Bey , yaklaşık 1078-79 yılında Türkler ve Bizanslılar arasında yaşanan çarpışmaların birisinde tecrübesizliğinin kurbanı olarak meşhur Bizans komutanlarından Aleksandros Kabalikos tarafından esir edildi. Asil ve itibarlı bir aileden gelmesi dolayısıyla bu genç Türkmen beyi, hizmetinde bulunması için doğrudan İmparator Nikephoros Botaniates’e (1078-1081) armağan edildi . Anna Komnena’nın eserinde ifade ettiğine göre Bizans İmparatoru, Çaka Bey’i değerli armağanlara boğduktan sonra kendisini Protonobilissimos (En soyluların birincisi) unvanı ile onurlandırmış, buna karşılık Çaka Bey de İmparator’a bağlılık sözü vermişti . İstanbul’da uzun süre kalan Çaka Bey bu süre zarfında Grekçe’yi öğrendi ve Bizans devlet sistemi hakkında geniş bilgi sahibi oldu.


Çaka Bey’in İstanbul’dan Ayrılarak İzmir’e Gelmesi:

Çaka Bey’in İstanbul’dan tam olarak hangi tarihte ayrıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte kaynaklarda anlatılan olayların akışına bakıldığında bu olayın 1081 yılı içinde olduğu anlaşılmaktadır. Peki ama Nikephoros Botaniates tarafından kendisine verilen unvan ve pek çok ayrıcalıklara rağmen Çaka Bey Bizans hizmetinde kalmak yerine neden İstanbul’u terk etti? Bilindiği gibi Çaka’dan önce de sonra da gerek savaşlarda ele geçirilen, gerekse Selçuklu yönetimi ile anlaşmazlığa düşerek Bizans’a sığınan ve daha sonra Bizans imparatorları tarafından üst düzey görevlere getirilerek kendilerine pek çok yetki verilen Selçuklu Türkleri vardı . 


Bu sorunun cevabı Emir Çaka’nın hayatı ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi veren Anna Komnena’nın eserinde verilmektedir. Buna göre Çaka Bey’in İstanbul’dan ayrılmasının sebebi İmparator Nikephoros Botaniates tarafından kendisine verilen unvan ve ayrıcalıkların 1081 yılında Bizans tahtına geçen I. Aleksisos Komnenos (1081-1118) tarafından geri alınmasıydı . Ancak burada ikinci bir soru karşımıza çıkıyor. 

Daha önce Selçuklulara tâbi bir bey olan Çaka bu dönemde İznik’i elinde tutan Süleymanşah’ın yanına giderek onun hizmetine girmek yerine neden İzmir’de bağımsız bir beylik kurmayı tercih etmiştir? Hiç şüphesiz bu onun şahsî ihtirasları ile alakalı idi. 


Son olarak neden İzmir?

Elbette ki Anadolu’daki soydaşları arasında tanınmış olan Çaka Bey bu sırada Peçeneklerin yoğun olarak faaliyetlerde bulunduğu Balkan topraklarına geçemezdi. Anadolu’nun Kuzeybatı kesiminde ise tüm Bithynia bölgesine hâkim olan Selçuklular vardı. Oysa İzmir ve çevresindeki bölgelerde yoğun bir Türk nüfusu olmakla birlikte Efes’teki Tanrıvermiş Bey’in dışında kendisine rakip olabilecek bir kimse yoktu. Daha da önemlisi Bizans’ta kaldığı süre içerisinde denizle daha fazla temas halinde olma fırsatı bulan Çaka Bey Türklerin bu konudaki eksikliğini fark etmiş olmalıdır. 


Balkanlarda Peçenekler, Anadolu’da Selçuklular tarafından sıkıştırılan Bizans’ın tek rahat olduğu saha denizlerdi. Oluşturulacak güçlü bir filo ile denizlerdeki üstünlüğün ele geçirilmesi Bizans’ın sonunu hazırlayabilirdi. Güçlü bir donanma inşa etmek için de en uygun yer İzmir’di. İşte tüm bu etkenleri göz önünde tutan Çaka Bey bu sırada Bizans’ın Balkanlarda Peçenekler ile meşgul olmasından yararlanarak İzmir’e yönelerek burasını ele geçirdi.


İzmir ve Civarındaki Adalarda Türk Hâkimiyetinin Kurulması:

Anadolu Türklerini denizlerle buluşturup kaynaştıran ilk öncü olan Çaka Bey, İzmir’i ilk defa Türk idaresi altına almıştır. Şehri zapt eden Çaka Bey vakit kaybetmeden bir deniz filosu oluşturmak için harekete geçti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi sahip olduğu tersanesi ile Bizans donanması için gemi inşa edilen bir merkez olan İzmir’de bulduğu yerli ustalarla kısa sürede 40 gemiden oluşan küçük bir donanma meydana getirdi .


Çaka Bey, İzmir’de kurduğu bu filo ile rüzgar gibi koşan atlarıyla karada düşmanlarına korku salan Türklerin denizlerde de rakipleri ile mücadele edebilecek duruma gelmesini sağlamıştır. Üç tarafı denizlerle kaplı olan Anadolu’nun güvenliğini sağlamanın yanı sıra ekonominin gelişmesine katkı sağlayacak olan ticaret yollarının kontrolünü ele geçirebilmenin en iyi yolu da bu idi. Çaka Bey, İzmir’deki tersanede inşa ettirdiği gemilerle ilk Türk deniz savaş filosunu oluşturmuştur. Nitekim günümüzde Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak, Çaka Bey’in ilk donanmayı oluşturduğu 1081 yılı kabul edilmektedir.


Bundan sonra gemilere savaşta deneyim kazanmış kimseleri yerleştiren Çaka Bey ilk olarak Urla, Çeşme ve Foça gibi önemli sahil kentlerini hâkimiyeti altına aldıktan sonra Midilli (=Lesbos), Sakız (=Khios) ve Sisam (=Samos) adalarını ele geçirdi . Bu gelişmeler üzerine Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos, Çaka Bey’i ele geçirdiği bölgelerden çıkartmak maksadıyla Nikephoros Kastamonites komutasında güçlü bir filoyu bölgeye gönderdi. Ancak Çaka Bey karşısında mağlup olan Bizans donanmasındaki gemilerden bir kısmı batırıldı ve pek çoğu da Türkler tarafından ele geçirildi . Böylece karada Türkler tarafından defalarca bozguna uğratılan Bizans ordusu Çaka Bey tarafından ilk defa olarak denizde de yenilgiye uğratılmış oluyordu.


I. Süleymanşah’ın ölümünden sonra Batı Anadolu bölgesinin en kudretli hükümdarı haline gelen Çaka Bey’in sonraki faaliyetlerine bakıldığında aslında çok daha büyük bir amacı olduğu anlaşılmaktadır. Anna Komnena’nın eserinde kendisine İmparator unvanı takındığını ifade ettiği Çaka Bey, Bizans prensesine göre imparatorluğa kesin bir darbe indirmeyi, hatta mümkün olursa İstanbul’u feth ederek Bizans tahtını ele geçirmeyi planlıyordu . 


Gerçekten de Çaka Bey, İstanbul’u kıskaç altına almak amacıyla Balkanlarda Bizans için büyük tehdit oluşturan Peçenekler ile temasa geçmişti. Bu güç durumda Bizans’ı yok olmaktan kurtaran imparatorluğun askerî gücü değil, I. Aleksios’un zekası oldu. Peçeneklere karşı bir diğer Türk boyu Kumanlarla anlaşan İmparator, 29 Nisan 1091 yılında Peçenekleri kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere neredeyse tamamen kılıçtan geçirtti . Peçenek tehlikesini böylece ortadan kaldıran I. Aleksios, Çaka’ya karşı da aynı politikayı takip etti ve kayınpederine karşı kışkırttığı Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan’ın Çaka’yı öldürmesini sağladı .


Çaka Bey’in ölümünün ardından İzmir bir süre daha Türk hâkimiyetinde kaldı. 1097 yılı Haziran ayında Haçlı kuvvetleri sayesinde İznik’i yeniden ele geçirmeyi başaran Bizans İmparatorluğu aynı yıl içinde İzmir ve çevresindeki Türk hâkimiyetine de son verdi. Bu amaçla İmparator tarafından görevlendirilen Ioannes Dukas, Abydos (Nara Burnu) üzerinden İzmir’e giderken Kaspaks adlı birisini de donanma ile şehri denizden abluka altına almakla görevlendirdi. Şehirdeki Türkler kendilerine herhangi bir yardımın gelmeyeceğini bildiklerinden anlaşarak şehri teslim etmeyi kabul ettiler. 


Ancak Bizans kuvvetlerine teslim edilen şehirde çıkan bir kargaşa sırasında Bizans askerleri büyük küçük demeden 10000 kişiyi kılıçtan geçirdi . Böylece İzmir’deki 17 yıllık Türk hâkimiyeti çok trajik bir şekilde son bulmuş oldu.



İzmir’de İkinci Bizans Hâkimiyeti Dönemi:

İzmir, ilk Türk hâkimiyet döneminin son bulmasından 1204 yılındaki IV. Haçlı seferine kadar olan süre içerisinde oldukça sönük bir hayat yaşadı. 1204 Nisan’ında Haçlıların İstanbul’a girmelerinin ardından Latin boyunduruğu altında yaşamak istemeyen bir takım Bizans soyluları İstanbul’u terk ederek imparatorluğun çeşitli bölgelerinde Bizans’ın devamını sağlayan devletçikler kurdular. 


Bunlardan birisi de I. Theodoros Laskaris (1204-1222) tarafından kurulan İznik İmparatorluğu’dur. İznik İmparatorluğu (1204-1261) döneminde İzmir’in yeniden önem kazandığı görülmektedir. Özellikle III. Iôannês Vatatzes’in (1222-1254) tahta oturduktan kısa bir süre sonra idare merkezini İznik’ten Kemalpaşa’ya (Nymphaion) nakletmesinin ardından İzmir yeniden Bizans donanmasının üssü haline geldi .


 İzmir’de inşa edilen donanma ile İznik İmparatorluğu Avrupa’daki gelişmelere de müdahale edebilme fırsatı buldu. III. Iôannês Vatatzes’in Kadife Kaleyi onartması ve liman tarafında yeni bir kale inşa etmesi ile İzmir şehri iki kısma ayrılmış oldu. Bu dönemde Cenevizlilerin İzmir’de ticarî faaliyetlerini arttırdıklarını ve şehirde ayrı bir mahalle kurduklarını görmekteyiz . İzmir’in bu canlılığı 1261 yılında Bizans başkentinin Latinlerden geri alınan İstanbul’a nakledilmesine kadar devam etti. Bu tarihten sonra batıdaki gelişmeler ile ilgilenmek zorunda kalan Bizans İmparatorluğu Anadolu’yu ihmal edince sınır savunması çökmüş ve birkaç yıl içerisinde Türkler yeniden İzmir çevresine kadar ilerlemişlerdi .


İzmir’in Yeniden Türklerin Eline Geçmesi:

Elli yedi yıllık bir sürgünün ardından 1261 Ağustos’unda İstanbul’un ikinci kurucusu sıfatıyla şehre giren VIII. Mikhail Palaiologos (1259-1282), Bizans açısından yeni bir dönemi başlatıyordu. 


Ancak bu yeni dönem büyük sorunları da beraberinde getirdi. İktidarının büyük bir bölümünü batıdaki mücadelelerle geçiren VIII. Mikhail, batı sınırını ve İstanbul’u düşmanlarına karşı başarıyla savundu. Bununla birlikte doğuda aynı başarıyı sergilediğini söylemek mümkün değildir. Anadolu eyaletlerinin ihmal edilmesi Bizans’a pahalıya mal oldu. 


Moğolların önünden kaçan kalabalık Türkmen toplulukları Selçuklu uc bölgelerine akın etmekteydi. Aralıksız devam eden göçlerle her geçen gün sayıları daha da artan bu Türkmen toplulukları geçimlerini sağlamak ve kendilerine yeni yaşam alanları açmak için sürekli olarak Bizans topraklarına akınlar düzenlemekteydiler . Gerçekten de Türkler Bizans başkentinin İstanbul’a taşınmasının üzerinden yarım asır geçmeden Batı Anadolu’nun neredeyse tamamını yeniden ele geçirmişlerdi. 


XIV. yüzyılın başlarında İzmir önlerine gelen Türklerin 1317 yılında Aydınoğlu Mehmet Bey önderliğinde Kadife Kale’yi ele geçirdiklerini görmekteyiz. Ancak Aydınoğlu Mehmet Bey Liman Kalesi’ni almayı başaramadı. Liman Kalesi’nin fethi 1327 yılında babası tarafından İzmir’in kendisine verildiği Aydınoğlu Umur Bey tarafından iki buçuk yıllık bir mücadelenin ardından 1329 yılı başlarında gerçekleştirildi . Böylece İzmir’in tamamı yeniden Türk hâkimiyeti altına girmiş oldu.


Umur Bey’in de kendisinden yaklaşık iki buçuk asır önce Çaka Bey’in yaptığı gibi İzmir’de inşa ettirdiği donanma ile Ege denizine hâkim olması Batı Hıristiyan aleminde huzursuzluğa sebep oldu . 


Çok geçmeden Papanın önderliğinde bir Haçlı seferi tertiplendi. 1343 yılı sonlarında çeşitli ülkelerin katılımıyla oluşturulan Haçlı donanması İzmir önlerine geldi. İç Liman’da demirlemiş olan Umur Bey’in donanması ateşe verildikten sonra nüfusunun çoğunluğunu Hıristiyan tüccarların oluşturduğu ve doğal olarak savunmasına katılmadıkları Liman Kalesi 1344 yılı Ekim ayında Haçlılar tarafından ele geçirildi . 


Böylece İzmir, Müslüman Türklerin elindeki Kadife Kale (Müslüman İzmir) ve Hıristiyanlar elindeki Liman Kalesi (Gavur İzmir) olmak üzere yeniden iki ayrı şehir haline geldi. Bu tarihten sonra Umur Bey, Mayıs 1348 yılında surları önünde şehit düşünceye kadar Liman Kalesi’ni almak için mücadele etti .



Emir Timur’un Liman Kalesini Ele Geçirmesi: İzmir’deki bu ikili yönetim Ankara Savaşında I. Bayezid’i mağlup ve esir eden  Emir Timur tarafından 9 Aralık 1402 tarihinde Liman kalesinin fethine kadar devam etti. Liman Kalesi’ni ele geçiren Timur, şehrin yönetimini Aydınoğlu Musa Bey’e bıraktıktan sonra İzmir’den ayrıldı.

Ancak Timur’un Anadolu’dan ayrılmasının ardından Umur Bey’in kardeşi Fatih İbrahim Bey’in oğlu olan ve daha önce Yıldırım Bayezid tarafından İzmir Sübaşılığına getirilmiş Cüneyd Bey İzmir’in idaresini ele geçirdi. Cüneyd Bey’in İzmir ve çevresindeki hâkimiyeti 1426 yılına kadar devam etmiş ve bu tarihten sonra İzmir kesin olarak Osmanlı idaresine geçmiştir .




Sonuç:
Sonuç olarak İzmir’deki Türk hâkimiyeti Anadolu’daki diğer bazı bölgelerde olduğu gibi belirli bir tarihte başlayan ve aralıksız günümüze kadar devam eden kesintisiz bir süreç değildir. En azından iki aşamalıdır. 


Bu sürecin ilk aşaması 1081 yılında Çaka Bey’in şehri ele geçirmesinden 1097 yılında I. Haçlı seferinin katkısıyla Bizans tarafından yeniden geri alınmasına kadar devam eden 17 yıllık süredir. 


İzmir’in asıl Türk devri ise 1317 yılında Aydınoğlu Mehmet Bey’in Kadife Kale’yi ardından 1329 yılında Umur Bey tarafından Liman Kalesi’nin alınması ile başlar. 1344’de Liman Kalesi Hıristiyanların eline geçmiş ve yarım asırdan fazla bir süre bu ikili yönetim devam etmişse de 1402 yılında Liman Kalesi’nin Timur tarafından zapt edilmesinin ardından İzmir şehri günümüze kadar yüzlerce yıldır Türk hâkimiyeti altındadır. 


Şehir 1919-1922 yılları arasında üç yıl süreyle Yunan işgali altına girmişse de 9 Eylül 1922 günü Gazi Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle kalıcı Türk mührü tüm dünyanın gözleri önünde yeniden vurulmuş oldu.




Dr.Yusuf AYÖNÜ
Öğretim Görevlisi, Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, 
Tarih Bölümü.



The Beginning of Turkish domination in IzmirIzmir, which is the largest port city of Anatolia has a history that goes back to 3000 B.C. Izmir, during its long history, had great advantages because of being a port and trade city. At the same time Izmir became a focus of interest of various forces due to its wealth and strategic location. In 1081 Izmir was captured by Çaka Bey. Thus the city fell first under Turkish control. 


In the summer of 1097 the city passed back to the Byzantine domination thanks to the Crusaders. Izmir, more than three hundred years remained in the Byzantine administration. In 1317 Aydınoglu Mehmet Bey captured first the upper fort of Kadifekale, and then the lower port castle of Liman Kalesi was captured by his son, Umur Bey in 1329. So that the city passed into the hands of the Turks completely. 


At the end of 1343 the Crusaders captured the lower port castle. After this date city was divided into two between Crusaders and Turks and this situation continued until conquest of  lower port castle by Emir Timur in 1402. After Timur’s departure from Izmir, Cüneyd Bey seized administration of city. Cüneyd Bey’s dominance in Izmir and surrounding areas continued until 1426. After this date Izmir has passed under Otoman rule.










12 Nisan 2014 Cumartesi

TÜRKLER VE DENİZCİLİK 3/3







DENİZLERDE HAKİMİYET
AMERİKA’YI HARACA BAĞLAYAN TEK DEVLET
ve DÜNYAYA ÜN SALAN “ZALİM TÜRK” ler


Osmanlı İmparatorluğuna geçmeden önce Türk denizcilik tarihinin başlangıcına kısa bir bakış ;


ÇAKA BEY
Türkleri denizlerle kaynaştıran ilk öncü, Çaka Bey olmuştur. Çaka Bey, 1078 yılında Doğu Roma’ya esir düşmüş ve İstanbul’a gönderilmiştir. Çaka Bey, İstanbul’daki esaret döneminde deniz ve denizciliğe karşı tutku derecesinde bir ilgi duymaya başlamıştır.

Doğu Roma’nın 1081 yılında değişimi sebebiyle İstanbul’daki karışıklıklardan yararlanarak kaçmayı başaran Çaka Bey, Beyliğinin askerleri ile yeniden bir araya gelerek; İzmir’i, ele geçirmiş ve müstakil bir Türk Beyi olarak sınırlarını genişletmeye başlatmıştır. Çaka Bey, İzmir’de o döneme göre modern sayılabilecek bir tersane yaptırmıştır.

Bu aşamadan sonra gemi inşa faaliyetlerine geçilmiş; kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk Donanması 1081 yılında inşa edilmiştir. Emir Çaka Bey, 1081 yılında 50 parçadan oluşan ilk Türk Donanması ile Ege’nin sıcak sularına yelken açarak, Urla, Çeşme ve Foça’yı ele geçirmiştir. 

1081 yılı Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş yılı olarak kabul edilmiştir. İlk Türk Donanması 1089 yılında Midilli, 1090 yılında ise Sakız Adası’nı fethederek denizlerin dünyasına hızlı bir giriş yapmıştır.

Çaka Bey komutasındaki, ilk Türk Donanması 19 Mayıs 1090 tarihinde Karaburun ile Sakız Adası arasında kalan Koyun Adaları civarında Doğu Roma’nın donanması ile karşılaşmıştır. Tarihte “Koyun Adaları Muharebesi” olarak geçen bu ilk deniz savaşında Doğu Roma donanması ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştır.

Çaka Beyin 1095 yılında ölümü, yükselen bir değer olan Türk Denizciliğinin gelişim hızına büyük bir darbe indirmiştir.


UMUR BEY
Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısına dayanamayarak, 1308 yılında parçalanmasından sonra özellikle Batı Anadolu’da bir takım Uç Beylikleri kurulmuştur.

Bu Uç Beylikleri, (Karesioğulları, Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Candaroğulları) Türk Deniz Tarihi’nin hızını kaybeden gelişim sürecine yeni bir ivme, yeni bir heyecan kazandırmışlardır.

Aydın civarında 1308 yılında kurulan Aydınoğulları Beyliği, özellikle Umur Bey döneminde denizcilikte büyük atılım yapmıştır. 1095 yılında Çaka Beyin ölümüyle yaklaşık iki buçuk asır süren Türk denizciliğinin sessizliği, Umur Beyle sona ermiştir.

1095 yılında Çaka Beyin ölümüyle yaklaşık iki buçuk asır süren Türk denizciliğinin sessizliği, Umur Beyle sona ermiştir. Babası Aydınoğlu Mehmet Bey’in 1334 yılında ölümü üzerine Beyliğin başına geçen Umur Bey, 1334-1348 yılları arasında Ege’de, Doğu Romalılar ve Cenevizlilere karşı büyük başarılar kazanmış; Rodos’tan Çanakkale Boğazı’na kadar, Mora ve Rumeli kıyıları da dahil olmak üzere denizlerde kesin bir kontrol sağlamıştır. Haçlı Ordusuna karşı son derece atak ve taktik baskın şeklinde manevralar yapan Umur Bey, 1348 yılında çetin deniz muharebelerinin birisinde şehit olmuştur.




VE ÖĞRETİLMEYEN 
OSMANLI İMPARATORLUĞU’nun 
DİĞER YÜZÜ


Bu arada Osmanlı Beyliği ufkunu denizlere çevirince Osmanlı İmparatorluğu’nun da tarih sayfalarında kaderi yazılmıştı. Akdeniz ile birlikte Atlas Okyanusu, Hint Okyanusu ve hatta Amerika kıtasının kıyıları bile keşfedilmiş, her yere TÜRK adını yazmış oldu.

1323 yılında Marmara Denizine ulaşan Osman Beyliği 1324 yılında Batı komşusu Karesi Beyliği’nden yardım gönderen Mürsel Bey’in deniz kuvvetleri sayesinde denizlerle tanışmış ve ilk tersanesini 1327 de kurdurmuştur.

“Derya Beyi” ünvanını alan ilk kişi de Kara Mürsel Bey ‘dir. Sırasıyla1334 Gemlik , 1337 İzmit ve 1353 de Rumeli’ye geçiş ile İstanbul’dan önce Gelibolu Türk Denizciliğin’nin merkezi olmuştur.

İki büyük deniz haritacısı Piri Reis ile Macar Ali Reis te Gelibolu’da yetişmiştir.

Osmanlı genişledikçe Beylikler İmparatorluğa bağlanmış ve onların deniz kuvvetleriyle beraber Ege kıyılarından Akdeniz kıyılarına kadar denizcilikte ün salmışlardır. İstanbul’un fethinden sonra atağa kalkan Türk Denizciliği en parlak dönemini 1453-1800 arasında yaşamıştır.

Fatih Sultan Mehmet’in Haliç’e karadan gemilerini indirmesi anlatılır ama Eğriboz Adasını Venediklilerden nasıl aldığı pek bilinmez. Venediklilerin Ege’deki Osmanlılara ait adalara saldırması ile Fatih’in emri ile Derya Kaptanlığında olan Mahmud Paşa ,Venediklilere ait en büyük ada olan Eğriboz ‘u ,Evripos kanalının en dar yeri olan Kulkis’ten gemilerden köprü yaptırarak ordusunu bu yolla adaya çıkarır ve 1470 ‘te feth eder.( Ayrıca, Fatih’ten 115 yıl önce Korent’i karadan gemi geçirerek aşan Umur Bey’i de unutmamak gerek.)

Avrupa’yı bir telaş alır, Doğu Roma gibi Batı Roma’da elden çıkabilirdi. 

Böylece Venedikliler ile Osmanlı arasındaki büyük İnebahtı Savaşı için (Sapienza adası – Mora yarımadasının güneybatı açıkları) hazırlıklar başladı. Venedik donanmasının taktik amacı Mora açıklarında, karadan gelen Osmanlı kuvvetlerine yardım sağlamak isteyen ve bu nedenle rotası İnebahtı’ya yönelik olan Osmanlı donanmasının yolunu kesmekti. Ancak Venedik donanma komutanı Antonio Grimani bu amaçları elde etmek için nerede Türk donanması ile savaşa girmeleri hakkında çok belirli kesin bir emir almamıştı. Demek ki eğer savaş çıkarsa kendi emirlerini kendileri hazırlayacaklardı. Venedikli tarihçiler bu kesin emir eksikliğini Venedik Cumhuriyeti liderlerinin harbe karşı çekingen davranmaları ve savaşa yarım gönülle girdikleri şeklinde yorumlamaktadırlar.

Sapienza Deniz Savaşı 4 ayrı günde (12, 20, 22 ve 25 Ağustos'ta) iki donanma gemilerinin karşılıklı yakın savaşa girmeleri şeklinde gelişti. Venedik kaynaklarına göre (Malipiero, Gravius) her ayrı günde yapılan karşılıklı şavaşta Venedik gemileri Osmanlı gemilerine saldırmışlar ve gemiler arası yekyek yakın savaşa geçmişlerdi. Osmanlı donanmasının teknik üstünlüklerinden ve donanma personellinin kabiliyetliğinden Venedik kaynakları hiç bahis etmemektedirler. Göke tipli kadırgalar dışında Haliç tersanelerinde Sultan II. Bayezid zamanında geliştirilen üç direkli yelkenli olan yeni kalyon tipteki gemiler de bu savaşta kendilerini göstermişlerdir.

Venedikliler bu savaş sonunda tam bir büyük bozguna uğramışlar ve savaş alanından kaçmaya zorlanmışlardır. Venedik donanması böylece ikinci bir defa daha Sapienza adası civarında bir deniz savaşını kaybetmiş;(ilki Cenevizlilere karşı 1354 te) çok sayıda gemileri batırılmış veya Osmanlı güçlerinin eline geçmişti. Filotalanın Venedikliler ellerinde kalan gemileri dağılmış ve elde kalan gemiler Adriyatik denizinin her tarafındaki Venediklilere açık limanlara yayılmak zorunda kalmışlardı.

Venedik donanmasının Osmanlı donanması karşısında uğradığı bu büyük yenilgi Venedikliler tarafından büyük bir utançlık nedeni ve kibir kırılması meselesi olarak görüldü. Venedik Senatosu hemen Zenta adasına sığınmış olan donanma komutanını görevinden azledip Venedik'e geri çağırdı.

Bu Sapienza Deniz Savaşı galibiyeti hem yeniden denizde hem de karada Osmanlı kuvvetlerinin taktik ve stratejik başarılarına neden olmuştur. Bu deniz savaşında büyük gayret gösteren Kemal Reis, Osmanlı Sultanı Beyazıd II tarafından savaş sonucunda esir alınan 10 Venedik kadırgasının verilmesi suretiyle ödüllendirilmiştir. Osmanlı akıncı birlikleri karadan ta kuzey İtalya'da Friuli yörelerini bastılar ve hatta ta Vicenza şehrinin yakınlarına gelebildiler. Bütün Kuzey İtalya halkı, özellikle doğu Lombardiya, Türk akınlarından korkmaya başladı. Savaş galibi Osmanlı donanması ise önce Kefalonya açıklarına çekildi. Sonradan karadan ulaşan Osmanlı kara güçleri ile birlikte İnebahtı kalesi denizden ve karadan kuşatıldı ve İnebahtı kalesi Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti. Bu nedenle bazı tarihçiler bu deniz savaşına Birinci İnebahtı Deniz Savaşı adını vermektedirler.

Venedikliler elçi gönderip ateşkes istemelerine rağmen Sultan II. Bayezid'ın istediği şartı, yani Venediklilerin bütün Mora sahillerini terk etmesini, Venedik otoriteleri kabul etmedi. Bunun üzerine ertesi yıl, 1500de Sultan II. Bayezid komutasındaki Osmanlı kara kuvvetleri Venedik'in Mora yarımadasındaki en önemli üssü olan Modon kalesini kuşattılar. Bütün direnme gücünü yitiren Venedik garnizonu şehri ve kaleyi yakıp yıkarak teslim oldular. Aynı seferde Venedik'in Mora'da diğer üsleri olan Koron ve Navarin kaleleri de fethedildi. 

Aynı yıl Kemal Reis komutası altındaki Osmanlı donanması ile Venedik deniz güçleri arasında Modon Deniz Savaşı veya İkinci İnebahtı Savaşı adı verilen diğer bir deniz savaşı da olmuş ve Osmanlı deniz gücü yine Venedik deniz gücünü yenilgiye uğratmıştır. Böylelikle Osmanlılarca daha önce barış için istenen ve Venedik tarafından reddilen barış şartı olan, Venedik'in yıllarca elinde bulundurduğu Mora sahillerinden ayrılması, Osmanlı deniz ve kara askeri güçleri üstünlüğü ile gerçekleştirildi. Venedik İspanyol yardımı ile İyon Denizi üzerinde olan Kefelonya ve İtika adalarına asker çıkarıp bu adaları egemenliği altına aldı ise de Mora yarımadasındaki üslerin kaybını bu arazi kazançları hiçbir zaman telafi edememiştir. 

(dipnot: Yunanlılar hep Osmanlılının hüküm sürmesinden bahseder, Venediklilerin yada Cenevizlilerin değil, fark DİN ayrımından kaynaklanır.! Mora’daki Yunanlılar hiçbir zaman büyük bir devlet olamamış ,Avrupa’nın şımarık çocuğudur. Mitolojiyi ,yasaları ve kültürel geleneklerini Doğudan , Mısırlılardan ve Anadoludan alıp, kendisi üretmiş gibi de tüm dünyaya yaymıştır.)

14 Aralık 1502 de Osmanlı-Venedik Savaşına son veren ateşkes anlaşması imzalanmıştır. Mayıs 1503’de tasdik edilen anlaşma ile Venedik eskisi gibi Osmanlı hükümetine yılda 10000 düka vergi ödeyen bir devlet sıfatına tekrar bürünmüştür. Osmanlı donanması ise doğu Akdeniz ve Ege Denizinde egemenliğini artırmaya devam etmiştir.

Sultan II.Bayezid döneminde (1481-1512), Burak ve Kemal Reis'ler denizleri kullanmada gösterdikleri maharet ve deniz savaşlarındaki kahramanlıkları ile büyük saygınlık kazanmışlardır.

Türk Deniz Tarihi’nin en büyük bilim adamlarından biri olan ve özellikle kartografi çalışmaları ile tüm dünyada büyük yankılar uyandıran Piri Reis 1513 ve 1528 yıllarına ait iki ayrı dünya haritası yapmıştır. 

Piri Reis'in Dünya Denizcilik Tarihi’ne diğer bir hediyesi de 1521 ve 1525 yıllarında iki kez yayınladığı ünlü, "Kitab-ı Bahriye" adlı kılavuz kitabıdır. Bu emsalsiz çalışmada, usta bir gözlem ile Ege ve Akdeniz her açıdan incelenmektedir.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi ile Kızıldeniz ve Hint Okyanusu da Türk Denizciliği'nin ilgi alanına girmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a yönelik kara harekatında Osmanlı Donanması çok büyük lojistik destek sağlamıştır. Yavuz Sultan Selim’in başarıları ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’da bir güç merkezi haline gelmesi, Akdeniz’de bağımsız olarak faaliyet gösteren Türk ve Müslüman denizcileri Osmanlı Devleti ile kaynaştırmıştır.

Cezayir'de dünyanın en büyük hıristiyan devleti İspanya'ya kök söktüren ve yaptığı savaşlarda onbinlerce İspanyol askerini öldüren ve 70.000 Endülüslü'yü İspanyol zulmünden kurtarıp gemilerle Kuzey Afrika'ya taşıyan Barbaros Hayrettin Paşa ve beraberindeki leventlerin Osmanlı Devleti'ne katılma arzusu da kabul edilerek Türk Denizciliği'ni zirveye taşıyacak gelişmelerin önü açıldı. Sultan Selim’in Barbaros Hayrettin Paşa'ya hediye olarak gönderdiği som sırma ayetler yazılı yeşil sancak ve flandra ise sürekli olarak Donanma'nın sancak gemisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünün ve denizcilik bilincinin bir sembolü olarak okyanuslarda şerefle dalgalandı.

İspanya İmparatorluğu'nun Avrupa'daki en büyük iki rakibinden biri olan Fransa, baş edemediği İspanyoldonanma kuvvetlerine karşı Osmanlı Devleti'nden yardım talep edince Padişah tarafından bu işle görevlendirilen Barbaros Hayreddin Paşa toplam mürettebatı 30.000'i bulan 150 gemilik dev bir filo ile 20 Temmuz 1543'de Fransa'nın Marsilya Limanı'na girdi. Limanda hazır bulunan devlet erkânı ve binlerce Fransız yardıma gelen Türk Filosu'nu görkemli törenlerle karşıladılar.

Barbaros, mahiyetine Fransa Donanması Amirali Duc D'Enghien'i de alarak Nice şehrini zaptetti. (20 Ağustos 1543) Fakat Fransız donanmasındaki düzensizlik ve barut fıçısından çok şarap fıçısı getirmeleri sebebiyle Fransızlardan beklenildiği kadar istifade edilemeyince Türk Donanması, Toulon'a çekildi. Fransa Kralı'nın emriyle Türk gemilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için Barbaros'un idaresine bırakılan Toulon şehrinde, Aziz Mary Katedrali de Türk askerleri için camiye çevrildi.

Türk Donanması'nın 8 ay kaldığı ve bu süre içinde Osmanlı Bayrağı'nın çekilip Osmanlı Parası'nın kullanıldığı Toulon şehrinde o yılın vergisi Türk memurlara ödendi, yargılamayı da Türk Kadıları yaptı. Bu süre zarfında Salih ve Hasan Reis komutasındaki filoların yaptığı baskınlarla İspanya ve İtalya kıyı ve adaları vurulurken 3 yıldır Cenevizliler’in elinde esir bulunan Turgut Reis de 3.000 altın karşılığı kurtarıldı.İspanyollar'ı Fransızlarla 1544 Crespy Barışı’nı yapmaya mecbur bırakan Osmanlı Donanması görevini başarıyla tamamlayarak törenlerle Toulon şehrinden ayrıldı. 

O günleri yaşayan Toulonlular, Türklerin gelişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin birden sükûnete büründüğünü ve "Sancakbeyleriyle dolu ikinci bir İstanbul" haline geldiğini anlattılar birbirlerine yıllar yılı. Fransız Büyükelçisi Montluc’ün şu unutulmaz cümleleri de tarihe önemli bir not olarak düşüldü: "Türkler'in herhangi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamıştır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır."

"Fransa Seferi"nden dönüş yolunda İspanya ve İtalya kıyı ve adalarındaki baskınlarına devam eden Osmanlı Donanması beraberinde 14.000 esirle birlikte onbinlerce İstanbullunun sevinç gösterileri arasında şanlı bir şekilde İstanbul'a girdi.

16. yüzyılda Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi milli monarşiler, Osmanlılar'ın, İspanya (Kutsal Roma-Cermen) İmparatorluğu'na karşı mücadeleye girmesiyle hayat hakkı bulabildi. Nitekim 1532'de Fransa Kralı Fransuva, Venedik elçisine "Şarlken'e karşı Osmanlılar sayesinde güvence altında olduğunu"söylüyordu. Osmanlılar, Fransa'yı asker göndererek, para vererek veya ticari ilişkilerle İspanya İmparatorluğu'na karşı kuvvetlendirdiler. Kanuni 1533'de Fransa Kralı'na, Şarlken'e karşı İngiltere ve Alman prensleri ile bir ittifak yapması için 100.000 altın göndermişti.

Kanuni Sultan Süleyman, 1543'te Macaristan üzerinden İspanya İmparatorluğu'nun üzerine yürürken Barbaros komutasındaki Osmanlı Donanması, Fransızlara yardım için Marsilya'ya gitti. Barbaros, Ocak 1543'te Marsilya'ya ulaştı ve büyük törenlerle karşılandı. Osmanlı Donanması o kışı Fransa'nın Toulon şehrinde geçirdi. Bahar geldiğinde Osmanlı Donanması İspanyolların elindeki birçok kaleyi alıp, Fransızlara verdi. İspanyol Donanması Osmanlı Donanması'ndan korktuğu için yardıma gelememişti. Barbaros kışı, yine Toulon'da geçirdi. 1544 Baharı'nda harekat yeniden başladı. Barbaros, ele geçirdiği toprakları Fransızlara verdikten sonra İstanbul'a döndü.

Fransuva'dan sonraki Fransız Kralları da İspanya (Kutsal Roma-Cermen) İmparatorluğu karşısında Osmanlılar'dan yardım almaya devam ettiler. 1569'da Fransa'ya verilen ticari imtiyazlardan sonra Osmanlı topraklarında ve nüfuz bölgelerindeki ticaret bu ülkelerin ekonomik açıdan kuvvetlenip, büyümesine sebep oldu.

Osmanlı korsanları bağımsız Avrupalı korsanlar gibi birer haydut değil, resmî hüviyetli deniz gazileriydi. Barış anlaşması olmayan devletlerin gemilerini açık denizlere bırakmaz, ele geçirir veya korkuturlardı. Osmanlı'da korsanlık, aslında karada "ribat" denen kara-sınır boylarında öncü kuvvet göreviyle cihat eden akıncıların denizlerdeki karşılığıdır. Karada ve denizdeki bu akıncılar, İslam Hukuku prensipleri ile İslam’ın cihat ve gazâ anlayışı benimseyerek hareket eden mücâhitlerdir. İslam hukukuna göre harbîlerden savaş esnasında gaziler tarafından kahren alınan mallara ganimet adı verilir ve bu malların beşte biri fakir, yetim ve yolda kalmış yolculara verilmek üzere Beytülmâle ayrılır, kalan beşte dördü ise gaziler arasında pay edilirdi. 

Devletin siyasi güç ve koruması altında faaliyet gösteren Osmanlı Korsanları sefer zamanı devlet donanmasının bir parçası olarak iş görürler, diğer zamanlarda ise "izinli olarak" ve düşmanın gücünü zayıflatmak maksadıyla rakip tarafın gemi ve limanlarına yönelik harekatlarda bulunurlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun devamlı savaş halinde bulunduğu İspanya ve İtalya gibi ülkelerin sahillerine kadar giderek düşmanın psikolojisini alt-üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibatı keser ve ticaret yapmalarına izin vermezlerdi. 


KORSANLAR - İZBANDUDLAR -  HARAMİLER  HAYDUTLAR 
BİRÇOK YERDE KORKU SALMIŞLAR…

“EN ZALİM ‘TÜRK’ BİR HOLLANDALIYDI…
MURAT REİS YA DA JAN JANSZEN


Devletten habersiz olarak dost ve düşman ayırt etmeden hukuk dışı olarak denizde veya sahilde yağma faaliyetlerine girişenler "haydut" veya "haramî" diye adlandırılmış ve cezalandırılmışlardır. Yabancı korsanlar ise daha çok "izbandud" adıyla adlandırılmıştır. Osmanlı devlet donanmasının güçlü şekilde Akdeniz’de görülmeye başlamasıyla birlikte, korsan gemileri devlet donanmasına iltihak ederek güç birliği yapmışlar ve zaman içinde Akdeniz’deki bütün düşman devletlerin korkulu rüyası haline gelmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu, 14. yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’de dağınık haldeki Türk deniz korsanlarını destekleyip düzenleyerek gelişmelerine yardımcı oldu. Akdeniz’deki Türk korsanlarının faaliyetlerine ilk kez kol kanat gerenlerden biri Şehzade Korkut’tu. Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reis'i korsanlığa sevk etmiştir. Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemal Reis olmuştur. Ondan sonra Türk korsanlarının pîri Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayrettin Paşa) ve onun İstanbul’a çağrılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir.

Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezayir Beylerbeyliği'nin birçok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmişti. 1513 yılı yazında Oruç Reis'in Kuzey Afrika’ya, Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik tarihinin dönüm noktasıdır. Oruç Reis ve Barbaros etraflarına topladıkları diğer Türk levendleriyle bu kıyıları İspanyollar'dan temizleyip yerli halkın sevgi ve itimadını kazandı. Batı Akdeniz’de hakimiyet Oruç Reis'in eline geçti. 

Cezayir'de faaliyet gösteren Türk Korsanları istisnasız Akdeniz’in her yerinde faaliyet gösterdiler. Özellikler 16. yüzyılda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiçbir Akdeniz limanı gösterilemezdi. Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta Türkler'in her yıl çıkartma yaptıkları adalardı. Korsika’yı ise tamamen Turgut Reis fethetmişti.

Osmanlı Eyaletleri'nden Tunus Beylerbeyliği'ne ait korsan filoları da, Malta Şövalyeleri'ne rağmen İtalya ve Sicilya’ya korku verdiler. Diğer bir Osmanlı Eyaleti olan Cezayir Beylerbeyliği'nin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsali büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı. Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezayir’e bildirmekteydiler. Osmanlı korsanlarınca 1613-1621 yılları arasında geçen 8 yılda yalnız Cezayir limanına 936 Avrupa savaş ve ticaret gemisi ganimet olarak getirildi.

Türk Denizcileri'nin -bir çoğu günümüzde hâlâ bilinmeyen- Atlantik'teki bu faaliyetleri daha çok Batılı tarihçiler tarafından incelenmiş, ülkemizde ise yeni yeni canlanmaya başlayan "Denizcilik Tarihi" araştırmacılarının gayretleri sayesinde Muhteşem Denizcilik Tarihimiz'in altın sayfaları birer birer aralanmaya başlamıştır. 

Türkler, düzenli bir filo ile ilk kez 1585 yılında Cebelitarık Boğazı'nı geçerek Atlantik Okyanusu'na açılmıştır. Murat Reis'in sevk ve idaresindeki bu küçük Türk Filosu, Kanarya Adaları'nın kuzeydoğusundaki Lanzarato Adası'nı ele geçirmiş ve adanın valisi ile birlikte 300 kişiyi esir alarak, kayıp vermeden üssüne geri dönmüştür.

17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî korsanlık üsleri Cezayir, Salee, Tunus ve Trablusgarp limanları çok sayıda Avrupa'nın Müslüman olan ünlü korsanları için de birer çekim merkezi hüviyetindeydi. 1600 yıllarından itibaren bu bölgeye yerleşerek Müslüman isimleri alan Hollandalı korsanlar diğer Müslüman korsanlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar. 1625'de 60 kadar Hollandalı kaptan Cezayir korsanlarıyla birlikte yelken açmaya başladı. Bunlardan en meşhurlarından olan Murat Reis aslında Haarlemli Jan Janszen, Süleyman Reis ise Rotterdamlı Jacop de Hoereward'dır. 

Yine Süleyman Reis adıyla yelken açan Veenboer ise 1620'de bir hristiyan gemisine saldırı esnasında şehit düşmüştür. Aslen İngiliz bir korsanken Müslüman olan ünlü Osman Dayı ise Tunus'dan İstanbul'a gönderdiği mektupta herbiri 150 blackamour harquesbusser ve 40 top taşıyan 6 burton (bretoni) gemisi donattığını ve bunları Malta Şövalyeleri'yle savaşmak üzere Sethelia Körfezi ve Kıbrıs açıklarına gönderdiğini bildirir. Haberi memnuniyetle karşılayan Kaptan Paşa ise kendisine bir mektup ile 6 geminin kaptanlarına birer hil'at göndermiştir. Murat Reis, 1617 yılında Portekiz'e ait Maderia Adası'nı işgal ederek, 1200 esir almış ve ana üssü olan Cezayir'e geri dönmüştür.

Murat Reis'in (Jan Janszen) Atlas Okyanusu'na yapmış olduğu seferlerin en ünlüsü, 12'si kadırga olan 15 parçalık bir filo ile 1627 yılında yapılan İzlanda harekatıdır. Murat Reis, bu harekata Manş Denizi'ni geçerek başlamış, Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarına taarruz etmiş, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda açıklarında demirlemiştir. Bu bölgede 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün kalan Türk Denizcileri, adayı kontrol altında tutmuş, 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir'e geri dönmüştür. Yaklaşık 2800 deniz mili olan geri intikal seyri 27 günde tamamlanabilmiştir. 

İzlanda'ya harekat düzenleyen bir başka Türk denizcisi de Ali Biçin Reis'dir. O da bu seferinden 800 esir ile dönmüştür. Prof. Yılmaz Ertuna, "Türk Tarihinden Sayfalar" adlı eserinde, Türk denizcilerinin, İzlanda seferlerinin ardından, Newfoundland Adası ve Kanada'nın Labrador ve St. Lawrence kıyılarına ulaştıklarını, daha sonra güneye, Virginia sahillerine indiklerini, burada elde ettikleri esirleri İstanbul'a gönderdiklerini açıklamaktadır.

Murat Reis ve emrindeki kaptanlar, İngiltere'deki prenslikler ve kontluklar başta olmak üzere, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına ard arda saldırılar düzenlemiş, önemli miktarda ganimet ve esir ele geçirmişlerdir. 

Denizcilerimiz ayrıca, rakiplerinin onlarca korsan gemisini batırmış, bir çok ticaret gemisine el koymuştur. şüphesiz ki, geniş bir harekat alanında ortaya konulan böylesine cesur ve atılgan bir hareket tarzı, Türk denizcisinin denizcilik bilgi ve becerisi ile askeri yeteneğinin açık bir göstergesidir. İngiliz yazar Stanley Lein Paul, "Atlantik'teki Türk denizcilerinin seyr-i sefain ilmini hatmetmiş olduklarını" ifade etmektedir.

Danimarka'daki Kraliyet Kütüphanesi'nde 1628 senesinde yazılmış ve Türklerin Atlantik serüvenini belgeleyen bir kitapta Piskopos Oluf Eigilsson "Türk denizcilerinin 1627 senesinde İzlanda'ya geldiklerini, kendisi de dahil, 300 kişiyi esir alarak Cezayir'e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda'ya geri döndüğünü" anlatmaktadır. Yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını yedirdiklerini, İzlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o gemide esir bulunan Piskopos Oluf Eigilsson söz konusu kitapta anlatmıştır.

Kopenhag'da, "Kgl Bibliotek Chistians Brygge No: 8" adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki Türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır, İzlanda'nın başkenti Reykjavik'de 1852 yılında basılan ve H.Haengsson ile H.Hrolfsson tarafından beraberce yazılan, "Litil Saga Umm Herhla-Up Tyrkjans A islandi 1627" adlı eserde, Murat Reis'in filosundan Arif ve Bejram (muhtemelen Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord Limanı'na girdikleri" anlatılmaktadır.

Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta, "Murat Reis, Amiral olarak tanıtılmakta", başka bir kitapta ise, "1631 senesinde Türk Donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere'ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda'ya sefer düzenlediği" belirtilmektedir.

Kopenhag'ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör'de, müze olarak kullanılan Hamlet'in şatosu'nun duvar pano ve tablolarında İskandinav Limanlarındaki Türk Denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir. Stanley Lein Paul, "Devonshire Kontluğu Tarihi" adlı kitabında "Türk denizcilerinin, 1625 yılının Ağustos ayında Plymouth ve Hardland Point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, Suseks, Hatas, Devon, Cornwell ve Batı kıyılarındaki Kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini" anlatmaktadır. Ayrıca İzlanda’da Türk gülleleri halen sergilenmektedir.

Osmanlı korsanları Büyük Britanya adasını da hedefleri arasına seçtiler. İngiltere'nin güneybatısındaki Lundy Adası 1625-1630 yılları arasında Türk Korsanları tarafından ele geçirilerek, özellikle kuzeye yapılan harekâtları daha iyi destekleyebilmek amacıyla üs olarak kullanıldı. Türkler Bristol Kanalı'nın açığında Lundy Adası'nı almakla Bristol liman ağzına hakim oldular. 

Murat Reis'in (Jan Janszen) emrindeki Türk Korsan Filosu "Land End"den yaklaşık 100 mil kadar içerde Hard Lend Burnundan 11 mil açıktaki bu adayı üs yaparak batılı devletlere dehşet saçmaktaydı. İngiltere, yıllarca Türkler'i Lundy ve Scillya adalarından atamadı. İngiltere Kralı İ.James ve oğlu İ.Charles'ın tüm çabalarına rağmen İngiltere kıyılarına sadece 10 km mesafedeki bu küçük ada yaklaşık 5 yıl boyunca Türk Korsanları'ndan geri alınamayınca birçok İngiliz amirali Kral tarafından görevden alındı. 

1631’de de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar. İngiltere'nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda'nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok kez vuruldu ve Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirildi. 

1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından zaptedildi. 19 Haziran 1631 gecesi İrlanda'nın Baltimore Limanı da Türk Korsanları tarafından zapt edilmiş ve bu olay sonunda ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazmıştır.

1609-1616 yılları arasında 466 İngiliz gemisi Osmanlı Korsanları'nca ele geçirildi ve bu sayıya 1625'te Plymouth'dan 25 gemi daha eklendi. Bütün Britanya Kıyıları'nı hedef alan Osmanlı Korsanları 1677-1680 yılları arasında 160 İngiliz Gemisini ele geçirdiler. Osmanlı Korsanlarınca ele geçirilen bu gemilerin listesi ise 1682'de Londra'da yayınlandı. İngiliz kaynaklarına göre bu gemilerde yaklaşık olarak 7.000 ile 9.000 arasında İngiliz esir edilerek köle yapıldı. 1631'de bu yolla İrlanda'nın Baltimore Köyü'nün nereyse tamamı esir edilerek takip eden saldırılarda da Devon ve Cornwall'daki kıyı köyleri basıldı.


AMERİKALILARA DİZ ÇÖKTÜRMÜŞ OSMANLI…


Osmanlı gemileri Osmanlı İmparatorluğu ile barış anlaşması olmadığı halde Akdeniz ticaretinden faydalanmak için bu sularda izinsiz seyretmeye başlayan Amerikan gemilerini de bir bir ele geçirmeye başladı. 25 Temmuz 1785'te, ABD bandıralı ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı korsanlarınca ele geçirildi. Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı Kaptan Isaac Stevens'in idaresindeki Maria idi. Daha sonra Philadelphia Limanı'na bağlı Kaptan O’Brien idaresindeki Dauphin de Osmanlı korsanları tarafından yakalandı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında ise tam 11 ABD gemisi Osmanlılar’ın eline geçti.

ABD kamuoyunda artık iyice büyük bir sorun olmaya başlayan durum karşısında Amerikan Kongresi'nde tedbirler alınması istendi. Kongre, Başkan G. Washington'a bir savaş filosu kurması için 688.000 altın dolar harcama yetkisi verdi. Fakat bu donanma da Osmanlı korsanlarıyla baş edemeyince ABD yönetimi Akdeniz'deki faaliyetleri için Osmanlı'ya yıllık vergi ödemek zorunda kaldı. 

5 Eylül 1795 (21 Sefer 1210) tarihinde, tamamı 22 fasıl ve bir hatimeden oluşan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için 642.500 dolar "Haraç" ödeyecek ve her sene 12.000 Cezayir Altını karşılığı 21.600 dolar "Vergi" verecekti. 

Anlaşma 7 Mart 1796'da Amerikan Kongresi'nce de onaylandı. Böylece Amerikan Kongresi, Osmanlı İmparatorluğu'na resmen vergi mükellefi oldu. Amerika, "Garp Ocakları"na vergisini 1824 yılına kadar ödemeye devam etti.

5 Eylül 1795 yılında imzalanan ve dili Türkçe olan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez bir devlet tarafından yıllık vergi ve haraca bağlanmış oldu. Anlaşma aynı zamanda ABD tarihinde imzalanmış ilk ve tek yabancı dilli anlaşma olma özelliği de taşıyor.


Kaynak : 
The Barbary Treaties 1786-1816 LİNK
Treaty of Peace and Amity, Signed at Algiers September 5, 1795


NOT: 
Metinin aslı Osmanlıca/Türkçe yazılmıştır, Berberi dilinde değil ! Ayrıca kaynak adreslerde, Osmanlılar veya Türkler ;Cezayirli, Arap, Tunuslu, Faslı olarak ta anılmışlardır.)





...//