Kheiron Aşil'i aslan yürekleri ve ayı iliği ile besler, avlanmayı, ata binmeyi öğretir. Altı yaşına geldiğinde aslan ve ayılarla güreşir, köpeksiz ve tuzaksız geyik avlar.
Muselerden Kalliope (destan,şiir, şair ilham perisi) Aşil'e şarkı söyleme yeteneğini verir. Hatta İlyada'da kendi kampında phorminx* çalıp türküler çığırırken herkes mest olmuş bir şekilde dinlemektedir.
Kentaur Kheiron çocuk Aşil ile..
Amphora, MÖ 520 / Louvre Müzesi.
Kentaurlar genellikle altı at üstü insan olarak betimlenirken,
Eğitmen Kheiron'un arka bacakları at, önü ise tamamıyla insandır.
Eğitimi bitince Kheiron doğum adı olan Ligyron (sızlanan, mızmız) yerine artık Aşil demeye başlamıştır.
Ἀχιλλεύς - Achilléfs (Agilefs) - Akhilleus.
Αχιλλεύς Πηλείδης , Αχιλλεύς Αιακίδης
Achilléfs Pileídis , Achilléfs Aiakídis.
Akhilleus adı ne Grekçedir ne de Hint-Avrupa...(-eus eki zaten Anadolu kökenli)
Adını Kheiron verdiyse...adı neycedir? Ağil...
Kimmer-İskit Türkleri mitolojide Kentaur olarak betimlenmiştir. Bu 'barbar ve medeniyetsizden' o kadar iyi bir eğitim almıştır ki Akhilles tam bir "Kimmer" olup çıkmıştır.
Aşil 9 yaşındayken savaş çığırtkanlığı yapılıyordur. Kehanete göre Aşil savaşa katılmazsa Truva düşmeyecektir. Bu sebeple de annesi onu Scyros'a götürür ve kız kılığına sokarak saklar. Adı da Pyrrha (kızıl) olur. Aradan zaman geçer, Scyros Kralı Lycomedes'in kızı Deidameia'dan oğlu olur, adını Neoptolemus (Pyrrhus) koyarlar...
Türklerde "öd-ot (ateş)" kutsaldır, kötülüklerden korur. Doğumla yapılan ayinlerde ateşe yağ atılır. Aşil'in başına gelen "arınma ayini" de annesi tarafından onu kötülüklerden korumak amacıyla yapılmıştır. Tabi ki mitolojik hikayede "Aşil'i ateşle vaftiz" ettiği anlatılır, ama bunun böyle olmadığını, tıpkı Türklerdeki gibi "yağın" ateşe atıldığını tahmin eder ve 'Greklere' yabancı gelen bir geleneğin kulaktan dolmayla bu şekilde anlatıldığını düşünebiliriz.
SB.
* Phorminx; Lir ailesinden 2-6 telli, yarım ya da orak formlu bir çalgı. Kökeni için Mezopotamya derler.
Bizim için ve bir yerde Homeros için Akhilleus bir destan kahramanı, epik bir hero’dur. Ama bu saga’nın kaynağı dinseldir. Akhilleus Peloponezlilere göre bir tanrıydı. Homer de aşağı yukarı öyle sayar onu, ama Homer Akhilleus’u yabancı da sayıyor. Akhilleus denizcileri koruyan bir tanrıdır aslında. Çok elektrikli geceler, yani fırtınalardan önceki geceler direklerde bir ışık beliriverir: Latincesi «ignis fatuus»tur, İngilizcesi «will-o-the-whisp», Fransızcası «feu de St- Elme.» Denizciler bu ışığı uğurlu sayarlar. Akhilleus işte bu ışığın ta kendisi bir tanrı sayılırdı.
Önceleri — yani tanrı Akhilleus — Karadenizliydi. Çünkü Tuna nehrinin Karadeniz’e boşaldığı yerde, uzunca bir ada vardı. (Bak. Kronos’un egemenlik sürdüğü Elysium Hades ülkesine bitişiktir, güneşin hiç batmadığı mutlu bir ülkedir deniyor — zavallı insanoğlu neler düşünmemiş, ben olsam Elysium’u Gökova Körfezindedir derim. — Dostoyevsky’de «Les confessions de Stavrougine», bir de «L’homme ridicule»deki iki düşe bak. Dostoyevsky de bu cenneti güneyde bir yerde hayal ediyor.)
«Leuke adındaki Mutlular Adası Karadeniz’dedir, Tuna ağzının karşısında. Ormanlı, her çeşit vahşi ve ehli hayvanlarla dolu bir adadır bu, orada Akhilleus ile Helena’nın ruhları büyük saygı görür ve Homeros’un dizelerini okurlar...» Bittabi bu şeyleri Homer’den sonra gelenler, Platon, Pindaros ya da Hesiodos yazıyor.
Akhilleus — dudaksız demek, Karadeniz halk efsaneleri arasında dudaksız adiyle ve yahut bu hali imâ eden bir masal — folklore — var mı? Araştırmalı. Bu ad için bir efsane uyduruluyor:
«Thetis doğurduğu altı oğlunun ölümlü yanlarını yakmış» (altı olunca insanın aklı hexametron’a gider, yahut beş parmak «daktyl, bir de Priyap, yani erkek tenasül âleti) — bunun da kaynağı hexametron dansı, yani altı adımlı dans. Allain (17) Girit’te Pithikto dansına rast geldiğini söylüyordu. Zihnimi kurcaladı. Kaç kez hopladıklarını sormaya unuttum. Karadeniz danslarının en eskilerinde kaç hoplayışlı oldukları araştırılmalı. Karadeniz’in Bronz çağında büyük önemi var çünkü. Bronz için gereken kalayın büyük kısmı Karadeniz’den geliyordu. Argonaut efsanesi bu çağın sonuna rastlar. Homerik epos’tan öncedir.
«Thetis Peleus’tan olan altı oğlunun da ölümlü yanlarını yakmış, onları kendisi gibi ölümsüz kılmak ve her birini Olympos’a yanına alabilmek için. Ama Peleus yedinci oğlunu bütün bedeni daha ateşe değmemişken (yedinciye ve yedi rakkamına dikkat etmeli) onun elinden kapmayı başardı; Thetis ateşte arındırdığı bedenleri sonra ambrasia ile ovuyordu, ama son oğlunun ateşe değmemiş aşık kemiğini ovamadı, bu yüzden ölümlü kıldı» (aşık kemiği bir de mafsal kemikleri önemlidir, çünkü falcılıkta bakla yerine kullanılırdı), «kocasının bu araya girmesine kızan Thetis ondan ayrılıp denize döndü» (dikkat et bir deniz tanrısı olan Akhilleus deniz tanrıçası Thetis’in oğlu olacak bittabi).
«Oğluna Akhilleus dedi, çünkü dudaklarını göğsüne daha değdirmemişti. (18) Peleus oğluna devin iskeletinden aldığı yeni bir aşık kemiği koymuş, fakat orasının ölümlü olmasını önleyememiş.» Belli ki bu, uydurma. Thetis’in Akhilleus’u ve topuklarından tutup Lethe ırmağında yıkadığı ve topuklarını tuttuğu yerin suyla ıslanmadığı için, topuğundan vurulup öldürüldüğü söylencesinden daha öncedir bu yukarda anlattığım söylence.
Akha kara kuvvetlerine Agamemnon, deniz kuvvetlerine ise Akhilleus' kumanda ediyordu (19) — Akhilleus Homerik saga’ya girmezden önce bir Pelasg kutsal kralı idi. Akhilleus’un Leuke adasına naklinin miti şudur:
«Akhalar ölüsüne oyunlar düzenlemişken, Thetis Akhilleus’un ruhunu ateş yığınının üstünden alıp Leuke adasına (*) taşıdı; Tuna nehrinin ağzının karşısında bulunan, vahşi ve ehli hayvanlarla dolu bu ada şimdi ona kutsanmıştır.»
Akhilleus’un bir sürü tapınağı vardı, örneğin asıl egemenlik alanı Marmara denizi ile Karadeniz’di, oralarda deniz yolculuğu onun koruyuculuğu altında olurdu. Sigeion burnu, yani Boğazların Ege’ye çıkışında denize uzanan toprak parçası üstünde bulunan Akhilleus’un gömütü Boğazları korumaktaydı. Borysthenes, yani Dniepr ırmağının ağzında uzun bir dil Akhilleus’un taş ocağı diye adını taşımaktaydı. Olbia kentinde de «Pontos’un efendisi» diye kendisine tapılırdı. Ama asıl egemenlik alanı Tuna ağzının karşısındaki Leuke adasındaydı. İnsanların oturmadığı bu ormanlık, kuş dolu adada Akhilleus’un bir tapınağı vardı, kurbanlar, sunular sunulurdu kendisine. Ama oraya çıkan denizcilerin ancak bir gün adada kalmalarına izin verilirdi, gece olmadan adadan ayrılmaları gerekirdi.
Akhilleus kimi zaman tapınıma gelenlere görünür, «paian» denilen zafer türküsünü söylermiş. Orada bir tanrı sözcüsü de herhalde denizcilere öğütlerde bulunurmuş. Fransız yazarının «Pantos’un efendisi» diye çevirdiği bu «pontarkhes» sözcüğü düşündürücü, herhalde Karadeniz’in efendisi değil de, genellikle denizin efendisi anlamında olsa gerek, çünkü pontos aslında deniz demektir.
Paian söylemesine gelince, Elysium’un Hyperboreliler ülkesinde olduğu sanılıyordu. Ölen kutsal kralların ruhları... Size bu işler karışık gelir — yahu o zamanki insanlarda lojik aramayın. Hem kutsal kralın ruhu vekilinde yenilenir, hem de öleninki, eğer hoş bir adamsa, Elysium’a gider. Gider ama kim götürür? Bir söylenceye göre turna kuşları. Onlar sonbaharda, kış başlangıcında kuzeye giderler ve iki notalı acı bir ses çıkartırlar. İşte «paian» da odur. Bir yerde okuduğuma göre, bir sürü deniz kuşu, karabatak, martı soyundan başkaları, yabani kaz, kuğu, ördek Tuna ağzına giderlermiş. Akhilleus’un ruhunu onlar oraya taşımışlardır.
Pelasg ya da Leleg efsanesi demiştim. Pelasg da deniz insanları demek bir bakımdan. Zaten «thalassa» sözü grekçe değil, Minoen bir söz. Grek denilenler buraya geldikleri zaman denizi ilk kez görüyorlardı ve ona «pontos» adını taktılar. Bu, incelenmesi ve kanıtlanması gerekir bir teoridir. Fakat Akhilleus’un bir tanrı sayıldığı muhakkak.
Şimdi edebî kıyafetinin altında «Akhilleus’un öfkesi» yani İlyada’nm konusunun altında gizlenen eski saga’ya gelelim. Patroklos ölüyor. Bu ölüm Akhilleus’u aktif sahadan, edim alanından uzak duruşuna, çekilişine bir son veriyor. Patroklos ölünce Akhilleus savaş meydanına dönüyor. Bu noktada llyada’nın ta göbeğindedir. Patroklos ölmezden önce Akhilleus’un silahlarını, yani belirtilerini takınıyor. Yani Akhilleus’un rolünü, kutsal kralın, tanrısal insanın rolünü oynayarak ölüyor. Ölümünün özellikleri bir savaştan çok, bir kurban edilmeye benziyor. Yani âyindeki tanrının öldürülmesi — ya tanrının yahut vekilinin ölmesi demek istiyorum.
Ne var ki bir kurbanın öldürülmesi —o çağlara göre— aynı zamanda bir günah oluştururdu. Bu öldürme işine katılanların bütün dikkati işledikleri bu günahın tehlikeli sonuçlarından kendilerini korumaktı. Söz gelimi bir boğa kurban edilecek değil mi, bu işin bütün sorumluluğu boğayı kesen baltaya yüklendirdi (bunun biraz Labrys baltasıyla ilişkisi vardır, ama bir yere kadar) Balta mahkemeye çekilir. Muhakeme sonunda balta mahkûm olur ve kemali resabetle balta sürgün edilirdi. (Allah vere de atomik bomba için aynı işlem yapılmasa!) Fakat bu işte çoğu kez sorumluluğu elden geldikçe çok insanlar arasında dağıtmak yoluna gidilirdi. Böylece bu işten doğacak tehlike de paylaşılmış olurdu. Sonra asıl suçluyu kalabalık içinde bulmak güç olacaktı. Bunu Patroklos’un ölüdürülmesinde de görüyoruz. İlk önce Apollon vurur Patroklos’u ve adamın silahlarını yere düşürür, sonra Euphorbos çıkar ortaya ve onu yaralar, Hektor da işi tamamlar.
— Epik vakanın altında eski kurban töresinin sezilmesi güç değildir. Tanrının vekili tanrı silahlarını ve başkaca takıntılarını taktıktan sonra ölür, bunun üzerine tanrının kendisi hemen dirilip ortaya çıkar. O da Akhilleus’tur. Şimdi İlyada’nın XVIII’nci bölümünü oku (dize 203 vd.):
Zeus’un sevdiği Akhilleus de kalktı yerinden
Athene onun çalımlı omuzlarına püsküllü
Kalkanı atmıştı,
altın bir bulutla sarmıştı başını, çepeçevre,
gövdesinde ışık saçan bir alev yakmıştı.
Duman nasıl ağarsa bir şehirden göklere doğru,
düşmanla kuşattığı uzak bir adada
Akhilleus’un başından da tıpkı öyle
bir ışın yükseliyordu göğe doğru.
Akhilleus aştı duvarı, hendeğin önünde durdu,
Durup bağırdı, öte yandan haykırdı Athene.
Bu işte kutsal Akhilleus’un dirilmesi. Akhilleus ışığı, o fırtınalı gecelerin ışığıdır, o korkunç kalkan da Aigis, fırtınanın belirtisi. O elektrikli ışık, yani direğin tepesindeki ışık da fırtınada yolculuk eden denizcilere tanrı tarafından korunduklarını bildirir. Bizim denizciler de bunu uğurlu sayarlar, hemen şükranla kelimei şahadet getirirler, işte tanrı kendisine sadık olanları, nurdan bir tuğ salarak direğin tepesine, koruyacağını haber verir. Akhilleus’un on iki gün'çekilmesi, iki kral yahut sultan arasındaki aralıktır. Bu aralık on bir on iki gün olurdu çoğu zaman. Yani kamerî sene ile şemsî sene arasındaki gün farkı ki düzine oradan gelir. Bu iş «muharrem ul haram» ile, yani o günlerde oruç tutulur, eğlenilmez falan filan. Aynı zamanda paskalya ile ilişkisi vardır. Paskalyadan önce perhiz edilir, sonra İsa dirilince, ki Adonis’in dirilmesidir, kış tesaviülleyl u venneharmda yumurta yenilir. O yumurta dünya yumurtasıdır, hani Zeus Leda ile (ki tanrıça Leto’dur) çiftleşir de yumurta doğurur. Helene çıkar. Efsane Kybele’den alınmadır (Anadolu Tanrılarında bahsedilecek).
Neyse vaz geç! Bana amma da yazdırdınız yahu! Şimdi okuyun öyleyse! Yazmak okumaktan güçtür, asıl siz benim canıma okudunuz. Merhaba. Ne diyorduk?
Halikarnas Balıkçısı - Düşün Yazıları
Azra Erhat
(*) Leuke Adası, Karadeniz'in Tuna Deltası açıklarında yer alan Romanya'ya bağlı Yılan Adası'dır. Leuke "Beyaz Kavak" demektir.
(13) Odysseia (XIX. 172-180) Altı çizili sözler şöyle anlaşılmalıdır: Minos dokuz yılda bir tanrı Zeus’un danışmanı oluyor, yani krallara krallık veren tanrı ile dokuz yılda bir görüşüp egemenliğinin sürmesini sağlıyor. Bizim «danışman» olarak çevirimiz «oarisess» sözcüğünü G. Murray doğru olarak «Zeus ile alış verişi, temasları vardı» diye çevirmiş, egemenliğinin dokuz yaşında başlamış olduğu yanlışını yapmış olması ise şaşılacak şeydir. H. B., ise yanlışını bulmuş ve çıkarmıştır, Homeros metnini anlayıp doğru yorumladığını gösterir.
(14) H. B.’nın burada, Tantalos’a neden İzmirli dediği anlaşılmaz. Tantalos Sipylos, yani Manisa dağının ve eteğindeki Magnesia'nın kralı olarak bilinir, İonya’lı değil, Lydia’lıdır. İzmirli demesi genelleme olsa gerek, çünkü başka yazılarında Tantalos ve Pelops'un asıl kaynağını kesinlikle belirtir.
(17) Allain dediği, o sıralarda Türkiye’deki tarikatlar üzerinde araştırmalar yapmak için Türkiye’ye gelmiş olan Fransız yazan Allain Gehrbrand’dır.
(18) Akhilleus’un klasik sonrası zamanlarda yapılan etimolojisine göre bu ad A-keilos’tan gelmedir ve dudaksız anlamına gelir. Oysa bu açıklama uydurmadır, sözcüklerin hepsinde Akhilleus’un etimolojisinin bilinmediği kayd edilir. H.B., kendisinin de uydurma dediği bu efsaneyi nerden naklediyor? G. Murray’den olmasa gerek.
(19) Böyle bir olgu İlyada’da kesinlikle yoktur, Akhilleus Myrmidon ordusunun başındadır ve bu ordu öbür Akha komutanlarından epey ayrılmaktadır, hatta Troya önündeki Akha’lar kampında uzak bir yerde yer almış bulunmaktadır. Tabii İlyada’ya göre, ne var ki H.B., burada söylediklerini İlyada’dan başka kaynaklara dayanarak söylüyor. Bu kaynakları ne yazık ki yeterince bildirmiyor.
Adını Kheiron verdiyse...adı neycedir? Ağil...
Kimmer-İskit Türkleri mitolojide Kentaur olarak betimlenmiştir. Bu 'barbar ve medeniyetsizden' o kadar iyi bir eğitim almıştır ki Akhilles tam bir "Kimmer" olup çıkmıştır.
Aşil 9 yaşındayken savaş çığırtkanlığı yapılıyordur. Kehanete göre Aşil savaşa katılmazsa Truva düşmeyecektir. Bu sebeple de annesi onu Scyros'a götürür ve kız kılığına sokarak saklar. Adı da Pyrrha (kızıl) olur. Aradan zaman geçer, Scyros Kralı Lycomedes'in kızı Deidameia'dan oğlu olur, adını Neoptolemus (Pyrrhus) koyarlar...
Türklerde "öd-ot (ateş)" kutsaldır, kötülüklerden korur. Doğumla yapılan ayinlerde ateşe yağ atılır. Aşil'in başına gelen "arınma ayini" de annesi tarafından onu kötülüklerden korumak amacıyla yapılmıştır. Tabi ki mitolojik hikayede "Aşil'i ateşle vaftiz" ettiği anlatılır, ama bunun böyle olmadığını, tıpkı Türklerdeki gibi "yağın" ateşe atıldığını tahmin eder ve 'Greklere' yabancı gelen bir geleneğin kulaktan dolmayla bu şekilde anlatıldığını düşünebiliriz.
SB.
* Phorminx; Lir ailesinden 2-6 telli, yarım ya da orak formlu bir çalgı. Kökeni için Mezopotamya derler.
**
Aşil'in (Ağilefs) ölüsü için savaşan amcaoğlu Ayas (Ajax)
Sağdan 3. Enes/İnees (Aeneas), 4. Pars (Paris), en solda her ne kadar onu "Athene" olarak tanımlasalar da "Seres" yazar.
Halikarnas Balıkçısı'ndan;
Önceleri — yani tanrı Akhilleus — Karadenizliydi. Çünkü Tuna nehrinin Karadeniz’e boşaldığı yerde, uzunca bir ada vardı. (Bak. Kronos’un egemenlik sürdüğü Elysium Hades ülkesine bitişiktir, güneşin hiç batmadığı mutlu bir ülkedir deniyor — zavallı insanoğlu neler düşünmemiş, ben olsam Elysium’u Gökova Körfezindedir derim. — Dostoyevsky’de «Les confessions de Stavrougine», bir de «L’homme ridicule»deki iki düşe bak. Dostoyevsky de bu cenneti güneyde bir yerde hayal ediyor.)
«Leuke adındaki Mutlular Adası Karadeniz’dedir, Tuna ağzının karşısında. Ormanlı, her çeşit vahşi ve ehli hayvanlarla dolu bir adadır bu, orada Akhilleus ile Helena’nın ruhları büyük saygı görür ve Homeros’un dizelerini okurlar...» Bittabi bu şeyleri Homer’den sonra gelenler, Platon, Pindaros ya da Hesiodos yazıyor.
Akhilleus — dudaksız demek, Karadeniz halk efsaneleri arasında dudaksız adiyle ve yahut bu hali imâ eden bir masal — folklore — var mı? Araştırmalı. Bu ad için bir efsane uyduruluyor:
«Thetis doğurduğu altı oğlunun ölümlü yanlarını yakmış» (altı olunca insanın aklı hexametron’a gider, yahut beş parmak «daktyl, bir de Priyap, yani erkek tenasül âleti) — bunun da kaynağı hexametron dansı, yani altı adımlı dans. Allain (17) Girit’te Pithikto dansına rast geldiğini söylüyordu. Zihnimi kurcaladı. Kaç kez hopladıklarını sormaya unuttum. Karadeniz danslarının en eskilerinde kaç hoplayışlı oldukları araştırılmalı. Karadeniz’in Bronz çağında büyük önemi var çünkü. Bronz için gereken kalayın büyük kısmı Karadeniz’den geliyordu. Argonaut efsanesi bu çağın sonuna rastlar. Homerik epos’tan öncedir.
«Thetis Peleus’tan olan altı oğlunun da ölümlü yanlarını yakmış, onları kendisi gibi ölümsüz kılmak ve her birini Olympos’a yanına alabilmek için. Ama Peleus yedinci oğlunu bütün bedeni daha ateşe değmemişken (yedinciye ve yedi rakkamına dikkat etmeli) onun elinden kapmayı başardı; Thetis ateşte arındırdığı bedenleri sonra ambrasia ile ovuyordu, ama son oğlunun ateşe değmemiş aşık kemiğini ovamadı, bu yüzden ölümlü kıldı» (aşık kemiği bir de mafsal kemikleri önemlidir, çünkü falcılıkta bakla yerine kullanılırdı), «kocasının bu araya girmesine kızan Thetis ondan ayrılıp denize döndü» (dikkat et bir deniz tanrısı olan Akhilleus deniz tanrıçası Thetis’in oğlu olacak bittabi).
«Oğluna Akhilleus dedi, çünkü dudaklarını göğsüne daha değdirmemişti. (18) Peleus oğluna devin iskeletinden aldığı yeni bir aşık kemiği koymuş, fakat orasının ölümlü olmasını önleyememiş.» Belli ki bu, uydurma. Thetis’in Akhilleus’u ve topuklarından tutup Lethe ırmağında yıkadığı ve topuklarını tuttuğu yerin suyla ıslanmadığı için, topuğundan vurulup öldürüldüğü söylencesinden daha öncedir bu yukarda anlattığım söylence.
Akha kara kuvvetlerine Agamemnon, deniz kuvvetlerine ise Akhilleus' kumanda ediyordu (19) — Akhilleus Homerik saga’ya girmezden önce bir Pelasg kutsal kralı idi. Akhilleus’un Leuke adasına naklinin miti şudur:
«Akhalar ölüsüne oyunlar düzenlemişken, Thetis Akhilleus’un ruhunu ateş yığınının üstünden alıp Leuke adasına (*) taşıdı; Tuna nehrinin ağzının karşısında bulunan, vahşi ve ehli hayvanlarla dolu bu ada şimdi ona kutsanmıştır.»
Akhilleus’un bir sürü tapınağı vardı, örneğin asıl egemenlik alanı Marmara denizi ile Karadeniz’di, oralarda deniz yolculuğu onun koruyuculuğu altında olurdu. Sigeion burnu, yani Boğazların Ege’ye çıkışında denize uzanan toprak parçası üstünde bulunan Akhilleus’un gömütü Boğazları korumaktaydı. Borysthenes, yani Dniepr ırmağının ağzında uzun bir dil Akhilleus’un taş ocağı diye adını taşımaktaydı. Olbia kentinde de «Pontos’un efendisi» diye kendisine tapılırdı. Ama asıl egemenlik alanı Tuna ağzının karşısındaki Leuke adasındaydı. İnsanların oturmadığı bu ormanlık, kuş dolu adada Akhilleus’un bir tapınağı vardı, kurbanlar, sunular sunulurdu kendisine. Ama oraya çıkan denizcilerin ancak bir gün adada kalmalarına izin verilirdi, gece olmadan adadan ayrılmaları gerekirdi.
Akhilleus kimi zaman tapınıma gelenlere görünür, «paian» denilen zafer türküsünü söylermiş. Orada bir tanrı sözcüsü de herhalde denizcilere öğütlerde bulunurmuş. Fransız yazarının «Pantos’un efendisi» diye çevirdiği bu «pontarkhes» sözcüğü düşündürücü, herhalde Karadeniz’in efendisi değil de, genellikle denizin efendisi anlamında olsa gerek, çünkü pontos aslında deniz demektir.
Paian söylemesine gelince, Elysium’un Hyperboreliler ülkesinde olduğu sanılıyordu. Ölen kutsal kralların ruhları... Size bu işler karışık gelir — yahu o zamanki insanlarda lojik aramayın. Hem kutsal kralın ruhu vekilinde yenilenir, hem de öleninki, eğer hoş bir adamsa, Elysium’a gider. Gider ama kim götürür? Bir söylenceye göre turna kuşları. Onlar sonbaharda, kış başlangıcında kuzeye giderler ve iki notalı acı bir ses çıkartırlar. İşte «paian» da odur. Bir yerde okuduğuma göre, bir sürü deniz kuşu, karabatak, martı soyundan başkaları, yabani kaz, kuğu, ördek Tuna ağzına giderlermiş. Akhilleus’un ruhunu onlar oraya taşımışlardır.
Pelasg ya da Leleg efsanesi demiştim. Pelasg da deniz insanları demek bir bakımdan. Zaten «thalassa» sözü grekçe değil, Minoen bir söz. Grek denilenler buraya geldikleri zaman denizi ilk kez görüyorlardı ve ona «pontos» adını taktılar. Bu, incelenmesi ve kanıtlanması gerekir bir teoridir. Fakat Akhilleus’un bir tanrı sayıldığı muhakkak.
Şimdi edebî kıyafetinin altında «Akhilleus’un öfkesi» yani İlyada’nm konusunun altında gizlenen eski saga’ya gelelim. Patroklos ölüyor. Bu ölüm Akhilleus’u aktif sahadan, edim alanından uzak duruşuna, çekilişine bir son veriyor. Patroklos ölünce Akhilleus savaş meydanına dönüyor. Bu noktada llyada’nın ta göbeğindedir. Patroklos ölmezden önce Akhilleus’un silahlarını, yani belirtilerini takınıyor. Yani Akhilleus’un rolünü, kutsal kralın, tanrısal insanın rolünü oynayarak ölüyor. Ölümünün özellikleri bir savaştan çok, bir kurban edilmeye benziyor. Yani âyindeki tanrının öldürülmesi — ya tanrının yahut vekilinin ölmesi demek istiyorum.
Ne var ki bir kurbanın öldürülmesi —o çağlara göre— aynı zamanda bir günah oluştururdu. Bu öldürme işine katılanların bütün dikkati işledikleri bu günahın tehlikeli sonuçlarından kendilerini korumaktı. Söz gelimi bir boğa kurban edilecek değil mi, bu işin bütün sorumluluğu boğayı kesen baltaya yüklendirdi (bunun biraz Labrys baltasıyla ilişkisi vardır, ama bir yere kadar) Balta mahkemeye çekilir. Muhakeme sonunda balta mahkûm olur ve kemali resabetle balta sürgün edilirdi. (Allah vere de atomik bomba için aynı işlem yapılmasa!) Fakat bu işte çoğu kez sorumluluğu elden geldikçe çok insanlar arasında dağıtmak yoluna gidilirdi. Böylece bu işten doğacak tehlike de paylaşılmış olurdu. Sonra asıl suçluyu kalabalık içinde bulmak güç olacaktı. Bunu Patroklos’un ölüdürülmesinde de görüyoruz. İlk önce Apollon vurur Patroklos’u ve adamın silahlarını yere düşürür, sonra Euphorbos çıkar ortaya ve onu yaralar, Hektor da işi tamamlar.
— Epik vakanın altında eski kurban töresinin sezilmesi güç değildir. Tanrının vekili tanrı silahlarını ve başkaca takıntılarını taktıktan sonra ölür, bunun üzerine tanrının kendisi hemen dirilip ortaya çıkar. O da Akhilleus’tur. Şimdi İlyada’nın XVIII’nci bölümünü oku (dize 203 vd.):
Zeus’un sevdiği Akhilleus de kalktı yerinden
Athene onun çalımlı omuzlarına püsküllü
Kalkanı atmıştı,
altın bir bulutla sarmıştı başını, çepeçevre,
gövdesinde ışık saçan bir alev yakmıştı.
Duman nasıl ağarsa bir şehirden göklere doğru,
düşmanla kuşattığı uzak bir adada
Akhilleus’un başından da tıpkı öyle
bir ışın yükseliyordu göğe doğru.
Akhilleus aştı duvarı, hendeğin önünde durdu,
Durup bağırdı, öte yandan haykırdı Athene.
Bu işte kutsal Akhilleus’un dirilmesi. Akhilleus ışığı, o fırtınalı gecelerin ışığıdır, o korkunç kalkan da Aigis, fırtınanın belirtisi. O elektrikli ışık, yani direğin tepesindeki ışık da fırtınada yolculuk eden denizcilere tanrı tarafından korunduklarını bildirir. Bizim denizciler de bunu uğurlu sayarlar, hemen şükranla kelimei şahadet getirirler, işte tanrı kendisine sadık olanları, nurdan bir tuğ salarak direğin tepesine, koruyacağını haber verir. Akhilleus’un on iki gün'çekilmesi, iki kral yahut sultan arasındaki aralıktır. Bu aralık on bir on iki gün olurdu çoğu zaman. Yani kamerî sene ile şemsî sene arasındaki gün farkı ki düzine oradan gelir. Bu iş «muharrem ul haram» ile, yani o günlerde oruç tutulur, eğlenilmez falan filan. Aynı zamanda paskalya ile ilişkisi vardır. Paskalyadan önce perhiz edilir, sonra İsa dirilince, ki Adonis’in dirilmesidir, kış tesaviülleyl u venneharmda yumurta yenilir. O yumurta dünya yumurtasıdır, hani Zeus Leda ile (ki tanrıça Leto’dur) çiftleşir de yumurta doğurur. Helene çıkar. Efsane Kybele’den alınmadır (Anadolu Tanrılarında bahsedilecek).
Neyse vaz geç! Bana amma da yazdırdınız yahu! Şimdi okuyun öyleyse! Yazmak okumaktan güçtür, asıl siz benim canıma okudunuz. Merhaba. Ne diyorduk?
Halikarnas Balıkçısı - Düşün Yazıları
Azra Erhat
(*) Leuke Adası, Karadeniz'in Tuna Deltası açıklarında yer alan Romanya'ya bağlı Yılan Adası'dır. Leuke "Beyaz Kavak" demektir.
(13) Odysseia (XIX. 172-180) Altı çizili sözler şöyle anlaşılmalıdır: Minos dokuz yılda bir tanrı Zeus’un danışmanı oluyor, yani krallara krallık veren tanrı ile dokuz yılda bir görüşüp egemenliğinin sürmesini sağlıyor. Bizim «danışman» olarak çevirimiz «oarisess» sözcüğünü G. Murray doğru olarak «Zeus ile alış verişi, temasları vardı» diye çevirmiş, egemenliğinin dokuz yaşında başlamış olduğu yanlışını yapmış olması ise şaşılacak şeydir. H. B., ise yanlışını bulmuş ve çıkarmıştır, Homeros metnini anlayıp doğru yorumladığını gösterir.
(14) H. B.’nın burada, Tantalos’a neden İzmirli dediği anlaşılmaz. Tantalos Sipylos, yani Manisa dağının ve eteğindeki Magnesia'nın kralı olarak bilinir, İonya’lı değil, Lydia’lıdır. İzmirli demesi genelleme olsa gerek, çünkü başka yazılarında Tantalos ve Pelops'un asıl kaynağını kesinlikle belirtir.
(17) Allain dediği, o sıralarda Türkiye’deki tarikatlar üzerinde araştırmalar yapmak için Türkiye’ye gelmiş olan Fransız yazan Allain Gehrbrand’dır.
(18) Akhilleus’un klasik sonrası zamanlarda yapılan etimolojisine göre bu ad A-keilos’tan gelmedir ve dudaksız anlamına gelir. Oysa bu açıklama uydurmadır, sözcüklerin hepsinde Akhilleus’un etimolojisinin bilinmediği kayd edilir. H.B., kendisinin de uydurma dediği bu efsaneyi nerden naklediyor? G. Murray’den olmasa gerek.
(19) Böyle bir olgu İlyada’da kesinlikle yoktur, Akhilleus Myrmidon ordusunun başındadır ve bu ordu öbür Akha komutanlarından epey ayrılmaktadır, hatta Troya önündeki Akha’lar kampında uzak bir yerde yer almış bulunmaktadır. Tabii İlyada’ya göre, ne var ki H.B., burada söylediklerini İlyada’dan başka kaynaklara dayanarak söylüyor. Bu kaynakları ne yazık ki yeterince bildirmiyor.
**
Ağilefs'e gelirsek:
Bu durumda ne Akilleus'tir, ne de Fransızca okunuşundan aldığımız Aşil'dir.
Bizim de "Ağilefs" dememiz gerekmiyor mu?
Yani Ağ/Ak İl
SB.