SAYFALAR

29 Temmuz 2014 Salı

BİR GÖR GARİ BİRGİ'Yİ....


Yunan işgali görmüş şu Birgi'nin dağları
Dinledin mi başı çemberli koca anaları
Yaşlı gözlerinde şimdi sevinç pırıltıları
Birgi'yi Türk Ordusu kurtarmış kara gözlüm

Kır, Bayır demeden incir dikmiş dedeler
İrimağzı'nda incir devşirir gelinler
Atatürk'ü unutmaz, işgal görmüş Birgi'liler
Birgi'yi gazi Türkmenler kurmuş kara gözlüm

Dağ eteğinde mor sümbüllü bağları
Gölcük tepesinden bakıverdim aşağı
Hanay kargir evlerinde narlar asılı
Süslüyor Birgi'yi güzelim ağa konakları

Tarlalarında çalışır başı poşulu
İmamı ezan okur gelince zamanı
Hanımları da işler iğne oyasını
Aydın Beyleri kurmuş Birgi'yi kara gözlüm

Kuşluk vaktinde pişer tarhana çorbası
Gelen misafiri pek sever Birgi'nin halkı
Birbirlerine gidip gelirler gece zamanı
Birgi kentini pek sevdim ben kara gözlüm

Cennet mekanı olsun Birgi'yi kuranların
Tarihi yapmışlar korkusuz komutanların
Mert huylu efelerin, yiğitlerin kızanların
Birgi öyle kolay kent olmadı kara gözlüm

Nostalji gibidir davullu düğünleri
Gelin ata biner, zeybek oynar gençleri
Eksik olmaz düğünlerinde keşkekleri
Düğünde keşkek tokmağı salladın mı kara gözlüm ?

Sevinmeliyiz yağmur yağıyor ormanlara
Yaş ağaç kesilmez kurumadıktan sonra
Bahar kokuyor şu Birgi'nin dağlarında
Bir gör gari Birgi'yi sen de kara gözlüm


İsa Kırmızı ,1999





BİRGİ'NİN TARİHÇESİ 


Asya Kıtası'nın batıya bir dil gibi uzanan Anadolu Yarımadası'nın Ege Bölgesi'nde bulunan ve adı Antik dönem'de türlü mitolojik öykülere karışmış olan Bozdağ (Tmolus) 'ın güney eteğine sırtını yaslamış, önüne MÖ. 9.yüzyıl ozanı Homeros'un İlyada Destanı'nda sözünü ettiği : "Asya Çayırları" nı almış olan Birgi, Ortaçağ'da Küçükmenderes (Astarpa, Kaystros) Vadisi'nin önemli yerleşim birimlerinden biriydi. Ya da biz onun için Kelbos (Kelbianon) Ovası'nın kuzeyde Tmolus ile kucaklaştığı bir noktada kurulmuştur bilgisini verebiliriz.

Anadolu MÖ.6500 ya da 6000'lerde Trakya ve Kafkasya yolu ile göç almış olup, MÖ.12.yüzyıl öncesi Anadolu'sunun kavimsel yapısında Hint-Avrupalı halklar hiçbir zaman bulunmamış, Hint-Avrupalılar gelmeden önceki kültür Anadolu'da egemen olmuştur.

Daha çok Asya Kıtası'ndan gelen göçlerle beslenmiş olan bu kültür Ön-Türk ya da Prototürk denilen Batı Asyalılar'ın yarattığı bir unsurdur. Bu Prototürkler ise "AS" adı verilen büyük bir topluluktur.

Tarihte Küçükmenderes Havzası da AS adı verilen bu Prototürkler'in yurdu idi. Hitit kralı II.Tudhalia (MÖ.1460-1440) askeri sefer düzenlediği bu coğrafya için anallarında ASSUWA adını kullanır. ASSUWA ya da ASUWA söyleyişi kimi araştırmacıların yapıtlarında ASOWA olarak da geçer. 

"Asya" sözcüğünün Hititce aslı "ASOWA" idi. Bu ise AS ÜLKESİ, AS YURDU , ya da AS SOYU, AS OĞULLARI anlamındaydı.

Vivien de Saint Martin AS ya da ASİ adı için: "ASİ adının MÖ.1300 yıllarında Küçükmenderes kıyılarına yerleşmiş olan SCYT (diğer adları İSKİT, SAKA, ASSAKA, AS-KEL-AT) toplumu ile ilgili büyük bir kavim olan AS (ASES) kavminin adından gelmiş olması çok güçlü bir olasılıktır." bilgisini verir.

Macar bilgini Peter Vaczy ise : "İSKİTLER... aslında tüm Türkistan'ı ve üstelik tüm Sibirya bozkırlaını kaplaması altında bulunduran büyük SAKA kavimler ailesinden çıkmıştır" der.

S.G.Agacanov : "10.yüzyılda Oğuzlar arasında Peçenekler ve AS'lar...bulunuyordu" bilgisini verdiği gibi , Lev Nikolayeviç Gumilev : "Asya Kıtası'ndan Sayan Sıradağları ile Altaylar arasında AS'ların yaşadığını" belirtir.

Abu Reyhan Biruni : "Ceyhun Irmağı'nın...Oğuz ülkesini sular altında bıraktığını... buradaki ALAN ve AS'ların Hazar sahillerine göçtüklerini" bildirir.

Grjimaylo ise : "AS'ları Türk oymakları arasında gösterir".

12-17 Eylül 1994 tarihleri arasında Ankara'da yapılan 12.Türk Tarih Kongresi'ne Türk devletlerinden katılan bir Türkolog da : "İSKİT (SAKA, ASSAKA, AS-KEL-AT) mezarlarında ele geçen kaplar üzerindeki yazılarda bulunan 22 imi (Damgayı) GÖKTÜRK harfleriyle eşleştirdiklerini, bunlara göre okunan İSKİT metinlerinin TÜRKÇE olduğunu" söylemiştir.

Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde Türkolog Doç.Dr.Cengiz Alyılmaz da "Yukarı Küçükmenderes Havzası'ndaki Konaklı-Soğukluk Kanyonu'ndaki petroglif (kaya resimleri)lerin kesinlikle bu yöreye binlerce yıl önce gelen Ön-Türklerce yapıldığını, bu resimlerin Azerbaycan, Moğolistan, Kırgızistan ve Kazakistan'daki örneklere benzerlik gösterdiğini" belirtmiştir.

Bu durumda tarihte AZ, OS, OZ, US, UZ adlarıyla da bilinen , kendilerine İSKİT, SAKA, ASSAKA, AS-KEL-AT gibi adlar da verilen AS'lar aslında TÜRKÇE olan PEÇENEKÇE bir dil konuşuyorlardı. Tarihte Prototürk AS'ların yaşadığı, içinde Birgi'nin de bulunduğu Yukarı Küçükmenderes yöresi Prototürk kökenli eski LU-UD-ya (Lydia) Devleti'nin güney yarısını oluşturur.

Birgi'nin doğusundaki halkın "Essar Tepe" araştırmacıların "Asar Tepe" olarak adlandırdığı ve üzerinde bir kalenin temel kalıntılarını da barındıran yerde yapılacak bilimsel kazıların, Tarihöncesi dönemlerden de veriler sunacağını sanıyoruz. Bu tepenin üzerindeki temel kalıntılarının Ortaçağ'daki Aydın Beyleri'nin sarayına ilişkin olabileceği görüşünde olanlar da vardır. Olasılıkla bu tepe Birgi'nin en eski yerleşim noktası olabilir.

MÖ. 1.yüzyıl yazarı Strabon'a göre İran'ın doğusundaki (bir Türk eli olan) Kurgan (Hyrcania) Ovası'ndan kolonistleri (yani Saka Türkleri'ni) MÖ. 6.yüzyılda getiren Persler, onları Yukarı Küçükmenderes Havzası'na yerleştirmişlerdi.

Bu, Havzanın Türk nüfusunun yeniden pekiştirilmesiydi. Persler belki de süvarileri için iyi cins atlar yetiştirmeyi, at yetiştiriciliğinin ustası olan bu SAKA Türkleri aracılığıyla gerçekleştirmeyi düşünmüş olabilirler.

Gerçekten de içinde Birgi'nin de yer aldığı Yukarı Küçükmenderes yöresi bile tarihte Hyrcania:Kurkanya, yani Kurgan Ülkesi, Yurdu olarak anılmıştır.

Bu yörede AS Türkleri ileri gelenlerinin mezarları olan yüzlerce kurgan bulunur. Birgi'nin yakın çevresinde geçmişten günümüze ulaşan Maltepe yöresindeki Kurganlar çevre incelemelerimizde karşılaştığımız en eski kalıntılardı. Bu Kurganlara dayanarak Birgi ve yakın çevresindeki en eski insanlık kültürünü Arkaik Dönem (yaklaşık MÖ.1200-500) ve daha eski tarihlere değin çıkarabiliriz.

İlk yerleşmelerin Prototürk AS'lar tarafından yapılmış olduğu Birgi, Hermos (Gedis) Irmağı vadisindeki Sardis merkezli Prototürk LU-UD-ya (Lydia) Devleti'nin güneydeki bir yerleşim birimiydi. Bunu Pers (MÖ.6.yüzyıl) ve Hellenistik (MÖ.4.yüzyıl) dönemlerin izlediği Birgi'de her üç dönemde de kent denilebilecek bir oluşumun varlığından söz etmek mümkün değildir.

Birgi ilk kez Dios Hieron adıyla MS.1.yüzyılda Romalılar Döneminde kent olarak anılır. Yukarı Küçükmenderes Havzası'nda Hypapa'dan (Kupapa, şimdiki Günlüce Köyü) sonra ikinci kurulan kenttir.



Roma Dönemi'nde Ephesos'dan (Apaşa) başlayan yol şimdiki Üzümlü Köyü'ne buradan Hypapa'ya sonucunda Ahrandı Dağı'nın eteğinden Dios Hieron'a ulaşır ; buradan da Semit (Üçkonak Köyü) üzerinden Kelas'a (Coloe,Kiraz) varırdı. Diğer bir yol da Hypapa'dan Tmolus (Bozdağ)'u aşıp, Sardis'e ulaşırdı. Hypapa, Dios Hieron, Kelas arasındaki yol çeşitli dönemlerde uzun süre işlerliğini korumuştur.

Birgi'nin kuşuçuşu yaklaşık 500 metre tam batı yönünde, Bozdağ'a giden asfalt yolun yaklaşık 250 ya da 300 metre doğusunda Damlacıksuyu denilen yörede ÖNTÜRK (Prototürk) DAMGALARI ile karşılaşılır.

Damlacıksuyu'nun böbrek taşı ve kumuna iyi geldiği söylenir. Damlacıksuyu Çeşmesi'ne yakın çok büyük doğal bir kayanın üzerine yapılmış büyük çapta yuvarlak üç tane "ONG" ya da "ON" DAMGALARI yaklaşık 11 metre uzunluğunda bir yüzeyde bulunur.

Kayanın kuzey yüzünde bulunan bu damgalardan ikisi 110 santim aralıkla yanyana, üçüncüsü ise sağda geri tasarda yer alır. Soldaki birinci "ONG" DAMGASININ çapı 150 santim, sağdaki ikinci "ONG" DAMGASININ çapı 135 santim, geri tasarda en sağdaki üçüncü "ONG" DAMGASININ çapı ise 150 santimdir.

Bu damgalar eski TÜRK inançlarında Tanrıya erişme başarısını elde etmeyi belirtirler. "ONG" damgalarının üç tane olması son aşama anlamındadır. Bunlar UÇ, ÜÇ, ÖNDER, LİDER, HAN gibi anlamlar taşımaktadır.

Damlacıksuyu'ndaki büyük bir kayanın düzleştirilmiş yüzeyine yapılmış bu damgalardan bu yerin kesin olarak bir tören, töre yeri, yani kutsal bir alan olduğunu söyleyebiliyoruz. Ön-Türk kültürü araştırmacısı etnolog Haluk Tarcan burasının bir Ateşevi (Otuq) olma olasılığını belirtir. Büyük kayanın değişik yerlerinde "+" yani "OQ" damgaları bulunur. Bu yerin batısındaki geniş alanın Bozdağ yoluna değin bir akropol (yerleşim), Bozdağ yolunun batısıdaki alanın ise nekropol (mezarlık) olduğu buluntular ışığında söylenebilir. Yerleşim yerinde bol oranda seramik kırıkları ve yapı gereci olarak kullanılmış kırma ya da moloz taşlarla karşılaşırken, mezarlık alanında iskeletler çıkmaktadır.

Birgi'deki yerleşimin en eski adı olan Dios Hieron sözcüğü Hellen dilinde "Zeus tapkısı yeri" anlamındaydı. Dios Hieron'da önemli bir Zeus Tapınağı ve bu tapınağın çevresinde küçük bir yerleşim bulunmaktaydı. 1988 yılında Birgi'de yaptığımız çevre incelemelerinde rastladığımız (ve şimdi Çakırağa Konağı bahçesine kaldırılmış) MS.3.yüzyılda Roma döneminde yazılmış 60 cm x37 cm ölçülerindeki mermer bir kitabenin üzerindeki :

"Zeus Soteri, Theoi Sebastoi ve Neikaia demosu adına Trikon tarafından ithaf edilmiştir." yazısı savımızı güçlendirir. Yazıt, Dios Hieron kökenli olmayıp, Neikaia (şimdiki Türkönü Köyü'nün kuzey doğusundaki tepe üzerinde kalıntıları olan kent) halkı adına sunulmuş ve Zeus'un kutsal alanına bırakılmış bir stel idi.

Yazıttaki Soter sözcüğü de , Hieron gibi kutsal bir alanı belirtir. Yine 1988'deki incelemelrimizde Birgi'nin Demirbaba (Temurboğa) yöresi güneyinde, yol düzeltme çalışması sırasında çok parçalanmış durumda ,pişmiş topraktan antropoit biçimli, üst ve alt kapak açılımlı, tanrıça Artemis rahibelerine özgü pişmiş toprak bir lahiti görmüştürk. Lahitin içinden çıkan, şimdi Ödemiş Müzesi'nde bulunan mezar armağanı sermaik kaplar Roma Dönemine ilişkindi ve yöredeki ANATANRIÇA tapkısının Dios Hieron'a uzanan kanıtlarıydı.

Ludya (Lydia) daki Tmolus Dağı'nda , Artemis Tmolia'ya yani Tmolus'lu Artemis'e tapınılmaktaydı. Anatanrıça Artemis kültündeki ve önemli unsur, Tanrıça onuruna korolar ve danslar düzenlenmesiydi. 

Yukarı Küçükmenderes Havzası'ndaki Antik Hypapa (Kupapa, Günlüce) Kenti'nde MÖ.5.yüzyılda yapılmış ulusal Pers kültünü simgeleyen Anaitis ( ya da diğer adlarıyla Anahita, Artemis Persike) tapınağı bulunmaktaydı. 

Persler de Anaitis'i anatanrıça olarak anarlardı. MS.2.yüzyılda Anaitis kültü yörede çok önemli bir duruma geldi. Hypapalılar, Persler'in Anaitis tapınağına çok saygı gösterip, Romalılar'a kin beslediler. Anatanrıça inançlarının bu değin yoğun ilgi gördüğü bir yörede Dios Hieron ya da Zeus Soteri oluşturmak oldukça önemli olsa gerek Erkek baştanrı Zeus'un kutsal alanı olan ya da tapınağı bulunan Dios Hieron'un ataerkil anlayışa sahip topluluklarca oluşturduğu kanısındayız. Kimi araştırmacılar Zeus inancının Dios Hieron (Birgi)'da doğduğunu belirtmektedir.

Antik dönemde Birgi'nin sırtını yasladığı Tmolus Dağı (Bozdağ) eteklerindeki bağlardan elde edilen kırmızı şarap çok ünlüydü. Roma İmparatorluğu Dönemi'nde imparator buyruğu ile bağcılığın krounması istenmişti. Bu konulu taş üzerine bir yazıt , Birgi'nin batısında yakın bir komşu kent olan ve yine Tmolus Dağı eteklerinde kurulmuş Hypapa'da bulunmuş ve Ödemiş Müzesi'ne götürülmüştür. Birgi yöresinin ünlü kırmızı şaraplarına tadını ve kokusunu veren önemli bir katkı maddesi de o yörede toplanan sülüklerdi.

Birgi'nin kurulduğu yerle ilgili olarak Porf.Besim Darkot, İslam Ansiklopedisi'nin II.cildinde : "Birgi, başlangıçta kendini savunma ile ilgili iyice düşünülerek, ova kıyısındaki tepeler üzerinde ya da arasında kale yapımına elverişli bir yerde kurulmuştur." bilgisini verir.

Gerçektir ki, kentin kuruluşunda savunma gerekleri dikkate alınarak ordugüdümsel yer iyi seçilmiştir. Birgi kentini kuranlar konusunda ise Evliya Çelebi şu bilgiyi verir:

"Cemşit neslinden Siriye Melike'nin yapısıdır. Kışlak tahtı idi. Yaylağı hala kuzeyde Bozdağ denilen yüksek dağdır."

Öyleyse kimdir bu "Siriye Melike" ? 

MÖ.5.yüzyıl tarihçisi Herodot : "... güneyden girip Syria (Siriye,Suriye) ve Paphlagonia (Kastamonu ve geniş çevresi) arasında akan ve Karadeniz'deki Boreas rüzgarı yöresinde son bulan Halys (Kızılırmak)'ın beri yakasındaki ulusları" anlatırç

Halys' yani Kızılırmak'ın doğusu Kappadokia'dır. Herodot:

"Kappadokialılar'a Yunanlıların Suriyeli dediğini" söyler. Gerek Kappadokia ve gerekse Katakekaumene'de (Ludya yani Lydia topraklarında Kula ve geniş çevresi) yaşayanlar ARİM,ARUM,RUM ya da HARU da denilen aynı kavim idi. Onlar Strabon'un Leukosyria'lılar yani Beyaz Syrialılar (Siriyeliler) dediği halktı.

Edouard de Muralt ise : " (Ön-Türk) İSKİTLERİN Kappadokia'nın (ve dolayısı ile Katakekaumene'nin) yerlisi olduklarını ve burayı yurt tutmuş olduklarını" vurgular.

Evliya Çelebi'nin söylemine göre Birgiyi kuran kişi olan Siriye Melike'nin Ludya (Lydia) devletine ilişkin Ön-Türk İSKİT ( ya da AS) kökenli bir kraliçe olması gerekir.

Günümüzde Çakırağa Konağı'nın doğusundaki bahçede sergilenen taş yazıtlar, sütun başlıkları ve altılıkları, sütunlar, steller, üzerleri işlemeli öbür taş gereçler, Birgi Kenti'ndeki kimi dini ve sivil mimaride kullanılmış İlkçağ'a ait özgü devşirme taş gereçler, Antik Dönem Dios Hieron'unu modern Birgi'ye bağlayan en önemli unsurlardır.

Dios Hieron, Roma Dönemi’nde Küçükmenderes Havzası’ndaki Cilbianis İnferiores olarak adlandırılan kısımdaydı. Kentin MS.17 yılında birçok Batı Anadolu kentinin yıkılmasına neden olan depremden, yine MS.2. yüzyılın ortalarında Asya Eyaleti’nde görülen depremden ve Babilonya’dan gelen yıkıcı hastalıktan etkilenmiş olması gerekir. MS.4. yüzyılda Roma’nın Asya Diosesi’ne bağlı bir kentti. Roma’nın son imparatoru Teodosius tarafından paganizm yasaklanarak Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini yapılınca, Hristiyan papazlar paganist inancın baştanrısı Zeus’un ya da Dios’un adını ağızlarına almamak için kentin adını Christopolis’e çevirdiler. Bu ise “İsa kenti” anlamındaydı. 

MS.395’de Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca Christopolis, Doğu Roma ya da öbür adıyla Byzans İmparatorluğu’nun payına düştü. MS.5. yüzyılda Byzans İmparatoru Zenon’un “Her kentin kendi piskoposu olmalıdır” yasasına uygun olarak Ephesos Metropoliti’ne bağlı piskoposluk merkezi oldu. Byzans Dönemi kilise listelerinde adı “Christopolis” olarak yazıldı. MS.6. ve 7. yüzyıllarda klasik uygarlığın çöküşü sonrasında eski kentler coğrafyadan silinirken, Christopolis (Birgi) varlığını sürdürdü. MS.VII. yüzyılda Byzans İmparatoru Herakleios (MS.610-641) zamanındaki kanlı Sasani-Byzans savaşları sırasında Sardis Kenti gibi Christopolis (Birgi) Kenti de sıkıntılı bir dönem geçirdi. Christopolis (Birgi) piskoposları Zoetos 691’de ve Stefanos 879’da Ortodoks kilisesi ile ilgili Konsil zabıtlarını imzaladılar. 

1071’de Byzans İmparatoru Romanos Diogenes ile Selçuklu Sultanı Alp Arslan arasındaki Malazgirt (Manzikert) meydan savaşının Türkler’in kesin utkusuyla sonuçlanması, Byzans İmparatorluğu’nun düşmesini hazırlayan en büyük vuruşlardan biri oldu. Anadolu hudutlarını koruyan Byzans ordusu yok edildi. Doğudaki Türkler’e Anadolu kapıları açıldı. Byzans İmparatorluğu’nun acınacak durumu İmparator VII. Mihail Dukas’ın antimiliter politikaları dolayısı ile daha da kötü bir durum aldı. Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah, kendini imparator ilan eden Nikefor Melissenos’u destekleyince, Melissenos Türkler’e açılmamış kent ve kaleleri verdi. Dolayısı ile Pyrgion(Birgi) kenti de Türkler’in eline geçti. 

1081’de imparator olan Alexios Comnenos, 1098 ilkbaharında Byzans’ın Thracessien Theması’nı geri alıp Türkleri Batı Anadolu’dan çıkarınca, Pyrgion yani Birgi kenti de yeniden Byzans’ın yönetimine girdi. Prof.W.M.Ramsay’a göre: “Pamphylia’nın hemen bütün toprakları Türkler’in eline geçip, Attaleia vilayeti Hristiyanlığın merkezi ve sonraları tek piskoposluğu olarak kalınca, Pyrgion (Bergi,Birgi) kenti, Perga Metropoliti’nin makamı olmuştur. 

Pyrgion’un metropolis derecesine yükselmesi (Byzans İmparatoru İsaakios Angelos, 1185-1195 döneminde) 1193 ile 1199 yılları arasına rastlar.” Bu konuda Rüstem Duyuran, Tarihte Batı Anadolu adlı yapıtında: “Bu kent Byzans devrinde metropolitlik merkezi olup, Pyrgion adını taşıyordu.” deyişi ile olayı kanıtlar. 

Byzans İmparatoru II. Andronikos’un (1282-1328) döneminde düzenlenen piskoposluklar listesinde Pyrgion’un adı metropolitlik merkezi olarak yer alır. Byzans tarihçisi Dukas: “Tchineit, Ephesos’da birdenbire öldüğü zaman cenazesi hemen Tmolus Dağı’nın eteğindeki Pyrgion’a getirilip gömülmüştü” anlatımıyla 14. yüzyılda kentin adının Pyrgion olduğunu ve Tchineit’in mezarının burada bulunduğunu belirler.

Birgi’nin güneyinde ve yaklaşık 800 metre uzaklığında Manastır denilen bir yöre vardır. Burası eskiden dindar kişilerin, keşişlerin dünya ile ilgilerini keserek yaşadıkları bir yerdi. 

1988 yılında Birgi ve yakın çevresindeki incelemelerimizde burada kara taştan oyulmuş bir dibek ile tarihi çeşme ve önünde mermer bir sütun altlığı dikkatimizi çekmişti. Osmanlılar Dönemi’nde yapılmış çeşmede devşirme antik taş gereçler kullanılmıştı. Çeşmenin alınlığına üzerine yuvarlak bezemeler yapılmış mermer bir taş konulmuş olup, su ön tarafta üzerinde haçlar bulunan mermer bir lahide dökülüyordu. Çeşmenin suyu pişmiş toprak künklerle getirilmişti. Birgililer eskiden çeşmenin yakınında bulunan siyah taş sütunların yapı gereci olarak kullanılmak üzere götürüldüğünü belirttiler. Tüm bu kalıntılar bir zamanlar burada bir manastırın bulunduğunu kanıtlar. Manastır hakkındaki bilgilere 1662 tarihli “Tapu Tahrir Defteri” nde de rastlanır.




XI. yüzyıldan başlayarak Türkmenler’in Kelbianon adı verilen Yukarı Küçükmenderes Vadisi’ne yaptıkları militer baskı ve akınlardan Pyrgionlular’ın da etkilenmesi gerekir. XIII. yüzyılda ve XIV. yüzyıl başında Türkmenler Batıya doğru akınlar yaptılar. Germiyan Beyi I.Yakup bir Alişir’in sübaşısı Aydınoğlu Mehmet Bey ile Emir Menteşe’nin damadı Sasa Bey’e bağlı Türkmenler’in akınları Kelbianon Ovası’nda bazı yerleşim yerlerinin Türkmenler’in eline geçmesine neden oldu. Pyrgion(Birgi) da Sasa Bey tarafından 1304’de ele geçirildi. 

Anonim anlatılara göre Sasa Bey Birgi kalesine bugün Sasalu denilen yerden girdi ve bu olayın anısını yaşatmak için buraya bir mescit yaptırdı. Birgi’de Sasalu yöresinde kayalar üzerine yapılmış Sasa Bey Mescidi’nin, o zamanki yapının aynısı olduğu tartışmalıdır. Byzans İmparatoru IX. Mihail Paleologos adım adım yitirdiği verimli toprakları ve önemli sitleri Türkmenlerden geri alabilmek için 1302’de Sicilya Kralı Ferdinand Dragon’dan yardım istedi. Kral, Roger de Flor yönetiminde yarı yarıya Katalanya (ağır donatımlı ada askerleri) ve Elmugaurla (hafif donatımlı kuzey İspanya dağlıları olup, Almogavar ya da Almogavir adlarıyla da bilinirler) askerleri gönderdi.Yedi savaş gemisiyle gelen bu askerler yaklaşık sekiz bin kişilik bir bağlaşık filosuydu. 

1302 Eylül’ünde Byzans İmparatoru IX. Mihail Paleologos’un ricası üzerine İstanbul’a gelen Roger de Flor, serüvenci bir asker tipiydi. Daha önce Sicilya ve Napoli kralları arasında yapılan savaşlarda görev yaptı ve kendisine kızan Papa’nın eline geçmemek için Byzans İmparatoru’na görev yapmayı olurladı. Piers Paul Read, Tapınak Şövalyeleri adlı yapıtında Roger için: “Bir tapınak kadırgasının komutanı olan Roger de Flor, bundan sonraki korsanlık yaşamının temellerini atarak, gemisinde bir yer vermek için Akka’lı varsıl kadınlardan büyük tutarlarda para aldı” der. 

Tuncar Tuğcu ise Masonların Saklı Tarihi adlı yapıtında: “Bir Tapınak Şövalyesi olan Roger de Flor’un korsanlık yaptığı, hem de tarikatın malı olan bir kadırga ile Akdeniz’i haraca kestiğini biliyoruz. 1302 yılına gelindiğinde Tapınakçı Flor’lu Roger’in emrinde otuziki kadırga ve iki bin beşyüz korsan vardı ve birincil hedefi Anadolu Türkleri idi” bilgisini verir. 

Byzans İmparatoru IX. Mihail Paleologos Anadolu’yu ele geçiren Müslüman Türkmenler’e karşı Roger de Flor’un (ya da bir Hristiyan ordusunun) gelişiyle bu değin güçlü bir yardım sağlamış olduğuna aşırı sevinerek Roger de Flor’a “Büyük Duka” ünvanını verdi ve onu yeğeni ile evlendirdi. Ancak Katalanya ve Elmugaurla askerleri Anadolu’daki kentleri yağmalamaya başladılar. Denildiğine göre Batı Anadolu’yu Müslüman Türkler’den temizlemek için gelmiş olan bu ordu, yerli halka Türkler’in yapmadığı her türlü kötülüğü ve kıyımı gerçekleştirdi. Cycique (Erdek) kentine girerek her türlü zorbalığı yapıp, kadınları kaçırıp, Hristiyan halka tutsak davranışında bulundular. Bu Hristiyan ordusu Cycique’de en korkunç kıyıcılığı yaptı.

Aynı yılda Türk Germiyan Beyi I.Yakup bin Alişir, Karaman Türkleri’nden de destekli bir ordu ile Philadelphia’yı (Alaşehir) kuşatmış ve çevresindeki kaleleri ele geçirmişti. 1304 yılı Mayıs’ında Büyük Duka Roger de Flor başkomutanlığındaki bin Rum, bin Alan, altıbin Katalan ve Elmugaurla (Almogavar)’dan oluşan sekizbin kişilik bir ordu Cycique, Germe, Cliare yoluyla Phila delphia’ya ulaştı ve kenti kuşatan Türkmenler üzerine yürüyerek onları geri çekilmek zorunda bıraktı. Türkmen ordusuna komuta eden I. Yakup bin Alişir yaralandı. 

Roger de Flor sözde kurtardığı Philadelphia halkından zorla çok büyük paralar topladı. Direnenlere kıyıcılıkta bulundu. Diğer yerleşim birimlerini haraca bağladı. Sonra Tmolos’u (Bozdağ’ı) aşıp, Kaystros (Küçükmendreres) Vadisi’ne inen Roger de Flor ve askerlerinin yaptıkları 1783’te Fransa’da Historia Üniversitesi Tarih Kurumu tarafından kaleme alınmış “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” adlı kitapta şöyle anlatılır: “Aynı haydutlukları Pyrgos (yazarın notu: bunun doğrusunun Pyrgion olması gerekiyor. 

Şimdiki Birgi kasabası) ve Efes’te, Chios (Sakız), Lemnos (Limni) ve Mitylene (Midilli) adalarında da yaptı. Gizledikleri nesnelerin yerini öğrenmek için insanlara işkenceler yaptırıyor ve söylemeyenleri ölümle cezalandırıyordu. İmparator’un ve valilerin memurları bile bu şiddet hareketlerinin dışında tutulmuyordu. Aynı şekilde kötü davrandığı Magnesia (Manisa)’yı... kuşatmaya gitti... Roger Magnesia’yı kuşatmakla uğraşırken, Türkler hiçbir direnme ile karşılaşmadan imparatorluk topraklarını yağma ediyorlardı.” 

Yağmacı Katalan ve Elmugaurla ordusu Kaystros (Küçükmenderes) Havzası’ndaki Türkler’in katı direnişi ile karşılaştı. Havza Hristiyanları’nın Byzans İmparatoru’na Katalan askerlerini geri alması için yakınmada bulunmaları üzerine Roger de Flor ve askerleri Küçükasya’nın (Anadolu’nun) birçok kentinde halkın varını yoğunu haydutlukla yağmaladıktan sonra 1306’da Mtylene (Midilli), Lampsakos (Lapseki), Gelibolu yoluyla Küçükasya’dan çekildi. Byzans İmparatoru, Anadolu’yu Türkler’e karşı savunması için Roger de Flor’a “Sezar” ünvanı verdiği gibi, onbirbin altın akçe de sundu. 

Ancak Roger sözlerinde durmadı. Sonucunda bu Katalan ve Elmugaurla askerlerinin acımasız ve kıyıcı, sıra, saygı tanımadan davranan komutanı Roger de Flor Hadrianapolis (Edirne) kentinde Alanlar’ın komutanı George tarafından öldürüldü. Bundan sonra Aydınoğlu Mehmet Bey Pyrgion’u 1307/8’de yeniden Byzans yönetiminden geri aldı. Bergi ya da Birgi adını vererek, kendine merkez tuttu. Bu kentte Germiyan Beyi I.Yakup bin Alişir’in sübaşısı olarak bir miktar askerle oturdu ve “Birgi Beyi” diye anıldı. 

Birgi Beyi Mehmet Bey ile Tire Beyi Sasa Bey’in arası önder olma mücadeleleri nedeniyle açıldı. Sasa Bey birçok bağlaşmada Hristiyan devletlerle aynı sırada bulunduğundan, sonunda Müslüman Türkler katında kötü bir duruma düştü. Sasa Bey’in Anadolu içlerine ilerleyen Hristiyan bağlaşık ordusundan yana olması, kendisi için iyi olmadı. Bu ordunun seferi sona erince Sasa Bey yalnız kaldı. 1310’da Tire önündeki ovada yapılan savaşta Aydınoğlu Mehmet Bey’in ordusuna yenilip, vurularak öldü. 

Kendine Birgi’yi başkent yapan Mehmet Bey yörenin tek egemeni oldu. Sasa Bey’in Byzanslılar’dan ve Katalan komutanı Roger de Flor’un Türkler’den Birgi’yi alışları sırasında eski kaynaklarda adı geçmeyen, ortada görünmeyen bir kız, Aydınoğlu Menmet Bey’in 1307/8’de Birgi Kenti’ni alışında sahneye çıkar ve anonim anlatılarda kent kapılarını aşık olduğu Mehmet Bey’e açan “Kral Kızı” oluverir. Birgi’de Aydınoğulları türbesi önünde mezarı bulunan bu kişinin Aşıkpaşazade’nin söz konusu ettiği Bacıyan-ı Rumlar’dan birisi olabileceğini olurluyoruz.

Birgi kenti ve çevresinin 14. yüzyılda ele geçirilmesi ve Müslümanlaştırılmasında Orta Anadolu’dan gelmiş Emir, Kara ve Gaziler’in yanında, Ahi, Abdal, Baba, Dede, Şeyh, Sultan ve Derviş denilen zümrelerin de önemli katkılarını belirtmek gerekir. Onlar peşlerinde kendileri gibi düşünen, inanan mürid topluluğu ve Türkmenler ile Küçükmmenderes Havzası’na geldiler; ele geçirip Müslümanlaştırmaya giriştiler.


Bunlardan Birgi Kenti ile ilgili olanları şöyle belirtebiliriz: 

Kara Musa (Birgi’de bir zaviyesi olup, Aydıonoğlu I.Umur Bey’e Gazilik sanı verdi.), 

Kara Samit (14. yüzyıl birinci yarısında eski Birgi-Kelas karayolu üzerinde kurduğu mescid, zaviye ve imaretten oluşan külliyesinin çevresine üç obanın konup yerleşmesi ile Samit-Üçkonak Köyü’nü oluşturdu.), 

Emir Temurhan Bey (Birgi’nin güneyindeki Demirboğa mahallesi ile Timurbaba mezarlığı onun adını taşır.), 

Emir Kutlu Bey (Birgi’nin Kutlubeyler Köyü onun adını taşır.), 

Emir Oğuzhan Bey (Birgi’de çiftlikleri olduğu gibi, Birgi yakınlarındaki Oğuzlar Köyü onun adını taşır.), 

Emir Kurt Bey (Birgi’nin ele geçirilmesinden sonra kiliseleri camiye dönüştürmesiyle bilinir. Aydınoğlu Gazi I. Umur Bey’in deniz ve kara seferlerine katıldı. Birgi’nin Kurt Gazi Mahallesi adını bu emirden almıştır.), 

Kızıl Paşa (Adı Kızıl Sultan olarak da bilinir. Birgi’de makam mezarı ve zaviyesi vardı.), 

Bayezit Paşa (Adı Bayezit Baba olarak da bilinir. Birgi’nin güney batısındaki Bayezitler Köyü adını bu kişiden almıştır.), 

Ak Baba (Birgi’deki Akmescid Dede külliyesi adını bu kişiden almıştır.), 

Sefer Şah (Birgi’de bir zaviyesi vardı.), 

Şeyh Ozan (Birgi’de yaptırdığı ve vakıf olarak 40 dönüm toprak bağışladığı çeşmesi vardı.), 

Saru Saltuk (Birgi’de zaviye kuruluşu vardı.), 

Han Bey (Birgi’nin Deniz Avlusu Köyü’nün sahibi olup, bu köyün doğusundaki Han Karyesi onun adını taşır.), 

Emir Aslıhan Bey (Birgi’nin Genev-Zeytinlik kasabasında Alihan Baba Sultan ve Elvan Baba ile ortak zaviyesi vardı.), 

Karlı Baba (Emir Temurhan Bey’in oğlu olup, Birgi’de zaviyesi, Bozdağ’da “Karlı Oluk” vakıfları vardı.), 

Hacı Kamış (Anonim anlatılarda Potamia-Bademli’yi ele geçirenler arasında adı geçer. Birgi ve Bademli de kurduğu zaviyeleri vardı.), 

Çörek Baba (Birgi’nin kuzey batısında küçük bir yerleşim onun adını taşır.). 

Aydınoğlu Mübarezettin Mehmet Bey doğuda Alaşehir’den, batıda Arşipel’e değin uzanan ülkeye egemen olunca Birgi ve çevresinde bir emaret oluşturup, 1312 yılında Germiyanoğulları Türkmen Beyliği'’den ayrılarak, Aydınoğulları Türkmen Beyliği’nin kurucusu oldu. Bundan sonra Aydın Eli’ne “Memleket-i Birgi” dendi. Bergi (Birgi), Turha (Tire) ve Efese (Efes) kentlerinin Türkmenler tarafından ele geçirilişi ile Küçükmenderes Havzası kesinlikle Byzans’ın elinden çıkmış oldu.


1308 yılından az sonra Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin torunu Ulu Arif Çelebi Birgi’ye gelerek Mehmet Bey’in konuğu oldu ve onu Mevlevi tarikatına aldı. Mevlana’nın oğlu Sultan Bahaettin Veled, Aydınoğlu Mehmet Bey’i “Sultanül’ guzat-Bizim subaşımız” diye ödüllendirdi. Mehmet Bey’i Moğol ve Türk emirlerine övdü. 

Aydınoğlu Mehmet Bey ise Sultan Bahaettin Veled’e her yıl armağanlar gönderdi. Aydınoğlu Mehmet Bey, Ulu Arif Çelebi’nin güler yüzüne ve iyilik duasına erişmiş; Çelebi, gerek Mehmet Bey ve gerekse çocuklarının utku ve başarıya kavuşacaklarını müjdelemiştir.

Birgi’de 1310 yılında ölen Aydınkızı Hanzade (Hanzade binti Aydın) Hatun’un kabri üzerine Hatuniye Kümbeti yapıldı. Bu kümbet ya da türbe Hanzade Hatun ve Sultanşah adlarıyla da bilinir. 1312 yılında Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından Birgi’de Camii Kebir (Ulucami) adlı ibadethane yaptırıldı. 1323’de sanatkar Muzaffer-üddin tarafından Ulucamiin görkemli minberi yapıldı. Ulucamiin doğusunda ve yakınında bulunan Kubbeli Hamam’ın da aynı yüzyılda yapılmış olması olasıdır. 

Kurt Gazi Mahallesin’de bulunan Güdükminare Mescidi 14. yüzyıl özellikleri taşır. 14. yüzyıl Birgisi gerek sosyo-ekonomik yapısı ve gerekse kültürel durumu bakımından oldukça ileri görünüm sergiler. 

Seyfeddin-ül Baytaroğlu Bahadır Birgi’de yaşamıştır. Eğitime önem veren Aydınoğlu Mehmet Bey’in Birgi’de yaptırdığı medresenin öğrencilerinin Bozdağ’da yurtları olup, Gölcük korusu bu medreseye vakfedilmişti. Bundan da medrese öğrencilerinin derslerini yaz sıcaklarında serin Bozdağ yaylağında, kışları ise Birgi’deki okullarında yaptıkları sonucunu çıkarıyoruz. 

1325’de Byzans İmparatoru Kenc Andronicos Paleologos ile Mehmet Bey arasında Birgi’de bir sözleşme imzalandı.

1333’de Berber kabilelerinden Levata’lara bağlı Tanca’lı gezgin İbn. Battuta Birgi’ye gelerek Aydınoğlu Mehmet Bey ile görüştü. Battuta, Mehmet Bey’den “Birgi Sultanı” diye söz eder. Mehmet Bey için: “Aydınoğlu Mehmet Beğ’dir ki, keremkarlığı, erdemli kişiliği ve seçkin varlığı ile zamanındaki Beyler, Sultanlar arasında parlamıştı” der. 


Battuta Birgi’de Aydınoğlu Mehmet Bey’in yaptırdığı medresede müderrislik yapan Muhyiddin ve kadı İzzeddin Ferişte ile görüştü. Gezgin o günün Birgi müderrisi, medresesi ve Aydınoğlu Mehmet Bey hakkında şöyle anlatır: 

“ Muhyiddin iyi tımar edilmiş bir katıra binmiş, öğrencileri önde, hizmetkarları ve köleleri de iki yanında yer almış oldukları durumda medreseye geldi. Üzerinde altın kakmalarla süslü, geniş ve ağır bir lata vardı. Selam verdiğimizde, bunu daha süslü sözcüklerle karşıladı ve kibar kibar konuşarak elimden tutup beni yanıbaşına oturttu. Sonra oraya kadı İzzeddin Ferişte de geldi.... Kendisini karşıladık. 

Müderris’in sağ yanına oturdu. Derse başlandı; Müderris temel ve yardımcı bilgiler üzerinde sözü açtı. Ders bitince kalkıp hücrelerden birine gitti ve burasını benim için döşetmeye, hazırlamaya girişti. Daha sonra da bana gösterişli bir sofra ile yemek gönderdi. Akşam namazından sonra yine bizimle ilgilendi. Bunun üzerine yanına gittim. Onu bahçede bir köşkte oturur buldum. Orada bir havuz vardı. Su, buraya beyaz mermerden yapılmış kıyısı çinilerle kaplı bir arktan akıyordu. Müderris’in önünde bazı öğrenciler oturuyor, hademe ve köleler ise iki yanında ayakta bekliyorlardı. Kendisi nakışlı kumaşlarla örtülü bir sedirde oturmaktaydı. Onu bu durumda görünce, kendimi padişahlardan birinin katında bulunuyor duygusuna kapıldım. Beni gördüğü zaman ayağa kalkıp karşıladı ve elimi sıkarak yanıbaşına, sedire oturtarak yiyecekler sundu. Yemeği bitirdikten sonra yanından ayrılıp medresedeki hücreye döndüm. 

Daha sonra öğrencilerden bazıları, bütün öğrencilerin o gece gördüğüm gibi, her gece aynı biçimde yemeklerini Müderris’in önünde yediklerini ve bunun başlıca töreleri olduğunu bana anlatmışlardı. Sözü edilen Müdrerris efendi, benim oraya (Birgi’ye) gelişimi pek övücü bir anlatımla beldenin egemenine (Aydınoğlu Mehmet Bey’e) yazmıştı. Birgi Beyi (Mehmet Bey) o günlerde yüksek yaz sıcakları nedeniyle çevredeki yaylalardan birine (Bozdağ’daki) gitmiş bulunuyordu. Bey, bu yayla pek serin olduğu için her yaz oraya gitmeyi özel alışkanlık edinmişti... 

Müderris benim geldiğimi duyurduğu zaman, beni alıp götürmek üzere Naibini hemen kente (Birgi’ye) göndermişti. Ancak Müderris bana, Bey’in çağırmada ısrar etmesi ve ikinci bir cağırıcı göndermesi gerektiğini anlatarak, kalmamı öğütledi... Bir süre sonra Bey, beni ikinci kez yanına istetti... (Müderris ile birlikte) Atlanarak kayalar arasında açılmış ve düzeltilmiş dar bir yoldan onun arkasından yaylaya yollandım. 

(İbn.Battuta bundan sonra yayladaki yaşantısı hakkında bilgiler verir.) 

Buradaki eğleşmemiz uzayıp da can sıkmaya başlayınca artık ayrılmak istedim... (Müderris) bir adamını Bey’e göndererek, yola çıkmak için olur vermesini duyurmuştu. Ertesi gün Bey’in Naibi gelerek Müderris ile Türkçe bir şeyler konuştu... Adam, Bey’in yanına gittikten az sonra geriye döndü ve Bey’in o günü orada geçirmemizi, ertesi gün Bey ile birlikte kentteki(Birgi’deki) saraya ineceğimizi bize bildirdi. 

Ertesi gün olunca Bey, bize kendi bineklerinden güzel bir at gönderdi. Ona binerek hep birlikte kente (Birgi’ye) indik. Halk bizleri karşılamak üzere yollara dökülmüştü. Sözü edilen kadı ile öteki tanıdıklarımız bunlar arasında bulunuyordu. Bey, kente girince biz de arkasından (Birgi’deki) sarayın kapısına kadar onunla birlikte geldik. Orada Müderris Efendi ile ayrılıp medreseye doğru yöneldik ki, hemen bizleri çağırıp saraya girmemizi buyurdu. Büyük kapıdan geçip sarayın girişine geldiğimiz zaman, her biri dünya güzeli sayılacak ölçüde, ipek fistanlar giymiş, saçlarını omuzlarına dökmüş, pembe beyaz tenleriyle pırıl pırıl parlayan yirmi kadar iç oğlanı bizleri karşıladı. Müderris’e bu civanlar kimlerdir, diye sormaktan kendimi alamadım. Bunlar Rum oğlancıklardır, dedi. 

Böylece birlikte çıktığımız uzunca bir merdivenin sonunda, orta yerde her köşesinde ağzından su akan tunçtan arslan heykellerinin yer aldığı bir havuz bulunan güzel bir salona girdik. Salonu çepeçevre üzerleri kumaşlarla döşeli sedirler çevirmişti. Bunlardan daha yüksekte olan taht ise, Bey için kurulmuştu. Buraya geldiğimiz zaman Bey, kendisine ilişkin döşeği eliyle kaldırıp bizimle birlikte aynı döşeklerin üzerine oturdu. Müderris sağ yanında, Kadı onun yanında, ben daha geride bir yere oturdum. Hafızlar sedirin alt yanında yer aldılar. Zira Hafızlar Bey’in yanından bir an olsun ayrılmazlardı. Ondan sonra limon suyundan yapılmış, içine ufak kurabiyeler atılmış şerbetle dolu altın ve gümüş taslar getirildi. Ayrıca yine aynı şerbetle doldurulmuş çini kaseler de ortaya konmuştu. Altın ve gümüş nesneyi din kurallarınca kullanmaktan sakınan kimseler, altın ve gümüş kaşıklar yerine getirilen tahta kaşıkları kullanıyorlardı. Sözü, ben alarak Bey’e şükranlarımı sundum. 

Konuşurken Müderris Efendi’yi de oldukça çok övdüm. Pek tantanalı ve abartılı konuşmam, Bey’i kıvandırdığı değin, sevindirmişti de. 

Biz böyle bu biçimde otururken başında taylesanlı bir sarık bulunan yaşlıca bir adam gelerek selam verdi. Kadı ile Müderris ayağa kalkıp onu selamladılar. Adam, Bey’in önündeki sedire oturunca Hafızlar geride kaldılar. Müderrise bu adamın kim olduğunu sordum... Bu ihtiyar,Yahudi bir hekimdir. Hepimizin ona gereksinmesi olduğundan, gördüğün gibi ona saygınlık eder ve ayağa kalkarak onu karşılarız, dedi... 

Yine bu toplantı sırasında Bey, bana hiç gökten düşen bir taş gördün mü diye sormuş, ben de ne gördüm, ne de işittim yanıtını vermiştim. Bunun üzerine Birgi dışına böyle bir taşın düşmüş olduğunu söyleyip adamlarını çağırttı ve onlara söz konusu taşın getirilmesi buyruğunu verdi. Bu adamlar kapkara sert ve kaypak bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı sanıma göre bir kantar çekmekteydi. Bey bu kez taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip divan tuttular. Taşın parçalanması buyrulunca, ellerindeki balyozlarla hep birlikte taşa dörder kez vurdularsa da, bir şey olmadı. Buna şaşırdım kaldım. Bey, bu denemeden sonra taşın götürülüp eski yerine konmasını buyurdu. 

Bey ile birlikte kente (Birgi’ye) girişimizin üçüncü günü, büyük bir gösteri düzenlendi. Kentin ileri gelenleri, ordunun yüksek rütbeli subayları, şeyh efendiler, bilginler hepsi bu gösteriye çağrıldılar. Yemekler yenildi,güzel sesli hafızların okudukları Kur’an-ı Kerim dinlendi ve gösteri sonunda biz de medresedeki hücremize dönmeye olur aldık.

Burada kaldığımız sürece her gece Bey tarafından gönderilen mumları yakarak aydınlandık; tatlı,meyve ve yemekleri yedik. Daha sonra da yüz miskal altın ile bin dirhem gümüş, tam kat bir giysi, bir at ve Mihail adında bir Rum köle armağan etti. Adamlarımıza da giysiler ve para verdi. Bütün bunlar Müderris Muhyiddin Efendi’nin, Tanrı ona en iyi ödüller versin, yardımının sonucu idi. Böylece her birine ayrı ayrı veda ederek oradan (Birgi’den) ayrıldık. Gerek Birgi’de, gerek yaylada kalmamız tam ondört gün olmuştu”


Mehmet Bey’in oğlu Baha-üd din Umur Paşa, çıktığı seferlerin dönüşünde Birgi’ye gelerek babası ile görüşürdü. Eski Türk geleneklerinden olan ve savaş eylemini andıran av düzeni ve kuruluşu, Aydınoğulları Türkmen Beyliği’nde de uygulanırdı.

Aydınoğlu Mehmet Bey 1334’de av şöleni düzenleyerek, oğlu Umur Bey’i Birgi’ye çağırdı. Av şöleni sırasında Mehmet Bey suya düşerek hastalanıp öldü. Eski Türkler’de olduğu gibi, aileden birinin ölümünde onun için yas tutmak, ölenin yeri ve derecesine göre saçlarını kesmek, giysiyi ters giyip, baş açmak gelenekleri Aydınoğulları ailesi ve yöre Türkmenleri’nde de görülürdü. Mehmet Bey öldüğü zaman ailesi yedi gün yas edip, saçlarını kesmişlerdi. Cenazesi Birgi’de Ulucamiin batısına gömüldü.. Üzerine türbe yapıldı. 

Ulubeylik onuruna amcaları ve kardeşlerinin isteği ile Umur Bey geçti. Birgi’de üç gün Ulubeylik tahtında oturup, İzmir’e gitti. Gazi Baha-üd din I. Umur Bey Bizans ve Batı Hristiyanları ile uğraşıp seferlere çıktığından Beylik yönetiminin ağırlığı Birgi’den İzmir’e kaydı. Ancak Birgi başkentliğini ve görkemli durumunu korudu. 

I.Umur Bey döneminde Birgi Hristiyan Rumlar’ın başpiskoposluk merkeziydi. Birgi ve Ephesos kiliseleri arasındaki çekişmeler büyük anlaşmazlıklara neden oldu. Aydınoğulları’ndan Osmanlılar’a kalan tapu ve vakıf defterlerinde Birgi’ye bağlı Cemaat-ı Kefere, Cemaat-ı Gebran gibi kayıtlar bulunmaktadır. 

Gebran’ın anlamı ateşi kutsal tanıyan demekti. Bu Eski Türkler’in “Güneş Kültü” ile ilgili olarak ateşi kutsallaştırması olayıdır. Prototürkler’e göre Güneş, Tanrı’nın yaratma, varetme gücünün, erkinin en önemli göstergelerinden biriydi. Bu nedenle ateşi de yeryüzünde küçük bir Güneş olarak olurlamış; Güneş gibi güç ve erk kaynağı olarak görmüş, onu kutsallaştırmış, bu anlayışını gittiği yerlere de götürmüştür. 

Ama hiçbir zaman Güneş’e ve ateşe tapmamıştır. 

Tapu ve vakıf defterlerinde geçen Gebran’lar, yani ateşi kutsal tanıyan topluluk çok büyük olasılıkla eski Ludyalı (Lydialı) Prototürkler’in torunlarıydı. 

Gazi I. Umur Bey’den yaklaşık 200 yıl sonra,Osmanlı İmparatoru Kanuni Sultan I. Süleyman döneminde tutulmuş 1530 tarihli Defter-i Hakani kaydına göre Birgi’de 32 hane Gebran bulunmaktaydı. Bu ise 160-170 kişilik bir topluluğu belirtir. 1530’da Liva-i Aydın’daki toplam hane-i gebran 98, toplam mücerred-i gebran ise 15’dir. 

Gazi I. Umur Bey’in (1334-1348) Birgi ve Kelas’de (Kiraz) cami, mescid ve medrese vakıfları vardı. Aydınoğlu Mehmet Bey’in üçüncü oğlu ve Umur Bey’in küçüğü olan İbrahim Bahadır Bey bu arada öldüğünden, cenazesi Birgi’ye getirilerek babasının türbesine gömüldü. Gülşehirli Hoca Mesut bin Osman, Aydınoğlu Gazi Umur Bey adına Kelile ve Dimne’nin çevirisini yaptı. Gazi I.Umur Bey Mayıs 1348’de sahil İzmir’indeki liman kalesini almak için vuruşurken şehit oldu. Cenazesi Birgi’ye getirilerek babasının türbesine gömüldü.

Aydınoğulları Türkmen Beyliği’nin başına Gazi I. Umur Bey’in ağabeyisi Hızır Bey, ulubey oldu. Hızır Bey, Ayasulug (Selçuk) beyi idi. Umur Bey’in kararlılık ve yiğitliğine sahip değildi. Frenkler ile 1348 tarihli ağır bir antlaşma imzaladı. 

Böylelikle Aydınoğulları Türkmen Beyliği’nin yıldızı yavaş yavaş sönmeye başladı. 1348 yılında Beyliğin merkezi Ayasulug’a iletilmiş, Birgi bu tarihten sonra başkent olma özelliğini yitirmiştir. Hızır Bey’den sonra yerine kardeşi İsa Bey 1360’da ulubey olmuştur. 

Fahrettin İsa Bey’in Birgi’de bir cami yaptırdığını vakıf kayıtlarından öğreniyoruz. Aydınoğulları Beyleri’nin korumasında Birgi’de yaşamış ve ölmüş olan 14. yüzyıl İslam dünyasının en büyük bilgin ve tabibi, Celaleddin Hızır bin Ali el Aydıni’dir.

Buradaki Aydıni sözcüğü bir kent adı değil, Aydınoğulları Beylik coğrafyasını belirtir. Şimdiki Aydın Kenti’nin o zamanki adı Güzelhisar idi. Hacı Paşa olarak da tanınan Celaleddin Hızır bin Ali Aydıni, İslami bilimlerden başka, gerekli tıp eğitimi de görmüş ve tıpla ilgili kitaplar da yazmıştır. Bunlardan Şifa’ül-Eskam ve Deva’ül-Alam adlı yapıtını 1381’de Aydınoğlu İsa Bey adına kaleme aldı. Mısır’da Mansuriyye Kalaun Hastahanesi’nde başhekimlik yaptı. Ayrıca tefsir, tasavvuf, mantık ve münazaraya ilişkin İslami yapıtlar da kaleme aldı. 

Hacı Paşa Aydınoğulları Beyliği’nin son yıllarına değin Birgi’de yaşamış ve çalışmış, Birgi kadılığı ve Aydınoğulları Medresesi’nin müderrisliğini de yapmış olup, İslami bilimleri yaymıştır. Hacı Paşa Mısır’daki Şeyhuniye Medresesi’nde Ekmelüddin’in derslerinde, sonradan ünlü din bilgini olan Şeyh Bedreddin’in okul arkadaşı olmuştur. Birgi’de 1417 yılında vefat etmiş olan Hacı Paşa, kentin batısındaki Hızırlık (Hıdırlık) mezarlığına gömülmüştür. 

14. yüzyılda metropolitlik merkezi olan Birgi, 1387 yılında piskoposluk durumuna indirildi. Birgi piskoposluğu daha sonra Efes piskoposluğu ile birleştirildi. 

1389’daki I. Kosova Savaşı’na Aydınoğulları Beyliği’nin askerleri de Osmanlı Ordusunun yanında katıldı. 1390’da Osmanlı Sultanı Yıldırım I. Bayezid, Aydınoğulları Türkmen Beyliği’nin üzerine yürüdü. Sultan Bayezid kendisine bağlılık yemini eden İsa Bey’i Tire Kenti’ne aktardı. Yıldırım Bayezid ordusu ile Ayasulug(Selçuk)’dan yola çıkarak Küçükmenderes vadisi boyunca Birgi’ye ulaştı. Birgi ve yöresindeki kalelere Osmanlı askerleri yerleştirdi. Sultan Yıldırım I. Bayezid ordusu ile Birgi’den hareket ederek Bozdağ’ı tırmanıp, yaylayı geçerek Allahdiyen’e (antik adı: Alaktiyen) ve buradan da Sardis’e vardı. 

1391’de Fahrettin İsa Bey öldü. Cenazesi Birgi’ye getirilip babasının türbesine gömüldü. Bundan sonra Sultan Yıldırım I. Bayezid Birgi de içinde olmak üzere Aydın Eli’nin yönetimini oğlu Süleyman Çelebi’ye verdi. Böylelikle Birgi Osmanlı egemenliğine girmiş oldu. 


14. yüzyılın birinci yarısında Mısırlı Şihabüddin el-Umari Büyük Coğrafya Kitabı’nda (Mesalik-ül Ebsar) : 

“Aydınoğulları Türkmen Beyliği zamanında Birgi arazisini sulayan Küçükmenderes Irmağı gemiler ve sandalların gelip gitmesine elverişlidir. Bu il halkı için Menderes ırmağı büyük yararlar getirir.” bilgisini verir. Ortaçağ’da Havzada yetiştirilen ürünlerin bir kısmı bu ırmak üzerinden Ege Denizi’ndeki limanlara ulaştırılmıştır. 


Aydınoğulları Beyliği’nden “Birgi Ülkesi” adıyla söz eden El-Umari: 

“Aydınoğulları’nın 300 kalesi, 60 kenti, 70 bin atlı ordusu olduğunu, bu askerlerin kılıçlara ve kargılara göğüs geren savaşçı ve vurucu güçler olduğunu” belirtir.

1402’deki Ankara Savaşı’nda Osmanlı Sultanı Yıldırım I. Bayezit, Timur Han’a yenildi. Savaş sonrasında Timur, Fahrettin İsa Bey’in oğulları Musa ve II. Umur Beylere Aydın Eli topraklarını geri verdi. Böylelikle Birgi yeniden Aydınoğulları Türkmen Beyliği’nin yönetimine geçti. 

Timur, Harezm egemeni Emirşah Melik’i Aydın Eli’ne gönderdi. Birgi kenti de içinde olmak üzere Aydın Eli yiyeceklerine varıncaya değin soyuldu. Timur Han 1403 kışını Tire’de geçirdi. Askerleri Küçükmendreres Havzası’na yayılarak güvenlikten eser bırakmadı. Timur Han daha sonra yine 1403 yılında Semerkant’a döndü. 

Aydınoğlu Musa Bey’in kısa bir süre sonra ölmesi üzerine, Aydın Eli’ne II. Umur Bey egemen oldu. Aydınoğulları’ndan Cüneyd Bey, 1403’de ortaya çıkarak II.Umur Bey ile uğraştı. 1405’de II.Umur Bey’in ölmesi üzerine Cüneyd Bey Birgi de içinde olmak üzere tüm Aydın Eli’ne egemen oldu. II. Umur Bey’in cenazesi Bozdağ eteğindeki Birgi kalesine getirilip, Aydınoğulları kabristanına gömüldü. 

1406’da Aydın Eli üzerine yürüyen Yıldırım I. Bayezid’in oğlu Süleyman Çelebi, babasının kendisine verdiği topraklara yeniden sahip olunca, Birgi bu kez Osmanlı egemenliğine girdi. Cüneyd Bey 1410’da valiliğini yaptığı Ohri’den ülkesine dönerek Fetret Devri’ndeki kargaşadan yararlanıp Aydın Eli’ne egemen oldu. 

1414’de Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmet askerleriyle Aydın Eli’ne yürüdü. Cüneyd Bey’i Nicopolis valiliğine gönderip Aydın Eli’ne, dolayısı ile Birgi’ye egemen oldu.

Osmanlı Sultanı II. Murat 1422’de Aydın Eli’nin Uluğbeyliği’ni Cüneyd Bey’e verdi. Ama Cüneyd Bey’in rahat durmaması üzerine Sultan II. Murat 1424’de Aydın Eli üzerine yürüdü. Birgi de içinde olmak üzere tümünü Osmanlı ülkesine kattı; yönetimini de komutanlarından Halil Yahşi Bey’e verdi. Böylece Birgi, merkezi Tire olan Aydın Eli Sancakbeyliği’ne bağlandı. 

1426’da Cüneyd Bey’in öldürülmesiyle Aydın Eli toprakları kesinlikle Osmanlı mülkü oldu. 

1443’de Birgi’nin gelirleri Osmanlı Sultanı II. Murad’ın yıllık ödenekleri arasına katıldı. 1451’de Birgi, merkezi Tire olan Aydın Sancağı’na, bu Sancak da merkezi Kütahya olan Anadolu Beylerbeyliği’ne bağlıydı. 1451 tarihli Timar Defteri’nde Birgi 9 mahalle ve 287 hane olarak gösterilir. Bu mahalleler: Dernekpazarı, Kadı, Ahi Germiyan, Sinli, Hisariçi, Sasalu, Taşpazar, Samut, Demürboğa adlarıyla kayıtlıdır. 

Birgi’de yalnızca 6 Hristiyan aile vardı. 15. yüzyıl Birgi’sinde kültürel çalışmalar oldukça yoğun, nüfus kabarık ve iktisadi durum çok ileriydi. 

6. yüzyılda Birgi Paşahassı olup, voyvodalıkla yönetiliyordu. 

Günümüzde Yukarı Küçükmenderes Havzası’nın büyük bir yerleşim birimi olan Ödemiş, 16. yüzyılda, 1530’da Haremeyn Vakıfları arasında 56 haneden oluşan “Otamış” adlı bir köy iken, aynı yılda Birgi 330 hane olarak görünür. 

1573’de ise Birgi’de hane sayısı 620’dir. Pax Ottomanica (Osmanlı Barışı)’ nın da etkisiyle Birgi 16. yüzyılın ikinci yarısında gelişerek büyük ve önemli bir kent durumuna geldi. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan I.Süleyman (1520-1566) dönemindeki 1530 tarihli Defter-i Hakani (166 no’lu defter) kayıtlarına göre Birgi’ye bağlı 106 kurra (köy), arazide 12 cemaat, 13 çiftlik, 6 cami, (kentin içinde) 1 medrese, 9 mescid, 17 zaviye, 2 muallimhane, 8 hamam, 345 dekakin (dükkan), 4687 Müslüman hane, 32 Gebran hane bulunmaktaydı. 

Birgi’nin 106 kurrasında 5926 hane bulunmakta olup, bunun 1122’si göçebeydi. Köy başına düşen ortalama hane sayısı 88 idi. Birgi’nin bir yıllık toplam vergi geliri ise 1.213.427 akçe kadardı. 

1530 yılında Birgi’nin 11 mahallesinin adları şunlardır: Ahi Germiyan, Hisariçi, Demirboğa, Dernekpazarı, Elekçi, Kadı (Hasırlı), Kızılmescid, Samud, Sarubey, Sasalu, Taşpazarı. 

Eski 1451 tarihli Osmanlı Tahrir Defteri’nde Birgi 9 mahalle olarak gösterilirken, mahalle sayısının 1530’da 11’e yükselmiştir. 

Birgi’deki iki muallimhane ise: Ali-Fakih bin Mehmed mu’allim-hanesi ile Mevlana-Muslihü’d-din mu’allim-hanesidir. 

1530 yılında Birgi ve çevresindeki cemaatler: Alacayakalı, Danişmentli, Dedelü, Emirler, Girnederesi, Hacıhamzalar, Hüseyinler, İkizcekorusu, İnebeyli, Kaşıkçılar, Kaymakçılar, Kemaller, Korubayırı, Kurulakoyanlı, Kutlubeyli, Muradcalar, Şehriyar, Uluserli, Ümraniye, Vakkaslar, Yakalı, Tanrıvermiş, Yazıyurdu ve Yoncalar adlarıyla bilinmekteydi. 

1530’da Birgi’de 345 dükkan varken, aynı yılda İzmir’de bu sayı yalnızca 50 idi. 
Yine 1530 tarihli Defter-i Hakani kayıtlarına göre Liva-i Aydın, Kaza-i Birgi’ye bağlı kura (karyelerin, köylerin) adları şöyledir: Adagömü, Adagide, Akkeçili, Aktaş, Alakeçili, Anavlı, Artucak, Aya-Hirod, Aya-Sofya, Balabanlu, Bayrambeycelü (Üzümlü), Bazbare, Bey, Biçerlü, Bizci (Yazıcı), Boz, Böğrügömü, Bölücek, Budamya, Büyükçiftlik, Cebri, Çalışlu, Çamluca, Çavuşlu, Çaylu, Dadbeyi, Değrehavlısı, Demürcilü, Derelü, Donlukcu, Dümbane (?), Eğridere, Eksernus, Emirdoğan, Erhunde, Gerçeklü, Gino (?), Gölcük, Göncülü, Gümenos, Güvendiklü, Hatunderesi, Havlıcık, Hoca, İlyasbeylü, Kabacılu, Kalu (İkizce), Karabergos, Karaburç, Karaçağıl, Karadoğancılu, Karakoyunlu, Karapınar, Karacakoyunlu, Karaman, Kavurga, Kayı (lu), Kazanlu, Kebece-Küre, Keles, Kettanderesi, Kızılali, Kızılduhan, Kızılkulağuz, Kızılcahavlu, Kirne, Kulfal, Kurucaderesi, Küre, Marmara, Mescidlü, Mezekse, Musacalu, Mükrigömü, Mürsellü, Ödemiş, Ömerguru, Örenlü, Övcünçler, Pırnazlu, Samsun, Sasalu, Sedere, Sirkelü, Siyek, Sunarilü, Sunkurlu, Sülegazi, Süleyman, Tasahorya, Tekürlü, Tenderlü, Tezkire, Toyranlu, Uluserlü, Urgalu, Uzundere, Vakf, Yağas, Yağcı, Yardagömü, Yatağan (Yeniceköy), Yazı, Yenicehisarcık, Yusufderesi, Zeytün. 

Görüldüğü gibi 16. yüzyıl birinci yarısında adları geçen Birgi’ye bağlı kimi köyler günümüzde ortadan kalkmıştır. 

1530’da Birgi ve çevresindeki zaviyelerden kimileri şunlardır: Abdal-Ahmed, Abdü’l-Kafi, Ahi-Hayru’d-din, Ahi-Mahmud, Ahi-Mustafa, Ali-Paşa, Delü-Baba, Haci-Mehmed, İbrahim bin Haci-Mustafa, Silahdar Ahmed, Şeyh Camuş (Kamış). 

950 Hicri, (1543 Miladi) tarihli Tire Şeriye Sicilleri’nin 47. cildinde Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan I. Süleyman’ın vezirlerinden Tarihçi Mustafa Lütfü Paşa’ya ait Arapça vakfiyede, Lütfü Paşa’nın Aydın Sancağı’na bağlı Birgi’de 105 dükkanı ve buna ilişkin vakıfları kayıtlıdır. 

Birgi Kenti’nin en gelişmiş dönemi 1574 yılı olup, yalnızca kale içinde 118 hane bulunmaktaydı. Bu ise kale içi nüfusunun 600-650 kişilik bir topluluk olduğunu ortaya kor. 

Bir zamanlar Aydınoğulları Beyliği’nin başkenti olan Birgi, 16. yüzyılda Aydın Sancağı’nın merkezi kenti olan Tire’den sonra ikinci büyük kent durumuna geldi. Birgi’de Hacı İbrahim oğlu Hasan tarafından bir mescid, Şeyh Hüsam tarafından bir okul ve Cennet Hatun tarafından da bir çeşme yaptırılmış olup, günümüze hiç biri ulaşamamıştır.

Osmanlı Sultanı II. Selim’in (1566-1574) şehzadeliğinde 1550’de hocası olup, 1572’de İstanbul’da ölen Ataullah Atai Ahmet Efendi doğduğu kent Birgi’de bir medrese (Ataullah Efendi 1535’de yevmi 20 akçe ile Birgi’de Aydınoğulları Medresesi’nde müderrislik de yapmıştır) yaptırmış ve dönemin ünlü bilgini Mehmet Efendi’den burada dersler vermesini istemiş; öneriyi kabul eden Birgivi Mehmet Efendi 1563’den başlayarak, 1573’de taun (veba) hastalığından ölesiye kadar bu medresede dersler vermişti. Kabri Birgi’dedir. 

16. yüzyıl mimari tekniğine göre yapılmış olan İmam-ı Birgevi Mehmet Efendi’nin dersler verdiği medrese, günümüzde restore edilmiş durumu ile ayakta olup, kuzey batısındaki kubbeli tarihi hamamın restorasyona ve bakıma gereksinimi vardır. 

16. yüzyılda Osmanlı Sultanı III. Murat’ın (1574-1595) şehzadeliğinde hocalığını yapmış olan bilgin Birgili İbrahim Efendi, İmam-ı Birgivi Mehmet Efendi’nin hem çağdaşı ve hem de bilimsel konularda söyleşide bulunduğu bir kişiydi. Önceleri Mekke kadılığı yapmış ve sonra İstanbul’a geçmiş olan İbrahim Efendi, Evliya Çelebi’ye göre Birgi’de taun salgınının çıkması üzerine Bozdağ’a kaçtıysa da, burada aynı hastalığa tutulmuş, ölmüş ve Bozdağ Tekkesi’ne gömülmüştü. Onun taun değil başka bir hastalıktan daha önce öldüğünü ileri sürenler de vardır. 

Mehmet bin Ömer (Aşık) tarafından 16. yüzyılda kaleme alınmış Menazirü’l-avalim adlı yapıtda göller arasında “Buheyre-i Birgi” diye Bozdağ’ın üstündeki Gölcük’ten söz edilerek, “Bu yerin Birgi halkının yazları yaylak yeri olduğu” belirtilir. Yazar gölü 1585’de gezip görmüştü.

17. yüzyıl birinci çeyreğinin Birgi’deki en önemli olayı Cennetkarıoğlu adlı celali ayaklanmasıdır. Cennetkarıoğlu Birgili olup,timarlı sipahi idi. Naima Tarihi’ne göre 1624 yılında ortaya çıkmıştı. Beylerbeyi, sancakbeyleri, subaşısı, kethüda ve askerlerin kendilerine yaptıkları eziyetten bıkan halk, önce yapılan eziyetin yasal olmadığını bunlara anlatacak, eziyetler sürerse reaya ile elbirliği yaparak zalimleri yok edeceklerdi. Bunu sezen timarlı sipahi Cennetkarıoğlu halkla ilişki kurdu.

“Kendilerine eziyet yaptırmayacağını, zalimleri kovacağını söyleyerek halkın kendisine yardım etmesini istedi.” Çağdaşı Dişlenk Hüseyin Paşa’nın söylediğine göre: “Padişah neslinden olmak üzere dava ederdi.” Cennetkarıoğlu’nun, Aydınoğulları sülalesinden olma olasılığı da vardır. Çünkü Aydın Eli’nden büyük bir güç toplayabilmesi dikkati çekicidir. 

Cennetkarıoğlu’nun başkaldırması sırasında ortam böyle bir duruma oldukça uygundu. Osmanlı Devleti doğuda Bağdat olayları ile uğraşırken, tahtda 13 yaşında Sultan IV.Murat oturmakta ve devletin yönetimi halkın “Kösem” adını verdiği devşirme bir kadın olan annesi Mahpeyker Sultan’ın elinde bulunmaktaydı. Bu durumda Beylerbeyi ve adamları ise halka kötülük yapmaktaydılar. 

Cennetkarıoğlu Tire, Karesi, Saruhan ve Aydın sancakları halkına kendisine yardım edeceklerine ilişkin “üçten dokuza kadar ant ettirdikten” sonra askeri güç derledi.

Kazdağı (İda), Sındırgı ve Bigadiç yörelerinden 1600 yaya ve 1000 atlı oluşturdu. Sonra da kadıyı kovdu. Çevresindekileri beslemek için Sancak halkından, ayan ve eşraflardan sekban akçesi adıyla para topladı. Daha sonra kendisine Sırdırgı ve Bigadiç yörelerinde ortaya çıkmış Mumcu Musa, Çatma Şaban, Kulhalife çeteleri de katıldı. 

Evliya Çelebiye göre: “Ellibin askerle, elli vilayeti yağma ederdi.” Evliya Çelebi’nin belirttiği ellibin asker sözünün abartma olabileceğini olurluyoruz. Ancak şurası gerçektir ki, bu olay Birgi yöresinde ve Aydın Eli’nde zeybeklik etkinliğini arttırdı. 

Yine Evliya Çelebi: “Cennetoğlu buralı (Birgili) olduğundan kaleyi onarıp içine kapanmıştı.” der. Çelebi aynı yüzyılda Birgi yöresine geldiğine göre (1671’de ) bu olayla ilgili bilgiler hemen hemen tazeliğini koruyordu. Kalabalık sayıdaki askerle Cennetkarıoğlu’nun Birgi kalesine kapanması, bu olayın yöredeki etkisini açıklamaya yeterlidir. 

Tarihçi Joseph von Hammer: “Karesi Sancağı, Truva Ovaları’nı ve İda Dağı yaylalarını yakıp yıkan Cennetoğlu adında bir asiye sığınak olmuştu.” bilgisini verir. 
Cennetkarıoğlu, Honas kalesini kuşattıysa da alamadı. Anadolu sipahileri, Sadrazam Murat Paşa’ya başvurarak mallarını çalan Cennetkarıoğlu’nun yakalanmasını istediler. Cennetkarıoğlu’nun üstüne Cağalazade kardeşler gönderildiyse de, yenildiler. Bunun üzerine Dişlenk Hüseyin Paşa: “Kendisine serdarlık verildiğinde Cennetkarıoğlu’nu ortadan kaldıracağını” ileri sürmesi üzerine,1625 Ağustosunda serdarlık verilerek gönderildi. 

Manisa, Balıkesir, Bergama, Mihaliç, İzmir ve Tire yörelerinin seferde bulunmayan askerleri Dişlenk Hüseyin Paşa'nın buyruğuna verildi. Cennetkarıoğlu aldatma yaparak uydurma bir fermanla Dişlenk Hüseyin Paşa’nın celali eşkiyası olduğunu kadı ve sancakbeylerine bildirdi. Hükümet yeni bir ferman düzenleyerek aldatmayı bozduğu gibi, Şeyhülislam Yahya Efendi’den aldığı bir fetva ile, hükümet ve askerlerin zulmü yüzünden halktan Cennetkarıoğlu ile birleşme andı yapanların antlarını bozduklarında karılarının boş olmayacağını duyurdu. Ardından da Cennetkarıoğlu’na yataklık ettikleri için halka işkence yapılmaması Dişlenk Hüseyin Paşa’dan istendi. 

Cennetkarıoğlu Tire ve Turgutlu’yu aldıktan başka, çevresine yeni güçler toplayıp, Manisa’ya yürüdü. Ancak Manisa alanında Dişlenk Hüseyin Paşa’ya yenilerek kaçtı. Denizli sınırında tutuldu. 1625’de Birgi’de kazığa oturtuldu. 

Cennetkarıoğlu öldürüldü ama, Birgi yöresi onun çetelerinden tümüyle arıtılamadı. Evliya Çelebi: “Bir daha baş kaldıranlara sığınak olmasın diye Murat Paşa (Birgi’nin) dış kalesini yıktırdı. İç kale hala bayındırdır.” der. Ayaklanma bastırıldıktan sonra kentin yarısından çoğu yıkıma uğradı. Birgi halkının büyük kısmı ya öldürüldü, ya da sürüldü. 

1640’da kaleme aldığı “Cihannüma” adlı kısa coğrafya kitabında Katip Çelebi, Birgi için şunları yazar: “...ve Birgi’nin camii ve hamam ve çarşısı vardır. Meyvelerinden narı çok boldur; çevreye gönderilir. Bu kentte oldukça çok, erdemliler ortaya çıkmıştır. Hoca Atai Efendi ve Birgili Mehmet Efendi ve Hoca-zade. Bu beldede değirmen döndürür akar sular boldur. Havası ve suyu hoştur; bunun dağı ki, Bozdağ’dır. Manisa ve Tire ve Akhisar ve Mermere halkının yaylağıdır.”

1653 yılında Birgi’de zorlu bir yer sarsıntısı oldu. 1657’de zengin tacir Derviş Ağa Birgi’de Darül Hadis medresesi yaptırdı 1658’den sonra bir takım bölükbaşılar Birgi yöresinde haydutluk ettiler. 1663’de tacir Derviş Ağa Birgi’de bir cami (Çarşı Camii) yaptırdı. 

17. yüzyıl içinde Hacı Arif Mehmet Efendi tarafından Birgi’de bir kütüphane, bir mescid, Birgi-Allahdiyen’de bir han yaptırıldı. 1668’de Birgi’de bir deprem daha oldu. 1672’de Keles (Kiraz) kazasından Köseoğulları diye bilinen Beşkardeşler eşkiyalık ettiler. Balyambolu (Beydağ) ve Birgi’ye gelerek öldürüm ve yağmada bulundular. 17. yüzyılda Birgi kaza merkezidir.


17. yüzyılın ikinci yarısında 1671’de Birgi’ye gelen gezgin Evliya Çelebi, Soğancızade ve Arif Çelebi konaklarında konuk edilmiş olup, bu dönemin Birgisi üzerine şu bilgileri vermişti: 

“Bir iki’den bozma olarak Birki derler, Cemşid neslinden Siriye Melike’nin yapısıdır. Kışlak tahtı idi. Yaylağı hala kuzeyde Bozdağ denilen yüksek dağdır. Şehir dağın kıblesi eteğinde dereli tepeli bir yerdedir. Aydın Bey oğullarından Mehmet Şah’ın fethidir... Aydın Sancağı’nda paşa hassıdır. Üçyüz payesiyle şerif kazadır. Kethüda yeri ve serdarı vardır. İçel olduğundan kalesinde dizdarı ve neferleri yoktur. Uleması çoktur. Kalesi Bozdağ dibinde, balık sırtı gibi bir bayır üzerindedir... İç kale hala mamurdur. Etrafı üçbin evlidir. Ama havalesi vardır. İçinde dörtyüz kargir evler vardır. Aşağı varoş şehri ile 18 mahalle ve 4 mihraptır. En meşhur camii Eski Cami’dir ki, Aydın Bay oğlu Mehmet Şah tarafından yaptırılmıştır. Kubbesi (çatısı) kurşunlu olup, kubbenin içi ve duvarları rengarenk nakışlarla süslüdür. Mihrabın nakışları da fevkaladedir. Uzunluğu ve enliliği zergerdan mest ayak ile seksen adımdır. Onaltı somaki sütun üzerinedir. Üç kapısı vardır. Minberi gayet sanatlı ağaç oymadır. Kıble kapısının üzerindeki tarihi budur: 

“Bismillahirrahmanirrahim. Fütiha hazel ma’bed binasrullahi fi eyyami devletil emir elkebir el gazi fi sebillillah Muhammed bin Aydın fi tarihi sene seb’a ve seb’amie” 

Minaresi tuğla ve çinidir. Avlusu etrafında sofalar ve medrese hücreleri vardır. Kapısı önündeki kubbe altında hayır sahibi yatar. Kuzeye bakan kapısı üzerindeki tarih budur: “Büniyet hazihit türbeti lil emir el kebir el’alim, el mücahid, el murabıt Ebülhayrat essultanülguzzat mübarizuddevleti veddin Mehmed Şah bin Aydın nevverallahu merkadehu Amin sene erbaa ve selasin ve tis’amie.” Bu merkad içinde Mehmed ve Umur Şah ile İsa Gazi yatarlar (Çelebi burada İbrahim Bahadır Bey’i yazmamıştır)

Camiin kıblesindeki medrese, Sultan Hanım Gülsüm hayratıdır. Birki’li Mehmet Efendi burada bilgi tahsil etmiştir. Hanım Gülsüm, hafız, müfessir ve muhaddis’tir. Şehrin evleri kiremitli olup, 2600 adettir. Her biri bağ ve bahçeli, akarsuludur. Tire’den gelirken bu Birki şehri, bağ ve bahçeden hiç görünmez. Bu varoşun imaretlerinden Derviş Ağa Camii kargir kubbelidir. Dış sofaları altı sütun üzerinedir... Bu camie yakın Derviş Ağa Medresesi yetmiş adet hücreli (günümüzde yalnızca yedi küçük hücre bulunur) ve kurşun kaplıdır. Kapısı üzerindeki tarihi 1078’dir. 

Yukarı kalede Aydın Beyoğlu Medresesi hariç medreselerindendir. Yedi çocuk mektebi, ikiyüz dükkan, iki han, bir hamam vardır. Hamamın önü geniş bir çimenliktir. Şehir bir dere içinde olup, dört köprü vardır. 47 un değirmenleri olup, su ve havası sahil havasıdır. Kadın ve erkekleri edeplidir. Yedi türlü elvan kirazı vardır. Bilhassa Nif kirazı sulu ve gayet iri olup, bir tanesi keklik yumurtası kadar vardır. İnciri, narı, üzümü, limonu, turuncu, servi ve çınarı meşhurdur. Tire ipliği bu şehre mahsustur. Ham ipek gibi gayet güzel ipliği olup, tüccarlar bütün vilayetlere yüklerle götürürler.

Kalenin kuzeyindeki mezarlıkta Birgili Mehmet Efendi gömülüdür; meşhur bilgindir. Kitab-ı Tarikat-i Muhammediye’si, nahiv ilminde İmtihan-ı Ezkiya, yine nahivde İzhar-ı Avamil onların eserleridir. Mehmed İbn. Abdülkerim Eşşehir Bezülfü Nigar bütün ilimlerde risalei talibi var. Birgili Mehmet Efendi yakınında yatar. Zahir alimlerdendir. Hala halk arasında okunan (Birgili risalesi) onundur. Akaide ait bir risalesi vardır ki, emsalsizdir. Bilginler arasında Mehmet Çelebi diye meşhurdur. Yunuszade Mustafa Birki de burada gömülüdür.” 

“Birgili Risalesi” nin yazarının adını El- Mevla Mehmet Çelebi İbn-i Abdülkadir Efendi olarak saptadık. Birgi’de yaşamış ve ölmüş olan bu kişinin mezarı, İmam-ı Birgivi Mehmet Efendi’nin mezarının yakınındadır. 

İslam Ansiklopedisi, cilt: II’de Prof. Besim Darkot: “Evliya Çelebi’nin kayıtlarına göre kentin kale içinde 400 bayındır ve gösterişli eski yapı ile aşağı yörede ayrıca 18 mahalleye ayrılmış 2400 evi bulunduğuna bakılırsa, nüfusunun 15.000’den aşağı olmadığı oranlanabilir” bilgisini verir. 


Görüldüğü gibi Birgi 17. yüzyıl ikinci yarısında bir oranda kendini toparlayabilmiştir. 

28 Nisan 1699’da İngiliz gezgin Edmund Chishull, Sardis’ten başlayan, Bozdağ’daki yaz otlakları üzerinden Birgi’ye ulaşan yolu geçti. Bozdağ’ı aşan bu yolu anlatan Chishull: “Onun sarp ve geçilmesi zor bir yol olduğunu” belirtir. Chishull 1699 yılının Birgisi hakkında ise şu bilgileri verir: 

“Birgi, Sardis yolunda Tmolus Dağı’nın (Bozdağ) güney eteğinde, çok büyük ve güzel iki camii olan sevimli ve önemli bir Türk kasabasıdır. Konumuna bakılırsa bu kent, olasılıkla Antik dönemin Hypaepae’sidir. Ovidius’un ve Strabon’un Hypaepae betimlemeleri bu kasabaya uymaktadır (yazarın notu: Chishull, Bozdağ eteğinde şimdiki Günlüce Köyü’nün bulunduğu yerdeki Antik Hypapa Kenti ile, ondan yaklaşık 9-10 km. doğusundaki yine Bozdağ eteğinde bulunan Birgi’yi karıştırmıştır.) 

İçtenlikli bir ortamda dinlenme mutluluğunu tattığımız bir handa konuk edilmiştik. Bir önceki günün yorgunluğu nedeniyle buradaki olanaklar bizim gözümüzde, bir sarayda bulabileceğimiz rahatlık ve eğlenceden daha değerliydi.” 

Günümüz Birgi’sinde şimdi böyle bir han yoktur. 
1704’de Hacı Ömer bin Hüseyin tarafından Birgi’nin Sine Manallesi’nde büyük bir medrese yaptırıldıysa da, bu yapıdan günümüze bir iz kalmamıştır. 1739’da Birgi yöresinde olan deprem tehlikeler yarattı. “Şerh-i Ala Usulü’l-Hadis-i Birgivi” adlı çevirisi olan, 1733’de Birgi’deki Aydınoğlu Medresesi’nde müderrislik yapmış Davud-ül Karsi de Birgi’de yaşamış ve 1744’de ölünce İmam-ı Birgivi Mehmet Efendi’nin yanına gömülmüştür. 

18. yüzyılda Birgi, merkezi Aydıngüzelhisar Kenti olan Aydın Livası’na bağlıydı. Malumoğlu Hacı Hasan tarafından 18. yüzyılda Birgi’nin Demirbaba Mahallesi’nde bir çeşme yaptırıldı. Bu yüzyılda Hacı Osman tarafından Birgi’de altta 6 hücre, üstte 2 hücreden oluşan bir medrese ile bir mescid yaptırılmış; 1942’de yıkılan bu medresenin enkazından eski Birgi Belediye binası yapılmıştı. Yine aynı yüzyılda Beyzade Hacı Ali Efendi’nin Birgi’de yaptırdığı “Beyler Misafirhanesi” bugün bakımsızlık ve ilgisizlikten yıkılmış durumdadır. 

Birgili zengin tüccar Çakır Ağa tarafından 1761’de Birgi’de yapımına başlanan “Çakır Ağa Konağı” 18. yüzyıl mimari tekniğinin düşünceleri ile yükselmiş ve 1764 yılında tamamlanmıştı. Restorasyonu yapılan konak bugün müze durumuna getirilmiştir. 

Salih oğlu Hacı Salih tarafından Demirbaba Mahallesi’nde yaptırılan “sebil” günümüze ulaşmamıştır. İç ayaklanmalar dolayısı ile Birgi’ye askeri sıfatla gönderilen Hacı Kara Mehmet Efendi aslen İstanbul’un Bakırköy’ünden olup, önceleri Ankara, Kütahya, Yamburg dolaylarındaki ayaklanmaların bastırılmasında görev almış, Birgi’de hizmet vermiş ve 85-90 yaşlarında hacı olmak için gittiği Hicaz’da ölmüştür. 

Hacı Kara Mehmet Efendi ve sonraki Karaoğulları, 18. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl ortalarına değin Aydın ve Manisa yörelerini derebeyi gibi yöneterek önemli rol oynayan Karaosmanoğulları ailesinin yukarı Küçükmenderes Havzası’ndaki “Birgi Mütesellimi” idiler. 

Yani Karaoğulları, Manisa merkezli Karaosmanoğulları adına Birgi kazasına bağlı tüm Timarlar’ın Ağası idiler. “Kara” sözcüğü ise buyurucu, yönetici, önder, gibi anlamlarda kullanılırdı. Mehmet Efendi’nin oğlu Hacı Mustafa Karaoğlu Birgi’de yerleşti ve 1762 yılında Karaoğlu adı ile tanınan kubbeli camii ve bahçesindeki şadırvanı yaptırdı. Karaoğlu Hacı Mustafa Efendi, Camiin avlusunda yaptırdığı medresede kendisi onursal müderrislikde bulundu. Bu konulu vasiyetnamesinde:

“Medrese-i mersumenin müderrisliğini kendim hayatta oldukça kendime meşrute kıldım. Dar-ı fenadan, dar-ı ahirete intikal eylediğimde, medresenin müderrisliğine gayet liyakatlı bir kişi tayin olunup, yevmiye 30 akçe vazife-i tedrisiye verile” demiştir. 

Karaoğlu Mustafa Efendi’nin kendi Camii’nin kuzeyinde yaptırdığı sübyan mektebi ahşaptan 5 hücreli yer odası olup, 1940’da yıkılmıştır. Birgi altında bir çeşme ve 1782’de Birgi’de büyük bir han da yaptıran Hacı Mustafa Karaoğlu, 1795 yılında Birgi’de ölmüş ve yaptırdığı camiin günbatı yönündeki minaresi yakınına gömülmüştür. Karaoğlu Mustafa Efendi’nin Birgi’de oluşturduğu bu büyük külliyeden günümüze yalnızca Karaoğlu Camii ve bahçesindeki şadırvan kalmıştır. 
Bu dönemin Birgisi: deri yapımevleri, çok sayıda su değirmenleri, pirinç öğüten değirmenleri, zeytinyağı yapımevleri, susamyağı yapımevleri, dokumacıları, terzileri, ayakkabıcıları ile üretime dönük bir canlılığa sahipti. 

1807 yılında Bıçakcı Esseyid Hacı Ali Ağa tarafından Birgi’de yaptırılan Koca Çeşme, bugün Bozdağ yolunun kıyısında, Çarşı Camii’nin günbatı yönünde kullanılmaz durumda iken, Birgi Belediyesi’nin 2005 yılında gerçekleştirdiği restorasyon ve çevre düzenlemesi ile yeniden işlerlik kazanmıştır. Kitabesi de olan Çeşmenin yalak taşını oluşturan nesne, Antik bir mermer lahidin alt teknesidir. 

Birgi 1820 yılında Aydın Livası’nda bulunan memleketlerden biridir. 19. yüzyılda Aydın bölgesinde Atçalı Kel Mehmet Efe, Birgili Cennetkarıoğlu gibi, hükümet görevlilerinin zulmüne karşı ayaklanmış; oldukça çok yandaş toplamış, üstelik 1826’da ocakları kaldırılan Yeniçeriler’den kimileri de Mehmet Efe’ye katılmışlardı. 
Küçükmenderes Havzası’ndaki Birgi, Tire, Bayındır, Ödemiş, Balyambolu (Beydağ), Atçalı Kel Mehmet Efe’nin elebaşılarından Çakmakoğlu Mehmet komutasındaki birkaç yüz neferlik silahlı güç tarafından zapt edilmişti. Bu nedenle adı geçen yerlerdeki voyvoda, kadı, naib, müftü gibi yöneticiler yöreyi terk etmişlerdi. Yörede yeniden Osmanlı Devleti’nin egemenliğinin kurulması 1829’da Birgi, Bayındır, Balyambolu, Tire ve Ödemiş’in Karaosmanoğlu Yetim Ahmet Ağa tarafından geri alınmasıyla olur. 1831’de Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan nüfus sayımında Birgi kaza merkezi olarak görülür. 

Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Navarin’de donanmasının yakılması üzerine Osmanlı Sultanı II. Mahmut’dan Suriye valiliğini istemesi ile başlayan anlaşmazlık Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu İbrahim Paşa yönetiminde bir orduyu Suriye’ye göndermesi ile sürdü. Mısır Seraskeri İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunu 1832 Belen ve 1833 Konya savaşlarında yendi. Kütahya’ya girdi. Batı Anadolu’da hiyerarşik bir hükümet kuruluşuna gitti. 1833’de Osmanlı Devleti’nin hükmü Anadolu’da hemen hemen silinmişti. 

Aydın Sancağı’na Süleyman Bey mütesellim atanarak, Osmanlı mütesellimi görevinden alındı. Birgi de içinde olmak üzere kazalardaki voyvodalıklara Mısır Seraskeri İbrahim Paşa’nın adamlarından atamalar yapıldı. Mısır ordusuna bağlı askerler getirilerek bölge denetim altında tutuldu. Gelir kaynakları Mısır Seraskerliği’ne dönüştürüldü. Bu dönemde diğer yerlerdeki gibi Birgi yöresinde de huzursuzluk arttı ve ekonomik bakımdan büyük bir darbe yenildi. Bu durum 1834 yılına değin sürdü. Bundan sonra Osmanlı Devleti’nin hükmü yeniden Birgi ve yöresinde geçmeye başladı.

1835’de Birgi’ye gelen Fransız gezgini Charles Felix Marie Texier kenti şöyle tanımlar: 

“Birgi kenti eski yapıtlardan hiçbir şey ortaya koymaz. Bu kent Tmolos’dan hızla inen bir akarsuyun üzerinde kurulmuştur. İnce biçimde yapılmış bir köprü kentin iki kısmını birleştirir. Güzel ağaçlar sokaklarını gölgelendirir. Türlü renklerle boyanmış evleri ona sıradan Müslüman kentlerinde bulunmayan şen bir durum ve zengin bir görünüm verir. Büyük Camii (Aydınoğlu Mehmet Bey’in 1312’de yaptırdığı) kurşun bir kubbe ile örtülmüştür. Eski granit direklerinden yapılmış kemerleri vardır. Direklerin altlıkları, eski direk başlıklarıdır. Bir İngiliz gezgin buraya Birgi adının verilmesine neden kaleler ve burçlar olduğunu savlamışsa da, çevresinde buna yol gösterecek hiçbir yapıt, bir kale yeri izi yoktur. (yazarın notu: Texier, 1625’de Murat Paşa tarafından Birgi kalesinin yıktırıldığını 1835’de bilmiyordu.) 

Tmolos’u (Bozdağ’ı) geçmek için bu kentten Ekimin dördünde ayrıldım. Birgi’nin Ağası bana atlarla birlikte, yolu göstermek için de önden birkaç kişi gönderdi. Çünkü bu yollar pek az işleyen ve ülkede gezginler için pek az güvenilir olan kısımdan idi... Birgi’den geçen akarsu (Birgi Çayı) yatağını izleyerek kuzeye doğru gidiyorduk. Büyük taş köprüden başka, sular pek şiddetli geldiği zaman kaldırılan bir çok küçük ağaç köprüler vardı. Kente egemen olan dağlar ceviz ve kestane ormanlarıdır.” 

1844 tarihli Osmanlı Temettüat Defterleri’ne göre Birgi: Sarubey, Çörekbaba, Manastır, Kurtgazi, Akmescid, Taşpazar, Hızırlık, Karataş, Börekci, Kızılmescid, Camiikebir, Sasalu, Sine, Dernek, Timurbaba adlarında mahalleler ve 772 haneden oluşuyordu. Bu ise yaklaşık 3900 kadar bir nüfusu belirtir. Bu arada 19. yüzyıla değin çok düşük olan Hristiyan nüfusunda batıdaki Yunanistan ve adalardan gerçekleşen göçlerle bir oranda artış olmuşsa da, bu artış hiçbir zaman Müslüman-Türk nüfusunun üzerine çıkamamıştır. Ama Yunanlılar, Kurtuluş Savaşımız’ın başlarında 1919’da sahte belgelerle Hristiyan nüfusu çok göstermeye çalışarak İzmir’e asker çıkarmışlardır. 


1850’de Birgi ve yöresinde bir deprem daha oldu. 1852’de Aguzzade Abdülgani tarafından Birgi’de bir medrese yaptırıldı. Bu yapıdan da günümüze bir iz kalmamıştır. 1865’de Birgi ve çevresinde salgın taun (veba) hastalığı görüldü. Taun çok sayıda insanın ölümüne yol açtı. Tüm bu zararlara yol açan olaylar Birgi’nin eski önemini, görkemli durumunu yitirmesine, kentin hızlı bir çöküşle sıradan bir kasaba düzeyine inmesine neden oldu. Öte yandan Birgi’nin 9 kilometre güney batısındaki Ödemiş’in iktisadi ve sosyal bakımdan önemini arttırması nedeniyle, Birgi yerini Ödemiş’e kaptırdı. 1867 yılında Aydın Eyaleti örgütünün yeniden düzenlenmesi sırasında Birgi bu yıla değin kaza merkezi iken, 1867’den sonra bucak merkezi oldu ve Ödemiş Kazası’na bağlandı. Birgi’de 1889 yılında belediye örgütü kuruldu.

1891’de yukarı Küçükmenderes Havzası’na gelen G.Weber, yöredeki izlenimlerini “Revue des etudes grecques 5,(1892), s.7-21” adlı dergide “Hypaepa, le kaleh d’Aiasourat, Birghi-Oedemich” başlığı altında yayınladı. G. Weber’in bu yazısında Birgi hakkındaki izlenimleri şöyledir: 

“Bu kent değerli yapıtlara sahip olmasına karşın pek ziyaret edilmişe benzemiyor. Birgi, Ödemiş’e yarım saat uzaklıkta Boz-dagh’a çıkan yol üstünde kurulmuştur. Bu Boz-dagh zeytinliklerle örtülüdür. Boz-dagh’a dik olarak güneye doğru ilerlersek Avulcuk Tepesi’ne ulaşırız. Bu kentin (Birgi’nin) nüfusu 2500 kadardır ve 200 Grek(Yunanlı) vardır. Yüksekliği 212 metre ve 50’dir. Birgi ilk yıllarına bakışla gerileyen bir kenttir. Ödemiş’in kuruluşundan beri burada oturanlar Ödemiş’e gitmişlerdir. Üstelik Ortaçağ’da Birgi, Caystre (Küçükmenderes) bölgesinin başkentiydi. 

Bu kentin en önemli özelliği içinden geçen ırmaktır (Birgi Çayı). Yazın kuruyan ırmak, Boz-dagh’da karın erimesiyle kışın artar. Genişliği 40 metre kadardır. Sık sık yatak değiştirdiğinden her iki yanını taş duvarla örmek gereklidir. Birgi’nin girişinde oldukça verimli tarlalar görünür. Kentin merkezinde Ortaçağ’dan kalma bir kemerli köprü ile ırmaktan geçilir. Bu köprü kente güzellik verir. Kent yaygın gelişmektedir. Evler yamaca kurulmuşlar ve derece derece yükselirler. Caddeleri dardır. Buna karşın çiçek ve çam ağacı kokuları hoştur. Kentin suyu çoktur. Her yerde çeşme vardır. Sesleri duyulur. Sağda (doğuda) Aydın prenslerinin evi vardır. Ama şu anda yıkılmış durumdadır. Verimli çağdan kalan en önemli yapıtlar Karaoğlu (camii) ve Ulucamii’dir. Ulu Camii daha eskidir ve Selçuklu stilidir. Aslında büyüklüğü bir yana, bu camii Ayasuluk (Selçuk) Büyük Camii ile aynıdır. Ön cephesi eski yapıtlardan alınmış mermerlerle yapılmıştır. 

Doğu köşesinde (Cami Mekke’ye yönlendirilmiştir) 3 metre yükseklikte Antik Çağ’dan gelme mermerden yatan aslan heykeli vardır. Güney doğu yönünde iki blok mermer üstünde, kabartma durumunda Ephesos’daki Saint Luc’ün gömütüne benzer iki haç vardır. Birisi yatık durumdadır. Diğer ayrıntılarda Hellen etkisi görünür. Grek döneminden kalma (yazarın notu: Birgi’de Antik Çağ’da hiçbir zaman Grekler bulunmamıştır. Weber burada büyük bir yanlışlık içindedir.) bu yapı gereçleri Hristiyan ve Müslümanlara yaramıştır. 

Kapılar ve pencereler büyük bir özenle yapılmıştır. Her iki kapı ki, bugün kuzey doğudaki kapalıdır ve çok yüksektir. Kapı süslemeleri Ayasulug (Selçuk) Camii’nde olduğu gibi İran sanatının etkisinde kalmıştır. İç kısımda Arabesk durum egemendir. Ayasulug Camii’nden ayrılan tek nokta mermerlerin benzer olmayışıdır. Pencerelerin süsleri, kıyıları da çok varsıldır. Avlu kapısında Charles Texier’in dediği gibi kolonlara temel oluşturan mermer tabanlar yoktur. Tahtadan tavan, yeşilli siyahlı mermerden yapılmış sütunlarla desteklenmiştir. Sütunlar 15 kadardır ve 4 sıradır. Üç sırası dörder kolon, sonuncu sıra ise (güney batıda) üç kolon (sütun)’ludur ve kemerlerle bağlanmıştır. Kolonlar yalındır. Mihrap yeşil renkli (doğrusu Turkuaz mavisi) emayeli tuğladan yapılmıştır. Bursa’da Yeşil Camii’nkine benzerdir. Çevresi beyaz ve yeşil mozaiklidir. Gene İran sanat etkisi görülür. İmam kürsüsü (minber) ağaçtan yapılmış gerçek bir sanat yapıtıdır. Yıldız, çiçek ve yapraklar bezemi oluşturur. Söylenildiğine göre bu camide bir kandil (candelabre) vardı. Ama Osmanlı sultanının isteği üzerine İstanbul’a getirildi. 

Avluda çok eski türbe vardır. Aydın Beyleri’nin türbesi sanılıyor. Minare gene yeşil ve kırmızı emayeli tuğladan yapılmıştır. İmam bu camiin yapım tarihini 14. yüzyıl olarak savlamıştı. İkinci Camii (Karaoğlu Camii) 18. yüzyıl tarihlidir. Bölgede Karaoğlu diye bilinen varsıl derebeyi tarafından yaptırılmıştır. Gömütü minarenin yanındadır. Kapı dört eski kolondan yapılmıştır. Üçüncü granittir. Birinci mermerdendir ve bunun sütun başlığı ağaç yapraklarıyla süslüdür. Üç sütun Korent biçemlidir.

Büyük köprünün yanında, doğuda evler arasında kalmış sekizgen bir kule vardır. Ortaçağ’dan kalmadır. Yanında eski ve Bizans kalıntılı medrese bulunur.(Yazarın notu: Bu Pyrgos: kule bugün yine Birgi’de bulunmaktadır.Ama yanındaki medrese yıkılmıştır.) Ağaçtan yapılmış medresenin altında Korent sütun başlığı ve üstünde Grek yazısı olan bir mermer konstant vardır. Kentin yukarısında daha yeni (1891 yılına göre) yapılmış bir köprü vardır.

Daha çok bilgi için M.Carabacek’in 1870’de yayınlanmış 531 sahifelik kitabına başvurmak gerekir. Bilgin çalışmasını Arap ve Bizans tarihi üzerine yapmıştır. İzmir’de Caystre (Küçükmenderes) ve Meandre (Büyükmenderes)’de 1300 ‘den, 1426’ya değin egemen olmuş hükümdarları birbir anlatmıştır... Birgi deniz kıyısına uzak olduğundan aynı zamanda çeşitli saldırılardan korunmuştur.

Birgi ya da Pyrgion, Aydın Beyleri’nin Saint Dennis Kenti (Fransa’da sayfiye kenti) gibidir. Tüm bu veriler Birgi’nin bugünkü bilgilerimizi doğrular. Pamfilya (Bugünkü Antalya bölgesi) Roma İmparatorluğu’ndan ayrıldıktan sonra ve Antalya (Attaleia) Hristiyanlığın merkezi olduktan sonra Perge Kenti ve Birgi (metropoliten birliği) beraber olmuşlardır. Bu işlem 1193-1199 yılları arasında gerçekleşmiştir(Bibliografya: Gelzer,s.547). 

Bizans dilinde Birgi’nin adı Dios Hieron’dur. “Acta et Diplomata” adlı yapıtta geçer bu ad. Üstelik tarihçi Hierocles de, Dios Hieron diye söz eder... Kimi Bizanslı konsillerin yapıtlarında Dios Hieron’un adı Christopolis’tir. Daha sonraki Hristiyanlar kentin adını yeniden değiştirdiler.

Özet olarak diyebiliriz ki, Ptolemee, Pline ve diğer Bizanslı yazarlar Dios Hieron’u Cayster (Küçükmenderes) vadisinin yukarısına haritalarında yerleştirmişlerdir. Etienne ve Thucydide aksine deniz kıyısında bir tek Dios Hieron’u tanırlar... 

Gerçekten böylesine zıt iki düşünceyi kabullenmek, aynı adlı iki kentin varlığını kabullenmek biraz zor. Sonuç olarak her şey aydınlanıyor. Birgi ya da Birghi, Aydın Beyliği’nin başkentidir. Ortaçağ’da adı Pyrgion, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde Christopolis ve İlkçağ’da Dios Hieron’dur. G. WEBER / Smyrne, Septembre-1891.”


İ. Cavit, “Aydın Vilayeti’ne Mahsus Salname” adlı yapıtında Birgi’nin 1892 yılındaki durumunu şöyle belirtir: 

“Kuzeyinde Mermeris Bucağı ve Kasaba (Turgutlu) Kazası, doğusunda Kelas (Kiraz) Bucağı, güneyinde Ödemiş Kazası, batısında Bayındır Kazası ile sınırlıdır. Köyleri 43 parçadır. Nüfusu (köyleri ile birlikte toplam) 18.246 olup, bunun 9130’u erkek ve 9116’sı kadındır. Bucak merkezi deniz yüzeyinden 219 metre yüksek olan ve Timulus Dağı’nın bir tepesinde bulunan, 2591’i erkek, 2420’si kadın olarak 5011 nüfusu ve 1008 meskeni olan Birgi kasabasıdır. Ödemiş ve Birgi kasabasındaki fenerlerin sayısı 221 olup, bunun üçtebiri Birgi’ye ilişkindir.” 

1896 yılında Çakırcalı Mehmet Efe tarafından Birgili Rum Apostol ustaya Birgi’nin Avulcuk Köyü’ndeki cami yaptırıldı. İzmirli M. Fontrier 19. yüzyıl sonu Birgisi için: “Pyrgi, Kaystros (Küçükmenderes) vadisinde ve Ödemiş’in iki saat kuzey doğusunda Hristiyanlarla, Türkler’in oturdukları bir köydür. Eskiden ipekleri ile ünlü olduğu halde, şimdi sönük ve yoksul bir yerdir” bilgisini verir. 

19. yüzyılda Birgi’de Bayramhocaoğlu tarafından iki hücreli ahşap bir medrese yaptırılmış, ama sonradan yıkılmıştır.

19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarında Aydın Eli’ni oldukça uğraştırmış olan Çakırcalı Mehmet Efe için İzmir Valisi Kamil Paşa’nın araya girmesi ve durumu İstanbul’a bildirmesiyle, Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’ten af çıktı. Ancak Efe yüze çıkma olayının Birgi’de gerçekleşmesini koşul olarak ileriye sürmüştü. Ödemiş Kaymakamı Hilmi Bey ve takip müfrezeleri komutanı Binbaşı Ahmet Efendi af töreni için Birgi’ye geldiler. 

Tören 26 Mayıs 1904’de kalabalık bir izleyici kitlesi önünde, Birgi hükümet binasında gerçekleşti. Çakırcalı Mehmet Efe, Kaymakam Hilmi Bey’in okuduğu Padişah II. Abdülhamit’in af ile ilgili İrade-i seniyye’sini dinledikten sonra birlikte atlarına binerek batıdaki kaza merkezi Ödemiş’e gidildi. 

Çakırcalı Mehmet Efe 5 altın aylıkla Kırserdarı olmuştu. Bu sıralarda Çakırcalı’nın büyük düşmanlarından Kamalı Mustafa Efe zeybekleriyle çeteciliğini ve vurgunlarını artırdı. 1904 yılında Kamalı Mustafa Efe ve zeybekleri bahar mevsiminin bir gecesinde Birgi altındaki Rum Pandeli’nin bahçevanında (şimdiki Dedeler bahçevanı), havuz başında eğlenirken çevrelerini saran Çakırcalı Mehmet Efe ve zeybeklerince öldürüldüler. Kamalı çetesinden yalnızca iki kişi sağ kurtulabildi.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği haberi alındığı gün 15 Mayıs 1919’da İzmir Redd-i İlhak Heyeti’nin tarihi mesajı Birgi’ye de geldi. Birgi’de Belediye Başkanı Tevfik Bey’in önderliğinde, Aydınoğlu Mehmet Bey’in yaptırdığı Ulucamii’de (Camii Kebir) bir toplantı yapıldı.Toplantıya Postlu Mestan Efe de çağrıldı. Birgi’yi savunma kararı alındı. Toplantıda ulusal direniş için toplanacak milislerin komutanlığı Postlu Mestan Efe’ye verildi. Hacı Karaoğlu Salih (Özben) Bey’e İzmir’de bunan İtilaf Devletleri mümessillerine protesto telgrafları çekme görevi verildi. 

Birgi’deki Ulucamii’de toplanan bu kurulun elinde önemli anlamda para, silah ve askeri bir güç olmadan İzmir’deki İtilaf Devletleri mümessilllerine protesto telgrafları çekmesi büyük bir yüreklilik ve yurtseverlik örneğidir. Salih Vecdi (Can) Bey Ödemiş ile bağlantıya geçecekti. Ancak Salih Vecdi Bey Ödemiş’e gittiği halde, bir olumlu sonuç alamadı. Postlu Mestan Efe hemen Bozdağ cephesinin hazırlığına başladı. Bu sırada Ödemiş’te de Kuvayı Milliye hazırlığına başlanmış, bir ulusal kuruluş oluşturulmuş, halkın silahlanması için herkese çağırı yapılmıştı. Birkaç gün içinde köylülerden eli silah tutanlarla, zeybeklerin hemen hepsi çağırıya uymuşlar, Ödemiş’e gelmişlerdi. 

Bunlar arasında Birgi’den Postlu Mestan Efe ile, Adagide’den (Ovakent) Ketendereli Mustafa Efe göze çarpıyordu. 30 Mayıs 1919 günü Ödemiş Hastahane caddesindeki iki katlı askeri depboydan, gelenlere karamartin tüfekleri dağıtıldı. İnsan başına 100’er de mermi verildi. Postlu Mestan Efe cephe kuruluşu için buradan 143 adet Almanborulusu tüfeği elde etti. Postlu Mestan Efe’ye askeri danışman olarak Yüzbaşı Kalkandereli Rahmi görevlendirildi. Efe’nin görevi Bozdağ’da bulunmak ve Salihli yönünden gelecek düşmanı durdurmaktı. Ama sonradan Salihli’deki ulusal direniş için görev aldı. 

Salihli’ye gitmeden önce Hacı İlyas Köyü’ne giderek buradaki Yiğit Ordusu adlı Ödemişli direnişçilerin yürek gücünü yükseltmek amacıyla 100 atlısı ile geçit ve gösterişte bulundu. Ancak Postlu Mestan Efe, Birgili Rumlar’ın ve çevreden kimi kişilerin ayartıcı sözleriyle ulusal savaşıma atılmada durakladı. Düşmanın Bozdağ’a doğru gelmekte olduğu duyultusu üzerine halk dağıldı. Postlu Mestan Efe de ortadan kayboldu. 

Ancak Birgi’ye geldiğinde Rumlar tarafından iyi karşılanmadı. Doğru yolun ulusal direnişe katılmak olduğuna inanarak 18 Temmuz 1919 Cuma günü Bozdağ’a gelerek cephesini kurdu. Aynı gün Alaşehir’den Hüseyin Paşa’nın Mustafa Bey 30 kişilik ve Eşme Müftüsü Hacı Nafiz Efendi 40 kişilik güçleriyle Bozdağ cephesine katıldılar. 
Böylelikle Gediz vadisindeki Çerkez Ethem Bey cephesi ile, Büyükmenderes vadisindeki Demirci Mehmet Efe yöresi arasında Balkan Akıncıları adıyla yeni bir Kuvayı Milliye oluşarak 600 yaya, iki makinalı tüfek ve süvarilerden oluşan bir müfreze ortaya çıktı. Bu birlikler Bozdağ’da kulübeler yaparak yerleştiler ve Yunan işgaline giren Birgi’ye baskınlar düzenlediler. 


I. Birgi Baskını: 

İkiyüz kişiye yakın milis gücü ve zeybekler Postlu Mestan Efe’nin önderliğinde Çerkez Hasan Efe, İzmirli İsmail Efe, Genevli Sabri Efe, Yunan piyade ve Efzon birliklerinin bulunduğu Birgi’ye baskın düzenlediler. Yunanlılar baskının yapılacağını önceden haber aldıkları için birliklerini bir tabura yakın takviye etmişlerdi. 

Birgi’ye doğudan Taşpazar mezarlığı yönünden Postlu Mestan Efe 30 zeybeği ile saldırıya geçti.Yunan karargahı olarak kullanılan Hacı Osman Medresesi yakınlarına sokuldu. İzmirli İsmail Efe yönetimindeki 50 kişilik güç, kuzeyden girerek Dikencik mezarlığına değin Yunanlılarla çarpıştılar. 30 kişilik Alaşehir müfrezesi ve 40 kişilik Eşme müfrezesi Topevi yönünden baskın verdiler. Genevli Sabri Efe 50 milisiyle batıdan saldırıya geçerek Kızılmescid yöresine geldi. Üç saatlik çarpışma, şehit veren milislerimizin üstün Yunan güçleri karşısında çekilmesi ile sonuçlandı. 

Şehitler 2 Eşmeli, 2 Birgili ve 1 Alaşehirli idi. Türk zeybek ve milislerinin Birgi’deki Yunan birliği üzerine gerçekleştirdiği bu baskını o sıralarda 10 yaşında bir çocuk olup, olayları görmüş olan Nevzat Gürkan şöyle anlatmıştı: 

“Birgi’deyken (İzmirli) İsmail Efe haber gönderdi: Yarın şafakla baskın yapılacak, köyde kimse kalmasın... Hava kararınca (Türkler’den) herkes ikişer üçer, sessiz sedasız Birgi’yi terk etti. Şafakla kıyamet koptu... Ertesi gün bomba gibi bir haber yayıldı Birgi sokaklarında; Yunanlılar’dan üç ölü, dört yaralı (vardı)... (Birgi’deki) Yunan karakol kumandanı bu baskından Birgi’nin (Türk) Nahiye Müdürü’nü sorumlu tuttu. Bir müfreze asker tarafından Müdür Birgi Deresi’nin yukarısına götürüldü... Müdür inançlı bir kahraman gibi yürüdü, başı dik, gözleri kin ve tiksinme dolu bir anlatımla Yunanlı askerlere baktı ve başına sıkılan tek kurşunla şehit edildi.” (Sahir Gürkan Belgeseli, sayfa:15,16). 

Yunan kayıplarının bu değin az gösterilmesi, Yunanlılar’ın bile bile çıkardığı amaçlı bir haber olabilir. Bu baskın sonucunda Yunanlılar Birgi’deki güçlerini bir alaya çıkardılar. Adagide’ye (Ovakent) de bir piyade alayı gönderdiler. Bu çarpışmaya katılmış olan Türk zeybek ve milislerinin verilerine göre Yunan kayıplarının aşağı yukarı 70 kişiyi bulduğu belirtilmiştir.


II. Birgi baskını: 

26 Temmuz 1919 Pazar gecesi İzmirli İsmail Efe yönetiminde 100 milis, Sarı Ahmetoğlu Mustafa Ali yönetiminde 80 Bozdağlı milis, Yedeksubay Rıza Çetin yönetiminde 90 Birgili milisten oluşan ulusal güçler, ayrıca Halılarlı İzzet Bey, Musa Bey ve Murat Bey müfrezeleri Kestanelik yönünden Kocadöşemelik Tepesi’ndeki Yunanlılar’a saldırdılar. Alaşehirli Karaçavuş 30 süvari ile Ödemiş’ten gelebilecek takviye Yunan güçlerini vurmak görevi ile sol cenahta mevzilendi. Altı saatlik çarpışma üstün Yunan güçleri karşısında milislerin çekilmesi ile sonuçlandı. 

Ulusal güçler 7 şehit verdi. Türk zeybek ve milislerinin Birgi’deki Yunan birliği üzerine gerçekleştirdiği bu baskında Yunan kayıpları 30 kişi kadardı.


III. Birgi baskını: 

Bir süre sonra Yedeksubay Rızı Çetin yönetiminde 80, Postlu Mestan Efe yönetiminde 70, İzmirli İsmail Efe yönetiminde 70, Mursallılı İsmail Efe (Bu Efe, Ödemiş Kuvayı Milliyesi’nin oluşumu sırasında Halkapınar Cephesi’ni kuran kişidir.) yönetiminde 60, Öğretmen Ali Cengiz yönetiminde 50, Mustafa Ali yönetiminde 50, Kelas’tan 40, Karaerkek Mehmet Efe ve Avcı Mustafa yönetiminde 30 milis ve zeybekten oluşan ulusal güçler Birgi’ye saldırıya geçtiler. 

Postlu Mestan Efe ve Ali Cengiz müfrezeleri Hacı Hasan Köyü yönünden, Kelas müfrezesi ile, Yunanlılar’ın Taşpazar’daki birliklerine, Karaerkek Mehmet Efe ve Avcı Mustafa müfrezeleri ile Mursallılı İsmail Efe ve Rıza Çetin müfrezeleri Kocadöşemelik’teki Yunan birliklerine saldırıya geçtiler. Altı saat süren çarpışma sonunda üstün Yunan güçleri karşısında çekildiler. Bir şehit iki yaralımıza karşın Yunan kayıpları yaklaşık olarak 80 kişi kadardı. Ulusal direniş güçleri Birgi’ye daha sonraları da baskınlarda bulunmuşlardı. Ancak pekiştirmeli Yunan birlikleri kayıp vermelerine karşın Birgi’yi bırakmamışlardı.

Bozdağ cephesindeki ulusal direnişçilerin sık ara ile Yunanlılar’a baskın ve kayıplar verdirmesi, Yunanlılar’ın gönülgüçlerini bozdu. Tersine Ödemiş yöresi halkında gönülgücü yaratarak, Yunanlılar’ın yenilebileceği düşüncesi yerleşti. Çok kısa bir sürede Halkapınar Yaylası, Kemer Yaylası, Balyambolu(Beydağ) , Emirli, Bademiye, Üzümlü, Köseler, Cevizalanı gibi köy ve kasabalarda yeni ulusal direniş birlikleri oluşarak, cepheler açıldı. Tire yönünde de oluşan direniş yerleri ile Ödemiş yöresindeki Yunanlılar’ın II. Piyade Tümeni, ulusal direnişçiler tarafından kuşatıldı. 
16-25 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan ve Batı Anadolu Kuvayı Milliyesi’ni birleştirici bir rol oynayan Alaşehir Kongresi’ne Birgi’den Salih Vecdi (Can) Bey ile Saraçzade İsmail Hakkı Bey katılmışlardır. Yunanlılar 1920 yılına değin 34. Alay’dan bir tabur ile, Dağ Topçu Grubu’ndan bir bataryayı Birgi’de tuttular. 

3 Mart 1920’de ise genel saldırıya geçerek Türk milisleri ve zeybeklerle çok kanlı çarpışmalara girip, Bozdağ Köyü’nü yaktılar. Sonra Yunanlılar, Anadolu’da genel saldırılarını başlatmaları üzerine, Birgi’deki birliklerinin büyük bir kısmını çekerek 1 piyade takımı bıraktılar. O sırada Ödemiş Ovası’nda Yunanlılar’a direnecek önemli milis güçleri de pek kalmamıştı. Kuvayı Milliyeciler yerel ayaklanmaların bastırılması ile uğraşıyorlardı. 

Birgi’deki işgalci Yunan birliğinin komutanı, güney batıdaki Avulcuk Köyü’ne bir karakol kurarak, kente giriş ve çıkışları ilk aşamada bu köye yerleştirdiği Yunan askerleri ile denetim altına almıştı. Bu zamanda Birgi: Çörekbaba, Sametbaba, Hızırbaba, Demirbaba, Saray, Camiikebir, Taşpazar, Eskihisar, Akmescid, Kurtgazi ve Sasalu adlı 11 mahalleden oluşuyordu. 

Türkler’in 30 Ağustos 1922’deki Büyük Utkusu’ndan sonra Yunanlılar 2 Eylül 1922’de Birgi’deki düzenli askeri birliklerini çekerken, yerli Yunanlılar’dan silahlandırdıkları 10 kişiye yakın milis gücü bıraktılar. 

Çok kısa bir süre sonra Türk Ordu güçlerinin yaklaşması üzerine, bu Yunanlı milisler ile, çekilmekte olan Yunan askerleri Birgi'yi ateşe verdiler. Bir yandan da ortada gördükleri Türk Birgililer’i vurup şehit etmeye başladılar. Birgi yanıyordu. Yanmamak için evlerinden çıkanlar Yunan kurşunlarına erek oldular ve öldüler. Evlerinden çıkmayanlar ise yanarak öldüler. Yunanlılar’ın suçsuz sivil halka uyguladığı bu tipik soykırımının sonucunda 63 erkek, 21 kadın ya kurşunla vurularak ya da yangında kavrularak şehit oldular. 

Bu olay, Ödemiş yöresinde Yunanlılar’ın 1919 yılı Ağustosunun son Cuma günü Mendegüme soykırımı-katliamından sonra gerçekleştirdiği ikinci soykırımı-katliamıydı. Birgi’nin yarıya yakını yandı. 

Halil Dural, “Ödemiş Tarihi” adlı yapıtının 45. sayfasında 2 Eylül 1922 Cumartesi günü Birgi’ye giren Türk akıncılarının başlarındaki efelerin adlarını: “Yağlar Köyü’nden Murat Bey, Ozan Köyü’nden Nasuh Efe, Umurca’dan İsa Efe, Şemsiler’den Bekir oğlu Mustafa” olarak vermektedir. 

5 Eylül 1922’de Yörük Ali Efe komutasındaki milis zeybek süvari alayı, arkasından 6 Eylül 1922’de Çolak İbrahim Bey komutasındaki fırka önce Keles (Kiraz) ve sonra da Birgi’yi ele geçirerek Ödemiş’e akarlarken, diğer yerlerde olduğu gibi Birgi halkı da yollara çıktılar ve bu yorgun yiğitleri çılgınca alkışlayıp, kimileri davullarla zurnalarla akıncıların önünü keserlerken, kimileri koçlar kurban ettiler. İstiklal Savaşı gazilerinin yorgun ve tozlu yüzlerinde büyük utkunun sevinci vardı. 


1923’te Birgi Cumhuriyet Türkiyesi, İzmir İli, Ödemiş İlçesi’nin bucağı durumunda kaldı. Birgi’de 67 sayılı Tarım Kredi Kooperatifi 1930’da açıldı. Birgi Kazım Paşa İlkokulu 1931’de öğretime başladı. Birgi’nin ilk fenni mezbahası 1935’de yapıldı. 1939’da Birgi Çayı taşarak büyük zararlara yol açtı. Bu sel felaketinin yıkıma uğrattığı Derviş Ağa Camii’nin güneyindeki Birgi’nin tarihi eski çarşısı 1951/2’de bırakılarak, dükkanlar doğudaki daha yüksek olan kısımda kuruldu ve selin yıkıp döktüğü tarihi çarşının yerine zeytin ağaçları dikildi. Bugün olmayan tarihi eski çarşı kuzey-güney yönünde iki cadde üzerine dizilmiş üç sıra dükkanlardan oluşuyordu. Dükkanların sayısı 100’ü geçkindi. Çarşıda çift cepheli olan dükkanlar uzun, tek cepheli olan dükkanlar ise çift cephelilerin yarısı kadardı. Bu yerde demirci, ayakkabı imalatçısı, terzi, bakkal, fırın, helvacı, kahvehane, berber, manifaturacı, lokanta, meyhane, kasap, 6 odası olan çift katlı han gibi esnaf dükkanları çarşının özünü oluşturuyordu. Dükkanlar ahşap, kargir ve taş gereçlerin kullanılması ile yapılmışlardı. Üzerleri ise kiremit çatıyla örtülüydü. 

Kentin içindeki büyük köprü 1940’da tamamlandı. Birgi’nin fenni haritası ile imar planı 1947’de yapıldı. 1948’de Birgi Belediyesi’ne ilişkin gelir getiren mallar 10.000 Türk lirası değerinde olup, bir bölümü sigortalıydı. 1947’de Birgi’de 300 öğrencisi olan bir ilkokul, Halkevi, Tarım Kredi Kooperatifi, özel kişilere ilişkin 5 fırın, 1 han, Belediyeye ilişkin 1 hamam, 20 sokak çeşmesi, 1 zeytinyağı fabrikası, 2 yağhane bulunmaktaydı. 

Birgi şimdi 21. yüzyılın başında geçmişin yaralarını sarmaya çalışarak gelişme çabası içinde bulunan, Ödemiş İlçesi’nin şirin turistik bucaklarındandır. Antik dönem Dios Hieron’undan kalma arkeolojik gereçleri, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin sivil ve dini mimari dokusunun sıralandığı dar sokakları, kentin ortasında bir inci gibi yer alan konakları, çok güzel suyu ve havası, yemyeşil doğası, geçmişin bir çok değerli bilginlerinin kabirlerinin burada bulunuşu gibi özellikleri ile Birgi, bugün her türlü ilgiyi üzerinde toplamaya değerdir.



KAYNAK : 
Yavuz Behiç Galip, 
Birgi Coğrafyası, Halk Bilgisi, Tarihçesi, Tarihi Yerleri, 2005






Çakırağa konağı




....

Timolus'un Günlüğü

Yetiştirdi iri üzümleri Dionysos'un bağlarında
Homeros'un satırları gezindi patikalarında.

Patladı eteklerinde pıtrak gibi
Dioshieron ve Hypaipa.

Ören yerlerinde dolaşan kekik kokusu,
Pan'ın flütünden yayılan melodiyle yarışır.

Bulutlardan beyaz puşulu başı ile,
Bozdağ efelerin efesi ve yatağıdır.

Birgi'nin tarihi kalıntıları yamacına yaslanır,
Yayın ve sazan balıkları Gölcük'te kıvranır.

Gönlümü sakladığım koca dağ,
Kuva-i Milliye'nin anıtı Bozdağ.



Mehmet Onur Yavuz,1997



.....


Birgi'de Zamanı Yeniden Kurmak

Birgi yorgun,
Kentler ki gelip geçen zamandan yorgun düşer,
Zamansa insanlardan.
Öyleyse yeni baştan kurmalı,
Yüzyılların ardından bizi bekleyen,
Bu eski başkentte zamanı.

Birgi'de nar yeniden düşmeli toprağa,
Su yeniden akmalı,
Aydınlanmalı yaşlı evlerin kararmış yüzü,
Ahşap ışıldamalı, taş parlamalı.

Uzaktaki elini Birgi'ye uzat,
Bugünden geçmişe bir renk getir,
Bak gök, aynı gök,
Su aynı su,
Ağaçsa aynı ağaç.

İnsanlar ki kentlerden yorgun düşer,
Kentler de insanlardan.
İşte bu yüzden yeni baştan kurmalı,
Köklü bir çınar gibi yüzyıllardır bizi bekleyen
Bu eski başkentte zamanı.

Dr.Emel Kayın , 1999



Fotoğraf: Birgi'den bir evin duvarı




Aydınoğulları Türbesi

Birgi Ulucami iç avlusunda, caminin batısında yer alır. Giriş kapısı üzerinde yer alan iki satırlık Arapça yazıtta: 734 (Hicri) yılının, cemaziyel evvel ayının ikinci günü bitirildiği" yazılıdır. Bu Miladi takvime göre 09.01.1334 günüdür. Ertan Daş, Birgi adlı kitapta bu tarihin büyük olasılıkla Mehmet Bey'in ölüm tarihi olabileceğini belirtir. Türbe, Mehmet Bey'in ölümü üzerine oğulları tarafından yaptırıldı. Ama yaptıran oğlunun kim olduğu belli değildir.

Kare tasarlı dört duvar üzerinde sekizgen kasnak ve onun da üzerinde yükselen çinko kaplı bir kubbe ile örtülüdür. Tümüyle düzgün kesme taş gereç ile yapılan yan duvarlar üzerindeki sekizgen kasnak ve kubbe tuğla gereçlidir. Kubbe kasnağı ve kubbe göbeğinde sırlı gereç kullanılmıştır. 9.10 X 9.10 metre boyutlarında kare bir alanı kaplayan türbei Beylikler Dönemi'nde başlayan yenileşme hareketlerine uyum sağlaması ile dikkati çeker. 

Mermer kaplamların kullanıldığı, hafif sivri kemerli kapı açıklığı ile türbeye girilir. Girişin karşısında doğu-batı doğrultusunda sıralanmış, düzgün kesme taşla kaplı dört kabir yer alır. Kare alandan kubbeye geçiş üçgen pandantiflerle sağlanmıştır. Kubbe ,kırmızı tuğla ve firuze Türk mavisi sırlı tuğlaların bezemsel sıralanması ile kaplıdır. Meinecke'nin "yoğunlaştırılmış daireler" diye adlandırdığı bu yuvarlak kuşaklar, kubbenin ortasında doğru küçülerek sürerler ve kubbe göbeğindeki ,firuze ve patlıcan moru mozaik çiniden oluşan yuvarlak madalyonu çevrelerler.

Madolyonun içinde, ortada bir yıldız biçiminden kaynaklanan on kıyılı bir rozet çiçeği yer alır. Aynı süsleme Ulucami mihrabı kavsara bölümü altında ve minberin yan aynalıklarında görülür. Kubbenin kasnak bölümünde firuze ve patlıcan moru çini ile kırmızı tuğladan mozaik yönteminde yapılmış ve kufi yazıdan geliştirilmiş süslemeden oluşan kısa dar bir kuşak dolanır.

Türbenin bu özelliği ile Anadolu Selçuklu Dönemi mozaik çini yöntemini sürdürdüğü görülür. Kubbe kasnağını dolanan çini mozaik kuşaklar, ortada yer alan bezemeli madalyon, Selçuklu Dönemi yapılarında vageçilmez unsur olarak gözlemlenirken, burada olduğu gibi yalına indirgenmiş de olsa kimi Beylikler Dönemi yapılarında da bu özellikler sürdürülmüştür. Pencere kemerlerinde çinilerden kesilmiş geometrik biçimlerle dolgular yapılmıştır denilirse de, bunlar yakın zamanlarda yapılan sıva ve badanalarla kapatılmıştır. 

Türbe içersinde dört kabir yer alır. Kabir taşlarında herhangi bir tarih yer almayıp, yalnızca kişilerin adları yazılıdır. 

Kapıdan girince birinci kabir taşında Mehmet Bey'in oğlu İsa Bey'in , ikinci taşta Mehmet Bey'in oğlu İbrahim Bahadır Bey'in, üçüncü taşta Aydınoğlu Mehmet Bey'in ve dördüncü taşta yine Mehmet Bey'in oğlu Gazi I. Umur Bey'in adları yazılıdır.

Bu kabir taşlarının tarihsiz ve kaba yazılı oluşu, ilk olarak Paul Wittek'in dikkatini çekmiştir. Wittek , "Bunların Timur yıkımından sonra yazılıp, dikiliğini ileri sürmüştür."

Biz bu düşüncede değiliz. Çünkü Timur'un Aydınoğulları'nı koruduğu, Aydın Eli'nde (Tire Kenti'nde) kışladığı ve onlara kendi Beyliklerini geri verdiği düşünülürse, bu alanda böyle bir yıkımın söz konusu olmaması gerekir. Netekim bu görüşümüzü belgeler açıkca göstermektedir.

Kabir taşlarının kırılıp dökülmesi, Aydınoğulları soyundan olduğunu savlayarak, yöredeki halktan da bağlılık sözü alıp, 17.yüzyılın birinci çeyreğinde Osmanlı Devletine başkaldıran Celali Birgili Cennetkarıoğlu ayaklanmasının bastırılmasından sonra, Murat Paşa tarafından Birgi'nin surlarının yıkımı ve kentin kırıp dökülmesi sırasında, olasılıkla Osmanlı çerileri tarafından öfkeyle gerçekleştirilmiş ve taşlar sonradan kabaca ve tarihsiz yeniden yazılarak yerlerine konulmuş olabilir.

Aydınoğlu Umur ve İsa Beyler'in Birgi'de türbe ve vakıflarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Tüm bunlardan Aydınoğulları'nın her birinin ayrı birer türbeleri ve bunların ayrıca vakıfları bulunduğu sonucu ortaya çıkar.

Ama her durumda bizce bilinmeyen diğer bir nedenden dolayı, bu türbeler (Birgi'de vakıf kaydı görülmesine karşın,, bugün ortada olmayan başka birçok yapıtlar gibi) olasılıkla deprem, yangın, su baskını gibi yıkımlar sonrasında ortadan kalkmış, kabirler ise sonradan Aydınoğlu Mehmet Bey türbesine aktarılarak toptan ve aynı zamanda, kabir taşları yazılıp dikilmiş olmalıdır.

Zaten her taşta görülen "Hazret" sözcüğü bile daha yakın bir zamanı belirtir. Bundan da bu kabir taşlarının 17.yüzyılın ilk yarısında bir araya getirilmiş olduğunu güçlü olarak ileri sürebiliriz. 

Türbenin kapısı beyaz mermer ile kaplıdır. Sivri kemerin üzerinde yoğrumsal kabaralara yer verilmiştir. Sivri kemer yayının üzerine gelen kabara iki yanındakinden daha büyük ve açılmış iri bir gül biçimindedir. Yandakiler çarkıfelek biçiminde olup, Ulucamii güney pencereleri ile benzerlik gösterirler. Giriş kapısı kemerinin üzerinde silmelerle basamaklanan derin bir yer içinde, iki satırlık Arapça yapım yazıtı yer alır. Türkçesi şöyledir : "Bu türbe, büyük, bilgili, din uğruna savaşan, imamın savunucusu, hayırlar babası, gazilerin sultanı, Mübariz ed-Devle v'ed Din Mehmed ibn Aydın için Tanrı kabrini aydınlatsın-yapıldı"

Bu önyüzün düzgün kesme taş sıralarının üstten birincisinde ve kapı üzerine rastlayan bölümünde, üç tane Bizans dönemine ilişkin mermer kaplama görülür. Her biri kendi arasında üçer kareye bölünmüş ve karelerde ortada yuvarlak, yanlarda köşeli yanay süslemelere gidilmiştir. Kimi karelerde karşılıklı iki üçgenin çakışmasından oluşan altı kollu yıldız süslemsesi görülür.

Yapıdaki kapının bulunduğu güney önyüz dışındaki yüzlerde altlı üstlü birer, kubbe kasnağında doğu ve batıda iki pencere yer almakta iken, kuzey ve batı-daki sivri kemerli üst pencereler sonradan kapatılmıştır. Kare tasarlılar Aydınoğulları'nda en çok uygulama alanı bulan türbeler olmuştur.


Birgi
Behiç Galip Yavuz



Fotoğraf: Aydınoğulları Türbesi'nden.






ANADOLU KÜLTÜRÜNDE AĞAÇLAR / Hasan Torlak
Ölümün ve karanlıkların ağacı: Servi (selvi)

Söğüt ve zeytin gibi gümüşi yapraklı ağaçların yanında koyu yeşil rengiyle siyah rengi çağrıştıran piramidal servinin (kara servi) ölüm, yer altı ve öte dünya inançlarıyla ilişkilendirilmesi kaçınılmazdır. Ayrıca daha yayvan olan ağaç türlerinin ortasından onları yırtarcasına aniden dik bir şekilde göğe yükselen biçimi öldürücü bir mızrak, kılıç veya bıçak algısını da zihinlerde oluşturur. Nereden bakılırsa bakılsın servi ölümün ve karanlıkların ağacıdır.

Mitolojide ve kutsal metinlerde servi
Piramidal Akdeniz servisi çok eski çağlardan beri farklı kültürlerde kutsal ağaç olarak kabul edilmiştir. Uzaktan bakıldığında çok büyük yeşil bir alev görüntüsünde olan bu ağaç, ateşe tapan ilkel toplumlardan bu yana daha çok mabetlerde ve mezarlıklarda yetiştirilmektedir. Ölümsüzlüğü temsil ettiğine inanılır. (2) Hititler, şuurman adını verdikleri servi ağacının meyvelerinden ilaç elde ediyorlar ve bunu hastalıkların iyileştirilmesinde kullanıyorlardı. (3, 4, 13) 

Mitolojide Tanrı Apollon, yanlışlıkla öldürdüğü bir geyiğe üzülerek üzüntüsünden ölen Kyparissos adlı erkek sevgilisini servi ağacına dönüştürmüştür. 

Dolayısıyla antikçağlarda servi matem sembolüdür. Bu yüzden mezarlıkları süsleyen serviler, rüzgâr estiği zaman, kalbe hüzün veren şiirler, mersiyeler okurlar. Antikçağ Apollon tapınakları ve kutsal alanları servi ağacı ile, özellikle sütuna benzer yapısıyla piramidal serviyle çevrelenmiş olmalıdır. Hatta bu tapınakların çekirdeğini oluşturan arkaik çağ Apollon sunaklarının çevresindeki servi korulukları klasik çağda mermer sütunlara evrilmiş olmalıdır. 
Nitekim özellikle dipteros formundaki Apollon tapınaklarındaki sütunlar bir servi koruluğu algısı da yaratırlar. Antikçağ inancında servi, mersin ve zeytinle birlikte Tanrıça Artemis’in sevdiği üç ağaçtan biridir. Dünyanın yedi harikasından biri olan Efes Artemis Tapınağı’nın kapısının MÖ 1. yüzyılda oymalı serviden yapılmış halde olduğu kayıtlıdır. (7, 26) Antik inançlarda geyik Artemis’in sembollerindendir. Artemis’in servi ağacını sevmesi, kendi sembolü olan bir yaban hayvanının ölümü dolayısıyla Kyparissos’un üzüntüsünden serviye dönüşmüş olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. 

Günümüzdeki mezarlıklara servi ağacı dikilmesi geleneği ile antik mitlerin benzerliği Anadolu’daki ağaca bağlı kültürel sürekliliğin ne kadar güçlü olduğunun da bir kanıtıdır. Kyparissos bir ölümlü olarak öldükten sonra yeraltına ve karanlıklar diyarına gitmek zorunda kalmıştır. Ancak sevgilisi olan Güneş Tanrısı Apollon ise gökyüzünde ışıl ışıl parlamaktadır. Kyparissos ile özdeşleşen servilerin biçimi de sanki yeraltından fışkıran ve hızla güneşe doğru yol alan bir imaj yaratmaktadırlar. 

Mehmet Akif Ersoy’un “İstiklal Marşı” şiirinde “Fışkırır ruh-u mücerret gibi yerden naaşım / o zaman arşa değer belki başım” dizelerinde ölen kişilerin ruhlarının yerden fışkırarak gökyüzüne ulaşacağı teması işlenmiştir. Ölen kişinin ruhunun yerden fışkırarak gökyüzüne ulaşacağı temasının kökenini antikçağa kadar uzatmak, doğadaki yansımasını ise piramidal servide görmek mümkündür.

Yunan ve Roma’da servi cehennem ilahlarıyla ilişkilidir. Roma’da yeraltı Cehennem Tanrısı Pluton kültünün sembol ağacıdır. Akdeniz havzasında genelde mezarlıklara dikilen bu ağaç, özelliğini uzun süre bozulmadan koruyan reçinesi ve yeşilliğini kaybetmeyen yaprakları nedeniyle, ölümsüzlük ve yeniden doğuşun da sembolü olmuştur. 

Çin’de rahiplerin bastonları servi ağacından yapılır, ateş ibadeti için yakılacak ateş, servi dallarının sürtülmesiyle elde edilirdi. 

İslam inancında servilerin baca kokusu gibi kokuları çektiklerine inanılır. Şair Nebi dinsel bir yaklaşımla “Minare beldede, servi kırda bir şahadet parmağıdır” demiştir. 

Eski Mısır’da ölülerin mumyaları Anadolu’dan getirilen servilerden yapılan sandukalarda saklanmaktaydı. Bu yüzden servinin ölülere özgü bir ağaç olduğu kanısı benimsenmiş ve özellikle mezarlara dikilmeye başlanmıştır. Günümüzde Karacaahmet, Türkiye’nin en çok servi ağacı bulunan mezarlığı olarak bilinir. (8) 

Med ve Pers başkentlerinden Ekbatana’daki sedir ve servi ağaçlarından inşa edilen yapılar altın ve gümüşlerle kaplıydı. (6) Tarih öncesinde Mezopotamya’ya ihraç edilen kerestelerin, Toros ve Amanoslar’dan getirildiği yazılı kaynaklardan ve yerleşmelerde yürütülen arkeolojik çalışmalardan öğrenilmektedir. Bu hammaddenin mümkün olduğunca nehir yolu kullanılarak elde edilmiş olması, başka bir deyişle su yolunun kullanılabildiği yerlerdeki ağaçların tercih edilmiş olması akla yakındır. 

Örneğin Gudea için sağlanan keresteler Fırat’tan aşağı yaklaşık 1500 km yüzdürülerek Lagash’a ulaşmıştır. Bu aktarım modelinin sedir, servi, ardıç ve göknar için kullanıldığı Mari metinlerinden izlenebilir. (11)

Güney İtalya’da MÖ 4. ya da 3. yüzyıla tarihlenen bir levhada, bireysel sonsuzluğa ulaşmanın anahtarının verildiği metinde şöyle yazar; 

“Hades’in evinin solunda kutsal bir kaynak bulacaksın / Ve onun yanında duran beyaz bir servi / Bu kaynağa fazla yaklaşma….” (9) 

3. yüzyılda da Roma’da cennetin gül ve servi ağaçlarıyla donandığı hayal edilmişti. (10)

Tevrat’ta Hz. Adem’in, ölümünden hemen önce Tanrıdan merhamet yağını dilediği ve bunun için de oğlu Şit’i görevlendirdiği, Şit’in cennet bahçelerindeki iyilik ve kötülük ağacından üç tohum aldığı ve babasının ağzına koyduğu, Adem gömüldükten sonra tohumların yeşererek zeytin, sedir ve servi ağacına dönüştüğü belirtilir. (5)

Mevlana Mesnevi’sinde “Yürüyen servi gibi 3 oğlu vardı” diyerek delikanlıları servi boylu olarak tanımlar. Bir diğer beyitte de “O tertemiz su aktıkça ırmak kıyıları güller, servi ve yaseminlerle yeşersin” , “Gönül bahçesini yemyeşil, taptaze eyle, sümbül, gül ve serviler bulunsun”, “Bu cömertlik cennet servisinin dalıdır” demektedir. (24)

Türk kültüründe servi; uzun boyu ve daima yeşil kalması dolayısıyla “ebediyet”in (sonsuzluk) sembolüdür. Servinin daima yeşil olması ata ruhlarının cennette olduğunun kanıtıdır. Mezardaki ataların ruhları servi ağacı sayesinde göğe ulaşmakta, Tanrının kutu da aşağıya, kemiklere inmektedir. Anadolu’daki servilerin kutsallığı hem Müslümanlara hem de Hıristiyanlara antik dönemden miras kalan bir inançtır. (25)

Piramidal servinin, diğer ağaçlara göre dik ve onların üzerinden topraktan fışkırırcasına göğe yükselen uzunlamasına biçimi, ayrıca çok koyu yeşil olan rengi, onu diğer ağaçlardan farklı olarak karanlık ve koyu renklerin hakim olduğu yer altı dünyası ile ilişkilendirilmesine neden olmuştur. Servinin dışardan görünümünün koyu olmasının nedenlerinden biri dallarının sık olmasından dolayı gelen ışığı dışarıya vermeyerek emmesi, bu suretle ışığı yansıtmayarak içerisinde hapsetmesidir. 

Antik Yunan inancıyla dile getirirsek Apollon’un ışınlarının ölen Kyparissos’un içine girmesi, onunla tek vücut olmasıdır. Söğüt ve zeytin gibi gümüşi yapraklı ağaçların yanında koyu yeşil rengiyle siyah rengi çağrıştıran, diğer yeşil ağaçlara göre de siyahımsı yeşil renkte görünen piramidal servinin (kara servi) ölüm, yer altı ve öte dünya inançlarıyla ilişkilendirilmesi kaçınılmazdır. 

Ayrıca daha yayvan olan diğer ağaç türlerinin ortasından onları yırtarcasına aniden dik bir şekilde göğe yükselen biçimi öldürücü bir mızrak, kılıç veya bıçak algısını da zihinlerde oluşturur. Nereden bakılırsa bakılsın servi ölümün ve karanlıkların ağacıdır. Antikçağda Hades’in evinin yanında beyaz bir servi ağacından söz edilmesi, aslında ölümlülerin gittiği yeraltı dünyasının ne kadar karanlık olduğu konusunda yapılan bir sanattır. Bu metinde “Hades o kadar karanlıktır ki, o alemde siyahımsı yeşil yapraklı kara serviler bile beyaz görünür” denmek istenmiştir.

Camiye en çok yakışan ağaç
Günümüz Anadolu camilerine de en yakışan ve cami ve bahçesindeki diğer ağaçlar arasında en koyu rengiyle kendisini belli eden ağaç servidir. Edirne Selimiye Camii’nin batı tarafındaki bahçesinde yer alan ve caminin sarımsı-beyaz rengini siyah bir mızrak gibi kesen piramidal serviler, ilk bakışta manzarada ölümü hatırlatan tek unsurdur. Hatta bu serviler aşağılardaki Meriç ve Tunca nehirlerinden dahi fark edilir. Yine İstanbul ve diğer illerimizde yer alan Osmanlı camilerinin bahçelerindeki piramidal serviler minarelerle yarışan bir görüntü sergiler. 

Osmanlı ve günümüz Türkiye’si camilerinin bahçelerine veya mezarlıklara piramidal servi dikilmesinin en önemli nedeni, servinin diğer ağaçlardan daha koyu ve karanlığı (dolayısıyla ölümü) hatırlatan bir renginin olmasının yanı sıra ağacın diğer ağaçlardan farklı olarak dallarının parçalı görünmemesi, aksine yukarıyı, gökyüzünü işaret eden şahadet parmağına benzemesi, ayrıca yerden göğe doğru yükselmek isteyen, adeta yerden göğe fışkıran ateş gibi akıcı bir algı oluşturması, dolayısıyla doğada Tanrının tekliğinin görülmesine aracılık etmesidir. 

Beyaz veya sarının tonlarındaki minareler ışık ve nuru hatırlatmaktayken, siyah görünümlü serviler ise geceyi, karanlığı ve yeraltını hatırlatır. Müslümanlıkta, servinin dalsız ve göğü işaret eden ok veya mızrağımsı görüntüsü tektanrıyı sembolize eden şahadet parmağı veya teklik ile özdeşleşir. Tektanrılı dinlerin çıkış yeri olan Doğu Akdeniz kıyılarının doğal ağacının piramidal servi olması da bu dinlerin çıkışında, inancının belirlenmesinde servi ağacının ne kadar etkin bir rol oynadığının kanıtıdır. Yeraltı karanlığının servinin bedeninde göğe doğru yükselmesi, ölü ruhlarının Tanrıya kavuşması ile ilişkilendirilir. 

Servi gerek antikçağda ve gerekse günümüz Anadolu’sunda erkeksi ve erkeklerle de özdeşleştirilen bir ağaçtır. Servinin kara bedeninde yeraltından gökyüzüne (ışığa) doğru bir akış, yönelim vardır. Dolayısıyla antikçağdan bu yana servi, ölü ruhlarının göğe, Tanrıya (ışığa) yükselmelerinin, dolayısıyla Tanrının katında, ışıklı cennette yaşamak istemelerinin sembolüdür.

....

Dünyada çok geniş bir yayılış gösteren servilerin 20 dolayında türü bulunur. Ülkemizde ise, Akdeniz servisi (C. sempervirens) olarak adlandırılan bir türün iki çeşidi doğal olarak yetişebilmektedir. Uygun ekolojik koşullarda 20 metre boylanabilen Akdeniz servisi, Akdeniz havzasına özgü ağaç türlerinden birisidir. Koyu yeşil renkli pul yaprakları sürgünlerin üzerini sıkıca sarmıştır. Ortalarında yağ bezesi bulunur. C. sempervirens, dalları dört köşeli olan ve kışın yaprağını dökmeyen bir ağaçtır. Toros Dağları’nda (Antalya, Mersin) doğal olarak yetişir. Dalların dik (var. pyramidalis) veya yayık (var. horizontalis) olmasına göre iki varyeteye ayrılır. Kozalakları küremsi şekilli, reçine kokulu ve buruk lezzetlidir. 

Piramit biçimli Akdeniz servisi, ehrami servi, kara selvi veya mezarlık servisi olarak adlandırılan C. sempervirens var. pyramidalis (C. sempervirens var. sempervirens), ülkemizde Güney ve Batı Anadolu’da, denize yakın yörelerde daha çok park ve bahçelerde, mezarlıklarda dikilmiş olarak bulunur, orman oluşturmaz. Uzun piramit biçimi, gövdeye koşut olarak yukarıya uzanan sık dalları ve koyu yeşil görünümüyle öteki çeşitlerden ayrılır. 

Diğer bir çeşit olan dallı Akdeniz servisi C. sempervirens var. horizontalis, piramit biçimli Akdeniz servisinden farklı olarak dalları gövdeye dik bir konumda olup görece kalındır; uzaktan Toros sedirini ya da Toros göknarını anımsatacak görünüme sahiptir. Ülkemizde yalnızca Manavgat dolaylarındaki Köprülü Kanyon’da 500 hektar genişliğinde saf orman ve kısmen de kızılçamla karışık topluluklar oluşturur. Ülkemizdeki 1248 hektarlık toplam servi ormanının yüzde 96’sı Antalya ilinde bulunur. Ancak Güney ve Batı Anadolu’nun yanı sıra daha az olmak üzere Karadeniz Bölgesinin kıyı kısımlarında da tek tek bulunabilmektedir. Ülkemizdeki parklarda genellikle mavi servi olarak bilinen Cupressus arizonica yetiştirilir. Bu tür doğal olarak Meksika ve Arizona dağlarında yetişmekte olup dalları gövdeye diktir. (1, 3, 12) 

Akdeniz servisi olarak adlandırılan C. sempervirens var. horizontalis, 20 metreye kadar boylanır. Doğu Akdeniz, Kuzey Irak, İran, Anadolu, Kıbrıs, Girit ve Ege adalarında yetişir. Türkiye’de Ege ve Akdeniz kıyılarında görülür. Odunu çok sert ve dayanıklıdır, aynı zamanda güzel kokuludur. Hiçbir ağaç türünün yetişmediği zayıf topraklarda bile yetişir. Piramidal Akdeniz servisi C. sempervirens var. pyramidalis, her zaman yeşil, sık dallı, dalları gövdeye paralel olacak şekilde yukarı büyümüş, sütun biçiminde ağaçlardır. 20-30 metreye kadar boylanabilir ve 600-700 yıl yaşayabilir. Odunu çok sert ve dayanıklıdır, güzel kokuludur. Bir Akdeniz ağacı olan bu tür Türkiye’de Akdeniz ikliminin olduğu alanlarda yetişir. İstanbul Fenerbahçe Burnu’nda Kanuni zamanında dikilmiş 450 yaşı aşkın sağlıklı örnekler bulunur. (2)

Servi ağaçları öylesine serttir ki, böcekler bile zarar vermeyi göze alamaz. Ağacın keskin kokusu ayrıca güveleri uzaklaştırmanın yanı sıra yapıldıkları sandıkların içindeki giysilere çok hoş bir koku kazandırır. Bu nedenledir ki Anadolu halkı gelinlik kızların çeyiz sandığını servi ağacı odunundan yapar. (12) Bodrum yöresinde C. sempervirens var. horizontalis yakacak olarak kullanılır, gövdesinden mezar tahtası, ağacından sandık ve elbise dolabı yapılır; bu malzemeler hoş kokulu ortam sağladığından, sandığa ve dolaba böcek girmez. Kozalakları eskiden çocuk oyunlarında misket olarak kullanılırdı, bu kozalaklar Bodrum’da mazı olarak adlandırılır, oyuna da mazı oyunu denir. (15)

Türkiye’de C. sempervirens’in kozalaklarından pembe ve kahverengi boya elde edilir. (21) Van yöresinde kozalaklarından kahverengi boya elde edilir. (22)

Günümüzde servi kozalağı estetik amaçlarla makyaj malzemesi kaynağı olarak da kullanılır. Servi kozalağı havanda dövüldükten sonra limon suyu, lavanta çiçeği ve beş adet çam tomurcuğu ile birlikte bir litre suya konur ve kaynatılır. Elde edilen su süzülerek bir şişeye konur. Bu karışım ile kaşlar günde bir kez yıkanarak koyu renkli ve dolgun kaşlar elde edilir. (20)

Anadolu halk tıbbında servi
Anadolu’da servinin halk tıbbında da geniş bir kullanım alanı bulunur. Daha çok mezarlıklarda gördüğümüz bu ağacın kozalakları ateş düşürücü, terletici ve idrar artırıcıdır. Ayrıca haricen ayak kokularını önlemek için kullanılır. (20) C. sempervirens, kozalaklarında tanen ve uçucu yağ taşır. Kozalaklarının dekoksiyonu kabız edici, ateş düşürücü, terletici, idrar artırıcı ve kan kesicidir. Haricen basura ve kokulu ayak terlemelerine karşı kullanılır. Servi eskiden beri, çocukların gece işemelerine karşı kullanılır. On yaşından büyük çocukların gece işemelerini kesmek için, altı gün süreyle öğle ve akşam yemeklerinde çocuğa 30-40 damla servi kozalağı tentürü, bir fincan suya damlatılarak içirilir. 

Yeni araştırmalar da bu etkinin varlığını doğrulamıştır. Basura karşı servi kozalağı özü ile hazırlanmış merhem kullanılır veya servi kozalağı dekoksiyonu ile basur memelerine pansuman yapılır. Kokulu ayak terlemelerine karşı, ayaklar servi kozalağı dekoksiyonu ile yıkanır ve ayaklar bir müddet bu dekoksiyon içinde tutulur. (3) C. sempervirens’in meyvelerinden elde edilen dekoksiyon Sakarya dolayında soğuk algınlığı ve öksürüğe karşı kullanılır. (19) Konya dolayındaki aktarlarda C. sempervirens’in kozalak ve meyveleri tıbbi amaçlarla satılır. (23) Hatay’ın Yayladağı ilçesinin Kışlak beldesinde “andız” olarak adlandırılan C. Sempervirens göz hastalıklarının tedavisinde kullanılır. (14) 

Antalya, Mersin ve Muğla’da andız olarak adlandırılan C. sempervirens var. horizontalis’ten hem insanlar hem de hayvanlar için ilaç yapıır. Bu bitki kalp-damar hastalıkları, körpe meyveleri yenmek suretiyle soğuk algınlığı (Grip, nezle) gibi hastalıklarda kullanılır. Kozalaklarının kaynatılmasıyla elde edilen su ile kozalaklarından hazırlanan pekmez (andız pekmezi) Mersin (Arslanköy) yöresinde dahilen ülser tedavisinde, kozalaklarının yağı göğse ve sırta sürülerek soğuk algınlığına karşı, kozalaklarından hazırlanan karışım ile dal ve gövdesinden hazırlanan katran kalp-damar hastalıklarının tedavisinde ve damar sertliği için, bu katran hayvanların ağız kenarında oluşan yaralarının tedavisinde kullanılır. Katranı hayvanlara yalatılarak iştah açıcı olarak kullanılır, yılan sokan hayvanlara kaynatılmış servi katranı buharı koklatılır. (15, 16)

C. Sempervirens var. sempervirens (var. pyramidata) ise Bodrum’da bahçe aralarında çit bitkisi ve rüzgâr kesici, yelken direği yapımında kullanılır, kozalaklarıyla çocuklar misket oynar. (15) Bu servi çeşidinin kozalaklarının kaynatılması suretiyle elde edilen suyu Çanakkale-Ezine dolayında sabahları aç karnına bir çay bardağı dolusu içilerek kan şekerini düşürmek amacıyla; Muğla’da katranı haricen yanık tedavisinde, ayrıca hayvanların mide rahatsızlıklarında onlara içirilmek suretiyle yararlanılır. Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde C. Sempervirens var. Sempervirens’in kozalakları kaynatılmak suretiyle hazırlanan çayı diş ağrısına karşı ve saç estetiği amacıyla haricen kullanılır. (17) 

C. Sempervirens, mezarlıklar ve bahçelerde yetiştirilir. (3) Manisa ve Muğla’da kara servi olarak adlandırılan C. Sempervirens var. Sempervirens özellikle mezarlıklarda yetiştirilen ince uzun yapıda bir ağaçtır. (18) Kara servi veya piramidal servi Akdeniz ikliminin hâkim olduğu özellikle batı ve güney bölgelerimiz ağırlıkta olmak kaydıyla ülkemizin çoğu yerinde mezarlık ağacı olarak kullanılır. 


KAYNAK VE DİPNOTLAR
1) Yücel Çağlar, Dendroloji (Ağaç Bilim) Okulu Ders Notları, Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği Yayını, Ankara-2012
2) Necati Güvenç Mamıkoğlu, Türkiye’nin Ağaçları ve Çalıları, NTV Yayınları, İstanbul, 2007.
3) Prof. Dr. Turhan Baytop, Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, Nobel Tıp Kitabevleri, 1999.
4) Hayri Ertem, Boğazköy Metinlerine Göre Hititler Devri Anadolu’nun Florası, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1987.
5) Cumhuriyet gazetesi, 14.11.2009 Cumartesi Eki; “Zeytinyağı Anıtları ve Zeytine Adanmış Yaşamlar” başlıklı haber.
6) Dr. Galya D. Toteva, Pers Kentleri ve Sanatı, Arkeoatlas, 2012.
7) Şefik Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1994.
8) Necmettin Ersoy; Semboller ve Yorumları, Dönence Basım ve Yayın Hizmetleri, 3. Baskı, İstanbul, 2007.
9) Kaynak: Çiğdem Dürüşken, Roma’nın Gizem Dinleri, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2011.
10) Jack Goody (Çev: Mehmet Beşikçi), Çiçeklerin Kültürü, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010.
11) İ. Banu Doğan, Tarihöncesinde Ticaret ve Değiş Tokuş, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2012.
12) Yücel Çağlar, Anadolu Yeşillemesi, Bilim ve Gelecek Kitaplığı Yayını, İstanbul, 2010.
13) Turhan Baytop, “Türkiyede Tıbbi ve kokulu Bitkilerin Kullanılışına Tarihsel Bir Bakış”, Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Bülteni, Temmuz 1994, sayı:10.
14) Mustafa Keskin, Kerim Alpınar; “Kışlak (Yayladağı-Hatay) Hakkında Etnobotanik Bir Araştırma”, Ot Dergisi, 2002/2, s.91
15) Ertan Tuzlacı, Bodrum’da Bitkiler ve Yaşam, İstanbul, 2005.
16) Ertan Tuzlacı, Şifa Niyetine, Türkiye’nin Bitkisel Halk İlaçları, Alfa Yayınları, İstanbul, 2006.
17) G. Bulut, E. Tuzlacı, “Folk Medicinal Plants of Bayramiç (Çanakkale-Turkey) İÜ Ecz. Fak. Mec, 40(2008-2009).
18) Ertan Tuzlacı, Türkiye Bitkileri Sözlüğü, Genişletilmiş 2. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2011.
19) Ekrem Sezik, Erdem Yeşilada, “Uçucu Yağ Taşıyan Türk Halk İlaçları”, Uçucu Yağlar, Prof. Dr. K. Hüsnü Can Başer’e 50. Yaş Armağanı, 1999.
20) Cenk Durmuşkahya, “A’dan Z’ye Bitkilerin Gücü”, Seninle Dergisi Eki, Şubat 2011
21) Yunus Doğan, Süleyman Başlar, Hasan Hüseyin Mert, Güngör Ay; “Plants Used as Natural Dye sourches in Turkey”, Economic Botany 57(4), The New York Botanical Garden Pres, USA, 2003.
22) Fevzi Özgökçe, İbrahim Yılmaz; “Dye Plants of East Anatolia Region” Economic Botany, 57(4), Newyork Botanical Garden Pres, 2003.
23) Eray Tulukçu, Osman Sağdıç, “Konya’da aktarlarda satılan tıbbi bitkiler ve kullanılan kısımları”, Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, Ekim 2011.
24) Mevlana, Mesnevi-i Şerif, Koordinatör Nihat Öztoprak, Tercüman Süleyman Nahiti, İstanbul, 2007.
25) Pervin Ergun, Türk Kültüründe Ağaç Kültü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004.
26) Adrienne Mayor, Mithradates, Çev. Gürkan Ergin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.
27) Hasan Torlak, “Anadolu Kültüründe Servi Ağacı”, Yolculuk dergisi, Kamilkoç Yayını, Eylül 2013.d
LİNK



İLGİLİ YAZI