1 Kasım 2018 Perşembe

Doğu Roma Döneminde İstanbul'da Türkler




Konstantinopolis’te Türkler (11.-15. Yüzyıllar)
Michel Balivet


Genellikle Bizans tarihi ile Ortaçağ Türk tarihini bir uygarlığın diğer uygarlığın yerini radikal ve şiddetli tarzda alması olarak tahayyül ederiz. Bizans ve 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelmeye başlayan Türkler arasında Konstantinopolis’in Fatih Sultan Mehmed tarafından 1453’te alınmasına kadar sıkı bir rekabet olmuştur. Ancak dört yüz yıl devam eden bu derin Türk-Bizans ilişkileri aynı zamanda ilerlemelerinin doruğundaki Türk sultanlıkları ve emirlikleri (Selçuklu Sultanlığı’nın en güçlü olduğu dönem 12. ve 13. yüzyıllardır. 14. yüzyılda Türkmen dinamizmini ve son olarak 14. ve 15. yüzyıllarda Osmanlı yayılmasını görüyoruz.) ile yaşlı Roma-Bizans İmparatorluğu arasında aktif ve barışçıl politik ve kültürel alışverişe de sahne olmuştur.

Konya sarayına veya Bursa’daki ilk Osmanli sultanlarının yanına sığınıp buralarda önemli roi oynayan Bizanslılar olduğu gibi, Bizans başkentinde idareci sınıf arasında, imparatorun çevresine yüksek rütbeli asker, bürokrat olarak veya imparatorun ailesinden kişilerle evlenerek girmiş Türkler, sürgünde Türk prensler veya Konstantinopolis’in göbeğinde bulunan, camisi olan Müslüman mahallesine yerleşmiş tüccarları bulmak mümkündü.

Bizans kaynaklarının tanıklık ettiği, Türklerin imparatorluk başkentinin fethinden çok önce Konstantinopolis ve diğer Bizans eyaletlerindeki bu barışcıl varlığını iki toplumdaki bazı kesimlerinin yakınlığının genellikle sandığımızdan daha iç içe geçmiş olduğunu göstermek için tasvir edeceğim.

I. Bizans’ta Türk varlığı
Bizans’ın hizmetindeki paralı Türk askerleri

İran Selçukluları menşeli Türklerin 11. yüzyılın ikinci yarısında toplu olarak gelmelerini takiben, bu radikal bir yenilik olmasa da, Türk askeri güçlerinden yardım isteme pratiği artmıştır. Merkezi idare olduğu kadar, eyalet valileri, ayaklanan generaller veya valilik güçleri de dahil olmak üzere herkes savaşcı kabiliyetleri takdir edilen Türk grupları yardıma çağırmıştır. Bu hizmetten yararlanmakta o derece ileriye gidilmiştir ki bazen bu Türk gruplar, 1071’de Van Gölü yakınındaki Malazgirt Savaşı’nda Bizans safları için Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın ordularına karşı savaşan büyük sayıdaki Türk grupları gibi, kendi soydaşlarına karşı savaşmışlardır.

Bu savaşı izleyen Bizans yenilgisinde, Damis adlı bir kişinin yönetimindeki bir kısım Oğuz askerinin Bizans saflarını bırakması Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in ordusunda hayal kırıklığı ve güvensizlik duygusuna sebep olmuştu. Ancak unutulmamalıdır ki Bizans saflarından ayrılan grup, çok sayıdaki Türk gruplarının çok ufak bir bölümünu oluşturmakta idi ve vakanüvis Mihael Attaliates’e göre geri kalan Türk grupları savaş süresince Bizanslılar için sadakatle savaşmışlardı.

12. yüzyılda Komnenosların ordusunda, I. Manuel’e Selçuklulara karşı bir seferde imparatorun ve ordunun güvenliği konusunda danışmanlık yapan ve gereksiz yere tehlikelere girmeyen “yiğit ve güçlü” Poupakes/Ebu-Bekr gibi Türk subaylar, rehberler ve keşif erleri, Prosoukh/Porsuk gibi Bizans piyadesini yöneten “kabiliyetli ve tecrübeli askerler” de sadakatle Bizans’a hizmet etmekteydiler.

Ordudan saraya Türkler

Yunanlı işverenlere karşı gösterdikleri bu sadakat paralı Türk askerlerinin 11.-12. yüzyıllarda imparatorluğa verdikleri hizmet karşılığında itibar gördüklerini gösteriyordu. Saray hiyerarşisine ve imparatorluğun idari katmanlarına dahil edilmelerinde bir sakınca görülmüyordu. İmparatorlar, Bizans saflarına katılan, hâlâ göçebe basitliklerini koruyan ve Konstantinopolis’in gösterişi karşında büyülenen Türk komutanlarının gözlerini rütbeler ve yüksek görevlerle kamaştırmaktan çekinmiyorlardı. Tarihçi Anna Komnena bir Türk kaanının bir şehri Bizaslılara teslim ettikten sonra taraf değiştirmek için imparatoru bulduğunu ve imparatorun onu ve ailesini binlerce lütfa gark ettiğini söylemektedir:

En gözde arşisatraplar imparatorun teveccüh ve cömertliğini ögrenince geldiler ve istediklerini aldılar... içlerinden bazılarına hyperperilampros (çok nurlu olarak tercüme edilebilecek) unvanı verildi.

Türk kökenli Tatikios, Aleksios Komnenos döneminde megas primmikerios unvanını almış, Türk kökenli Aksoukh’a [Aksuh] ise II. İoannes Komnenos tarafından şarkın ve garbın megas domestikos’u unvanı verilmişti.

Saf değiştiren kişi özellikle önemli veya yararlı ise Müslüman unvanlarından yaratılmış, örneğin emir seyyidin türevi olan mrysaites gibi yeni unvanlar uyduruluyor veya örneğin Bizans saflarına geçen Türk melikinin soylu kökenini hatırlatmaya yönelik özel kıyafetler yaratılıyordu. Böylece bunlar arasında Konstantinopolis’e sığınmış, Müslüman soyluluk unvanı melik/melikes ile çağrılan, komik bir saltanat üniforması giydirilmiş, saray hiyerarşisinde caesar veya sebastokrator seviyesinde, hemen imparatorun altında bulunan Selçuklu melikleri vardı.

Hıristiyan olan Türk ileri gelenleri

Bizans hiyerarşisine böylece davet ve dahil edilen bazı Türkler, zorunlu değil ancak kararlı bir saf değiştirmeyi işaret eden, son adımı atarak Hıristiyanlığa geçerlerdi: Örneğin Aleksios Komnenos’un hizmetine geçen Elkhanes/İlhan bir Bizans kroniğine göre “kutsal vaftizle lütufların en büyüğünü elde etti”. Aynı şekilde Melikşah tarafından imparatora yollanan Siaous/Siyavuş bir kurnazlıkla Selçuklular tarafından tutulan Bizans kalelerini boşaltmakla yetinmeyip imparatoru bulmaya geldi ve kroniğe göre vaftiz olduktan sonra hediyelere boğuldu ve günümüzde Bulgaristan’ın Karadeniz sahilinde bulunan Ankhialos şehrinin dükü ilan edildi.

Erisgen [Erbasgan]-Hrisoskulos vakası

Meşhur Aynaroz manastırı (Athos) Kutlumussi’yi kuran ve Süleyman ibn Kutulmuş’un ailesinden gelen prens ve Alp Arslan’ın kayınbiraderi, Müslüman kaynaklar tarafından Erisgen bin Yunus Yabgu bin Selçuk olarak adlandırılan Erisgen/Hrisoskulos gibi 11. yüzyılda Selçuklu sarayının en üst mevki sahibi kişileri ve hüküm süren hanedan üyeleri arasında bile Bizans saflarına geçmiş ve Hıristiyan olmuş kişilerin kaydına rastlanmıştır. Bu son şahis Türk ve Bizans çift kimlikli, tarihsel koşullar ve çıkarlarına göre hareket eden şu veya bu kurnaz politikacıya iyi bir örnektir. 

Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın kızkardeşi Gevher Hatun’un kocası olan Erisgen 1070’de başkaldırdığı sultanın öfkesinden Küçük Asya’ya kaçmıştır. Gelecekteki imparator I. Aleksios’un büyük kardeşi Manuel Komnenos’un kumandasındaki Bizans ordusu tarafından saldırıya uğradığında, Sivas bölgesini haraca bağlamıştı. Bizanslıları yenip Yunan generali esir etti ancak Selçuklu ordularının kendisine karşı yollandığını öğrendiği an esiri olan generalin önerisi ile Bizans saflarına geçti, onunla Konstantinopolis’e geldi ve proedros unvanını aldı. İmparatorluk tahtı için farklı adaylar arasında çıkan kavgalarda Hrisoskulos ismi altında öncelikli rol oynadı. Yeni silah arkadaşları ile yakın ilişkiler kurmasını bildi, Manuel Komnenos’un dostu oldu ve Bizans kroniklerine göre Manuel’in zamansız gelen sonu için derin bir acıyla gözyaşı döktü. Manuel’in ölümünden sonra yeni imparator Nikeforos Botaniates’e bağlanmış görünerek tahtta gözü olan kuzeni Süleyman ibn Kutulmuş’un safına geçti.

İoannes Aksoukh (Aksuh) örneği

12. yüzyılda Bizanslı idareciler ve hizmetlerinde bulunan Türkler arasında başka yakın ilişkiler görüyoruz: II. İoannes Komnenos ve Hıristiyan olmuş İoannes Aksoukh arasındaki dostluk ve işbirliği uzun süre devam etti. 1097 yılında İznik kuşatması esnasında Haçlılara esir düşen Aksoukh, Aleksios’un sarayında ileride imparator olacak tahtın varisi ile aynı zamanda yetişmiştir ve onun güvenini kazanmıştır.

Bakın Bizanslı vakanüvis Niketas Honiates ne diyor:

Bir yabancı, adı Aksoukh olan doğuştan Türk’ün kökleri dışında hiçbir barbar yanı yok ve prensin lütfunu kazanmakta herkesin onüne geçti. Baş subaylardan Soliman’ın (İbn Kutulmuş) oğluydu. İznik’in alınmasının ardından Konstantinopolis’e getirilmeden önce talihi yaver gitmiş ve Aleksios’un sarayına getirilmiştir. Erdemlerinden etkilenen imparator onu aynı yaştaki oğluna birlikte eğlensinler ve derslere devam etsinler diye vermiştir. Genç nedimin neşe, tatlılık, soylu hatırsayarlığı genç prensin kalbini kazanmıştı. Aleksios öldüğünde en gözde mabeyinciydi. Yeni imparator onu megas domestikos unvanı ile onurlandırdı ve prensin dostluğu onu herkesten üstün duruma getirmesine rağmen itidali onu kıskançlıkların üstünde tuttu. İmparator ailesi üyeleri bile onunla karşılaştıklarında atlarından inip ona saygı gösteriyorlardı.

I. Aleksios’un kızı Anna Komnena’nın, kardeşi İoannes’e karşı düzenlediği komplo bozulduğunda Niketas’ın altını ısrarla çizdiği üzere Aksoukh diplomatik anlamda yadsınamaz bir eliaçıklık gösterdi. Kızkardeşinin bütün serveti topladığını gören İoannes Anna’nın tüm varlığını müsadere ederek sadık hizmetkârına vermeye karar verdiğinde teatral bir tarzda şöyle bağırdı, “Yakınlarım düşmanım ve yabancılar arkadaşım!” Aksoukh temkinli bir atılış ve uzun bir hitapla prensesin bağışlanmasını rica etti ve imparatorun hediyesini reddetti. “Bu ailenizin kutsal mirası”, dedi ustalıkla. “Geri verilmesi doğru olur. Yabancıların elinde kötüye kullanılır. Ben halihazırda fazlasıyla iyiliklere gark olmuş durumdayım ve imparatorlar beni teveccühleri ile onurlandırdıkları sürece her zaman zengin olacağım”. Erdemli gözdesinin bu eliaçık alçakgönullüğüden etkilenen imparator şöyle cevap verdi: “Eğer Aksoukh’un kendi menfaatinden vazgeçtiği gibi ben de yüce gönüllülükle öfkemden vazgeçmeyi bilmeseydim hükmetmeye hakkım olmazdı, diyerek kardeşini affetti.”

Antik dönem belagatine çok düşkün olan Bizanslıların sevdiği retorik abartı ve söylevlerin büyütülmesinin ötesinde, burada Aksoukh’un imparator üzerinde etkisini ve bu muhtedi Türk’ün vakanüvis tarafından kayıralarak takdim edilmesini görüyoruz. Böyle başarılı kültürel ve dinsel entegrasyonlar Bizanslı idarecileri, Türklerin genel olarak din değiştirecekleri ve Bizans kültürüne yakınlaşarak asimile olacakları ümidine kaptırıyordu. Zira Bizans kültürünün çekiciliği ile başka dönemlerde istilacıları uygarlıklarına ve bu uygarlığın gereklerine çekmek vasıtasıyla asimile etmişlerdi. İmparator Aleksios Komnenos da kısa vadede, “yalnızca bu meşhur göçebe İskitleri ve tüm Persleri, Mısır’da ve Libya’da yaşayan ve Muhammed’in dinine ibadet eden tüm barbarları” Hıristiyan yapacağına inanıyordu.

Türk ileri gelenlerinin “Bizanslılaşmalarının” sınırları

Ancak gerçek o kadar da basit değildi ve iyi asimile olmuş Türkler dahi kökleri ile bağlarını koruyorlardı ve genel kanı bu konuda pek yanılmıyordu: Biraz önce bahsedilen İoannes Aksoukh ve ailesi herkes tarafından kabul görmemişti. İoannes Aksoukh’un oğlu Aleksios Aksoukh’un imparatora karşı kışkırttığı başarısız ayaklanmadan sonra onu çekiştirenlerden biri köklerine gönderme yaparak: “Türk ırkı her zaman Romalıların düşmanı olmuştur. Bu İsmail’in dölü, imparatorla akrabalığına ve iyi ilişkilerine rağmen bir yılan gibi davranmıştır. Türk ve Türk kalacak” demiştir.

Aynı zamanda Kilikya valisi olan Aleksios, oldukça Bizanslılaşmış olmasına rağmen, eski soydaşları ile ilişkilerine devam ediyor ve onların kültürüne hayranlık duyuyordu:

Kilikya’ya gönderildiği zaman, diyor Bizanslı tarihçi Kinnamos, Konya’ya gitmeyi tasarladı. Sultan’la dostluk kurdu ve Bizans’a döndüğünde banliyödeki evlerinden birini dekore etmek istediğinde, ileri gelenlerin âdeti olduğu gibi evini Yunanlıların geçmiş başarıları, imparatorun avda veya savaşta gösterdiği büyüklükler ile süslemedi. Bunları bir kenara koyarak, budala olduğu için, gölgede bırakması gerekirken sultanın askeri başarılarının resimleri ile evini doldurdu.

Bizanslaşmış Türkler dillerini de unutmayabiliyorlardı. Karmaşık saray protokolünü anlatan el kitabı Pseudo Kodinos’ta belirtildiği gibi saray seremonilerinde ilk sırayı alan Vardarlı Türk saray askerleri 14. yüzyılda imparatoru Türkçe selamlıyorlardı.

Konstantinopolis’te Türkler: 
Görünür, sürekli ve çeşitlilik gösteren bir olgu

Gördüğümüz gibi 11. ve 12. yüzyıllarda Türkler Bizans’a ne yeni gelen ne de tamamen yabancı kişilerdi. İmparatorluğun sakinleri devletin kalbinde, başkentte onların varlığına yalnız saf değiştirmiş ve Hıristiyanlaşmış olanlarına değil “normal” durumda yani, Müslüman, göçebe, tüccar, fakir veya derviş olanlarına da aşina idi.

Türn Ortaçağ boyunca Yunan ve diğer kaynakların sıklıkla tanıklık ettiği üzere Bizans başkentinde veya imparatorluğun herhangi başka bir bölgesinde varlığını sürdüren Türkler çeşitli mesleklerle uğraşıyorlardı. 11. yüzyılın sonunda Batılı hacı Bartolf de Nangis’in kaydettiği üzere Constantinus’un şehrinde Yunanlılar dışında Bulgarları, Alanları ve aynı zamanda Türkleri görmek mümkündü. 12. yüzyılda Bizanslı yazar İoannes Tzetzes de şehirdeki Türk varlığını kayda düşmüştür. 13. yüzyılda Konstantinopolis patriği Atanasios Müslümanların, inananları namaza çağırmak için tüm serbestliğe sahip olmasından üzüntü duyduğunu belirtiyordu. Bu durum Konstantinopolis’e yerleşmiş Arap bir tüccarın tanıklığı ile desteklenir. 

Uzun zamandır bir Müslümanın Konstantinopolis’te yani kâfirlerin şehrinde kalmasına şaşıran arkadaşına tüccar şöyle yazar: “Sana bu şehri anlatsaydım bu uzun ikametimin sebebini daha iyi anlayacaktın. Şimdi anlatıyorum ve sen de bil ki burada yaşayanların hiçbir şeyden korkmasına gerek yok. İstedikleri her şeyi yapıyorlar ve kimse birşey demiyor”. Bir yüzyıl sonra 1375’de Papalık için hazırlanan bir raporda çok sayıda Türkün imparatorluk başkentinde yaşadığı belirtiliyordu. Son olarak 15. yüzyılda, İmparatorluğun yıkılışından bir süre önce Media başpiskoposu başkentten geçerken, “Hagarenlerin (Müslümanların) kimse karşı çıkmadan hergün şehre girdiklerini” söylüyordu. Bu tanıklık aynı dönemde Bizans’ta yaşayan Batılı bir rahibin şehirde Yunanlıların yanı sıra Latinlerin, Türklerin, Tatarların ve diğer Müslümanların yaşadıklarına dair söyledikleri ile desteklenir.

Konstantinopolis’te Türklerin bu varlığı 11. yüzyılda başlayıp imparatorluğun son zamanlarına kadar artan sürekli bir olgudur. Bu nüfus içinde ilk “resmi” olarak ikamet eden, Yunanlılarla ticaret yapan ve kendilerine ayrılmış mahallede camilerinin etrafına yerleşmiş tüccarları, sultanın elçilerini, sürgünde veya imparatorun davetlisi Selçuklu meliklerini sayabiliriz. 12. yüzyılın sonunda şehirde yaşayan Türk tüccarların Bizans’la Konya veya Samsun/Amisos arasında düzenli olarak ticaret yaptıklarına dair tanıklıklar vardır.

Camiye gelince 8. yüzyıldan itibaren konuyla ilgili tanıklıklara rastlamaktayız: Arap yazar Mukaddesi’ye göre Mesleme’nin Konstantinopolis’e karşı yaptığı seferden (715-717) sonra Arap tutuklular için, içinde mescid olan bir ev yapılmıştır. Bu bilgiyi İmparator-yazar Konstantinos Porfirogennetos da onaylamaktadır. Arap yazarlar bu mekâna 11. yüzyıl kaynaklarında defalarca değinmişlerdir; IX. Konstantinos Monomahos (1042-1054) Tuğrul Bey için burayı düzenlemiş ve Selçuklu sultanı adına burada hutbe okutmuştur. Biliyoruz ki 12. yüzyılda bu yer denizin kıyısında, şehrin kuzeyinde, Eminönü’ne doğru Perama’daki Azize Eirene kilisesi yakınlarında idi. 1189 yılında Sultan Salahaddin ve İmparator İsaakios Angelos arasında müzakere konusu olan cami de budur. 

Salahaddin’in biyografi yazarı Ebu Şame’ye göre Bizans’taki önemli Müslüman kolonisine tanıklık eden büyük bir inanan topluluğu ve şehirde yaşayan tüccarların katıldığı bir namaz kılınmıştır. Cami 1204’te Haçlı ordularındaki İtalyanlar tarafından yağmalanmış ve yakılmıştır. Vakanüvis Niketas Honiates’e göre şehirdeki yangını başlatan bu olay olmuştur. Cami, 1262’de imparator VIII. Mihael Mısır Sultanı Baybars’ın elçisine yaptırmış olduğu bir camiyi gösterirken tekrar gündeme gelmiştir.

Bir Arap kaynağı Bizans’taki Müslüman mahallesini etrafi duvarlarla çevrili ve Sultan I. Bayezid’in 14. yüzyılın sonunda “ticaret yapıp, Konstantinopolis’e gelen Müslümanların davaları için kâfır mahkemelerine çıkmaları adeletsizliktir” diyerek bir kadı tayin etmeyi gerekli göreceği kadar kalabalık bir yer olarak tarif ediyor.

Konstantinopolis’te sultanlar: 
Sürgünler ve elçiler

Bizans’a gelip uzun süre kalan büyük Türk kişilikleri arasında sultanın elçileri, ziyarette bulunan sultanlar ve imparatorun yanına iltica eden sürgündeki prensler gibi örnekler 11. yüzyıldan başlayıp daha sonra çoğalarak artar. Bu kişiler sayesinde Bizanslılar evlerinde Selçuklu sarayının gösterişine tanık oldular. 12. yüzyılda kardeşi Arab tarafından Konya’dan kovulan Selçuklu Sultanı II. Mesud, İoannes Komnenos’un sarayına kaçmış, burada bir süre yaşadıktan sonra Bizanslıların yardımı ile tahtı ele geçirmiştir; bu sefer kendi kovulan Arab da imparatorluk başkentine sığınmış ve ölünceye kadar burada kalmıştır; topraklarından Selçuklular tarafından kovulan bir Danişmend prensi de aynı şeyi yapmış ve sürgündeki I. Keyhüsrev, III. Aleksios Angelos’un sarayında altı yıl yaşamıştır.

Konya sultanları diplomatik pazarlıklar sırasında bilfıil kendileri Bizans’ta yaşamışlardır: 1162’de II. Kılıç Arslan ona tantanalı bir karşılama hazırlayan I. Manuel Komnenos tarafından davet edilmişti; Süryani vakanüvis Suriyeli Mihael’e göre, “Kılıç Arslan’a gösterilen misafirperverlik çok gösterişliydi. Günde iki kere sultana kendi altın ve gümüş takımları ile yiyecek yolluyordu. Bir ziyafet sırasında Manuel misafirinin sofrasını şölen masası olarak donattı.”

Farkedilmesi daha zor olan Türk varlığı:
Yoksullar, dervişler ve casuslar

Yukarıda bahsedilen Bizanslılar tarafından kabul edilen veya teşvik edilen Türk varlığının yanı sıra, kendileriyle ilgili bilgilerin daha tesadüfi olmasından veya onlarla ilgili kaynakların olayları daha az ön plana çıkarmasından dolayı kavraması daha zor olan kişiler de vardı. Bu Türkler avam tabakasından gelen, zaman zaman karışıklıkları kışkırtan, Bizans’a gizlice girip zengin Bizans başkentinde servet arayan yoksullardı: Yazar İoannes Tzetzes’e göre Konstantinopolis’te her milletin en yozlaşmışlarının bir araya geldiği kozmopolit bir avam tabakası vardı. Korkulan ve saygı duyulan, karmaşa çıkaranlar ve hırsızlar arasında Türkler de vardır. Azize Theodosia’nın hayatında bir mucize ile ilgili olarak bahsedilen Bitinya’dan Konstantinopolis’e gelen yoksul Türk de böyle birisiydi.

Bunun dışında son olarak yalnızca aziz hayatlarında bahsedilen, bu nedenle de ihmal edilmiş bir Müslüman ziyaretçi kategorisi vardı: Bunlar tarihi kaynaklardan ziyade destanlarda hatırlanan ve edebi bir kurgu olamayacak kadar sıklıkla tekrarlanan, az ya da çok kılık değiştirmiş gezgin dervişler, misyonerler ve casuslardır. Aşağı yukarı Tzetzes’in merakla Konstantinopolis’te aziz ilan edilen Türklerden bahsettiği dönemde, Türk destanı Battalname, destan kahramanı Seyyid Battal’ın Bizans başkentine yaptığı gizli ziyaretten söz ediyordu: Keşiş kılığına giren Battal imparatorun önünde Yunanlı papazlarla ilahiyat konulu bir tartışmaya girer. Daha geç bir zamanda yazılmış bir eser olan Saltukname’de derviş Sarı Saltuk’u Konstantinopolis’te keşişlerle din üzerine konuşurken görüyoruz. Danişmendname’de keşiş kılığına girmiş kahramanlardan biri Bizans kalesine girer.

Tarihsel veya edebi kaynaklar düşmanın dilini bildikleri (bunlar genellikle Müslüman olmuş Ermeni ve Yunanlılardı) ve kıyafet değiştirdikleri için düşman topraklarına gizlice giren casuslardan bahseder. Örneğin Fransız yazar Guillaume de Tyr’in anlattığına göre Yunan, Ermeni, Süryani kıyafetinde birçok casus zorlanmadan Haçlıların arasına sızıyordu. Keşiş giysileri din adamlarına tanınan dokunulmazlık nedeniyle onu taşıyan herkesin kolayca dolaşımını sağlayan kıyafetlerden biriydi. Emir Danişmend’in casusunun geldiğini gören bir Bizans şehri valisi “Nasıl olur da sizin gibi hoş bir keşiş hiçbir sorun yaşamadan gelebildi?” diye şaşırır. Casus bozmadan cevap verir: “Taşıdığım, şehri koruyan Mesih’in haçı beni mi korumayacak?” 

Keşiş kılığına girmiş olan Selçuklu mabeyinci Zakarya, sürgünde olan I. Keyhüsrev’i gelip tahtını ele geçirmesi için davet etmek üzere gizlice Bizans topraklarına girer. Yine vezir Bayezid dilenci bir münzevi kılığında, 1402 Ankara savaşından sonra Timur’un askerleri tarafından takip edilen genç prens Mehmed Çelebi için yardım parası toplamıştır. Bir fırsatta, Yunan-Müslüman ilişkilerinin en gergin olduğu dönemde sınır bölgesinde dolaşan gerçek bir keşişi, 10. yüzyılda Genç Basileios’un başına geldiği gibi, Müslüman bir casus zannederler.

Kroniklerin, destanların veya aziz hayatlarının tanıklığı Konstantinopolis’e ve Bizans topraklarına ekonomik nedenlerden, dini yaymak için veya gizli servis ajanı olarak gizlice giren Müslümanların varlığını desteklemektedir.

Bizans taşrasına yerleşen Türkler

Başkentte ve surlarla çevrilmiş Bizans şehirleri dışında bilhassa Malazgirt’teki Bizans yenilgisinden itibaren Anadolu platosu talan yapan göçebe aşiretler ya da sefer halinde düzenli ordular ya da yerleşmeye gelmiş köylüler gibi farklı Türk gruplarıyla doldu. 12. yüzyılda Komnenosların karşı atağı ile kalıcı olarak Bizans bölgesi haline gelen yerlerde dahi Türk varlığı geri dönülemez biçimde kendini gösterdi. Bir şehir Hıristiyanların eline geçtiğinde buradaki Türkler evlerini terk etmeyi reddediyor ve Bizans otoritelerinin rızası ile kalıyorlardı. 

Böylece bir Bizans kaynağına göre Çankırı/Gangra’daki Türkler, “Bağımsızlıklarını seçmek yerine imparator İoannes Komnenos’u iyi niyetli bulup gönüllü kulluğu tercih ettiler ve Roma ordusuna değerli insan gücü sağladılar”. Bizanslı otoriteler de bazen bu tür yerleşimleri destekliyorlardı: III. İoannes Vatatzes, bin Kuman’ın Maiandros/Menderes bölgesine ve Frigya’ya yerleşmesini teşvik etti; veya hükümet Türkmenlerin imparatorluğa yerleşmelerini teşvik için onlara Roma topraklarında tımar (pronoiai) verdi.

İmparatorlukta bir Türk: Tanıdık bir sima

Şu halde başkentte ya da taşrada, şehirde ya da kırsalda 11. yüzyıldan itibaren Bizanslılar, tabii ki hasım olarak, ancak siyasal müttefik, ticari ortak ve komşu olarak da, Türklerle karşılaşmaya alışmışlardı. Onlar hakkındaki değer yargıları ne olursa olsun (ki bu her zaman olumsuz değildi. Örneğin şüpheyle bakılan göçebeler bile bazı Yunan kaynakları tarafından Hıristiyan komşularına sempati gösteren kişiler olarak tanıtılıyordu) imparatorluğun içinde ve dışında Türk’ün varlığına alışılmıştı.

II. Bizanslıların Türkler hakkında bilgileri

Türklerin bu her yerde hazır ve nazir oluşundan dolayı Bizanslılar bu hasım-komşularının dinleri, âdetleri ve dilleri hakkında bilgiye sahip oldular. Böylece Türkler artık tamamen yabancı gruplar değil aksine o dönemde Bizans’a gelen Batılı Hıristiyanlara nazaran daha iyi tanıdıkları kimselerdi.

Türkçe konusan Bizanslılar

12. yüzyılda İoannes Tzetzes gibi bir entelektüelin yazılarından birinden anlaşılacağı üzere bir nevi kozmopolitizm, dönemin önemli dilleri ile ilgili fıkir sahibi olunmasını gerektiriyordu. Latince ve Arapçadan önce Tzetzes Kumanlara ve Selçuklu Türklerine dillerinde hitap edebildiğini vurguluyordu: Örneğin Kumanları selamlamak için İslami formülle Kuman unvanı Altu Beg’i birleştirip, “Salamalek altupeg” demesi gibi. Türkler arasında kullanılan bazı formülleri bildiğini göstermek için karındaş/kardeş (Yunanca metinde karantasi olarak geçiyor) terimlerini kullanıyor.

Genel olarak, Bizans vakanüvisleri anlattıkları konulardaki kavramları açıklayacak kadar Türkçe biliyorlardı: Tarihçi Niketas menşur kelimesinin sultana yollanan mektup anlamına geldiğini biliyordu. Uzun zamandır Türk ve Müslüman unvanlardan haberdardılar. Halife kimdir, sultan kimdir biliniyordu. Bizanslıların günün gerçeklerini eski çağlara bağlama eğilimlerinden vazgeçildiğinde veya özleştirmecilik icabı “antik” görünmesi istenen bir metnin içine barbar şöhretli ve kulağa kötü gelen sözcükler sokmak reddedildiğinde, iyi bilinir ki ısrarla “Pers ya da Ahameniş satrapı” diye adlandırılan kişi aslında bir Türk emiridir. Çavuş, ahi, hoca, çelebi, danişmend ve mevlana gibi kelimeler de bilinirdi.

13. yüzyıldan itibaren Bizans’ın sonuna kadar Türkçe bilgisi daha sağlamlaştı. Örneğin vakanüvis Georgios Pahimeres’in anlatısını Türkçe terimlerle süslemesi onun hasmının dilini basit bir ciladan daha iyi bildiğini düşündürür. Bilginler bazen bu Paleologoslar dönemi tarihçisinin kullandığı Türkçe kelimelere verdiği açıklamaları harfı harfine almamakta hata etmektedirler. Örneğin Menteşe beyinin kuvvetli adam anlamına gelen “salampaki” ismiyle çağırıldığını söylediğinde, kelimeyi açıklamak için karmaşık hipotezlere ihtiyaç yoktur. Bir Türkçe sözlüğe bakıp bunun sağlam sıfatı ile Bey unvanının birleşmesinden meydana geldiğine ikna olabiliriz.

11. ve 12. yüzyıllarda özellikle sınır bölgelerinde çift dillilik görülmekteydi. Niketas tamamen çift dilli (diglottes) olan bir Bizanslı’dan bahseder. Bu kişilerin sayısı zaman ilerledikçe çoğaldı. 14. yüzyılda Türklerle kaçınılmaz sıkı ilişkileri olan halk dışında, bir kesim saray ve taşra ileri gelenleri, imparator İoannes Kantakuzenos da dahil olmak üzere, iyi derecede Türkçe konuşuyorlardı. 15. yüzyılda Kananos ve Dukas gibi tarihçiler Türkçe’de ne kadar rahat olduklarını gösterip cümleler alıntılıyorlardı: “Dede sultan eriş!”, “gavur ortağı,” “Allah Tanrı, Rasul Muhammed.”

Türk inançları ve adetlerine vakıf olan Bizanslılar

Bizanslıların Türk adet, görenek ve inançlarıyla ilgili bilgilerine dair iyi bir örnek ilk Komnenos imparatorlarıdır. Tüm anlatısı boyunca tarihçi Anna Komnena babası I. Aleksios’un muhatabı Müslümanların zevkleri, tepkileri ve karakterlerini ne kadar iyi bildiğini ve bu bilgisinin Küçük Asya’daki emirlerle olan karmaşık ilişkiler yumağını açmakta nasıl yardımcı olduğunu gösterir. II. İoannes Komnenos karşılaşması gereken Anadolulu göçebelerin törelerine vakıftı: “Bu kişiler henüz tarımla uğraşmıyorlardı. Süt içiyor ve et yiyorlardı.” Onların zayıf noktalarını biliyor ve bundan stratejik yarar sağlıyordu: “İskitler gibi göçebeler her zaman ovada çadırda kamp kurarlar ve böylece saldırılara çok açık olurlar.” Manuel Komnenos bir bakışta Türkmen aşiretlerini tanır, komutanlarının adını verebilir, alışkanlıklarını anlatıp reaksiyonlarını öngörebilirdi.

Aynı imparator Müslüman dininin hassas olduğu konularda daha duyarlı olmak amacı ile Ortodoksluğa geçen Müslümanların söylemesi gereken ve “Muhammed’in Tanrı’sına” karşı bir afaroz olan dinden dönme formülünü, Ruhani Meclis ve Konstantinopolis patriği ile giriştiği uzun ilahiyat tartışması ile yumuşatmaya çalışmıştır. Bu olayı anlatan 1180 Tomos’u Yunan hükümdarın İslam’da Tanrıya ibadetle ilgili nasıl bir bilince sahip olduğunu göstermektedir: “Vaftiz olacak Müslümanların âdetlere göre Hıristiyan dinine girme aşamasında Muhammed’in tanrısına beddua etmeleri gerekmektedir ve bu konu onlara sürekli bir rahatsızlık vermektedir. Adını anarak Tanrı’ya beddua etmekten tedirginlik duymaktadırlar.” Bu tedirginlikler, diye devam ediyor metin, Hıristiyan dinine girme aşamasında olanlardaki, hakiki Tanrı’yı eski dinlerinde ibadet ettikleri ilahi olmayan bütünlükle bir tutmalarına yol açan teolojik kültür yetersizliğinin belki de bir işaretidir ve bu nedenle bizzat imparatorun da görüşüne göre dikkate alınmalıdırlar:

Bu çekinceler karşısında aziz ve mutasavvıf imparatorumuz onların bu şüphelerine eğilerek, onların Tanrı’ya karşı olan saygılarının tamamen saygınlıktan yoksun olmadığına karar verdi. Ruhlarını tedirgin eden kararsızlığı ve takıldıkları bu engeli ortadan kaldırmak isteyen (...) majesteleri Tanrı’dan ilham alarak Muhammed’in Tanrı’sına karşı söylenen bedduayı dine girmeye hazırlık kitaplarından kaldırmaya karar vermiştir.

Bizanslılar genel olarak İslam dinine fazla sempati ile yaklaşmayıp, konuyla ilgili bildiklerini de oldukça bayağı bir şekilde yorumlasalar da, 11. ve 12. yüzyıllarda bilgileri daha zenginleşmeye başlamıştır. Fazla özgün olmayan daha eski Bizans tartışma edebiyatı ile artık şartlar gereği Abbasiler dönemindeki gibi uzak hasımlar değil imparatorluğun kalbinde bulunan Türkler vasıtasıyla İslam hakkında edindikleri daha direkt fikirlerini birleştirmişlerdir.

Şimdiye kadar seçilen örneklerin çoğu son Bizans hanedanları (Komnenos, Angelos, Laskaris ve Paleologos (1081-1453)) zamanında Türk ve Müslümanlarla ilgili şeylere görece aşinalığın başkentteki politik ve entelektüel elitin monopolünde olduğu kanısını verse de bu böyle algılanmamalıdır. Gerçekte bu tüm Bizans toplumunu, yöneticileri olduğu kadar halkı, başkenti olduğu kadar taşrayı etkileyen ve sınır bölgelerine yaklaştıkça artan çok daha kapsayıcı bir olgudur.

Gözenekli Türk-Bizans sınırı, politik ve kültürel geçişkenlik faktöru

Belçikalı Bizansçı Henri Grégoire’in Arap-Bizans sınırındaki ilişkiler üzerine derin çalışmalar yaptığı bu “sınır bölgesi ruh hali” Selçuklu Türklerinin gelişi ile artarak sürmüştür. İlk olarak belirtmek gerekir ki bizzat sınır kavramı, iki bölge arasında birbiriyle geçişkenliği tamamen ortadan kaldıran kesin sınır değildir. Türk-Bizans sınırı için bu oldukça sıklıkla el değiştiren bir kalenin egemenliği altında bir tampon bölgedir. Bu bölgedeki halk sonuç itibari ile hami değiştirmeye itilir. Sınırın çalkantılı karakterini anlayabilmek için, 11. yüzyıldan itibaren Sozopolis (Uluborlu) veya Philadelphia (Alaşehir), Maiandros’taki Antakya, Sardes veya Tralles (Güzelhisar-Aydın) gibi sinırdaki bazı yerlerin kaderlerini izleyebiliriz. 

Sozopolis birkaç kere el değiştirdikten sonra Bizanslılardan Selçuklulara geçti. Aynı şekilde Batı Anadolu’daki Bizans varlığının köprübaşı olan ve devamlı olarak Konstantinopolis’teki merkezi idareye karşı ayaklanan Philadelphia da aynı kaderi yaşadı. Manuel Komnenos’un resmi müttefiki Fransız kralı VII. Louis’nin Haçlı ordularının önünde yardım ve koruma sağlayan imparatorluk toprağı olan, bugün ayakta olmayan, Maiandros’taki Antakya yalnızca kapılarını açmakla kalmayıp bozguna uğramış Türk ordusunu sanki burası Selçuklular için güvenli bir limanmış gibi ağırlamıştır. Bir Türk garnizonu ile bir Bizans müfrezesinin bölüştüğü ve fazla güçlük çıkmadan aralarında paylaştığı Sardes’in politik durumu daha bulanıktır. Tralles o kadar çok el değiştirmiştir ki sonunda halk şehri terk etmiştir. Daha sonra Bizanslılar tarafından büyük malzeme, para ve insan gücü harcanarak tekrar inşa ve iskân edilmiştir. Toprak eksikliği çeken bir Türkmen emir kolayca üstüne oturmuştur.

Bu devamlı itaat değişmesi bir nevi bezginlik, yerel halkta “vatandaşlık” duygularının zayıflayarak sonunda halkın politik, dini ve kültürel nedenlerden ziyade coğrafi ve ekonomik sebeplerden en yakın dolayısıyla en etkili hamiyi seçmesiyle sonuçlanmıştır. Veya evinde kalabilmek için o anda galip olan tarafın safına geçmiştir. Bu son vakaya daha önce bahsettiğimiz göç etmektense Bizans egemenliğini kabul eden Gangra/Çankır Türkleri örnektir. Aynı şekilde Paflagonia’nın Dadybra (İskilip) şehri Türkler tarafından ele geçirildiğinde, bazı Hıristiyan sakinler şehirlerine bağlılıklarından dolayı sultandan şehirde kalma izni almışlardır. Tarihçi Niketas Honiates’in yorumuna göre, “sefıl bir köleliği sürgüne tercih etmişlerdir.”

Daha yakında bulunan başka bir dinden ve kültürden hükümdarın hamiliğinin tercih edilmesine bir örnek, coğrafi olarak Konya’ya daha yakın olan (bir vakanüvisin belirttiği gibi “İkonium’a bir gün içinde gidip gelebiliyorlardı.”) bazı Selçuk idaresi altına girmiş Bizans gruplarının Yunan fethinin çok uzun sürmeyeceğini düşünmelerinden ve sivil halk için çok fazla hami değiştirmenin yarattığı ekonomik ve fiziki risklerden dolayı tekrar imparatorun tebası olmayı reddetmeleridir.

Kanunların yerleşmiş olmadığı sınır bölgelerinde, farklı kökenlerden gelen halklar arasındaki uyuşma için hukuki bir bağlılık, uzaktaki veya çok sıklıkla değişen bir merkezi otoriteye bağlılıktan üstün gelmekteydi. Cemaatler arası statüko hayatta kalma meselesi idi ve görülüyor ki daha önce birbirinden ayrı görülen insan grupları sonunda durumu bayağı iyi idare ediyorlardı; Hıristiyan köylüler ve göçebe Türkler zor bir başlangıçtan sonra birbirleriyle fazla ihtilafa girmeden birlikte yaşamaya başlamışlardı. Bu bazen, Türklerin hamiliğini seçen ve eski soydaşlarına göre yaşama tarzı olarak Türk efendilerine benzemeye başlayan Bizanslılar örneğinde olduğu gibi çok çabuk kültürel bir geçişkenlik ile sonuçlanabiliyordu: “Türklerle uzun zamandır karışmış olan,” diyor vakanüvis Kinnamos, “onların âdetlerini benimsediler,” ancak dinlerini değil. Bunun tam tersi bir durumu, böyle vakalara daha az rastlansa da, Orta Anadolu’daki Yahyalı Türkmen aşiretinin Hıristiyanlığı seçmesinde görüyoruz.

Bu tip iki kültürlülük politika alanında da aynı duruşu doğurabilir. Başka bir deyişle yeri geldiğinde hiçbir zorlama olmadan iki rakip hükümdara bağlılık gösterilebilinir: Rum Selçuklularının sarayındaki Hıristiyan mütevazi yazıcılar iki yüzyıllık Türk egemenliğinden sonra Selçuklu sultanına sadakatlerini bırakmadan kendilerini Bizans tebaası olarak görüyorlardı. 13. yüzyıl başlarına ait bir İncil’in kenarına Kayseri’de yazılmış bir yazı Türk hükümdara içten bir sadakati göstermektedir: “Bu İncil Kayseri’de protonoter İoannis Meliteniotes tarafından, aziz ve çok meşhur, sultan Giathatines Kaikhosroes’in [Gıyaseddin Keyhüsrev] oğlu sultan Kaikoupades’in [Keykubad] şanlı hükümranlığında yazılmıştır.” Burada Bizanslı bir kâtibin kaleminden Müslüman bir hükümdardan bahsederken umulmadık bir şekilde aziz nitelemesinin kullanılmasını işaret edelim.

İkili politik bağlılığın bilinci şaşırtıcı biçimde değişik öğelerden meydana gelmiş yazıtlarda ortaya çıkıyor: 

Kapadokya Kırk Dam yakınlarındaki 13. yüzyıl kaya kilisesindeki bir duvar resmi kaftan ve türban giymiş bir Selçuk saray adamını “emir Basil” olarak tasvir ediyor ve hem “çok ulu ve soylu büyük Konya sultanı”na hem de Konstantinopolis imparatoruna ithaf ediliyor. [alttaki resim - SB] 

Aynı ikili bağlılık Konya’nın kuzeyinde bulunan Aziz Hariton manastırının restore edilmiş kilisesinde görülebilir: “Patrik Kyr Gregorios’un döneminde ve Romalıların çok dindar imparatoru ve otokrat Kyr Andronikos döneminde, efendimiz, çok soylu ve büyük Sultan Keykavus’un oğlu Mesud’un hükmettiği günlerde.”

Merkezi otoritenin zayıflaması kültürel olarak karışık bir çeşit bölgesel kimliğin bilincini geliştirmekle kalmayıp aynı zamanda politik ve askeri kadrolarda, prensler, bölge valileri ve hırslı generallar arasında ayaklanma ve ayrilma şekillerinde kendini gösteren merkezkaç eğilimleri de kolaylaştırmaktadır. Komnenosları ve Selçukluları 13. yüzyıl sonunda sallayan hanedan çalkantıları sırasında askeri komutanlar ve ayaklanan prensler hükümetin zayıflığından faydalanarak bağımsız bölgeler tırtıklıyor ve tahtı meşru olarak elinde bulunduranların yerine hak iddia ediyorlardı.

Bizans ve Konya’da olgular simetrikti. Yunan tarafında, I. Manuel Komnenos’un halefleri arasındaki kavga IV. Haçlı ordularının imparatorluk şehrini almasına yardım eden derin bir krizi getirmişti. Bunun yanı sıra Konya’da II. Kılıç Arslan’ın mirası, bir Türkmen ayaklanması başlatmış ve Friedrich Barbarossa’nın Alman haçlıları Küçük Asya’da Selçuklu başkentine doğru bir yol açmaktayken iki oğlu arasında tartışma yaratmıştı.

İki durumda da iki Anadolu devletinin merkezi hükümetine karşı ayaklanmalar, ayaklanmacılara askeri birlik ve para yardımı temin edecek veya onlara sığınma hakkı verip ve hatta başarısızlık durumunda yeniden şans tanıyacak “diğerine” dayanacaktı.

III. Roma/Rum topraklarındaki Bizans-Türk topluluğundan Osmanlılar’daki Roma mirasına geçiş

İlginçtir ki ilgilendiğimiz dönemde Türkler kadar Bizanslılar da tüm doğallıklarıyla dindaşları olan Araplar veya Slavlar’da değil Roma/Rum topraklarında dayanak arıyorlardı. Claude Cahen bizi ilgilendiren bu önemli konunun altını çiziyor:

Tarihin daha sonraki dönemlerinin ruh haline bakarak mantık yürütenler için inanması zor gelse de, Yunanlılar ve Türkler arasındaki ilişkiler birçok kuşak boyunca, uyuşmazlıklara rağmen, kendi dindaşlarıyla aralarında olandan çok daha yakındı. Türklerden yardım isteyen birçok Yunan ayaklanmacı gördük ve zannetmiyorum ki Bizans tarihi Slavlara sığınan Bizanslıların vakalarını bize göstersin. Diğer taraftan kaçmak zorunda bırakılan Küçük Asya’nın Türk emirleri Suriye veya Mezopotamya’daki Müslümanlara değil, aksine gayet normal ve alışılagelmiş bir tavırla Bizanslılara sığınıyorlardı. Müslümandılar, bu doğru ancak az ya da çok bilinçli olarak Rum olarak adlandırılan kimlikle bütünleşmişlerdi. Kendilerini gâvurların evinde geleneksel Darü’l-İslam’dan daha fazla bu yerin bir parçası ve evlerinde hissediyorlardı.

Selçukluların bazı dönemlerinde, Bizans İmparatorluğu’nun çift başlı kartalı ve Rum sultanı unvanını alan veya bastıkları paralarda Müslüman kaligrafisi ile Hıristiyan ikonografisini birleştiren, “Roma” mirası üzerinde hak iddia eden Türk sultanlar olmuştur. 15. yüzyılda Konstantinopolis’in alınıp son Bizans kalesinin de Osmanlı sultanlarının eline geçmesi ile, Türk tarafı açısından 11. yüzyılın ortasında yani Doğu Roma İmparatorluğu’nun resmi olarak son bulmasından 400 yıl önce başlayan Roma-Bizans toprağı ve ideolojisini ele geçirme mücadelesine son nokta konulmuştur.


Michel Balivet
Prof., Osmanlı Uygarlığı, Aix-en-Provence Universitesi
Institut français d’études anatoliennes, 2011



Kapadokya/Kırkdam Altı Kilisesi 13.yy
Belisırma Köyü-Güzelyurt/Aksaray
Selçuklu Sultanı II.Mesut'un komutanı "Başil (İl Beyi) Giagoupis" [Basíleios Giagoúpis - Bασίλειος Γιαγούπης ]
eşi Tamara [kyrá Thamarí - κυρά Θαμαρή ] ve
Aziz George 


NOT:
- İl Beyi (Başil) Giagoupes'un Danışmentli olduğu öne sürülmüştür. Giagoupes "Yağcıbasan" adından evrilmiş.[Laurent,V.,Aziz George Belisırma Kilisesi Yazıtı -  (Laurent, V., ‘Note additionnelle, l’inscription de l’église Saint-Georges de Bélisérama’, REB 26 (1968) 367-71)].

- Ancak yakın tarihli bir araştırma ile Giagoupes'in Türk kökenli olduğu (Yakub) ve Germiyan Beyliğininin sekiz üyesinin Doğu Roma imparatoluğunun emrine verilmiş ve 1440'lı yıllara kadar da hizmet etmişler. Daha sonra Doğu Roma imparatoru Andronikos II.Palaiologos (1282-1328) Giagoupes'i Konya'daki saraya göndermiş.[Rüstem Şükürov "Giagoupai: Bizansların hizmetinde bir Türk ailesi - (Shukurov, R., ‘Giagoupai: a Turkish family in Byzantine service’, Vizantiiskie Ocherki (St Petersburg 2006) 205-29)] Rüstem Şükürov için Rusça pdf:
Rüstem Şükürova "The Byzantine Turks 1204-1461" /kitap:
Her iki veri için dipnot 64 Palace churches of the Anatolian Seljuks: tolerance or necessity?- V. Macit Tekinalp


_________________
_________________